Etiket arşivi: Prof. Dr. D. Ali Ercan

DÜNYA BARIŞ GÜNÜ

Dostlar,

Sn. Prof. Dr. D. Ali Ercan hocamız yine çook hoş bir derleme göndermiş..

DÜNYA BARIŞ GÜNÜ.. 

Paylaşalım ve yepyeni bilgiler edinelim.

Sn. Ercan’a da teşekkürlerimizle..

Değerli yazısına bir tümce ile katkı vermek isteriz :

  • “Kalıcı ve evrensel bir barış, ancak sosyal adalet temelinde kurulabilir.”
    Filadelfiya Bildirgesi -1944

Sevgi ve saygı ile.
25.8.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

======================================

DÜNYA BARIŞ GÜNÜ
Ali_Ercan_portresi
Prof. Dr. D. Ali Ercan
Satır içi resim 1

Hitler faşizminin 1939 yılında Polonya’yı işgal ederek 2. Dünya Paylaşım Savaşını başlattığı tarih olan 1 Eylül “dünya barış günü” olarak kutlanıyordu; ancak SSCB’nin ve Varşova Paktı’nın dağılmasından sonra BM kararı ile Birleşmiş Milletler
Genel Kurulunun açılış günü olan 21 Eylül “Uluslararası Barış Günü” ilan edildi.
Her 21 Eylül’de, Birleşmiş Milletler Merkezinde, Savaşlardaki insani kıyımın anısına Japonya tarafından yaptırılmış olan “Barış Çanı”, 21 Eylül “Uluslararası
Barış Günü”
 çalınıyor. Bu çan, dünyanın tüm ülkelerinden çocukların bağışladıkları
bozuk paralardan üretilmiş.

Çanın üzerine, 世界絶対平和萬歳 (“Çok Yaşa Mutlak Barış”) sözleri var..

New York’ta Birleşmiş Milletler binası önündeki Barış çanı

Satır içi resim 2

1 Eylül ya da  21 Eylül, fark etmez, yılda yalnızca bir gün bile olsa, barışı anmak
insanlık için bir gelişim sayılmalı; çünkü başta su, hava ve toprak olmak üzere yaşamın tüm gerekli altyapısı geriye dönüşsüz bir bozulum içinde. Sınırlı dünya nimetlerinin
adil olmayan paylaşımı da insanlar arasında sürekli artan bir gerilim yaratmaya ve gizli/açık mücadele veya savaş nedeni olmaya devam ediyor. Öte yandan müthiş bir hızla üremeye devam eden insanlık, gezegeni yalnızca kendi türü için değil, öbür bütün canlı türleri için de yaşanamaz duruma getiren olumsuz davranışlarını pervasızca, sorumsuzca sürdürüyor.

Özetle; bu gezegen üzerinde yaşam savaşımı gittikçe zorlaşıyor.
Peki bu durumda Japon Çanının üzerinde yazılı  “mutlak barış” nasıl gerçekleşecek?

Pek net olarak tasarlanamayan “Barış” kavramı çok daha somut görüntüsüyle “Savaş” diye bildiğimiz olgunun antitezidir. Bir başka anlatım ile (iki sistem (örn. iki ulus) arasındaki çıkar dengesinin kurulduğu, korunduğu duruma “barış durumu” diyoruz.  Dengesizliğin sürdüğü, çıkarlar çatışmasının öldürücü silahlarla sürdürülmesi ise “savaş durumunu” temsil ediyor. Ancak, uluslararası “şerefli ve adil barış” “her ne pahasına olursa olsun, yeter ki çatışma olmasın” mantığı ile, bireysel özgürlükler ve
ulusal bağımsızlıktan ödün verilerek oluşturulacak yapay bir sessizlik ortamı da değildir.

Tarihte savaşlar, devletlerin veya siyasal örgütlenmelerin aralarında çözümleyemedikleri anlaşmazlıkları güce ve şiddete dayanarak çözmek girişimleri olarak karşımıza çıkıyor. Savaş ve Politika arasındaki ilişkiye de­ğinen ve savaşı “siyasal bir araç” olarak gören  Prusyalı devlet adamı General Karl von Clausewitz‘e göre, “savaş, (uluslararası)
politikanın  bir başka biçimde sürmesidir.” 

İnsanlık tarihi boyunca savaş, top­lumlar arasındaki bunalımlarda sonuç ala­bilmek için
“en son başvurulan yol” olmuştur. Ancak  çağımızın yönetsel paradigması olan “Demokrasi”nin (kötü) ürünü birtakım yeteneksiz, aferist (işgüzar, işbirlikçi), opportünist (fırsatçı), egoist (bencil), popülist (halk yalakası) sıradan insanların hemen bütün ülkelerde politik güçleri ellerine geçirmesiyle, anlaşmazlıkların çözümünde
kaba güç kullanımı, yani “savaş” neredeyse ilk seçenek haline gelmeye başlamıştır.

İster lanetlensin, ister kutsansın, Savaş bir ölüm makinesidir. 1. Dünya Paylaşım Savaşında yaklaşık 10 milyon,  2. Dünya Paylaşım Savaşında 50 milyon insan yaşamını yitirmiştir. Bunların yarısı sivil insanlardı. Çanakkale Savunmasında İngiliz ve Fransız   Donanmalarının 2-3 nükleer bomba eşdeğerindeki bombardımanları altında ölen askerlerimizin sayısı 200 bin dolayındadır. Osmanlı ordusunun 1913-18 arası bütün cephelerde yitirdiği asker sayısı 1 milyona yakındır. O zamanlar toplam nüfusun 12 milyon olduğunu düşünecek olursak, Anadolu’da 18-28 yaş arası erkeklerin 6’da 1’i savaşlarda ölmüş demektir. Büyük Atatürk,

  • “Ülkeyi ve Ulusu Savunmak zorunlu olmadıkça savaş bir cinayettir.”
    demiştir.

Tarihte doğrudan askerlerin ve orduların hedef olduğu savaşlar, günümüzde daha çok sivil halkı ve çocukları hedef almaktadır. Askerden çok siviller ölmekte, çevre ve yaşam kaynakları büyük yıkıma uğramaktadır. ABD’nin Irak seferinde ölen yaklaşık 10 bin Amerikan askerine ve 50 bin Iraklı askere karşın, ölen Iraklı sivillerin sayısı 200 binin üzerindedir. Bundan sonra da nerede ve nasıl olursa olsun meydana gelecek
“sıcak” savaşlarda askerlerin 5-10 katı sayıda siviller ölecektir.

  • Yani çağımızın Savaşları, gerçekten masum insanları hedef alan bir cinayettir.

Doğada tüm canlıların yaşam savaşımında (mücadelesinde) sınırlı yaşam kaynaklarına sahip olmak, yarışın temel gerekçesidir.*

Bunların başında yaşam alanı olan topraklar, ardından sular geliyor.. Çağımızda bunlara enerji kaynakları, ve endüstrinin temel girdileri olan madenler de eklendi. Her ne olursa olsun çıkar çatışmalarının temel nedeni aşırı nüfustur. Dünya nüfusu bugün 7 milyarı aşmış ve her gün 200 bin kişi artmaktadır. (Doğanların ve ölenlerin farkı. Kara bir mizah ama, teşbihte hata olmaz, günde 2 atom bombası atılsa insanlığın nüfusu ancak sabit kalacak) Türkiye’nin nüfusu da her gün 3 bin artmaktadır.

Yalnızca nüfus artmakla kalmıyor, aynı zamanda dünyaya egemen serbest piyasa ekonomisinin dayatması ve yönlendirmesiyle savurganlık ve adam başına tüketim oranları da artıyor. Öte yandan, yaklaşık 1 milyar insan açlık çekiyor, her 10 kişiden biri yeterli temiz suya erişemiyor. Türkiye’de resmi rakamlara göre nüfusun %5’i
(benim hesaplarıma göre bunun iki katı!) açlık sınırında yaşıyor.
Tüm bu olumsuzlukları gidermenin yolu, yani

  • gerçek barışa giden yol; öncelikle nüfusun azaltılmasından geçiyor.

Bugün Çin’de olduğu gibi tüm dünyada ciddi olarak,

  • “Kadın başına bir çocuk!”

uygulamasına geçilse, belki 22. yüzyılın ortalarında, bu gezegenin gerçekten taşıyabileceği bir düzeye, 1-2 milyar düzeyine inilmiş olur. Aksi takdirde doğa kendi dayatmasını zaten acımasızca uygulayacak, olumsuz iklim koşullarından kaynaklanan kuraklıklar, susuzluk, açlık ve salgın hastalıklar nedeniyle insanlığın çok büyük bir bölümü kıyıma uğrayacaktır.

İnsanların kendi aralarında olması gereken barıştan çok daha önemlisi,
doğa ile barışık yaşamanın gerekliliği de acı bir ders olarak öğrenilecektir.

Eğer insanlık, hem kendi türünün ve de öbür canlı türlerinin sonunu bir an önce getirmek istemiyorsa, aptalca üretim, haksız paylaşım ve savurgan tüketim sarmalından (şeytan üçgeninden) kurtulmalı, kulaklara çok hoş gelen bir saçmalığı, kapitalizmin uydurması olan “sürdürülebilir kalkınmak” saçmalığını terk ederek, ortak gezegenimiz üzerinde “sürdürülebilir yaşam biçimi” aranışında olmalıdır ve bu temel üzerinde
yeni bir ortak kültürü mutlaka geliştirmelidir; Amaç her şeyden önce

  • mutfak ve lavabo arasında biyolojik atık borusu halinden kurtulmak,

doğayla, evrenle barışık ve tüm insanlıkla uyumlu yaşamın yollarını bulmak olmalı,
amaç “insani gelişim” olmalıdır.

Birleşmiş Milletler tarafından Gelir, gelir dağılımı, eğitim, bilim, teknoloji ve sanatsal üretim ve sağlık etmenleri göz önüne alınarak yapılan bir değerlendirmeye göre ortalama insani gelişmişlik sıralamasında Türkiye maalesef  (HDI 0,70) puvanıyla dünyada 90.. sıradadır.
(90-100 arasında değişiyor)
 

Dünyada şimdiye dek hep “si vis pacem para bellum” felsefesiyle hareket edildi;
yani “barış istiyorsan savaşa hazır ol” dendi.  Ancak “si vis pacem, para justitiam” demek yani “Barış istiyorsan adalete, adil olmaya hazır ol” demek,
bence
çok daha yerinde olurdu; ama, bunun için de bir paradigma değişikliği gerekli; egemenlerin hukuku yerine küresel adaleti ve küresel barışı sağlayacak evrensel akılcı hukukun egemenliğine geçiş gereklidir. İnsanlık, her şey çok geç olmadan,
bunu becerecek olgunluğa erişebilir mi? temel soru(n) budur.

Tarih boyunca bilimin ve bilge kişilerin uyarıları ve yönlendirmelerine karşın ilkel içgüdüsel davranışları sergilemeyi sürdüren insanlığın genel gidişatına ve gelinen noktaya bakılırsa, savaş maalesef bir realite barış ise bir hayal olarak düşünülebilir; ancak gerçek insanlık idealini yaşatmak isteyenler her şeye karşın bu hayalin gerçekleşmesi için, gerçek barış için, mutlak barış için aydınlatmaya, uyarmaya, ve “barışçıl mücadele”ye devam etmeliler.

“Yurtta barış, Dünyada barış” diyen “Hayatta en gerçek yol gösterici bilimdir” diyen büyük önder  Atatürk’ün yolundan gidenlere de bu yaraşır. æ
_______________________________

Thomas Malthus.jpg

T.R. Malthus 

Çarpıcı bilimsel düşünceleriyle çağının entellektüellerini etkileyen ingiliz ekonomisti Thomas R. Malthus’un (1766-1834) doğada aritmetik dizi ile artan besin kaynaklarının geometrik dizi ile artan tüketici nüfusuyla aynı oranda çoğalmadığı
ve bu nedenle “besin kaynakları için sürekli ve acımasız bir kavganın doğal olduğu” yönündeki tezi, özellikle Charles Darwin (1809-1882) ve Alfred Russel Wallace
(1823-1913) gibi 
“evrim” biyologlarının geliştirdiği “doğal seçilim kuramı
 için esin kaynağı olmuştur.

C. Darwin  ve  A. R. Wallace 

  Dosya:Alfred Russel Wallace.jpg

TOKYOLU ve TAKUNYALI FARKI


Dostlar,

Değerli hocamız Sn. Prof. Dr. D. Ali Ercan‘dan gelen bir e-iletiyi paylaşalım ve hüzünlenerek düşüne düşüne okuyalım..
(Ayraç içindeki eklemeler bizim..)

Erdemli, üretken, bilimci – sanatcı – yaratıcı, sevecen… insanı nasıl yetiştireceğiz??
Eğitim düzenimiz nasıl olmlı?
50’yi aşkın İslam ülkesinde laik olmayan eğitim ile gelinen yer ortada..
İnsan yetiştirme düzenimizi köktenci olarak gözden geçirmek zorundayız.

Din, daha doğrusu dincilik temelli dayatma eğitimden hızla vazgeçmek zorundayız.
Arapça, Peygamberin yaşamı, Kuran, Din ve Ahlak Bilgisi.. gibi ders saatlerini artırmak; buna karşılık Matematik, Felsefe, Mantık, Pozitif Bilimler, Sanat – Kültür – Estetik.. eğitimi saatlerini kısmak “çağdaş insan” yetiştirmek demek değildir. Bu kör inadımız sürerse uygarlık yarışından tümüyle kopmak ve iyice sömürgeleşmek kaçınılmaz olacaktır.

Büyük ATATÜRK‘ün uyarısını aklımıza küpe yapalım :

  • “Ulusları özgür, bağımsız, şanlı ve yüce yapan ya da tutsaklığa ve yoksulluğa sürükleyen eğitimdir. En önemli, en temel nokta eğitim sorunudur. Eğitimdir ki bir ulusu ya özgür, bağımsız, şanlı, yüksek bir toplum durumunda yaşatır; ya da bir ulusu tutsaklık ve düşkün­lüğe bırakır.”

Sevgi ve saygı ile.
20.9.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=======================================

Değerli arkadaşlar,

Bir dostumuz Japonlara karşı  Olimpiyatı yitirmiş olmamıza fena halde bozulmuş, verip veriştiriyor. Haksız da değil yani… æ

****
 
TOKYOLU TAKUNYALI  FARKI

Tokyolu’lar küçük adalar ve verimsiz topraklar üzerinde yeryüzünün en gelişmiş uygarlığını kurdular.
 
Takunyalı’lar tüm insanlığın, doğu ve batı medeniyetinin kök saldığı muhteşem bir coğrafyada hazıra kondular.****

Tokyolu’lar ateist ve gezegenin en ahlaklı, onurlu ulusudur…. 

Takunyalı’ların varı yoğu din-iman ama yalanın, takıyyenin sonu gelmez;
çocuk taciz edip (Pedofili), hayvanlarla ilişkiye girerler (Bestialite).

****
Tokyolu’ların şehirlerine atom bombaları atıldı, yıkıldılar, perişan oldular…
Ama 60 yılda bilimde, teknolojide dünyanın en üst seviyesine çıktılar.
19 Nobel Ödülü kazandılar.

Takunyalı’lar 3 kıta üzerindeki imparatorluk topraklarını muhafaza edemediler. 2. Dünya savaşına girmediler. Ama hâlâ “ara eleman” durumundalar…

****
Tokyolu’lar bilim, sağlık, insan yaşamının iyileştirilmesi için kusursuz işler başardılar. 
Ortalama ömürleri 80 yıl. 

Takunyalı’lar kendi aralarında mezhep kavgaları yapıp, boğaz kesmek ve bomba patlatmakla meşguller.  Ortalama ömür 65 yıl.

****
Tokyolu’
lar yere temas etmeden sürtünmesiz yol alan ve saatte 500 km giden trenler yaptılar. 9 şiddetindeki depremde yalnızca 400 kişi öldü.

Takunyalı’ların 100 km hızla giden trenleri devrildi, insanlar öldü!
7 şiddetindeki depremde 18 bin kişi öldü.*

****
Tokyolu’lar kadın-erkek tüm toplum olarak üretimin içinde yer aldılar.

Takunyalı’lar ise, kadını burkalara, kafeslere, çarşafa kapattılar. 

****
Tokyolu’lar kendi köprüsünü yapamayan Takunyalıların köprülerini de inşa ettiler; elektronik ihraç ettiler.

Takunyalı’lar Tokyolulara hiçbir şey ihraç edemediler.

****
Tokyolu’lar çağdaş Uygarlık düzeyinin üstündeler.
Gelişmişlik sıralamasında Dünya’da ilk 10 içindeler.

Takunyalı’lar hâlâ Orta Çağ’dan çıkamadılar. Gelişmişlik sıralamasında 90-100 arasındalar.

****
Tokyolu’lar disiplinli çalışarak, bilim ışığında ilerlediler ve ekonomileri sağlam.
Kişi başına yıllık gelir 50 bin dolar. 

Takunyalı’lar taşeronlukla yerinde saydılar. Suudi ve Katar parasıyla
sahte istikrar yarattılar. Kişi başına yıllık gelir 10 bin dolar.

****
Tokyolu’lar Olimpiyatı 2. kez aldılar.

Takunyalı’lar babayı aldılar…

****

9 şiddetindeki deprem 7 şiddetindeki depremin tam 1000 katı daha şiddetlidir. æ

İstanbul’da rekor nüfus artışı


Dostlar
,

Türkiye -ve dünya- nüfusu hızla ve tehlikeli biçimde, denetimsiz büyümeyi sürdürüyıor.

BM nüfus Fonu’nun (UNFPA)
 verilerine göre, 2011 yıl ortasında (1 Temmuz)
Dünya nüfusu 7 milyarı aştı!

Bu büyüklükte bir nüfus, Dünyanın eldeki kaynaklarıyla destekleyebileceği bir nüfus değil!

Bu noktada hemen tüm uzmanlar uzlaşmakta.
Dünya kaynaklarının ekolojik bağlamda çöküş – iniş aşamasında olduğu
kabul edilmekte.

BM raporlarında (Millenium Echosystem Assessment) son 50 yılda çevreye verilen zararın tüm geçmiş zamanların birikimini aşkın olduğuna gönderme yapılmakta.

Dünya nüfusu her yıl yaklaşık Türkiye nüfusunca büyümekte!
Bu rakam yaklaşık 80 milyon ve yaklaşık %o 11 düzeyinde nüfus artış hızına
denk düşüyor.

Türkiye ise yaklaşık % 1,68 düzeyinde bir nüfus artış hızına sahip. Bu rakam, Dünya verisinin 1,5 katı. Ne yazık ki TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu) bu rakamı % 0.35 eksikle %1,33 olarak vermekte! Bu ciddi hatanın eleştirisi bu sitede gerekçeli ve sayısal verilerle yapılmış ve TÜİK yanıt vermeye çağrılmıştı tarafımızdan.. Ancak günümüze dek henüz hiç yanıt yok..(http://ahmetsaltik.net/wp-admin/post.php?post=11522&action=edit, 1.3.13)

İstanbul, durdurulamayan aşırı nüfus artışı ile son derece ciddi bir sorun kaynağı.
Öyle övünülecek bir yanı ise kesinlikle yok.

TÜİK, Türkiye nüfusunu da doğru veremiyor.. Ciddi hatalar ve çelişkiler içeren sayılar yayımlıyor. Gerçek nüfus 83 milyon dolayında iken, yaklaşık %10 eksik veriliyor.
Sn. Prof. Dr. D. Ali Ercan‘ın ve bizim bu sitemizde sorunu irdeleyen epey yazımız var.
Mart 2014’te yerel seçimler gündemde ve Yüksek Seçim Kurulu, TÜİK verilerine dayalı olarak sandık seçmen listelerini hazırlayacak.. Gerçek nüfusun bilinmesi yaşamsal önemde!

Sonuç olarak; Türkiye artık bir anti-natalist nüfus – demografi politikası belirlemek zorunda. Nüfusunun sayısa öngörüleri yanı sıra niteliği, ülkeye dağılımı, kır- kent oranları vb. sosyal – ekonomik – politik demografik karakteristiklerini de öngörmeli.

  • “Her aileye 1 çocuk!” ilkesi dünyada ve Türkiye’de benimsenmeli.
    Başbakan, her aileye 3-5 çocuk, nüfus yaşlanıyor.. vb. derin ve
    hiçbir bilimsel temeli olmayan yanılgılardan kendisini kurtarmalıdır.
  • Unutulmasın : Çocuklarımızın geleceğini çalmaktayız!

Sevgi ve saygı ile.
16.9.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=============================================

İstanbul’da rekor nüfus artışı

Nüfusuyla 122 ülkeyi geride bırakan İstanbul’un son 4 yıldaki nüfus artışı,
Türkiye’deki 64 ilin nüfusundan daha çok  oldu.

Nüfusuyla Yunanistan, Tunus, Portekiz, Küba, Belçika, İsveç, Çek Cumhuriyeti, Belarus, Macaristan ve Tunus’un da aralarında bulunduğu 122 ülkeyi
geride bırakan İstanbul, son 4 yılda nüfusuna 1 milyon 157 bin 576 kişi ekledi. Türkiye İstatistikKurumu (TÜİK)verilerinden yaptığı hesaplamalara göre,
İstanbul’un 4 yıldaki nüfus artış miktarı, ülkedeki 64 ilin nüfusundan daha çok oldu.

İstanbul’un, 2008-12 döneminde yıllık ortalama nüfus artışıyla, nüfusuna her 4 ayda bir Tunceli, 5 ayda bir Kilis, 6 ayda bir Gümüşhane ve 7 ayda bir Artvin eklendi.
Aynı dönemde Ankara ise yıllık ortalama 104 bin 150 kişilik artışıyla Tunceli ve Bayburt’un nüfusundan fazla arttı. 2008-12 döneminde Ankara’nın nüfusu 416 bin 603, Antalya’nın nüfusu 233 bin 262, Şanlıurfa’nın nüfusu 187 bin 851,
Gaziantep’in nüfusu 187 bin 335, Bursa’nın nüfusu da 180 bin 208 kişi arttı.

Oransal olarak en çok Antalya’nın nüfusu arttı

Oransal olarak bakıldığında ise nüfus artış hızında başı Antalya çekti.
Antalya’nın 2008-12 yılları arasında nüfusu % 12,54 oranındayükseldi.

13 ilin nüfusu düştü

2008-12 döneminde Yozgat, Ardahan, Çorum, Kars, Zonguldak, Kırıkkale, Sivas, Kırşehir, Giresun, Tokat, Amasya, Tunceli ve Kastamonu’nun nüfusu geriledi. (AA)

DEMOKRASİNİN ÖLÇÜMÜ


Dostlar
,

Sayın Prof. Dr. Ali Ercan hocamız,

Çok sevdiği ve ustası olduğu Matematiği (Nükleer Fizik uzmanı olarak eli mahkum!), yaşamın hemen her alanında uygulamalı örneklerle bize sunuyor.

Böylelikle yaşamı daha nesnel algılamak ve değerlendirmek,
adeta ölçmek – biçmek olanaklı oluyor..

Ali hoca bizelere “Matematiksel düşünmeyi” sevdirerek öğretiyor..

Matematiksel düşünce – düşünme,

Büyük Atatürk‘ün

  • “Yaşamda en gerçek yol gösterici bilim ve tekniktir.”

sözünün somut kanıtı gibi..

Teşekkür borçluyuz..

Sevgi ve saygı ile.
Datça, 12.9.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net 

========================================

yanan_mum

DEMOKRASİNİN ÖLÇÜMÜ

Ali_Ercan_portresi

Değerli arkadaşlar,

Bugün sizlerle Demokrasinin ölçümü üzerine düşüncelerimi paylaşmak istiyorum. Sosyal bilimler camiasında genel olarak kabul gören bir deyiş vardır:

  • “Aç ve bilgisiz toplumlarda demokrasi olmaz.” 

Bu sözü biraz daha nesnel ifade etmeye çalışırsak, “düşük eğitimli ve düşük gelirli toplumlarda Demokrasi düzgün olarak işlemez.” diyebiliriz.
(Böyle toplumlarda Hırsızlık, Rüşvet ve Nepotizm öne çıkar)

Aslında bu değerleri ölçmek zor ve tartışmalıdır ama kaba bir yaklaşımla eğitimi (E) yıl olarak, Geliri (G) ülkedeki kişi başına ortalama gelirin Dünya ortalamasına oranı olarak alabiliriz.

Tabii gelir düzeyi kadar, ülkedeki gelir dağılımının adil oluşu da o derece önemlidir.
Gelir dağılımındaki eşitsizliğin ölçütü olarak Gini Katsayısı (g) faktörde ters orantılı alınmalıdır.

Çünkü bir ülkede Gini katsayısı ne kadar düşükse orada gelir dağılımındaki adaletsizlik o denli az demektir.

Toplumun Demokratikleşme düzeyini saptamak için en az öbürleri ölçüsünde önemli olan bir etmen de demokratik yaşama katılımdır. Seçimlere katılım oranı (K) ile birlikte Demokratikleşme düzeyi (D)’yi belirleyen etmen

F = G x Ex (K-0,5)/

olur. D ile F arasındaki ilişkiyi sınırlı bir üssel ifade ile göstermek en basit haliyle
şöyle olabilir :

D= 1- exp(-F/4) 

Aşağıdaki grafikte de görüldüğü gibi F değeri yükseldikçe Demokratikleşme düzeyi (Demokrasi katsayısı) %100’e doğru yükseliyor. G, E ve K değerlerinden birinin bile olmayışı (sıfır oluşu) o ülkede Demokrasinin olmayışı (D=0) ile eş anlamlı bir sonuç doğuruyor.

Demokrasi_katsayisi

 

Bu grafiği açıklamak için, örnek olarak Türkiye’yi alalım:

Türkiye’de seçmenlerin eğitim düzey ortalaması E=5,3 yıldır.*[1] Türkiye’de kişi başına ortalama gelir  9 bin dolarla Dünya ortalama değeri 10 bin doların % 90’ı kadardır; G=0,90 Türkiye’de gelir eşitsizliğinin ölçütü Gini Katsayısı g=0,43 tür.
Seçimlere katılım oranı da son 10 yılda ortalama %76 olmuştur. K=0,76. Buna göre

F=0,90×5,3×0,26/0,43=2,88 olur.

F-değerini formülde yerine koyarsak,  Türkiye’nin Demokrasi katsayısı,

D = 1-exp(-2,88/4) = 0,514

olarak bulunur. Bu sonuçtan da kabaca şu yargıya varabiliriz :

Türkiye’deki seçmenlerin %49’unun, yani yaklaşık yarısının oyları bilinçsiz

manüple edilebilir (aldatılabilir, güdülebilir, satın alınabilir) oylardır. æ

Prof. Dr. D. Ali ERCAN
12.9.13


[1] İsveç’te G=5,7  g=0,24  E=11,4 yıl  K=0,85
F=5,7×11,4×0,35/0,24=94,8  ->   D = %100 (Krallık olan İsveç’te örnek Demokrasi !!)http://www.nationmaster.com/graph/-education-average-years-schooling-adults

TEMSİLDE ADALET Mİ YOKSA YÖNETİMDE İSTİKRAR MI?


TEMSİLDE ADALET Mİ YOKSA YÖNETİMDE  İSTİKRAR MI?

Ali_Ercan_portresi
Prof. Dr. D. Ali ERCAN

Değerli arkadaşlar,
Bu soru Siyaset bilimcileri en çok meşgul eden ve kabul edelim ki,
yanıtı kolay verilemeyen sorulardan biridir.

“Temsilde adalet” dediğinizde tüm yurttaşların oylarının eşit ağırlıkta Meclis’te temsil olanağı bulduğu seçim sistemi anlaşılır.
Eski Arapça deyimiyle “nisbî temsil” denen bu seçim sistemi ideal anlamda
oy sayısı ve temsilci sayısı arasında oransal eşitliğin korunduğu uygulamadır.
Örneğin tüm Ülkede oyların %35’ini alan bir Parti Mecliste de

±%1 hata ile sandalyelerin % 35’ine sahip olur.

 
Oysa “Yönetimde istikrar” arayan sistemde oyların sayımı ve değerlendirilmesi Belçikalı Hukukçu/matematikçi V. d’Hondt tarafından önerilen (1878) bir mantıkla yapıldığında, 1. sıradaki Parti ortalama %15-20 “bonus” kazanıyor, yani gerçekte hak ettiğinden fazlasını elde ediyor
Temsil alanında.
(d’Hondt yöntemi nedense İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya ve İspanya gibi büyük Avrupa Ülkelerinde uygulanmıyor)

File:Hondt.jpg 
Victor d’Hondt (1841-1901)
Bu bakımdan anketlerde görünen yüzdeler, seçim sonucunda Meclise çok farklı yansımaktadır. Bunu ORC Şirketinin Haziran 2013’te yaptığı seçim anketi örneğinde açıklamaya çalışalım:
Partilerin oy oranlarına göre Barajsız oransal temsil sistemi” nde Mecliste alacakları sandalye sayıları şöyle olurdu;
 
AKP     % 41,5   228
CHP     % 33,0   182 
MHP     % 15,9    87
BDP     %  5,6     31
DİĞER  %  4,0     22
TOPLAM                 550
 
Oysa  %5 barajlı d’Hondt sisteminde ise sandalye dağılımı (ortalama)
şöyle oluyor (Barajın %10 dan % 5’e indirildiğini farz etsek bile);
 
AKP    % 41,5   270
CHP    % 33,0   180 
MHP   %  15,9    75
BDP    %  5,6     25
DİĞER %  4,0       –  
TOPLAM               550 
Buradan da görüldüğü gibi, 1. sıradaki Parti, mevcut konumunu daha da güçlendiriyor, ve fazladan ~40 milletvekili çıkarıyor. 2. sıradaki Parti oransal hakkını biraz korusa da
3. ve 4. sıradaki Partilerden 1. sıradaki Parti lehine kayıplar oluyor..

Baraj altında kalan Partilerin oyları ise, hemen tamamı 1. sıradaki Parti hesabına yazılmış oluyor. 
æ
Ülkemizde Demokrasinin bir “uzlaşmak” kültürü olduğunun artık anlaşılmış olması gerekir; İlla tek parti yönetimi ile (açıkça söylenmese de burada kast edilen şey fazla itiraz ve eleştirilerden uzak otoriter bir uygulama ile)  toplumsal sorunların daha çabuk ve etkin çözüleceği anlayışı terk edilmelidir.Uygar ülkeler bugün tek parti hükümetleriyle değil, koalisyonlarla yönetilmektedir..

  • Yaşamda rehber ve hakem “bilim” olduğu sürece, ve toplumsal projeleri uygulayan “bilimsel akıl” olduğu sürece çözülmeyecek sorun yoktur.
Bu nedenle Demokrasi ve Bilim arasında simbiyotik bir ilişkiden söz edebiliriz.
Çünkü Bilim de ancak demokratik ülkelerde, özgür ve eşit yurttaşların yaşadığı toplumlarda gelişim ortamı bulabiliyor.Sevgilerimle. æ

Raylı Sistem mi, Karayolu mu?

Dostlar,

Sn. Prof.Dr.D. Ali Ercan nükleer fizik uzmanıdır. Enerji, ulaştırma, çevre politikalarıyla yakında ilgilidir..

İyi bir matematikçi olarak seçim aritmetiği ve güvenliği ile de..

ADD Bilim Kurulu Başkanı olarak doğalllıkla, ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE SİSTEMİ – KEMALİZM ile ilgili birikimi de engindir..

Bu konularda çok sayıda yazısını sitemizde okuyabilirsiniz.

Bu yazısında ulaştırma ekonomisini irdelemekte..

Türkiye neden karayolları batağına sokuldu??

Niçin demiryolları bilerek ve isteyerek geliştirilmedi??

Haritaya bakıldığında gelişmiş ülkelerin ne denli yaygın demiryolu ağı sahibi olduğu imrenilerek izleniyor..

Ve Türkiye,
KANYOLLARINDA HER YIL YAKLAŞIK ON BİN İNSANINI KURBAN VERİYOR!

Siz hala “karayolu” mu diyorsunuz??

Sevgi ve saygı ile.
Tekirdağ, 26.8.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

============================================

Raylı Sistem mi, Karayolu mu?

Portresi_gulumseyen

Prof.Dr. Ali Ercan
ADD Bilim ve Danışma Kurulu Başkanı

Demiryolu_agi_Avrupa
Avrupa Ülkelerinde raylı sistem (demiryolu) haritası

BUNLARI BİLİYOR MUYDUNUZ?...

– Türkiye’de Devlet politikası olarak, demiryolu yerine karayolu taşımacılığının tercih edilişinin, ABD Marshall yardımının bir koşulu (kriteri) olduğunu,

– İstanbul-Ankara arasında elektrikli tren projesinin 1959 yılında hazırlandığını,

– 1976 yılında Demirel tarafından 411 km olarak ihalesi yapılan Ankara-İstanbul hızlı tren hattının % 40’ının tamamlandığını, ancak bunun bitirilmesinin engellendiğini, hatta Dönemin başbakanı tarafından (M. Yılmaz) “bu hattı tamamlayamayacağız” diye bir açıklama yapıldığını,

– 8 Haziran 2003’te dönemin Hükümetinin Ankara-İstanbul hızlı tren hattını tamamlamak yerine, Abdülhamit zamanından kalan 725 km’lik hattı modernize edecek şekilde Alarko ile ortak İspanyol şirketiyle bir anlaşma imzaladığını,

– Bu hattın Ankara-Eskişehir arası için 600 milyon dolarlık bir harcama yapılacağını ve bu projenin hızlı tren ile bir ilgisi olmadığını, aksine hızlı treni engellemek için bir aldatmaca olduğunu,

Atatürk zamanında 4075 km demir yolu yapıldığını,
bundan sonraki 65 yılda ise yalnızca 1510 km demiryolu yapılabildiğini,
1950 yılında %50 oranında olan demiryolu taşımacılığının, 2003 yılında
%5’e düştüğünü,

– Tokyo’da yüksek hızlı trenlerin (>200 km/h) 1964’te çalışmaya başladığını ve bugüne dek bu trenlerin hiç kaza yapmadığını,

– ABD, Fransa ve Japonya’da 450 km/s hız yapan trenlerin havayolu taşımacılığı ile rekabet ettiklerini, 600 km/s hız yapan elektrikli trenlerin artık kullanılmaya başlandığını, 800 km/s hız yapan elektrikli trenlerin ise deneme aşamasında olduğunu,

Taşımacılığını %95 oranında karayolu ile yapan Türkiye ‘nin,

    kaza sayısında 195 ülke arasında 12.

olduğunu,

Türkiye’de yılda ~10 bin kişinin karayollarındaki trafik kazalarında öldüğünü,

– Türkiye’de % 7’si trenle yapılan taşımacılığın, elektrikli trenle %30’a çıkarılması durumunda, yıllık 36 milyar $ tasarruf edileceğini, (Prof.Dr. Atıf Ural),

– Son hükümetin (AKP) acil eylem planında söz konusu olan 15 bin km yolun, yapılabilirlik (fizibilite) çalışmasının, jeolojik ve jeofizik etütlerinin, şehir içi geçiş planlarının, bilimsel değerlendirmesinin olmadığını, (Prof.Dr. Atıf Ural),

Tarsus-Adana-Gaziantep arasında yapılan yolun, keşif bedelinin, 360 milyon $, keşif uzunluğunun 243 km, öngörülen bitiş tarihinin 1991 yılı olduğunu, ancak bu yolun (258 km) 2001 yılında 4,2 milyar dolara bitirildiğini (Prof. Dr. İlyas Yılmazer),

– Otoyolların geçtiği alanların, on kilometre sağ ve on kilometre solunun, kirlilik nedeniyle tarım alanı olmaktan çıktığını, Türkiye’nin en verimli ovalarından biri olan İzmir Menemen ovasının ortasından, otoyol geçirmek için proje hazırlandığını, otoyolun ovanın 4 bin dönüm arazisini yok edeceğini,

– Menemen Ovasının içinden geçen karayolları kenarlarındaki bağlardan ihraç edilen üzümlerin, zararlı madde bulunduruyor olmaları nedeniyle iade edildiğini,

– Otoyolların verimli ovalar içinden geçirilmesinin Türk tarımını yok etmek planının bir parçası olduğunu,

– Yüksek hızlı demir yolunun km maliyetinin 1,4 milyon dolar, ömrünün 30 yıl, bölünmüş kara yolun km maliyetinin 1,5 milyon dolar, ömrünün 15 yıl olduğunu (Prof. Dr. İlyas Yılmazer),

Bolu tünelinin Kuzey Anadolu fay hattı üzerinde olduğunu,

– Türkiye’de Almanya’dakinden daha fazla sayıda otobüs ve kamyon bulunduğunu,

– Avrupa ülkelerinde, elektrikli trenle yük taşımacılığının en düşük olduğu ülkede, bu oranın % 60, yolcu taşımacılığında ise en düşük oranın ~ % 80 olduğunu,

– 1 km karayoluna yapılacak harcama ile ~5 km demiryolu yapılabileceğini,

– Karayolunda taşınan yükün, demiryolunda ~5 kat daha ucuza taşındığını,

– Demiryolu ulaşımının, komünist ülkelerin tercihi olduğunu öne süren Turgut Özal‘ın, Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı yaptığını,

– Gaziantep-Adana arasında 4 milyar dolara yapılan otoyolun, günde 30 bin araç trafiği için ekonomik olduğunu, ancak bu yolda günde sadece 3 bin araç trafiği olduğunu,

– İstanbul-Ankara arasını 3 saat, Ankara-Mersin arasını da 3 saatte alacak olan bir demiryolu yapılsa bunun maliyetinin 4 milyar $ olacağını,

– Ülkemizde, denizyolunun yük taşımacılığındaki payının % 0,3 olduğunu,
300 milyar $ olan dünya deniz taşımacılığından, Yunanistan 60 milyar $ pay alırken, bizim ise 2,5 milyar $ bile pay alamadığımızı,

– Eğitim – Enerji – Ekoloji – Ekonomi ve Erişim (ulaşım + iletişim) gibi
5 temel E-politikaları yanlış olan bir ülkenin kalkınamayacağını,

BİLİYOR MUYDUNUZ???

Mursiciler Demokrasi değil Şeriat istiyorlar!

Dostlar,

Sayın Prof. Dr. D. Ali Ercan hocamız Mısır’daki olaylara mercek tutuyor.. Kafa karışıklığını gidermeye çaba gösteriyor..

Maalesef aklı başında basın ve ve kimi kurumlar da sorunun içyüzünü
ya göremiyor ya da yansıtmak işine gelmiyor!?

Ali hocaya teşekkür ederek yazısını paylaşalım.. AKP ve RTE derseniz büsbütün kendinden geçmiş durumda Mısır’da şeriat
elden gidiyor diye gözü yaşlı dövünmelerde.. çok yazık çok..

Ellerinden gelse Mısır’da şeriatçı Mursi diktasını yeniden kuracaklar!

Sevgi ve saygı ile.
Tekirdağ, 25.8.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=============================================

Mursiciler Demokrasi değil Şeriat istiyorlar!

Portresi_gulumseyen

Prof. Dr. D. Ali ERCAN

Mısır’da Silahlı Kalkışmaya Müdahale

HAMAS + El-Kaide + El Nusra + Mursi ve RTE aynı saftalar.

Müslüman Kardeşler (İhvan-ı Müslimin) taraftarlarının işgali altındaki Nahda ve Adeviye Meydanları güvenlik güçleri tarafından boşaltıldı. Her iki taraftan toplam 150 dolayında ölü var.

Ateşli silah taşıyan 543 İhvancı tutuklandı. Bu sayı, göstericilerin silahsız sivil halk olduğu yalanını açığa çıkarmıştır.

Müslüman Kardeşler (İhvan), Mursi’nin devrildiği ilk günden başlayarak Sina’da ordu birliklerine, karakollara kezlerce ateşli silahlarla, roketlerle saldırdı. Ordu, bu bölgede İhvancı teröristlere karşı operasyonlar düzenliyor. “Orduya nasıl ve nerelerde saldırılması gerektiği hakkında Mursicilere İsrail istihbarat veriyor. “Ordu, Gazze ile Mısır arasındaki tünellerden yüz kadarını imha etti” diyerek Ordu ile İsrail’in güya aynı safta olduğu yönünde propoganda yapılıyor.

Ordunun tünelleri imha etmesinin nedeni, HAMAS’ın Mursicilere silah yardımının önüne geçmek. (Bakınız: http://yenisafak.com.tr/dunya-haber/sinada-ser-ittifaki-12.08.2013-552951)

    Mursiciler

salt Orduya saldırmakla yetinmiyorlar. Kiliselere, Hıristiyan vatandaşlara ve Şiilere de saldırıyorlar. Giza kentinde bir binayı ateşe verdiler, Mısırlı Şiilerin önderlerinden Hasan Şehate’yi ve

    üç Şii yurttaşı başlarını keserek öldürdüler

.

Hıristiyan din adamlarına ve yurttaşlara da sürekli saldırıyorlar.
5 Temmuz’da Sina’da 1 Hıristiyan din adamı öldürüldü. 30 Aralık 2012’de Libya’nın Misrata kentindeki Mısır Kilisesi’ne yapılan saldırıda 1 kişi öldü, 3 kişi yaralandı.

Yalnızca 5 Temmuz’da Sina’da kontrol noktasına yapılan saldırıda 5 asker öldürüldü. Bunlar hatırlayabildiklerim.

Bu olaylar, bizdeki PKK taktiğine benziyor.

PKK askere, sivile saldırıyor, öldürüyor:
BDP ise barışçı gösteri yapıyor.

Aynı şekilde Mısır’da Müslüman Kardeşlerin silahlı birlikleri asker ve sivil öldürüyor, Mursiciler meydanları dolduruyor. Ancak BDP’li göstericilerin tersine Mursici göstericiler silahlı.

Müslüman Kardeşler, Kahire başta olmak üzere 5 büyük şehirde polis merkezlerine saldırı emri verdi. BBC Kahire muhabiri, İhvan ile güvenlik güçlerinin karşılıklı ateş açtığını bildirdi. İşin aslı, “Dağılın” komutuna ateşle cevap verilmesi üzerine güvenlik güçlerinin de ateş açmak zorunda kaldığıdır. Ahram Online muhabiri Mai Şahin, Mursicilerin Adeviye Meydanı bitişiğindeki El-Orman parkından otomatik silahlarla polise ateş açtığını bildiriyor.

Mısır Devlet Televizyonu, Mursicilerin içinde 5 polis olan aracı 6 Ekim Köprüsü’nden aşağı attıklarını görüntüledi. Mısır’ın Fayyum, Asyut, Helvan ve Luksor gibi çeşitli yerlerinden polis ve ordu merkezlerine yapılan çok sayıda saldırı haberi geliyor. Minye’deki Ebu Kurkas Polis Merkezi’ne yapılan saldırıda 8 ölü, 30 yaralı var.

Süveyş Kanalı etrafındaki yerleşim yerlerinde Hıristiyanlara ve Kiliselere saldırı haberleri geliyor. El Rey El Salih Kilisesi’ne molotof kokteylleri ile saldırdılar. Çevredeki 3 askeri aracı ateşe verdiler. İsmailiye – Kahire yolu üzerinde bir subay ve bir asker öldürüldü.

Olağanüstü hal ilan edilmesinin ardından Cumhurbaşkanı Yardımcısı Nobel Ödüllü Muhammed Baradey istifa etti. Baradey’in kurucusu olduğu Anayasa Partisi Lideri Ahmet Darrag ise Baradey’i kınadı ve partiden istifa etti. Mursi’yi deviren Haziran ayaklanmasının öncü gurupları Temerrüd hareketi ve Ulusal Kurtuluş Cephesi, Baradey’i sert bir dille eleştirdiler.

Bizim yandaş basın, akılsız sosyalistlerin basını, akılsız Cumhuriyet, hepsi bir ağızdan “Darbecilerin katliamı” diye feryat ettiler.
Yandaş basını zaten biliyoruz, öbürlerine bakalım:

BirGün : Sözde sosyalist akılsız gazete:
Mısır’da sivillere saldırı

Cumhuriyet :Sözde Atatürkçü,
Mısır ordusu meydanlarda gösteri yapan halkını acımasızca katletti

soL : Sözde komünist (TKP) :
Darbenin ardından Müslüman Kardeşler ile darbe yönetimi arasında başlayan bilek güreşi dün büyük bir katliamla sonuçlandı.

Evrensel :
Sözde komünist, PKK kuyrukçusu (EMEP) :
Mısır’da darbe hükümeti, Mursi yanlılarının direnişini kırmak için kanlı müdahalede bulundu.

SÖZCÜ : sözde ulusalcı:
Mısır’da katliam. Güvenlik güçleri, 2 meydanda toplanan darbe karşıtlarına müdahale etti.

Bunlar darbe karşıtı demokrasi isteyen barışçıl gösteri yapan halk değil. Bilerek veya bilmeyerek yalan yazıyorlar. Silahlı saldırılarından bir bölümünü yukarda yazdım.

Bunlar demokrasi değil, şeriat yani dikta istiyorlar

Yobazın elindeki Mursi fotoğrafının altında:

“Mursi… El-Şeriat” yazıyor.

Gene SEÇİM ve SEÇİM GÜVENLİĞİ..


Dostlar
,

Sn. Prof. Dr. D. Ali Ercan, pek haklı olarak SEÇİM ve SEÇİM GÜVENLİĞİ konusunu hep gündemde tutmaya çabalıyor.

Başbakan RT Erdoğan, geçtiğimiz günlerde %10’luk barajı bırakın kaldırmayı, indirmeyi bile düşünmediklerini ısrarla ve birkaç kez vurguladı. Temel gerekçesi ise geçtiğimiz 11 yılda ülkemizde yakalanan istikrarın (!?) tek part iktidarına bağlı olması idi kendisine göre.

Oysa demokrasi kuramı ve mevzuatımız 2 temel gerekçe aramakta :

1. Temsilde adalet 
2. İstikrar..

Demokrasinin özü temsilde adalettir. Uzlaşmadır. Toplumda farklı kesim ve görüşler nasıl barış içinde uzlaşma ile varolacaklar, kendilerini geliştirerek yaşayacaklarsa; siyasal partiler de demokratik terbiye ve uzlaşma kültürü bağlamında bir araya gelerek hükümet ortağı olacaklardır. İstikrar ve kalkınma da bu barışçı birlikteliğin (peacefull co-existence, co-existence pacifiqué) türevi olacaktır.

TBMM’deki şimdiki aritmetik son derece adaletsizdir ve bırakın istikrarı,
ülkede huzursuzluk kaynağı ve seçimlere güvensizlik, katılmama kaynağıdır. Milyonlarca oy kendisini TBMM’de temsil olanağı bulamamaktadır. Son genel seçimlerde seçmenlerin % 23’ü, yaklaşık olarak her 4 seçmenden 1’i
değişik nedenlerle oy kullan(a)mamıştır. Hatırı sayılır bir iptal oranı da vardır.

Sonuçta 10 seçmenden 4’ünün oyunu alan AKP (gerçekte oy oranı %40!), TBMM’de 10 vekilden 6’sını kazanmıştır (!). Bu tablonun hiçbir gerekçe ile savunulması olanağı yoktur. Demokrasinin özüne aykırıdır ve Başbakan RT Erdoğan ikide bir % “50 oy aldık..” diye böbürlenerek gönlündeki “çoğunluk” diktasını meşrulaştırmaya çabalamaktadır.

Ali hoca, aşağıdaki yazısında seçimde elektronik hile olasılığın sıcak bakmıyor.

“Oysa 12 Haziran 2011 SEÇİM SONUÇLARININ ANALİZİ” başlıklı 24.6.11 tarihki e-iletisinde açıkça elektonik hile kuşkusunu dile getirmekte. Daha önce de bu sitede Sn. Ercan’ın bu yeni “iyimserliğine” katıl(a)madığımızı yazmıştık.

http://ahmetsaltik.net/secsis-ve-secim-guvenligi/

Ali hocya itirazımızı sürdürüyoruz.

  • Elektronik seçim hilelerini mutlaka engellemeliyiz.

Sevgi ve saygı ile.
Dikili, 1.8.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

======================================

SEÇİM SEÇİM SEÇİM..

Portresi_gulumseyen

 

Prof. Dr. D. Ali ERCAN

 

 

Değişik zamanlarda seçim üzerine yazdığım üç yazıyı gözden geçirilmiş hali aşağıdadır.
__________________________

1. Ankara 1. Bölge örneğinde 2011 Genel Seçiminin sayısal analizi.

Çobanla eşit olmak istiyorum !...

Toplam 16 Milletvekilliği verilen Ankara 1. Bölgede 2011 seçiminde geçerli oyların sayısı 1 milyon 548 bindir; yani ortalama 97 bin seçmene bir Milletvekili düşüyor demektir. Oysa Türkiye genelindeki ortalamada her 78 bin seçmene 1 milletvekili düşmektedir. Bir başka ifade ile Ankara 1. Bölge seçmenlerinin 300 bin oyu daha başta ellerinden alınmıştır. Bunun yanı sıra %10 ülke barajı altında kalan partilerin ve bağımsızların 75 bin oyu da çöpe gitmiştir (ya da 1 sıradaki parti hesabına yazılmıştır diyebiliriz).

Baraj ve d’Hondt sayım sistemi sayesinde Ankara 1. Bölgede 693 bin oy alan ve oransal olarak 7 milletvekili çıkarması gereken AKP 1 fazlasıyla 8 milletvekili çıkarmıştır. Bir başka ifade ile AKP’ye bu seçim sistemiyle %12 bonus tanınmıştır; öte yandan 229 bin oyla sadece 2 milletvekili çıkaran MHP nin 30 bin oyu da sıfır çekmiştir, yani işe yaramadan çöpe gitmiştir. MHP 199 bin oy alsaydı yine de 2 milletvekili çıkarabilecekti.Baraj altında kalarak çöpe giden, dolayısıyla bir anlamda AKP’ye yansıyan 75 bin oydan, 56 bini CHP’ye gitseydi, CHP oyları 607 bin olacak ve AKP 1 eksik, CHP 1 fazla milletvekili çıkarmış olacaktı. (607/7 > 693/8) Bu örnekte de görüldüğü gibi baraj altında kalacakları peşinen belli muhalefet partilerinin ve muhalif bağımsızların oyları AKP lehine bir faktör olmuştur..

(2011 seçim öncesinde “Oyların küçük partilere, bağımsızlara değil, barajı geçmesi kuvvetle olası olan iki büyük muhalefet partisine verilmesi gerekir..” şeklinde tavsiyelerde bulunmuştuk. Bu matematik analizleri dile getirişimizden dolayı da Ulusal Kanal’ın ekranı bize yasaklandı)

Türkiye’nin Başkenti Ankara şehir nüfusu ~ 3,5 milyon, Vilayet nüfusu ~5 milyon
Toplam nüfusu ~ 5 milyon olan Ankara Vilayetine 30+1 milletvekili tahsis edilmiştir. 82 milyonluk Türkiye’de 550 Milletvekili olduğuna göre 5 milyonluk Ankara’ya en az 33 milletvekili tahsis etmek gerekirdi. (TÜİK rakamlarına göre Türkiye’nin nüfusu
76 milyon. Buna göre Ankara’ya (5/76)x550=36 milletvekili düşüyor. )

Öte yandan Batman, Siirt, Şırnak… 23 küçük Vilayetin toplam nüfusu da 5 milyon; ancak her vilayete fazladan 1 “Vilayet kontenjanı” tanıyan Seçim Yasası gereği,
bu 5 milyonluk kitle Meclis’te 53 milletvekili ile temsil olunmaktadır; yani Ankara’da oturan bir yurttaş Siirteki Yurttaşın siyasal temsil bakımından kabaca yarı değerindedir Meclis’te temsil bakımından…

Ben 73 yaşında bir Profesör olarak, hiç değilse Şırnak’ta, Siirt’te yaşayan
23 yaşındaki bir çoban yurttaşımla eşit temsil edilmek istiyorum. æ

**********************

***2. Yönetimde İstikrar vs. Temsilde Adalet CHP iktidar olabilir mi?

Değerli arkadaşlar,

Türkiye’de 1950’den bu yana yapılan 15 Genel seçim içerisinde Milli bakiyeli, barajsız d’Hondt sisteminin uygulandığı 1961-1965-1969-1973 ve 1977 seçimleri dışındaki bütün seçimler “yönetimde istikrar” ilkesini öne çıkaran ve
“temsilde adalet”i sağlamayan yöntemlerle yürütüldü.

Aşağıdaki tabloda CHP’nin sandıkta aldığı oy yüzdesine karşın Meclis’te temsil ediliş yüzdesi veriliyor. Turuncu renk çoğunluk sisteminin, mavi barajsız d’Hondt, kırmızı %10 barajlı, vilayet kontenjanlı d’Hondt sisteminin uygulandığı dönemlerdir. (oyların açık verildiği, sayımların gizli yapıldığı ve CHP’nin %85’le iktidar olduğu 1946 seçimini tasnif dışı tutuyorum.)

CHP’nin Sandık ve Mecliste temsil oranları
____________________________

Yıl Sandık(%) Meclis(%)
1950 39 14
1954 35 6
1957 41 29
1961 37 38
1965 29 30
1969 27 32
1973 33 41
1977 41 47
1983 30 29 (HP)
1987 25 22 (SHP)
1991 21 20 (SHP)
1995 25 23
1999 9 –
2002 19 32
2007 21 32
2011 26 25

Bu tablodan da görüldüğü gibi, CHP 1980 askeri darbesinden sonra kendisini bir türlü toparlayamamış, %20-25 bandında tutunmaya çalışmaktadır. Türkiye’deki bütün sosyal demokrat/sol tabanın siyasi temsildeki oranının en çok 1/3 kadar olduğunu görüyoruz. (Dünya ortalaması da bu orandadır. Avrupa genelinde %40)
Bunun siyasal nedenleri yanında sosyolojik, biyolojik nedenleri de vardır.. Genelde sosyal demokrat, ulusalcı, laik, çağdaş ailelerde ortalama çocuk sayısı 2-3 arasında iken aşiret yaşantısı sürenlerde, Muhafazakâr ailelerde 3-4 arasındadır…
Bu nedenle, yıllık nüfus artış hızı birinci grupta yaklaşık binde 8, ikinci grupta yaklaşık binde 25 tir, dolayısıyla 50 yıl içerisinde başlangıçtaki nüfus orantısının kabaca (1,025/1,008)5=) 2,3 katına gelinmiş olması normaldir.

1960’larda muhafazakâr kesim %60 civarında idi; yani iki kesimin başlangıç populasyon orantısını kabaca 60/40=1,5 alabiliriz. Salt biyolojik nedenlerle, bu oran 50 yılda 2,3 katı yükselerek bugün 3,5 olmuş ise CHP oylarının %22 seviyelerinde oluşuna pek şaşırmamak gerekir. (1/4,5 = 0,22) Gerçek şu ki, Türkiye bugün
1960’a göre çok daha muhafazakâr (~%75 !) bir toplum yapısına dönüşmüştür.
Kanıtı ortada.

ORC-Operation Research Consultants, celebrating 20 years (Objective Research Center) ORC araştırma Şirketi tarafından 81 ilde ~ 64 bin denekle yapılan siyasal anket sonuçları;

AKP % 41,5
CHP % 33,0
MHP % 15,9
BDP % 5,6
DİĞER % 4,0

Tüm bu handikaplara karşın CHP doğal sınırını %33 çizgisini zorluyor.
Hem içeriden ve hem dışarıdan haklı-haksız eleştirilerle sürekli didiklenen CHP’nin son yapılan (ORC) kamuoyu yoklamalarında %33 lere doğru yükselişi bu nedenle büyük bir başarı sayılmalıdır. Mevcut seçim sisteminde sandıkta %35 net oy alan bir Parti tek başına iktidar olabilir. 2015 Genel Seçiminde,*) 57 milyonluk seçmen kitlesinden katılım %80 olursa ve Sandığa giden 45,6 milyon seçmenin %35’inden, net 16 milyon oy alabilirse CHP tek başına iktidar olabilir; yani 2011 seçiminde
11 milyon oy alan CHP’nin daha 5 milyon yeni oy’a ihtiyacı var, tek başına iktidar olabilmesi için. Son 4 yılda seçmen kitlesine katılan yaklaşık 4 milyon genç seçmenin en az yarısından ve daha önceki seçimde AKP ye oy vermiş 3 milyon seçmenden oy alması gerekiyor.

CHP’nin %33 ve MHP’nin %15 üzerinde oy alarak Meclis’e girmeleri durumunda AKP, “kıl” payı farkla da olsa, Hükümeti en azından CHP+MHP koalisyonuna devretmek durumunda kalabilir.

Tabii bütün bu varsayımlar seçimlere hile karışmaması, MHP’nin Meclis’e girmesi ve AKP’nin %35 altına inip 1. Parti konumunu yitimesi koşulu ile geçerlidir.

*) ve umarız, Marmara’da beklenen büyük deprem meydana gelmezse

3. “Seçsis’le hile yapılıyor” masalı

Dr. A. Saltık : Aman Ali hocam, masal filan değil, ciddi risk!)

Değerli arkadaşlar,

Seçimlere hile karışmaması, güvenilir bir seçim sonucu için öncelikle yurttaşlar,
sivil toplum kuruluşları, kitle örgütleri ve siyasal Partiler demokratik sorumluluklarının gereğini yerine getirmeli, üzerilerine düşen görevi yapmalılar. Burada ana mesele nüfus kayıtlarına, seçim kütüklerine güvenirliğin ve “Sandık Güvenliği”nin sağlanmasıdır.

Türkiye’de elektronik yöntemli bir seçim sistemi olmadığından yani oylar tuşa basılarak veya internet yoluyla kullanılmıyor; Dolayısıyla, Sandığa sahip olunduğu sürece,elektronik manüplasyonla oyların çalınması, aktarılması vs. hileli işlemler ilke olarak olanaklı değildir. Sandık kurulları ve siyasal partiler tutanaklar üzerindeki rakamları her an takip ve kontrol edebilirler.

Nüfus ve Seçmen sayılarının yanlışlığı, 2007 ve 2011 seçimlerinde tanık olunduğu gibi, seçmen sayılarındaki tutarsızlıklar Sistem yapısalı ile ilgili olmayan, elle yapılan bilinçli (!) yanlış veya eksik girdilerin sonucudur… 2007’de en az 75 milyon olması gereken Nüfus bilinmeyen nedenlerle 70 milyon olarak ilan edildi. Sonuçta bu çelişki seçmen sayısına da yansıdı.

YSK tarafından kullanılan SEÇSİS üzerinde yapılan spekülasyonlar bu bakımdan anlamsız ve yersizdir. Türkiye’de kullanılan bu sistemin yazılımı Türk Silahlı Kuvvetleri Güçlendirme Vakfı’nın şirketi Havelsan tarafından milli olanaklarla gerçekleştirilmiş; donanımı ise yine yerli KOÇ Grubu tarafından üstlenilmiştir. Almanya’da ve Yunanistan’da sorunlu olduğu gerekçesiyle ihalesinden vazgeçilen sistem ise oylamanın elektronik yolla (tuşa basılarak veya internetten) yapıldığı ABD kökenli “secsys” sistemidir. Gerçekten de ABD Başkanlık seçiminde bu sisteme dışarıdan girilerek oy sayısında değişiklik yapıldığı bir “hacker” tarafından mahkeme huzurunda itiraf edilmiştir. Ancak böyle bir durum Türkiye için söz konusu değildir.

Türk Seçim sistemindeki ana sorun Seçim Yasası’nın çarpık mantığından kaynaklanıyor. Hiçbir hileye, hırsızlığa gerek kalmadan 10 milyon oy alan bir Parti sanki 20 milyon oy almış gibi temsil ediliyorsa (örneğin, 2002 seçiminde AKP’nin durumu) sandık hilelerinden söz etmek, Deveyi bırakıp, Devenin kulağı ile uğraşmak gibidir. æ

SEÇSİS ve SEÇİM GÜVENLİĞİ

Dostlar,

Sayın Prof. Ercan, matematik bilgisinin de eşliğinde bu konuları sürekli işlemekte.
30 Haziran 2013’te bu bağlamda “ŞEYTAN ÜÇGENİNDE DEMOKRASİ OYUNU” konulu bir konferans vermişti. Biz de bu önemli sunumun yansılarını kendilerinin izni ile
web sitemizde paylaşmıştık (http://ahmetsaltik.net/seytan-ucgeninde-demokrasi-2/)

Seytan_ucgeninde_demokrasi_oyunu.æ.pdf
Bu sorunu biz de işledik sitemizde. Temmuz 2007 seçimlerini kapsamlı olarak irdelemiş, 12 sayfalık bir makale yazmıştık :

“SEÇİM GÜVENLİĞİ ve SEÇİM HİLELERİ” başlığıyla da değerlendirmelerimiz olmuştu : http://ahmetsaltik.net/secim-guvenligi-ve-secim-hileleri/, 11.6.13

Bu yazılarımıza da bakılması uygun olur.

Biz Ali hocadan şu noktada / nüansta ayrılıyoruz :

  • Seçim sonuçlarının sayımında sanal ortamda elektronik hile yapılması,
    basit korsan yazılımlarla teknik olarak olanaklıdır.
  • Ancak bunun önüne, teker teker sandık sonuçlarının izlenmesi ile (markaj) geçilebilir.
  • Yine de Yüksek Seçim Kurulu‘nun, partilerin elindeki sandık sayımları ile kendi verileri arasında uyumsuzluk çıktığında kendi kayıtlarını esas alması olanaklıdır.
    YSK kararları da Anayasa’ya göre kesindir ve itiraz olanağı yoktur (md. 79).
    Bankalar, sigorta şirketleri vb. de böyledir.
  • Bu bakımdan, önümüzdeki seçimlerde oy sayım ve dökümleri ELLE yapılmalıdır.

Toplamlar da basit hesap makineleriyle yapılmalı, sonra sanal ortama barkod okuyucu benzeri araçlarla (OCR; Optical Character Reading) aktarılmalıdır.
Bu aşamada veri girişi insan eliyle olMAmalıdır.

Doğallıkla, bir cellat – kasap – zangoç gibi seçimde temsil adaletinin (Anayasa md. 67 gereği) enesinde boza pişiren eldeki Seçim Yasası‘nın MUT – LA – KA değiştirilmesi, barajın %5’ler dolayında olması… gereklidir. Yine bu değişikliklerin, söz  konusu seçimden en az 1 yıl önce yapılması gereği de Anayasal bir zorunluktur (md. 67).

Bu değişime AKP yanaşmayacağı gibi, TBMM’deki CHP ve MHP de zor yanaşırlar. BDP barajın düşürülmesine destek verir. CHP de yer yer bu konuyu işliyor.
Bir de Siyasal Partiler Yasası’nda parti içi demokrasinin sağlanması sorunu var.

Nihayet, partilerin seçim işbirliğine – ittifakına da yolu açmak gerek..

Görünen o ki, yoğun kamuoyu baskısı kaçınılmaz.

Düzen partileri statükodan yanadırlar..

En başta da “statükoyu yıkıyoruz” masalları ile halkı kandırmaya çabalayan AKP!

Tüm bu “yasal” düzenlemeler beklerken, onlar sözde “yeni anayasa” yapma peşindeler..

Aşık Veysel‘in deyişiyle “Niyet başka başka olduğundan..” herhalde..

Sevgi ve saygı ile.
16.7.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

========================================

SEÇSİS ve SEÇİM GÜVENLİĞİ

Portresi_gulumseyen

 

Prof. Dr. D. Ali Ercan

 

 

Seçim yasasından çok SEÇSİS‘le ilgilenmek, komplo kuramcılarının gazına gelerek, ‘cambaza bak’ tuzağına düşmekten başka bir şey değildir.

– Seçim sandığının başında gözünü dört açan güvenilir bir Parti temsilciniz / gözetmeniniz varsa,

– Bu temsilci Sandığın başlangıçta “boş” olduğuna ve kullanılan oyların askıdaki listeye uygun oluşuna dikkat ediyorsa,

– Oyların sayımından sonra, tutanaktaki rakamları kaydedip Parti Genel Merkezine gönderiyorsa,

– Parti Genel Merkezi Seçim sandıklarından gelen bu rakamlardan Partinin
(ve diğer partilerin) aldığı oyları bire bir takip edebiliyorsa,

ELEKTRONİK YOLDAN OY HIRSIZLIĞI YA-PI-LA-MAZ !!

Elektronik sistemle hırsızlık yalnızca TUŞLARA BASILARAK VERİLEN OYLARDA MÜMKÜNdür;

Bunun dışında, oyların merkezlerde toplanması işleminin doğal olarak Bilgisayarla yapılmasında hiçbir sakınca yoktur; hatta, elle yapılacak işlemlerden çok daha çabuk ve sağlıklıdır.

***
Seçim yasasından çok bu konuda çığırtkanlık yapanlar, bilerek bilmeyerek dikkatleri ikincil bir sorun üzerine çekiyor, ana sorunu görmezden geliyorlar.

Türkiye’deki seçim sistemindeki ana sorun, çarpık mantıklı Seçim Yasası‘ndan kaynaklanan handikaplardır. Örneğin 2002 seçiminde tüm seçmen oylarının dörtte birini alan AKP, Seçim Yasası’na uygun bir biçimde Meclisteki sandalyelerin üçte ikisini
ele geçirdi. Elektronik sistemle falan değil, doğrudan ve açıkça, Yasa aracılığı ile
CHP’nin 560 bin oyunu “çalmış” oldu. Tüm Türkiye genelinde 10 milyon oy,
fazladan AKP hanesine yazıldı. Çıplak GERÇEK budur;

  • Bu seçim yasası geçerli olduğu sürece %35 üzerinde oy alan bir parti
    her zaman Meclis’te salt çoğunluğu yakalar.

Lütfen paranoid komplo kuramcılarının çığırtkanlığına kapılmayalım;
gerçekçi ve etkin önlemler alalım.

Sevgilerimle.æ

Not : 200 bin sandığın her birinin başında gözetmen yoksa, ağlamak, sızlanmak boşunadır.. sonuç her türlü manüplasyona açık olur doğallıkla.
Üstelik kanıtlayamadıkça iftiracı durumuna düşülür.

Evrim, Beyin Yaşımız ve…

Evrim, Beyin Yaşımız ve…

Dostlar
,

Sayın Prof. Dr. D. Ali Ercan hocamız aşağıdaki iletiyi paylaştı..
Sayı oyununda, yetkin bir matematikçi olan Sn. Ercan’ın “beyin yaşı” kronolojik yaşının yarısı çıkmış.. ve Ali hoca esprisini patlatmış :

  • Demek ki beynimin yarısını kullanıyorum..

Biz de yanıtlayalım :

1. Gerçekte insanlar beyin kaynaklarının (potansiyelinin) çok küçük bir bölümünü (<%10) kullanmaktalar. Bu bağlamda siz yarıya yaklaşıyorsanız bu “Evrim” ötesi bir durum.

2. Daha klasik bir itiraz : “İşleyen demir ışıldar”.. Keşe tüm insanlarımız sizin gibi “sorgulayan aklı” kullanabilme becerisi kazandıran bir eğitim alabilseydi.

3. Böylesine “iyi” bir beynin uluslararası topluma ağır sorumlulukları var.
Önce kendi toplumundan başlayarak.. Hele hele Türkiye’nin bu çoooooook zor -ama mutlaka geçecek- dönemlerinde..

Teşekkür ederiz Ali hocaya ve akıl sağlığının bir bütün olduğunu, bir hekim dostu olarak bilgisine sunmak isteriz.

  • Bedensel, ruhsal ve sosyal yönden tam iyilik durumu..

DSÖ’nün (Dünya Sağlık Örgütü) tanımı 1947’den beri böyle.

Üstelik Türkiye’yi de bağlamakta.
Çünkü Türkiye o tarihte DSÖ’ye üye oldu; üyeliğin yolu da, DSÖ Ana Sözleşmesi‘ne göre, DSÖ Ana Sözleşmesi’ni yasal metin olarak kabul etmekti. (Anaysa md. 90/son)

Türkiye bu yasal işlemi o yıl (1947), 5062 sayılı yasa ile tamamladı.

Daha sonra aynı tanım, şanlı 27 Mayıs Devrimcilerinin ülkemize armağanı olan
224 Sayılı Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Hakkında Yasa‘da de yer aldı.
(Şimdilerde bu yasa AKP’nin kökü dışarıda SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM masallarıyla tar-u mar edlmiş durumda..)

Sevgi ve saygı ile.
14.7.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=====================================

Değerli arkadaşlar,

Portresi_gulumseyen

Aşağıdaki erişkeye (A. Saltık : Ali hoca sağolsun, “link” yerine bizim önerimiz olan bu sözcüğü kullanıyor..) tıklayarak,
Sayı oyununa girin. Bu bir dikkat oyunu.

Start’a basarak oyunu başlatın. Ekranda bir saniye gösterilen ve sonra silinen rakamları verilen süre içinde küçükten büyüğe doğru tıklayabilirseniz puvan alıyorsunuz;
sonuç size “beyin yaşınızı” verecek. Benimki 35 çıktı…
(demek ki beynimi %50 kullanmamışım..  :))   æ

Not : Bunu insansı maymunlar (A. Saltık : Hominoid’ler)
12 sayıya dek hatasız (!) yapabiliyorlarmış. 
 
SÖZ MAYMUNDAN AÇILMIŞKEN…
 
Değerli arkadaşlar,  

Aşağıdaki Tabloda Toplumlarda Evrim gerçeğinin kabul ediliş oranları bazı Batı Ülkelerine göre sıralanmış. Türkiye ve ABD sonlarda.  (Japonya’da %80 üzerinde) Türkiye’de “Evrim gerçektir” diyenler %25 oranındaymış (şaşırdım doğrusu,
ben %20’yi geçmez düşüncesindeydim.) Halkımızın yarısı Evrimi reddediyor;
kalan %25’i ise arada kalmış. Aslında siyasal tabloya da uygun bir sonuç bence.. æ