Etiket arşivi: Prof. Dr. Halil Çivi

12 EYLÜL 1980 FAŞİST DARBESİ ÜZERİNE KISA NOTLAR

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı
12 Eylül 2021

Bundan tam 41 yıl önce yapılmış olan 12 Eylül 1980 faşist darbesi yapıldığı zaman evli, üç çocuk babası, doktoralı, doçentlik tezi hazırlamakta olan 36 yaşında bir akademisyendim. Bu darbenin yarattığı baskı ve zulümleri iliklerime dek duyumsayarak, siyasal açıdan da en ağır suçlarla suçlanarak ve Devlet Güvenlik Mahkemelerinde yargılanarak yaşadım. Benim yaşamak zorunda kaldığım bu baskı ve zulümler yüzbinlerce aydınımızın yazgısı oldu. Bu aydınların sağcı-solcu denilmeden, bir bölümü korkunç işkencelerden geçti ve boş yere hapis yattı. Bazıları idam edildi ya da gözaltında kayboldu. Bir kısmı işinden ve aşından yoksun bırakılarak açlığa tutsak edildi. Yaklaşık 70.000 dolayında aydın ve sanatçımız ise, canını kurtarmak için, başta Almanya olmak üzere Batı ülkelerine kaçmak zorunda kaldı…

Peki 12 Eylül 1980 faşist darbesine nasıl gelindi?

Konuyu, biri dışarda ve biri de içeride olmak üzere iki ana nedene ayırmak gerekir.

A – Dış Nedenler

İkinci Dünya Paylaşım Savaşından sonra, istisnalar (ayrıklar) dışında, dünya Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile o zamanki Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) arasında bir rejim ve güç savaşı alanına döndü. ABD, her ne pahasına olursa olsun, SSCB’ni geriletmek kapitalist – emperyalist serbest piyasa sistemini koruyup genişletmek, yeni mevzi ve müttefikler kazanmak istiyordu. SSCB ise o dönemin kendi rejimi olan pre-komünist – sosyalist, üretim mallarında özel mülkiyeti yasaklayan, Marksist, kurgusal Merkezi Planlı ekonomik sistemini ve siyasal rejimini yaymak ve ideolojisini dünyaya kabul ettirmek niyetindeydi…

Bu iki birbirine zıt, farklı kutuplardaki devletler arasında başlayan “Soğuk Savaş” stratejileri başka ülkeleri de etkilemeye başladı. Her iki tarafın temel silahları ise yeraltı, örtülü ajanlık faaliyetler, askeri, siyasal, ekonomik, kültürel, sanatsal… alanlardaki çok geniş yelpazeli propaganda (beyin yıkama) faaliyetleriydi. Her iki tarafın temel amacı da aynıydı; Başka ülkelerdeki kamuoyunu kendi lehine çevirmek ve siyasa iktidarı kendi yanına çekmek… dünyaya egemen olmak.

B – İç Nedenler

Türkiye de bu 2 süper güç arasındaki küresel yıkıcı rekabet ve gelişmelerden oldukça geniş boyutlarda etkilendi. Büyük ve giderilmesi olanaksız acılar ve katlanılması devasa boyutlarda olan ekonomik, sosyal, kültürel, ailesel ve bireysel sorunlar yaşadı. İhtilalden önce siyasiler, sendikalar, üniversiteler, basın, sivil toplum örgütleri, halk sağcı ve solcu olarak iki ana kampa ayrıldı. Karşılıklı olarak kurtarılmış(!) bölgeler, şehirler, mahalleler ve kurtarılmış(!) kamu kurumları oluştu. Yine karşılıklı düşmanlaşma, vuruşma ve öldürmeler yaygınlaştı. Halkın can ve mal güvenliği yok oldu. Günlük olarak ortalama cinayet sayısı 25-30 kişiye ulaştı. Siyasiler cephelere ayrıldı ve kendilerince taraf oldular.

Türkiye’deki rejim NATO ve Avrupa Birliği bağlantıları nedeniyle Batı ve ABD yanlısıydı. ABD açısından Türkiye, SSCB’ne karşı yaşamsal önemde stratejik bir ülkeydi. Batı kampındaki ülkelerin yaşamsal güvencesi olarak, mutlaka ABD ve Batı yanlısı kalması gerekiyordu. Bu nedenle SSCB ne karşı komünizm karşıtlığı beyin yıkama faaliyetleri çok önemliydi.

Komünistler dine karşıydı, öyleyse dinciliğin en geniş boyutlarda desteklenmesi gerekiyordu. Komünistler ırkçılık ve milliyetçiliğe karşıydı, öyleyse ırkçılık ve milliyetçilik de körüklenmeliydi. Komünizm aile yapısına karşıydı(!) ve serbest cinselliği savunuyordu (!) Bu durum aile ve ahlak yapımızın yıkımı (!) demekti. Hatta halk arasındaki düşmanlığı körükleyebilmek için, bu dinci ve milliyetçi 2 ideoloji birleştirilerek “Türk- İslam Sentezi” oluşturuldu. Dinci ve milliyetçi partiler desteklenerek anti-komünist cephe genişletildi. Bu arada Atatürkçü aydınlar da sol kesime dahil edildi ve SSCB yanlısı olarak yaftalandı… Herkes aşırı uçlara savruldu. Artık dış destekli fitneler yeterince mayalanmış ve kıvam kazanmıştı.

Sonuçta ihtilal vaktinin geldiği kanısına varılarak 12 Eylül 1980 günü Kenan Evren başkanlığındaki ABD destekli askeri cunta anayasal düzeni askıya alarak yönetime el koydu. Ancak 13 Eylül 1980 günü yani ihtilalden bir gün sonra, ülkedeki her türlü terörist ve karşılıklı vuruşma faaliyetleri bıçak gibi kesildi. Onun yerine uzun soluklu sayılacak bir basķı, zülüm, işkence ve kıyım furyası başladı….

Peki sonra neler mi oldu?

-Anayasal düzen askıya alındı. Cunta bildirileri anayasal hükümler yerine geçti
– Tüm siyasal partiler kapatıldı, parti başkanları tutuklandı.
– Tüm sendikalar, dernekler, her türlü sivil toplum örgütleri kapatıldı. Çoğu sendika lideri tutuklandı. Sendika mallarına el kondu.
– Üniversitelerde ihbarlar ve sürek avı başlatıldı. Yüzlerce akademisyenin görevine son verildi. Bir bölümü tutuklandı ve yargılandı.
– Türkiye’nin karma ekonomik sistemi, yerini serbest pazar ekonomisine bıraktı..
– Siyasal sistemdeki laiklik rotası aşındırıldı. Yeni anayasaya zorunlu din dersleri kondu.
– Anayasadaki sosyal devlet politikası kağıt üzerinde kaldı…
-………

Kıssadan hisse                              :

Bu kısa ancak acı 12 Eylül 1980 ihtilal geçmişimizi belli yaşta olanlara anımsatmak, yeni kuşaklara ise bilgi vermek ve üzerinde düşünmelerini sağlamak için yazdım. Siyasal, ekonomik, dinsel, etnik, kültürel (ekinsel), sanatsal ve bölgesel her türlü ayrışma, bölünme, yarılma ve düşmanlaştırmalara varan politikalar devlete ve ulusal birliğimize zarar ve hatta ihanet olarak algılanmalıdır. Yurttaşların eşitliğine, hukukun üstünlüğüne, çoğulcu ve doğru içselleştirilmiş parlamenter demokrasiye, tüm bunların güvencesi olarak da yine gerçek rotasından saptırılmayan laiklik ilkesine sımsıkı sarılmak, ortak aklı, ortak çıkarları ve ortak sorunları, kamu yararına, akılcı ve bilimsel yöntemlerle çözmek gerekiyor.

  • Ayrıştırıcı, ötekileştirici ve düşmanlaştırıcı yaklaşımlardan uzak durmak gereklidir.

Askeri, sivil, dinsel… her türlü darbelere karşı olmak, birlikte, dostça, sevgi barış, huzur ve adalet içinde kalmak en doğru yoldur.

  • Umudumuz gerçek aydınlarımızın ve halkımızın sağduyulu ve aydınlanmış bilincidir.

Demokrasilerde çareler ve umutlar tükenmez. Yeter ki demokrasi tükenmesin.

ORTA ÖĞRETİMDE OKULLAR AÇILIRKEN EĞİTİM- ÖĞRETİM SİSTEMİMİZ ÜZERİNE KISA NOTLAR

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı
06.09.2021, İzmir

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Bu gün, pandemi nedeniyle, alışkın olmadığımız çok uzun bir aradan sonra, orta öğretim kurumları, tüm artı ve eksileri ile birlikte eğitim ve öğretime başladılar.

Doğru eğitim: Akıl, bilim, özgür irade, teknoloji, meslek, barış, sevgi, huzur, adalet, ahlak… ve ekmek kapısı;

Yanlış ve çağdışı eğitim ise kurumlaşmış cehalet, bağnazlık, haksızlık, kin, nefret, vicdansızlık, ayrıştırma, huzursuzluk, zorbalık, zulüm düşmanlık… ve sefalet kapısıdır. Birinci tür eğitimde çağdaşlık ve gelişme, ikinci tür eğitimde de kargaşa, huzursuzluk ve geri kalmışlık türer.

Rüzgar ekenler fırtına, sevgi etkenlerse barış ve huzur biçerlermiş… Bir ulusu her yönden yücelten ve doruklara ulaştıran da, ortaçağ karanlığına sürükleyerek geri kalmasına neden olan da yine o ulusun topyekun eğitim ve öğretim sistemidir.

Hatalı ve yanlış tohumlar ekerek sağlıklı ve üstün nitelikli ürün beklemek olanaksızdır. Yıkayıcı temiz değilse yıkanan temiz olmaz. Kirli su ile çamaşır yıkanmaz
Kanımca bir ulusun kaderini tayin etme (yazgısını belirleme) konusunda çok önemli ve birinci derecede görev yüklenen eğitim konusu, mutlaka siyaset üstü ve devlet politikası olarak ele alınmalıdır.

Ülkemizin Ulusal Eğitim sisteminin belli çıkar odakları, yabancı güçler, tarikat ve cemaat kurumları ile değil, eğim-öğretim ve bilim alanında çok iyi yetişmiş, üstün nitelikli, tarikat ve cemaat bağı ve bağlantısı olmayan özgür düşünceli yurtsever akademisyenlerle planlanıp programlanması gerekir.

Bir ulusun eğitim sistemi, gündelik siyasete, ideolojik, akıl ve bilim dışı çekişme ve yap-boz düzenlemelerine kurban edilmemelidir. Çünkü siyasetçinin çıkarı genelde bir seçim dönemini kapsar. Halbuki eğitim sistemindeki yanlışların etkileri ise asırlar (yüzyıllar) sürebilir.

  • Siyaset kurumu Ordu, eğitim – öğretim – bilim ve adalet kurumlarına müdahale etmemelidir.

Bu kurumlar mutlaka siyaset üstü konumda kalmalıdır. Çünkü bu kurumlar yalnızca siyasal iktidarlar için değil, devlete ve ulusun tümüne hizmet vermektedir.

Doğru bir eğitim sistemi için                             :

1- Eğitim ve öğretim yöntemi çağdaş olmalıdır.
2- Eğitim – öğretim teknolojisi, öğretim mekânları, eğitim ve öğretim araçları çağdaş olmalıdır.
3- Eğitim-öğretimin bilgi ve ders kaynakları, eğitim programları ve program içerikleri (müfredat – yetişek) çağdaş olmalıdır.
4- Eğitim ve öğretim sisteminde görev alan tüm öğretici ve yöneticiler çağdaş olmalıdır.
5- En önemlisi de eğitim ve öğretime yön verenlerin ZİHNİYETİ ÇAĞDAŞ OLMALIDIR.

Eğer bir ulusun eğitim ve öğretimine yön veren zihniyet (anlayış) çağdaş değilse geri kalan faktörlerin (etmenlerin) çok önemi kalmaz. İlk düğme yanlış iliklemişse, geri kalan düğmeler doğru gibi görünseler bile hepsi yanlış olur.

Bu duygu ve düşüncelerle yeni eğitim ve öğretim yılı devletimiz, ulusumuz, öğrencilerimiz, veliler, tüm öğreticilerimiz ve yöneticilerimiz için kutlu olsun. Ulusumuzun tepesinde dolaşan cehalet kara bulutları yok olsun. Halkımız barış, esenlik ve huzur (erinç) dolu bir eğitim- öğretim yılı yaşasın.
===============================
Dostlar,

Sn. hocamız Prof. Çivi’nin yazısına birkaç katkımız olasın isteriz :

Alttaki kısa film, Çin’de, küçük bir öğrencinin Kovit-19 salgını nedeniyle, okula giriş hazırlığını gözler önüne seriyor. Ya bizde ??

***
Ankara’da 3 okul müdürü ile telefonla görüşme :
Lise: 1600 öğrenci bin maske. Sınıflar ortalama 42
Ortaokul: Maske ve hijyen malzemesini veliye aldıracağım. Bin öğrenci var, sınıf ortalaması 30, hizmetli yok!
İlkokul: BŞB’nden gelen 1 koli temizlik malzemesi var. Milli Eğitimden birşey gelmedi. (BİRGÜN, Ünal Özmen 03.09.2021)
***
ABD’de: Kovit-19 saptanan çocuk sayısı 2 haftadır tırmanıyor. Salgının başından beri tanı alan çocuk sayısı 4,8 milyon, toplam vakaların % 14,8’i. Hastaneye yatırılan çocuk oranı %1,9’a dek çıkıyor. 12+ yaşa epeydir aşı yapılıyor. 6 Eylül’de okulları açıyoruz, bilinsin istedik..
***
27 Ağustos 2021, CDC (ABD):
Aşısız öğretmen 26 öğrenciye Kovit-19 bulaştırdı..
***
ABD’de son hafta bildirilen Kovit-19 vakaların % 22’sinden çoğu 0-18 yaş arasında saptandı ve testlerin %10,9-20,8’i bu yaş diliminde yapıldı (Eyaletlere göre değişiyor) ve bu yaş diliminde test pozitiflik oranı %4,8-17,6. (MMWR, CDC)
***
https://www.cdc.gov/mmwr/volumes/70/wr/mm7036e2.htm

Çocuklar ve ergenler arasında haftalık KOVİT-19 ile ilişkili hastaneye yatış oranları 2021 Haziran sonu-Ağustos ortası boyunca yaklaşık beş kat arttı ve bu da son derece bulaşıcı SARS-CoV-2 Delta varyantının artan dolaşımıyla aynı zamana denk geldi. Ciddi hastalığı olan hastaneye yatırılan çocuk ve ergenlerin oranları. Hastaneye yatış oranları aşısızlar arasında tam aşılı ergenlere göre 10 kat daha yüksekti.
***
https://www.gazeteduvar.com.tr/pandemiyle-yasamak-yuz-yuze-egitime-gecilsin-mi-makale-1533643

Çin, eğitime ülke genelinde salt 2 ay ara verdi!
Nisan 2020’de Wuhan dışında bütün okullar yeniden yüz yüze eğitime geçmişti. 2021’in ilk yarısında da %60’ın üstünde aşı oranına ulaşıldı.
Bütün öğretmenler aşılı ve okul çağında çocuğu olan veliler de aşı olmak zorunda. Ayrıca, öğretmenler, öğrenciler ve velileri kent dışına çıkarlarsa iki hafta okula gidemiyorlar, ev karantinasında kalıyorlar. Bu yüzden, aileler Çin yeni yılında ya da diğer bayramlarda yolculuk yapmamayı seçtiler.
**
Sonuç                              :
Türkiye, 2 hafta sonra Kovit-19 olgu sayısında artışlara hazır olsun.
Tohumu ekildi..
Okulların açılması belki “doğrudan” neden olmayacak ama, yukarıda da örneklediğimiz pek çok nedenle doğru – bilimsel yönetil(e)meyen salgın yüzünden olgu sayıları daha da tırmanışa geçebilecek.. yazık!

Sevgi ve saygı ile. 07 Eylül 2021, Datça

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net          profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter  @profsaltik

 

TÜRKİYE’DE GÜNCEL LAİKLİK SORUNLARI ÜZERİNE KISA NOTLAR…

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Uzun bir zamandan beri, Diyanet İşleri Başkanının siyasilerle sıklıkla bir arada boy göstermesi, çeşitli konulardaki kuraldışı tutumları, davranışları, konuşmaları ve bu konuşmaların uslup (biçem) ve içerikleri Türkiye medyasında geniş yer buldu ve bulmaya devam ediyor. Bu nedenle, Anayasamızın ve laik devlet yapımızın bir gereği olarak Türkiye’de laiklik yeniden kamuoyunun gündemine oturdu. Bu gelişmeler bağlamında ben de kimi düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istedim.

Günümüzdeki çağdaşlaşma paradigması yani total resmi ve sivil çağdaş değer ölçüleri dizgesi Batı (Avrupa) kökenlidir. Bu çağdaş değerler sisteminin oluşmasını var eden zihniyet devriminin temel bileşenleri de şunlardır.

1- Devlet, toplum, aile ve birey yaşamını düzenleyen dogmatik, dinsel, eleştirilmeye ve yenilenmeye kapalı normların yerini giderek akla, deney ve gözleme dayalı özgür bilimsel düşünceye bırakması. Toplum ve devlet yaşamında her alanda aklın ve bilimin kesin egemenliği

2- Devlet, toplum, aile ve bireylerin özgür düşünme ve davranma özgürlüğünü baskılayan kilisenin, yani ruhban (din adamları) sınıfı temsilcilerinin tüm otorite ve vesayetine son verilmesidir. Başta dinsel alan olmak üzere, her kurum ve herkes için ve yine her konuda din ve vicdan özgürlüğünün geçerli olmasıdır. Bu durum Orta Avrupa’da LAİKLİK, Kuzey Avrupa’da ise SİVİLLEŞME (Secularism) olarak toplumsal yaşama aktarılmıştır. Bu bağlamda laiklik ve sekülerleşme birbirine çok yakın anlamdadır.

3-Laikleşme ve sivilleşme, dinsel otoriteden (Papalık-kilise) bağımsızlaşma, dini otoritenin vesayetinden kurtulma demektir.
Sivil toplum laik toplum demektir. Bu bağlamda tarikat ve cemaatler sivil toplum kuruluşu olamazlar. Çünkü genelde, istisnalar hariç (ayrıklar dışında), tarikat ve cemaat üyelerinin aklı, cemaat liderleri tarafından rehin alınmış gibidir. Cemaat üyelerinin doğrudan özgür iradeleri ya yoktur ya da çarptırılmıştır. Eğer dinsel terminoloji ile söylemek gerekirse;

  • “Mürşit önünde mürit (tarikat üyesi), gassal (ölü yıkayıcı) önünde meyit (ölü)” gibi olmalıdır.

4- Çağdaş paradigmanın bir başka öğretisi de Ulusal (milli) egemenlik, yani topyekun halk egemenliği demektir.1789 Fransız Devrimi‘nden sonra Aile veya hanedan yönetimi ya da vesayetinde olan teokratik ve feodal nitelikli devletlerin yerini ulusal istence (mili iradeye) dayalı devletler almıştır. Bu gelişme ÇAĞDAŞ DEMOKRASİLERİN doğuşu, gelişmesi, içeriğinin genişlemesi ve demokratik anlayışın derinleşmesi demektir. Bu durumda demokrasi çok öz olarak şöyle ifade edilebilir :

  • Demokrasi = Laiklik + sivilleşme + ulusal istenç + özgür aklın ve bilimin sürekli olarak yol göstermesi.
  • Demokrasi, temelde bir zihniyet ve devrimidir.

5- Laiklik ve sivilleşme dini dışlama değildir. Herkese din ve vicdan özgürlüğü verir. İsteyen istediği inancı benimser. İstemeyen benimsemez. İnanç demokrasisidir. Ancak birey açısından, ruhban sınıfından bağımsızlaşma, dinsel olayları özgür aklın ve bilimin süzgecinden geçirme, özgür irade sahibi olabilme demektir. İnsan, her birey, hem dindar hem laik olabilir. Kendi inancını özgürce yaşar, fakat başkalarına asla karışmaz. Başkalarının ya da devletin kendi inancına karışmasını da istemez.

Peki laiklik nasıl anlaşılmalıdır?

A- Bireysel açıdan laiklik din, vicdan ve inanç özgürlüğü demektir. Laiklik her bireye istediği din ve inancı seçmek ya da hiçbir inancı benimsememe özgürlüğü verir. Çünkü her özgürlük zıddı ile vardır. Vicdanların baskı altında olduğu yerde özgürlük olmaz.

B- Toplumsal açıdan laiklik, farklı dinler, mezhepler ya da farklı inanç kümeleri ile birlikte, farklılıklara empati (özdeşim) yaparak onlarla birlikte barış ve huzur içinde yaşayabilme demektir. Toplumsal açıdan laiklik farklı dinsel ve etnik yapıdaki insanların İNANÇ DEMOKRASİSİ ya da çoğulcu toplumların birlikte yaşama iradesidir.

C- Devlet açısından laiklik , devletin tüm farklı dinsel inanç kümelerine karşı mutlaka yansız; etnik, kültürel ve sosyal farklılıklara karşı da adil olmasını gerektirir. Çünķü Hz. Ali’nin dediği gibi, ”

  • Devletin dini” adalettir.

Devlet bir canlı varlık değil bir tüzel kişiliktir. Tüzel varlığın yani devletin dini olmaz. Demokratik ve laik toplumlardaki devlet yöneticileri, devlet adına kurallar üretir ve kararlar verirken, laik devletin hukuksal, laik ve demokratik anayasal varlığına uygun davranmak zorundadır.

Türkiye’ye gelince                   :

1- Bilindiği üzere Türkiye Cumhuriyeti, laik ve sivil bir devlet ve toplum yapısı hedeflenerek kurulmuştur. Anayasamızın değiştirilemez ve değiştirilmesi bile önerilmez 2. maddesine göre;

  • “Türkiye Cumhuriyeti laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti” dir.

Tüm siyasal iktidarların daima ve her kararlarında laikliğin ruhuna ve özüne uygun davranmaları gerekir. Ancak İslam dinini ilahi, kutsal kaynağından kopartıp bir dünyevi ikbal ideolojisine dönüştürmek hem dine, hem devlete ve hem de çoğulcu toplumsal yapımıza zarar vermektedir. Kaldı ki din, dil, etnik yapı..vb. açılardan bir Osmanlı Devleti nüfus mirası (kalıtı) olan Türkiye’nin toplumsal yapısı da çoğulcudur. Bu nedenle özü ve ruhu ile doğru anlaşılmış doğru laiklik ve çoğulcu demokrasi toplumumuzun varlığını, birliğini ve iç barışı korumak bakımından ekmek ve su kadar vazgeçilmezdir.

2- Farklı dinler ve inanç kümelerini ve aynı dinin farklı felsefi, tasavvufi yorum sahiplerini bir arada tutmak, kaynaştırıp barış içinde yaşatmak gibi bir misyonla (özgörevle) kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı‘nın salt İslam Dininin, hatta bu dinin yalnızca Sünnî Mezhebinin hizmetine girmesi asla doğru değildir.

D.İ. (Diyanet İşleri) Başkanlığı kesinlikle;

– Dinler, mezhepler, tarikat ve cemaatler üstü bir kurum olmalıdır. Dinler üstü / dışı bir konumda kalarak faaliyet göstermelidir.

-Özerk, bağımsız bir kurum olmalıdır.

– Siyaset dışı kalmalıdır. Dini siyasete ya da çıkarlarına alet etmek isteyen iktidarlara, partilere, kurumlara,  tarikat ve cemaatlere bizzat D.İ. Başkanlığı karşı çıkmalıdır.

Her türlü tarikat ve cemaatlerle bağlarını koparmalıdır. Eğer bu ana görevlerini yapamıyorsa ya yeniden yapılandırılmalı ya da kapatılmalıdır.

Bunları söylediğim için beni ütopik bulabilirsiniz. Ancak insan hayal ettikçe yaşarmış…

Çağdaş, laik, demokrat, gelişmiş, adil, aklın ve bilimin izinden hiç ayrılmayan hep barış, kardeşlik, dayanışma ve huzur, ebedi olarak da sevgi ve dostluk içinde yaşayan bir devlet, ülke ve toplum dileğiyle…

Ülkemizde laiklik konusunda yaşanan her türlü yanlışlar, bilerek ya da bilmeyerek hatalar ya da kasıtlı davranış ve uygulamalara karşın, ben yine de gelecekten çok umutluyum. Ya siz?

30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMI’NIN ANLAM VE ÖNEMİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı
27 Ağustos 2021

Bu yıl, yurdumuzun düşman işgalinden kurtuluşunun ve emperyalist güdümlü düşmanları kesin yenilgiye uğratarak yurttan kovduğumuz 30 Ağustos Zafer Bayramımızın 99. yıl dönümü. Ancak konuya başlamadan önce çok önemli bir noktanın altını çizmek gerekir.

Tarih sosyolojisi açısından krallıklar, imparatorlukla ya da devletlerin yaptıkları savaşları ve bu savaşlarla kazanılan zaferleri (utkuları) iki ana grupta (kümede) toplamak olasıdır.

Bazı savaşlar sadece (yalnızca) fetih, başka ulusların yurtlarına saldırma, toprak kazanma, sınır genişletme, vergi gelirlerini artırma, ideoloji yayma ya da Haçlı Seferlerinde olduğu gibi inanç ihracı olabilir. Bu vb. fetih ve nüfuz savaşları, fetih yapan uluslar için zafer ama ne yazık ki fethedilen, toprak kaybına (yitimine) uğrayan ülkeler ve uluslar için ise işgal ve zulüm (ezinç) anlamına gelir. Empati ya da duygudaşlıktan yoksundur.

İkinci tür savaşlar ise, öz savunma (nefsi müdafa), vatanın, devletin ve ulusun varlığını koruma ve sürdürebilme, ölüm kalım yani var olma, yaşayabilme ya da yok olma (ya istiklal ya ölüm, hayat-memat) savaşlarıdır. Aslında meşruluğu fazla savaşlar bu gruba girer.

Bu 2. tür savaşlar; yurdu, ulusu, devleti ve halkın namusunu koruyabilme amacına yöneliktir. Bu nedenle 2. kümedeki savaşlar, 1. tür fetih savaşlarına göre çok daha yaşamsal ve önemli konumdadır. Yok olan, varlığı sönerek, ortadan kalkan bir ulusun ya da halkın inanç, kültür (ekin), dil ya da din bekçiliği hiçbir anlam taşımaz.

Bizim Kurtuluş Savaşımız, ulusumuz ve devletimizin, başta ulusal varlığımız, yurt ve ekonomi olmak üzere, her anlamda emperyalistlerin boğucu kıskacından kurulma, kendini var etme ve yaşatabilme savaşıdır. Tam bir öz savunmadır (nefsi müdafa). Bu nedenledir ki, kazanılan zaferin (utkunun) değeri ve sonuçları başka savaşlar ve zaferlerle karşılaştırılmayacak kadar (ölçüde) kutsaldır ve büyük önem taşır.

Büyük Taarruz‘dan yaklaşık bir yıl önce, 22 Ağustos – 11 Eylül 1921 de gerçekleşen ve 22 gün 22 gece süren Sakarya Savaşı işgalci düşman ordusunu durdurmuş ve direncini kırmıştı. Sıra düşmana son darbeyi vurup yurdu işgalden, ulusu da işgalci zulmünden yani düşmandan kurtarmaya gelmişti. Düşmana son darbe hazırlıkları birçok ekonomik, sosyal, askeri ve siyasal zorluklar içinde ancak bir yılda tamamlanabilmişti. Artık düşmana karşı saldırıya geçme (taarruz) zamanının geldiği kararı alındı.

26 Ağustos 1922 günü sabah 05.30’da başlayıp 9 Eylül 1922’de İzmir’de zaferle perçinlenen ve ” BÜYÜK TAARRUZ” ya da Başkumandanlık Meydan Savaşı olarak adlandırılan Kurtuluş Savaşımızın son ve bitirici halkası, ülkemizi yoktan var eden büyük bir zaferle taçlanmıştır. Bu taç, Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk, yurtsever arkadaşları, tüm Kurtuluş Savaşı gazileri ve şehitlerinin hep birlikte Ulusumuzun başına onurla giydirdikleri tam bağımsızlık, ulusal egemenlik, özgürlük ve çağdaş uygarlık tacıdır.

Türk Ulusu Kurtuluş Savaşı ile birlikte, sanki küllerinden yeniden doğmuş, dimdik ayağa kalkmış, ülkesini emperyalist düşman ittifakından kurtarmış, yepyeni bir uygar devlet kurmayı başararak, uygar uluslar kervanında yerini almıştır. Özgürlük, bağımsızlık, ulusal egemenlik ve vatan toprağımızın temel tapusu ise Kurtuluş Savaşından sonra, dönemin emperyalist ve işgal heveslileri ile yapılan ve perçinlenen Lozan  Barış Andlaşmasıdır.

Kurtuluş Savaşının kazanılması ile birlikte:

1- Emperyalizmin güdümündeki düşmanlar yurttan sökülüp atılmış, vatanımız, ulusumuz ve namusumuz işgalcilerden temizlenmiştir.

2- Aile, birey ya da hanedan iradesine, padişahlık yönetimine dayalı teokratik devlet rejimi sona ermiş, onun yerine ulusal egemenliğe, halk iradesine (istencine), halkın kendi kendini yönetmesine dayalı bir siyasal rejim getirilmiştir. Bu durumun en önemli kanıtı Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kurulmuş ve devleti yönetme yetkisini doğrudan üstlenmiş olmasıdır.

3- Tam bağımsız bir devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Laikleşmenin, ekonomik bağımsızlığın, demokratikleşmenin ve bireysel olarak din ve vicdan özgürlüğüne kavuşabilmenin yolu açılmıştır.

4- Şer’i hukuk düzeninin yerini, laikleşmiş, meşruluğunu ulustan (milli iradeden) alan anayasal ve sivil devlet rejimi almıştır

5- Akılcılığa, bilimselliğe ve karma eğitime dayalı bir eğitim ve öğretim sistemi getirilmiştir. Siyasal, ekonomik, mesleksel ve kültürel açıdan kadın ve erkek eşitliği hedeflenmiştir.

6- Mustafa Kemal Atatürk,Türkiye Cumhuriyetini Kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir.” diyerek çoğunlukçu kültür anlayışından ÇOĞULCU TOPLUM ANLAYIŞINA kavuşmanın önündeki engelleri kaldırmıştır. Bu oluşumun en önemli kanıtı hukuksal olarak her konuda ve devlet katında YURTTAŞLARIN EŞİTLİĞİ ilkesidir.

7- Kurtuluş Savaşımızın temel ve çok önemli bir özelliği de emperyalizmin kıskacındaki öbür uluslara özgüven, umut ve başarma iradesi aşılamasıdır. Mazlum uluslara önderlik edilmiştir.

Ancak üzülerek belirtmek gerekir ki; ülkemiz ve ulusumuz açısından Kurtuluş Savaşımız, ZAFER BAYRAMI ve hatta Lozan Andlaşmasının anlam ve önemini, neden ve sonuçları ile birlikte henüz yeterince derinlemesine anlayamamış kimi cahil (eğitimsiz) yurttaşlarımız, aydınlarımız (!) basınımız (!) ve siyasilerimiz vardır. Ancak güneş balçıkla sıvanmaz. Uygarlık güneşi uygarlık karşıtlarını bir gün mutlaka kör edecektir.

Bu duygu ve düşüncelerle, başta M.K. Atatürk, silah (ve dava) arkadaşları, Kurtuluş Savaşı şehitlerimiz, gazilerimiz ve bu savaşa canı, malı ve emeği ile destek veren kadın ve erkek yurttaşlarımızı şükran, minnet, saygı ve rahmetle anıyorum.

HERKESİN 30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMI KUTLU OLSUN!

AKIL – YOKSULLUK VE CEHALET ÜZERİNE KISA NOTLAR

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Yoksulluk ve cehalet ne dindir; ne de kaderdir. İnsan soyunun düşünmekten, araştırmaktan ve aklını doğru kullanmaktan vazgeçip sadece (yalnızca) duyup işittikleri ve gelenekleri ile yetinip başkalarının aklını ödünç alarak, iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı… ayırt edemeyerek kendisinin yarattığı cehenneme yine kendisini mahkum etmesidir. Sebebi (nedeni) de öncelikle bizzat (doğrudan) insanın kendisidir.

Yine İnsan soyunun en büyük yardımcısı da bizzat kendisi; yani kendi aklı ve kendi tutum ve davranışlarıdır. Aklını doğru kullanmayan ve öğrenmeye kapalı olan insanlara hiç kimse yardım edemez. Kur’ani tabirle (Kuran deyimiyle), bilen ve bilmeyen bir olamaz. Allah, aklını kullanmayanların. üzerine pislik yağdırır. Aklı olmayanın dini de olmaz. İlim Çin’de de olsa gidip almak gerekir.

Ayrıca akıl fukarası bu tür cahil kişilikler istismarlara, kışkırtmalara (provokasyonlara) ve yanlış yönlendirmelere çok müsait (uygun) bir davranış potansiyeli taşırlar… Cahil insan yığınları ya da kümeleri, emperyalist, diktatoryal, otokratik, baskıcı rejimlerin hazır kıta militanları ya da çete, mafya vb. oluşumların vurucu gücü olmaya yatkın bir zihniyet (anlayış) yapısı taşırlar. Bu durumun en önemli tarihsel örnekleri de İkinci Dünya (Paylaşım) Savaşının çıkmasına ve 60 milyon insanın ölümüne neden olan Hitler ve Mussolini rejimleridir.

Bu nedenle, sürekli koşullandıran, ezberleten, diğer (öbür) toplumsal kümeleri ötekileştiren, düşmanlaştıran empati ya da duygudaşlıktan yoksun, kendi ırķı ya da inancı dışında herkesi düşman olarak öğreten değil, aksine; yaşamı doğru öğreten, doğru düşündüren, akıl çapının çemberini genişleten, bilimsel düşünmeye dayalı bir eğitim sistemi, eğitim programı, eğitim mekânı, eğitim araçları, eğitim müfredatı ve bunları yürütecek çağdaş eğitimcilere gerek vardır.

Kıssadan hisse                                      :

  • Çağdaş toplumlar doğru eğitilmiş, aklı ve bilimi doğru kullanan ve çağdaş zihniyet devrimini gerçekleştirerek cehalet cehennemini geride bırakmış toplumlardır.
  • Birey çağdaşlaşmadan toplum çağdaşlaşmaz.
  • Toplum çağdaşlaşmadan da devlet ve rejim çağdaşlaşmaz.

Mustafa Kemal ATATÜRK‘ün dediği gibi, en doğru tarikat (yol, yollar) uygarlık tarikatıdır.

Uygarlıktan ayrılmak cehalet cehennemine bilet almaktır.

Afganistan’ın ve Afgan halkının şimdiki güncel durumu bizlere ibretlik bir örnektir.

ADALET NEDİR?

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Adalet, yönetenler açısından; din, mezhep, tarikat, cemaat, ırk, renk, soy, aile bağı, siyasal yakınlık, arkadaşlık, cinsiyet farkı, hemşehrilik, etnik köken… ve benzeri başka hiç bir ölçü aramadan, meşru emeğine ve gösterdiği mesleki, aklî ve bilimsel liyakatına göre herkese hak ettiğini verebilmek; hiç olmazsa samimi (içten) olarak bu yolda çaba ve çalışma içinde olabilmektir.

Adalet; ahlakın mayası, hukukun özü, toplumun can ve mal güvenliği, barış ve huzuru ve devletin temel varlık nedenidir.

Adalet, devleti yönetenlerin ahlak ve hukuk çemberi dışına çıkmayarak ve hatta her türlü davranışları ile toplumda ROL MODEL, örnek insan olabilmeleridir.

Adalet, toplumda tereddütsüz (çekincesiz) olarak herkesin can, mal, sağlık, eğitim, istihdam, gelir, inanç ve fikir özgürlüğü güvencesi içinde olabilmesidir.

Adaletin temel güvencesi kişi ya da kişiler değil hukuktur; hukuk devletidir.

Hukukun üstünlüğü, kapsayıcılığı ve koruyuculuğudur. Bağımsız ve özgür yargı sistemidir.

Hak, hukuk ve adaletten asla ödün vermeyen bağımsız mahkemeler ve özgür vicdanlı yargıçlardır.

Gerek birey, gerek aile ve gerekse toplum açısından adaletsiz bir yönetim kaos ve zulüm demektir; sürdürülemezdir.

Adaletsiz bir devlet ya da adaletsiz bir iktidar, er ya da geç çürüyüp yıkılmaya mahkumdur.

Statute of Justice. Bronze statue Lady Justice holding scales and sword  Stock Photo by ©weyo 188425586

10 MUHARREM ve KERBELA ÜZERİNE KISA NOTLAR

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı
17 Ağustos 2021

M.S. 680 yılında, yani tam 1331 yıl önce, İslamiyet’in doğuşunun henüz 70. yılında, İslam toplumunun kendi dini, ahlakı ve peygamberi hakkındaki tüm bilgiler taptaze iken İslam peygamberi Hz. Muhammed’in torunu Hz. Hüseyin yine kendisine Müslüman diyen Muaviye oğlu Yezit ordusu tarafından, Fırat nehri kenarında, Kerbela çölünde su verilmeyerek, 72 aile efradı (üyesi), yakın akraba ve sadık arkadaşları ile birlikte zalimce şehit edilmiştir.

Hz. Hüseyin’in babası, İslam’ın hem kılıcı ve hem de büyük bilgesi kabul edilen Hz. Ali’dir. İslam toplumu, Hz. Ali’yi Allah’ın Aslanı olarak kabul etmiştir. Hz. Ali hem Hz. Muhammed’in amca oğlu, hem kendi evinde büyütüp yetiştirdiği ve peygamber ahlakı ve terbiyesi ile büyütmüş olduğu bir yiğit ve hem de kızı Hz. Fatima ile evlendirdiği damadıdır.

Hz. Muhammed’in erkek evladı yoktur. Bu nedenle kendi neslinin devamının Hz. Ali ve Hz. Fatıma’dan devam edeceğini söylemiştir. Başka bir söyleyişle de Hz. Hüseyin, Hz. Muhammed’in öz torunu ve kendi soy zincirinin ayan beyan 3. kuşağıdır. Yezit, Hz. Muhammed’in soyunu kurutmak istemiştir.

Peki Yezit kimdir? Kendinden önce, Sıffin Savaşında Kur ‘an yapraklarını mızraklarına geçirip dini, yani ilahi en kutsal, Tanrı buyruğu olan Allah’ın kitabını kendi siyasal çıkarına alet eden hileci Muaviye’nin içkici ve İslam’la fazla ilişkisi olmayan oğludur.
Peki Muaviye’nin babası kimdir? Ebu Süfyan’dır.
Ya Ebu Süfyan kimdir? İslamiyet’in doğmaya başladığı M.S. 610 yılında Mekke şehrinin en zengin ve en güçlü kodamanıdır. Hz. Muhammed’in en büyük düşmanıdır. İslam dinini tarihten silmeye çalışan Bedir ve Uhut savaşlarının baş komutanıdır.

Ebu Süfyan ve oğlu Muaviye, Hicret’in 10. yılında, Mekke fethedildikten sonra Hz. Muhammed’den aman dileyerek Müslüman (!) olmuşlardır. Zaten Mekke’nin fethinden iki yıl sonra da Hz. Muhammed vefat etmiştir.

Bir önemli konu da şudur : Ebu Süfyan ve benzerleri kılıç zoru ile aman dileyerek İslam’ı kabul etmeselerdi ya ölecekler ya da esir ve köle olacaklardı. Bu nedenle, Ebu Süfyan ve yandaşları TULEKA yani, kölelikten Müslümanlığa geçenler olarak kabul edilir.
Bu açılardan bakılınca Kerbela kıyımı Hak ile batılın, zalimle mazlumun, inançlıyla müşriklerin savaşıdır.

Pakistanlı ünlü düşünür Muhammed İkbal, Hz. Hüseyin’in salt İslam’ın değil tüm insanlığın ortak şehidi olduğunu söylemiştir. Yine İranlı Ali Şeriati de Hz. Hüseyin’in kanı ve canı ile bir inanç ve ahlak devrimi yaptığını belirtmiştir.

Kerbela kıyımı İslam dünyasının hem en büyük trajedisi, hem de etkileri 1331 yıldır süren dinsel, kültürel, sosyolojik ve özellikle de siyasal travmasıdır. Kerbela kıyımından sonra İslam ülkelerindeki çekişme, bölünme ve savaşlar bir bakıma travmatik olarak, günümüzde bile sürmektedir.

Hz. Hüseyin, inancı ve ahlâkı için canı ve kanı pahasına zalime boyun eğmemiştir. Hz. Hüseyin’in bu mert, ahlâkî inançlı, yürekli ve cesur tutumu HÜSEYNİ DURUŞ olarak tanımlanabilir. Bu “Hüseyni duruş” her çağda ve her ülkede tüm zalim ve despotlara karşı örnek bir model olarak alınabilir.

Kıssadan hisse                       :

Tarihsel olaylar öç almak, tarihsel olayların yaşandığı yıllara geri dönmek ya da geçmiş tarihsel devirleri taklit edip geçmişte yaşamak ya da yaşatmak için değildir. Tam tersine geçmişteki tarihsel olayların yarattığı trajedi ve travmaların gelecekte yinelenmemesi için bu olaylardan doğru ders ve ibret almak gerekir. Geçmişteki tarihsel olayların suçluları, bu suçları bizzat işleyenlerdir.

İslam dünyasında Sünni, Şii, İsmaili, Alevi…vb. kümelerin, kendi aralarındaki mezhep, tarikat, cemaat vb. İslami yorum farklarını ayrılıkçı direnç noktası yaparak birbirlerine karşı düşmanlık üretmeleri akıl, bilim ve çağ dışı bir anlayıştır. Bu ayrılığı, farklı İslami yorumlara karşı çıkıp kendisi gibi yorum yapmayanları düşmanlaştırarak değil, empati yaparak bir inanç demokrasisi yani laik bir anlayış ve tutumla birlikte yaşamanın yollarını arayıp bulmak gerekir.

Din, mezhep, tarikat ve cemaat farklılıklarının düşmanlığa dönüşmeden sevgi ve barış içinde birlikte yaşatılabilmesi görevi Diyanet İşleri Başkanlığına düşer. Ancak DİB, mevcut konumu ve siyasete bulaşmış yapısı ile bu sorunu çözemez. Bu nedenle, bu Başkanlığın tam laik bir anlayışla ya dinler, mezhepler, tarikat ve cemaatler…üstü olarak yeniden örgütlenmesi, tüm faaliyetlerini laik bir anlayışla örgütleyip yürütmesi ya da kendisini feshetmesi / feshedilmesi gerekir.

Şu hiç unutulmamalıdır :

  • Emperyalist Batıya karşı İslam’ın en yumuşak karnı, kendi içinde kolayca kışkırtma ve düşmanlığa dönüşen ayrılıklardır. Bu tuzağa düşmemek gerekir.

Muharrem oruçlarınız ve aşure lokmalarınız, ibadet ve dileklerinize uygun olarak, kabul ve makbul olsun.
Hüseyni duruş sizleri hiç terk etmesin .

Halil Çivi şiiri : HÜNER

ŞİİR KÖŞESİ…

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...

Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

H Ü N E R…

 

Zalimin zulmüne karşı durarak,
Mazlumun yanında olmaktır hüner.
Adalet uğruna can, baş vererek,
Ahlak rotasında kalmaktır hüner.
XXX
Haramiler korku salsa da bile,
İnsan tek başına kalsa da bile,
Ecel kaçınılmaz olsa da bile,
Şah Hüseyin gibi ölmektir hüner.
XXX
İnsanı en yüce değer bilerek,
Cebir ve şiddeti kökten silerek,
Kinden ve nefretten uzak kalarak,
Sevgi denizine dalmaktır hüner.
XXX
Herkes bildiğince Hakkı çağırır,
Bütün dinler ahlak diye bağırır,
Ahlak yolu adaleti doğurur,
Adalet borusu çalmaktır hüner.
XXX
Onursuz, şerefsiz işler yapmadan
Erdem, vicdan çizgisinden kopmadan,
Haram kazanç yollarına sapmadan,
Helâl kazançları bulmaktır hüner.
XXX
Kötü huylarını yele vererek,
Nefsin ateşini sele vererek,
İnsanlık aşkını tele vererek,
Özgürlük sazını çalmaktır hüner.
XXX
Zorbanın gazabı, şiddeti çoktur,
Halka korku salar, silahı tektir,
Korkunun ecele faydası yoktur,
Korkuyu yürekten silmektir hüner.
XXX
Yolsuzlukla hanlar, köşkler yapanın,
Din, iman satarak makam kapanın,
Hak, hukuk ve adaletten kopanın,
Tahtını elinden almaktır hüner.
XXX
Devletin her işi hukukla yürür,
Hukuk; adaleti, milleti korur,
Hukuksuz devletin temeli çürür,
Hukuk çemberinde kalmaktır hüner.
XXX
Halil Çivi der ki gel bitir sözü,
Akıldır, bilimdir her şeyin özü,
Halkı doğru eğit, açılsın gözü,
Bilimin gücünü bilmektir hüner.
XXX
09.08.2021, Doğanbey / Seferihisar / İZMİR

ARKADAŞ VE EŞ SEÇİMİNDE İPUCU

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

(AS: Bizim kısa katkımız yazının altındadır..)

Hayvanları değerli yapan uzun ve katışıksız soyu; insanları değerli yapan ise değişmez güzel huyudur.

Soy ve boy peşinde koşanlar yanılabilir, güzel ve düzgün huy peşinde koşanlar ise asla yanılmazlar.

Evlilik krizlerinin (AS: bunalımlarının) en önemli nedenlerinden biri kişilik (huy / karakter) çatışmalarıdır. Genelde karşılıklı lider karakterli evlilikler kolay yürümez.
Halk deyimi ile, çatal kazık yere batmaz.

Atalarımız ” Sen ağa, ben ağa, inekleri kim sağa” demişler. Ayrıca geleneksel Türk erkekleri, Arap kültürünün etkisine kalarak, kendilerini ailenin doğal ve tartışılmaz lideri kabul ederler.

Ne yazık ki, gelenekselci eğitim sistemimiz erkekleri doğal aile lideri kabul eden bu yanlış ön kabulü pekiştirici yönde işlev görmektedir.

Kadına karşı şiddet ve kadın cinayetlerini biraz da kültürel açıdan erkeklerin kadınlar üzerinde kesin egemenlik kurma dürtülerinden aramak gerekir.

Kıssadan hisse                               :

  • Eğitim sistemimizin sosyo – kültürel ve ekonomik açıdan mutlaka kadın ve erkeği eşit gören demokratik bir temele oturtması gerekir.
    ===================================
    Dostlar, 
    Sayın Prof. Halil Çivi hocamızın özlü yazısına bir minik ekleme, Anayasa md. 10 aşağıda :
  • X. Kanun önünde eşitlik
    Madde 10 – Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve
    benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.
    Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir.
    Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür.
    Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz
    AKP = RTE Erdoğan
    , “kadın ile erkek eşit olamaz, fıtratına aykırı” derken ya bilgisi çok eksik ya da bilerek çarpıtıyor. Burada söz konusu edilen BİYOLOJİK EŞİTLİK değil! Elbette kadın ve erkek biyolojik olarak eşit değil. Olamaz da. İyi ki değil, olsaydı insanlık olmazdı. Kadın ve erkek, biyolojik farklılıklarıyla birbirini tamamlayarak insanlığı var etmektedir.

    Anayasanın 10. maddesinin kenar başlığına dikkat edilmeli : Kanun önünde eşitlik

    Dolayısıyla söz konusu edilen, yasalar önündehaklar, özgürlükler ve onur” bakımından eşitliktir. Nitekim İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin (İHEB) daha ilk maddesi tam da bu noktaya özellikle vurgu yapmaktadır :

  • İHEB Madde 1
    Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdanla donatılmışlardır, birbirlerine kardeşlik anlayışıyla davranmalıdırlar.

    Herkesin bu çağcıl, uygar değerleri içselleştirerek yaşamına katması yerinde olacaktır.

    Sevgi ve saygı ile. 10 Ağustos 2021, Ankara

    Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
    Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı (E)
    Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
    www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
    facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik  

IRKÇILIK KURAMLARI (TEORİLERİ) ÜZERİNE KISA NOTLAR…

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Vatandaş soruyor: “Hocam ırkçlık nedir? Kısaca anlatabilir misiniz?” Çok özet olarak anlatmaya çalışayım.
Irkçılığın kökenleri için tarihsel, biyolojik, dinsel ve kültürel birçok kanıt bulmak olasıdır. Ancak bilimsel olarak ırkçılık ideolojisi, 1789 Fransız Devriminden sonra yurtseverlik ve ulusseverlik fikirlerin çarpıtılması, bu kavramların eşitlik (Egalitè), özgürlük (Liberté) ve kardeşlik (Fraternitè) köklerinden ve özlerinden kopartılarak, giderek marjinalleştirilmesinden doğmuştur.

Bilindiği gibi, Fransız Devrimi ile birlikte feodal beylikler, teokratik krallıklar, çok kültürlü, çok dilli ve çok dinli imparatorluklar giderek yerlerini anayasal eşit yurttaşlık temeline dayalı parlamenter sistemle yönetilen demokratik ve laik ulus devletlere bırakmışlardır. Teokratik, ilahi hanedanlık, krallık, şahlık ve padişahlıkların siyasal egemenlikleri sona ermeye yüz tutmuş; onların yerine ulusal egemenlik rüzgarları esmeye başlamıştır.

Yeni kurulan ve kurulmakta olan ulus devletlerin anayasal eşit yurttaşlık anlayışı iki koldan tartışmaya açılmıştır.

1_ Ulus devletin sınırları içinde ve toprakları üzerinde yaşayan ve o devletin egemenliğini tanıyan, dil, din, mezhep ve hiçbir etnik ayrımcılığa dayanmayan, toprağa bağlı herkese eşit yurttaşlık hakkı verilmesi anlayışı. Bu durum yurt ya da vatandaşlık duygusuna dayalı eşit yurttaşlık (Compatriote) olarak adlandırılmıştır. Ülke toprakları, o toprak parçası üzerinde yaşayan tüm yurttaşların ortak yurdu kabul edilmiştir. Eşit yurttaşlık hakkı da aynı toprak parçası üzerinde bu ortak vatan anlayışından türetilmiştir .

Bu bağlamda, Kurtuluş Savaşından sonra ulus devlet anlayışı ile kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin eşit yurttaşlık sistemini, Ulusal Önderimiz M. K. Atatürk,

  • “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.”

diyerek, sosyolojik olarak, ırkçılığa değil kültürel ve siyasal toprak bütünlüğüne ve ortak ideallere dayalı, vatanseverliğe bağlı bir tanımlama yapmıştır. Zaten doğru akılcı ve gerçekçi olanı da budur. (AS: Anadolu halkına Uluslaşma çağrısıdır..)

2 _ Irkçılık kuramları (teorileri) ise:

a) Irkları siyah ırk, sarı ırk beyaz ırk ve melez ırklar gibi sınıfsal hiyerarşiye (derecelendirmeye) tabi tutarak beyaz ırkları öbürlerinden üstün saymak. Siyah ve sarı ırkların beyaz ırklar tarafından yönetilmesini meşru, olağan ve hatta olması gereken gibi göstermek. İnsanların, iklimler ve coğrafi koşullardan dolayı oluşan derilerinin rengini biyolojik ve siyasal bir üstünlük olarak kabul ettirmek. Ancak bu düşüncenin günümüzün insanlık ve çağdaşlık değerler anlayışında yeri yoktur.

Bu akıl ve bilim dışı düşünce tarzı İki yüzlü sömürgeci Batı ülkelerince sömürgeleştirmeye karşı bir gerekçe yapılmış, siyah ve sarı ırklara mensup toplumların toprakları, bu kapitalist ve emperyalist devletler tarafından kolonileştirilerek sömürülmüştür.

b) Beyaz ırk dahil, tüm ırk kümelerinin kafatası çaplarının (hacım büyüklüklerinin) ve beyin kortekslerinin yapısındaki farklılıkların temel alınarak bir “ÜSTÜN IRK” kuramı kurmak. Irklar arasında bir hiyerarşik skala (AS: katmanlı ölçek), üstünlük ve aşağılık dereceleri oluşturmak. Bu ikinci tür ırkçılığın somut örneği ise Hitler’in Alman halkının duygularını okşayarak onları bu safsata üstün ırk kuramına inandırmasıdır.
Bu düşünce, ll. Dünya Paylaşım Savaşının çıkmasına, 60 milyondan çok insanın ölümüne, milyonlarca Yahudi kökenli Almanların gaz odalarında ölümlerine ve fırınlarda yakılmalarına neden olmuştur.

Kıssadan hisse                            :

Hangi dine mezhebe, ırka, soya, etnik yapıya sahip olursa olsun, bir insanın kendi yurdunu, bayrağını, devletini, toplumunu sevmemesi büyük bir ahmaklıktır. Fakat bu sevgisini başka ülke ve uluslara karşı kine, nefrete ve düşmanlığa dönüştürerek yansıtmak daha da büyük bir ahmaklıktır. Yaşamsal zorunluluklar dışında, başka uluslarla ilişkiler düşmanlıklar üzerine değil, dostluklar üzerine yürütülür.

Ayrıca kendi devleti ve toplumu içindeki etnik ve azınlık grupları, nedensiz ve gerekçesiz olarak ayrımcılığa tabi tutmak ve düşmanlaştırmak ahmaklıktan öte, olsa olsa hainlik olabilir. Çünkü ulusal, siyasal ve kültürel birlikler, ayrıştırıp düşmanlaştırarak değil, farklılıkları birleştirip kaynaştırarak olur.