Etiket arşivi: “Kadın başına bir çocuk”

ÇİN ABD’ni Geçer mi??

Dostlar,

Bu sitede, Cumhuriyet’imizin 100. yılında, 2023’te Türkiye, AKP sözcülerinin masalsı anlatımları ile Dünyanın ilk 10 büyük ekonomisi içine girebilir mi.. sorunsalını kapsamlı bir makale ile matematiksel olarak işlemiştik..
(Top 10 Biggest Economies in the World 2013; http://ahmetsaltik.net/2013/09/19/top-10-biggest-economies-in-the-world-2013/, 9.10.13)

Sayın Prof. Dr. D. Ali Ercan da bizim görüşlerimize destek veriyor..

Matematiksel olarak Türkiye’nin Hindistan’ı (2 Tr $) yakalaması, Hindistan’ın bu tempo ile gitmesi (ort. %7 büyüme) durumunda, araya başka bir ülkenin de girmeyeceği varsayımı ile, Türkiye’nin 800 Bn $’dan +2 Tr $’a erişmesi 2023’e dek 10 yıl boyunca sürekli, yaklaşık % 20’ye yakın (yıllık!) büyümesine bağlı… Böylesi bir ekonomik performasn Dünya iktisat tarihinde yok… diye değerlendirmiştik..

Ne var ki, İktisat eğitimli Başbakan R.T. Erdoğan’dan Maliya Bakanı Mr. M. Simsek ve Kalınma Bakanı Cevdet beye dek AKP öncüleri bu masalı halka anlatmayı sürdürüyorlar..

“Apaçık yalan söylüyor” ve az eğitimli, matematik bilmez ve kullanmaz,
halkı kandırıyorlar.. desek suç olur mu?

“Matematiksel düşünce” diye bir olgunun düşsel kaldığı bir kalabalık ülke halkına
bu yolda fantezileri politika adına sunmak mı daha ahlak dışı, bizim bunu yapanlara “yalan söylüyorlar” dememiz mi??

Son olarak;

“Ekonomik büyüme” (Economic growth) ile
“Ekonomik Kalkınma” (Economic Development)

kavramlarının aynı olmadığını belirtelim..
İlki, ekonomik göstergelerin büyümei – şişmesidir; halkın gönencine adaletli yansıması dikkate alınmadan..

İkincisi ise; “Ekonomik Kalkınma” (Economic Development)” büyüyen ekonominin nimetlerinin hakkaniyetle paylaşımı; Gelir Dağılımının Gini katsayısı üzerinden iyileşmesi (küçülüp kuramsal olarak sıfıra yaklaşması; Lorenz eğrisinin tam lineer-doğrusal oluşu – bel vermemesi), UNDP‘nin (UN Development Programme)
BM Kalkınma Programı) İGİ (İnsansal Gelişim İndeksi – HDI; Human Development Index) sıralamasında yukarılara tırmanması.. demektir..

Türkiye Kasım 2002’de HDI sıralamasında 82. sırada idi AKP iktidar olduğunda..
Kasım 2012’de .722’lik skor ile  84. sırada (http://countryeconomy.com/hdi);
yani 11 yıldır ilerlemek şöyle durun, 2 sıra daha gerilemiş durumda..

AKP ekonomisinin somut sınavı bu ölçüt.. gerisi boş laf..
AKP’nin eski Maliye Bakanı ve Başbakan Yrd. Abdüllatif Şener‘in söylemiyle 17 Aralık 2013’te patlayan yüzyılın devlet soygununda mali portre 630 milyon Dolardır..
Prof. Sinan Sönmez’e göre 10 yılın toplam soygunu 342 milyar Dolardır..
(342 Milyar Doları Kim Yedi ??, http://ahmetsaltik.net/2014/01/09/342-milyar-dolari-kim-yedi/, 09.01.2014)

Bu muazzam soygun ile 2013 ve 2014 Türkiye HDI verileri kaç çıkar dersiniz??
Ve de 2023’te hala ilk 10 ekonomi içine girebileceğimizi hülyasına inanıyor musunuz?

Sevgi ve saygıyla
07.02.2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

================================

Çin ABD’ni geçer mi? 

 Portresi_gulumseyen

Prof. Dr. D. Ali Ercan
 

“2023’te Türkiye’nin Dünyadaki ilk 10 Büyük ekonomi arasında yer alacağı” yönündeki resmi demeçlere karşın, IMF tarafından yayınlanan kestirimler arasında büyük farklılıklar var. Örneğin IMF‘nin 2018 kestirim listesi (yuvarlatılmış yaklaşık rakamlarla) aşağıdaki gibidir. Türkiye 1 trilyon 200 milyar $ GNP (AS: GNP, İngilizce “Gross National Product” ın uluslararası kısaltması olup GSMH ile eş anlamlıdır..)
ile 17. sırada; daha doğrusu şu andaki sıralamada büyük bir değişiklik yok.
21 trilyon $ ile ABD yine başı çekiyor.

İki ay önce sizlere Çin’in ekonomik sıralamada ABD’yi yakalaması üzerine bir öngörümü yollamış ve şunu sorgulamıştım;

Çin ABD’ni geçer mi?

Çin’in zaman ortalamasında kararlı bir biçimde ilerlediğini,
her yıl ABD ekonomik gücüne biraz daha yaklaştığını söyleyebiliriz.

Cin_ABD_ekonomik_yarisi1975’te Çin’in GSMH’sı ABD’nin 1/5’i kadardı, şimdi yarısına geldi. Dünyanın 2. büyük ekonomisi oldu. Böyle giderse en geç 2040’ta Çin’in ABD’ni yakalayıp geçeceğini söyleyebiliriz. Bir yandan nüfusunu “kadın başına 1 çocuk” programıyla dizginlemeye çalışan Çin, gönenç katsayısını kesinlikle daha da yükseltecektir. Bu koşullarda, 2050’de Çin’in ABD ayarında bir süper güç olacak görünüyor.

Şimdi 1,35 milyar olan  Çin nüfusunun 2050’de 750-800 milyon ve kişi başına
ulusal gelirin 50 bin $ düzeyinde olacağını kestiriyorum. 

IMF’nin bu kestirimine göre 2040’ta değil, çok daha önce,
2030’larda Çin ABD’nin önünde olacak demektir.

Ve iletiyi şöyle bitirmişim:

Çin, kuruluşunun 100. yılında Dünyanın doruğunda olacak.
Peki, Türkiye kuruluşunun 100. yılında hangi düzeyde olacak dersiniz? (æ)

Doğallıkla, hüner Dünyanın ekonomisi en büyük ilk 10 ülkesi arasında olmak değil;
hüner Dünyanın en gelişkin ilk 10 ülkesi arasında yer almaktır.
Türkiye bugün 90-100 arası bir yerde bulunuyor gelişmişlik sıralamasında. æ

 

2018’de Ülkeler ve GNP

ABD 21,0  trilyon $
AB 20,0
Çin 15,0
Japonya 6,0
Almanya 4,0
Brezilya 3,4
Rusya 3,2
Fransa 3,1
İngiltere 3,0
Hindistan 3,0
İtalya 2,3
Kanada 2,2
Avustralya 1,8
G. Kore 1,7
Meksika 1,7
İspanya 1,5
Endonezya 1,5
Türkiye 1,2
Hollanda 0,9
S. Arabistan 0,9
İsveç 0,7
Tayvan 0,7
İsviçre 0,7
Polonya 0,7

Not        : Şu anda ~800 milyar $ GNP olan Türkiye’nin 5 yıl içinde 1200 milyar $’a çıkması için yıllık %8,5 gelişme hızı varsayılmış ki, hiç gerçekçi değil.

2018 Dünya GNP toplamı ~100 trilyon $, 2000 rakamı olan ~40 trilyon $’la kıyaslanırsa,
18 yılda ortalama % 5,2’lik gelişim var demektir; ~ %1,2 nüfus artışını çıkarırsak, küresel ölçekte net % 4/yıl gelişim hızı varsayılmış demektir.

İktisatçılar ne der bilmiyorum ama, bence bu  küresel finans balonunun ~% 4/yıl oranında şişirilişi ve Doların değer yitiğinden başka bir şey değil. Eğer Doların değer yitiği (enflasyon) %2,5/yıl dolayında ise o zaman küresel ölçekte yaratılan gerçek artı değer %1,5/yıl olurdu… æ

DÜNYA BARIŞ GÜNÜ

Dostlar,

Sn. Prof. Dr. D. Ali Ercan hocamız yine çook hoş bir derleme göndermiş..

DÜNYA BARIŞ GÜNÜ.. 

Paylaşalım ve yepyeni bilgiler edinelim.

Sn. Ercan’a da teşekkürlerimizle..

Değerli yazısına bir tümce ile katkı vermek isteriz :

  • “Kalıcı ve evrensel bir barış, ancak sosyal adalet temelinde kurulabilir.”
    Filadelfiya Bildirgesi -1944

Sevgi ve saygı ile.
25.8.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

======================================

DÜNYA BARIŞ GÜNÜ
Ali_Ercan_portresi
Prof. Dr. D. Ali Ercan
Satır içi resim 1

Hitler faşizminin 1939 yılında Polonya’yı işgal ederek 2. Dünya Paylaşım Savaşını başlattığı tarih olan 1 Eylül “dünya barış günü” olarak kutlanıyordu; ancak SSCB’nin ve Varşova Paktı’nın dağılmasından sonra BM kararı ile Birleşmiş Milletler
Genel Kurulunun açılış günü olan 21 Eylül “Uluslararası Barış Günü” ilan edildi.
Her 21 Eylül’de, Birleşmiş Milletler Merkezinde, Savaşlardaki insani kıyımın anısına Japonya tarafından yaptırılmış olan “Barış Çanı”, 21 Eylül “Uluslararası
Barış Günü”
 çalınıyor. Bu çan, dünyanın tüm ülkelerinden çocukların bağışladıkları
bozuk paralardan üretilmiş.

Çanın üzerine, 世界絶対平和萬歳 (“Çok Yaşa Mutlak Barış”) sözleri var..

New York’ta Birleşmiş Milletler binası önündeki Barış çanı

Satır içi resim 2

1 Eylül ya da  21 Eylül, fark etmez, yılda yalnızca bir gün bile olsa, barışı anmak
insanlık için bir gelişim sayılmalı; çünkü başta su, hava ve toprak olmak üzere yaşamın tüm gerekli altyapısı geriye dönüşsüz bir bozulum içinde. Sınırlı dünya nimetlerinin
adil olmayan paylaşımı da insanlar arasında sürekli artan bir gerilim yaratmaya ve gizli/açık mücadele veya savaş nedeni olmaya devam ediyor. Öte yandan müthiş bir hızla üremeye devam eden insanlık, gezegeni yalnızca kendi türü için değil, öbür bütün canlı türleri için de yaşanamaz duruma getiren olumsuz davranışlarını pervasızca, sorumsuzca sürdürüyor.

Özetle; bu gezegen üzerinde yaşam savaşımı gittikçe zorlaşıyor.
Peki bu durumda Japon Çanının üzerinde yazılı  “mutlak barış” nasıl gerçekleşecek?

Pek net olarak tasarlanamayan “Barış” kavramı çok daha somut görüntüsüyle “Savaş” diye bildiğimiz olgunun antitezidir. Bir başka anlatım ile (iki sistem (örn. iki ulus) arasındaki çıkar dengesinin kurulduğu, korunduğu duruma “barış durumu” diyoruz.  Dengesizliğin sürdüğü, çıkarlar çatışmasının öldürücü silahlarla sürdürülmesi ise “savaş durumunu” temsil ediyor. Ancak, uluslararası “şerefli ve adil barış” “her ne pahasına olursa olsun, yeter ki çatışma olmasın” mantığı ile, bireysel özgürlükler ve
ulusal bağımsızlıktan ödün verilerek oluşturulacak yapay bir sessizlik ortamı da değildir.

Tarihte savaşlar, devletlerin veya siyasal örgütlenmelerin aralarında çözümleyemedikleri anlaşmazlıkları güce ve şiddete dayanarak çözmek girişimleri olarak karşımıza çıkıyor. Savaş ve Politika arasındaki ilişkiye de­ğinen ve savaşı “siyasal bir araç” olarak gören  Prusyalı devlet adamı General Karl von Clausewitz‘e göre, “savaş, (uluslararası)
politikanın  bir başka biçimde sürmesidir.” 

İnsanlık tarihi boyunca savaş, top­lumlar arasındaki bunalımlarda sonuç ala­bilmek için
“en son başvurulan yol” olmuştur. Ancak  çağımızın yönetsel paradigması olan “Demokrasi”nin (kötü) ürünü birtakım yeteneksiz, aferist (işgüzar, işbirlikçi), opportünist (fırsatçı), egoist (bencil), popülist (halk yalakası) sıradan insanların hemen bütün ülkelerde politik güçleri ellerine geçirmesiyle, anlaşmazlıkların çözümünde
kaba güç kullanımı, yani “savaş” neredeyse ilk seçenek haline gelmeye başlamıştır.

İster lanetlensin, ister kutsansın, Savaş bir ölüm makinesidir. 1. Dünya Paylaşım Savaşında yaklaşık 10 milyon,  2. Dünya Paylaşım Savaşında 50 milyon insan yaşamını yitirmiştir. Bunların yarısı sivil insanlardı. Çanakkale Savunmasında İngiliz ve Fransız   Donanmalarının 2-3 nükleer bomba eşdeğerindeki bombardımanları altında ölen askerlerimizin sayısı 200 bin dolayındadır. Osmanlı ordusunun 1913-18 arası bütün cephelerde yitirdiği asker sayısı 1 milyona yakındır. O zamanlar toplam nüfusun 12 milyon olduğunu düşünecek olursak, Anadolu’da 18-28 yaş arası erkeklerin 6’da 1’i savaşlarda ölmüş demektir. Büyük Atatürk,

  • “Ülkeyi ve Ulusu Savunmak zorunlu olmadıkça savaş bir cinayettir.”
    demiştir.

Tarihte doğrudan askerlerin ve orduların hedef olduğu savaşlar, günümüzde daha çok sivil halkı ve çocukları hedef almaktadır. Askerden çok siviller ölmekte, çevre ve yaşam kaynakları büyük yıkıma uğramaktadır. ABD’nin Irak seferinde ölen yaklaşık 10 bin Amerikan askerine ve 50 bin Iraklı askere karşın, ölen Iraklı sivillerin sayısı 200 binin üzerindedir. Bundan sonra da nerede ve nasıl olursa olsun meydana gelecek
“sıcak” savaşlarda askerlerin 5-10 katı sayıda siviller ölecektir.

  • Yani çağımızın Savaşları, gerçekten masum insanları hedef alan bir cinayettir.

Doğada tüm canlıların yaşam savaşımında (mücadelesinde) sınırlı yaşam kaynaklarına sahip olmak, yarışın temel gerekçesidir.*

Bunların başında yaşam alanı olan topraklar, ardından sular geliyor.. Çağımızda bunlara enerji kaynakları, ve endüstrinin temel girdileri olan madenler de eklendi. Her ne olursa olsun çıkar çatışmalarının temel nedeni aşırı nüfustur. Dünya nüfusu bugün 7 milyarı aşmış ve her gün 200 bin kişi artmaktadır. (Doğanların ve ölenlerin farkı. Kara bir mizah ama, teşbihte hata olmaz, günde 2 atom bombası atılsa insanlığın nüfusu ancak sabit kalacak) Türkiye’nin nüfusu da her gün 3 bin artmaktadır.

Yalnızca nüfus artmakla kalmıyor, aynı zamanda dünyaya egemen serbest piyasa ekonomisinin dayatması ve yönlendirmesiyle savurganlık ve adam başına tüketim oranları da artıyor. Öte yandan, yaklaşık 1 milyar insan açlık çekiyor, her 10 kişiden biri yeterli temiz suya erişemiyor. Türkiye’de resmi rakamlara göre nüfusun %5’i
(benim hesaplarıma göre bunun iki katı!) açlık sınırında yaşıyor.
Tüm bu olumsuzlukları gidermenin yolu, yani

  • gerçek barışa giden yol; öncelikle nüfusun azaltılmasından geçiyor.

Bugün Çin’de olduğu gibi tüm dünyada ciddi olarak,

  • “Kadın başına bir çocuk!”

uygulamasına geçilse, belki 22. yüzyılın ortalarında, bu gezegenin gerçekten taşıyabileceği bir düzeye, 1-2 milyar düzeyine inilmiş olur. Aksi takdirde doğa kendi dayatmasını zaten acımasızca uygulayacak, olumsuz iklim koşullarından kaynaklanan kuraklıklar, susuzluk, açlık ve salgın hastalıklar nedeniyle insanlığın çok büyük bir bölümü kıyıma uğrayacaktır.

İnsanların kendi aralarında olması gereken barıştan çok daha önemlisi,
doğa ile barışık yaşamanın gerekliliği de acı bir ders olarak öğrenilecektir.

Eğer insanlık, hem kendi türünün ve de öbür canlı türlerinin sonunu bir an önce getirmek istemiyorsa, aptalca üretim, haksız paylaşım ve savurgan tüketim sarmalından (şeytan üçgeninden) kurtulmalı, kulaklara çok hoş gelen bir saçmalığı, kapitalizmin uydurması olan “sürdürülebilir kalkınmak” saçmalığını terk ederek, ortak gezegenimiz üzerinde “sürdürülebilir yaşam biçimi” aranışında olmalıdır ve bu temel üzerinde
yeni bir ortak kültürü mutlaka geliştirmelidir; Amaç her şeyden önce

  • mutfak ve lavabo arasında biyolojik atık borusu halinden kurtulmak,

doğayla, evrenle barışık ve tüm insanlıkla uyumlu yaşamın yollarını bulmak olmalı,
amaç “insani gelişim” olmalıdır.

Birleşmiş Milletler tarafından Gelir, gelir dağılımı, eğitim, bilim, teknoloji ve sanatsal üretim ve sağlık etmenleri göz önüne alınarak yapılan bir değerlendirmeye göre ortalama insani gelişmişlik sıralamasında Türkiye maalesef  (HDI 0,70) puvanıyla dünyada 90.. sıradadır.
(90-100 arasında değişiyor)
 

Dünyada şimdiye dek hep “si vis pacem para bellum” felsefesiyle hareket edildi;
yani “barış istiyorsan savaşa hazır ol” dendi.  Ancak “si vis pacem, para justitiam” demek yani “Barış istiyorsan adalete, adil olmaya hazır ol” demek,
bence
çok daha yerinde olurdu; ama, bunun için de bir paradigma değişikliği gerekli; egemenlerin hukuku yerine küresel adaleti ve küresel barışı sağlayacak evrensel akılcı hukukun egemenliğine geçiş gereklidir. İnsanlık, her şey çok geç olmadan,
bunu becerecek olgunluğa erişebilir mi? temel soru(n) budur.

Tarih boyunca bilimin ve bilge kişilerin uyarıları ve yönlendirmelerine karşın ilkel içgüdüsel davranışları sergilemeyi sürdüren insanlığın genel gidişatına ve gelinen noktaya bakılırsa, savaş maalesef bir realite barış ise bir hayal olarak düşünülebilir; ancak gerçek insanlık idealini yaşatmak isteyenler her şeye karşın bu hayalin gerçekleşmesi için, gerçek barış için, mutlak barış için aydınlatmaya, uyarmaya, ve “barışçıl mücadele”ye devam etmeliler.

“Yurtta barış, Dünyada barış” diyen “Hayatta en gerçek yol gösterici bilimdir” diyen büyük önder  Atatürk’ün yolundan gidenlere de bu yaraşır. æ
_______________________________

Thomas Malthus.jpg

T.R. Malthus 

Çarpıcı bilimsel düşünceleriyle çağının entellektüellerini etkileyen ingiliz ekonomisti Thomas R. Malthus’un (1766-1834) doğada aritmetik dizi ile artan besin kaynaklarının geometrik dizi ile artan tüketici nüfusuyla aynı oranda çoğalmadığı
ve bu nedenle “besin kaynakları için sürekli ve acımasız bir kavganın doğal olduğu” yönündeki tezi, özellikle Charles Darwin (1809-1882) ve Alfred Russel Wallace
(1823-1913) gibi 
“evrim” biyologlarının geliştirdiği “doğal seçilim kuramı
 için esin kaynağı olmuştur.

C. Darwin  ve  A. R. Wallace 

  Dosya:Alfred Russel Wallace.jpg

1 Eylül DÜNYA BARIŞ GÜNÜ

Prof. Dr. rer. nat. D. Ali Ercan

1 Eylül DÜNYA BARIŞ GÜNÜ

Yaşamak, bir ağaç gibi tek ve hür,
Ve bir orman gibi kardeşçesine,
Bu hasret bizim!

Nazım Hikmet RAN

Hitler faşizminin 1939 yılında Polonya’yı işgal ederek 2. Dünya Paylaşım Savaşını başlattığı tarih olan 1 Eylül, “dünya barış günü” olarak kutlanıyordu;
ancak SSCB’nin ve Varşova Paktı’nın dağılmasından sonra hiçbir ülke 1 Eylül’ü
Dünya Barış Günü olarak kutlamadı.

Daha sonra BM kararı ile Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun açılış günü olan
21 Eylül, Uluslararası Barış Günü ilân edildi.

Her 21 Eylül de, Birleşmiş Milletler Merkezinde, Savaşlardaki insani kıyımın anısına Japonya tarafından yaptırılmış olan “Barış Çanı” çalınıyor. Bu çan, dünyanın
tüm ülkelerinden çocukların bağışladıkları bozuk paralardan üretilmiş;
Çanın üzerine, 世界絶対平和萬歳 (Çok Yaşa Mutlak Barış) yazısı var.

New York’ta Birleşmiş Milletler binası önündeki Japon Barış çanı.

1 Eylül ya da 21 Eylül, fark etmez, yılda yalnızca bir gün bile olsa,
barışı anmak insanlık için bir gelişim sayılmalıdır; çünkü başta su, hava ve
toprak olmak üzere yaşamın tüm gerekli altyapısı geriye dönüşsüz bir bozulum içindedir. Sınırlı dünya nimetlerinin adil olmayan paylaşımı da insanlar arasında sürekli artan bir gerilim yaratmaya ve gizli/açık mücadele/savaş nedeni olmayı
sürdürüyor. Öte yandan müthiş bir hızla üremeye devam eden insanlık, gezegeni
yalnızca kendi türü için değil, başka bütün canlı türleri için de yaşanamaz hale getiren olumsuz davranışlarını pervasızca, sorumsuzca sürdürüyor.

Özetle bu gezegen üzerinde yaşam savaşımı gittikçe zorlaşıyor.
Peki, bu durumda Japon Barış Çanı’nın üzerinde yazılı “mutlak barış”
nasıl gerçekleşecek?

Pek net olarak tasarlanamayan “Barış” kavramı çok daha somut görüntüsüyle
“Savaş” diye bildiğimiz olgunun antitezidir. Bir başka anlatım ile, iki sistem arasındaki çıkar dengesinin kurulduğu, korunduğu duruma “barış durumu” diyoruz. Dengesizliğin devam ettiği, çıkarlar çatışmasının öldürücü silahlarla sürdürülmesi ise “savaş durumunu” temsil ediyor. Ancak, uluslararası “şerefli ve adil barış” “her ne pahasına olursa olsun, yeter ki çatışma olmasın” mantığı ile,
bireysel özgürlükler ve ulusal bağımsızlıktan ödün verilerek oluşturulacak
yapay bir sessizlik ortamı da değildir.

Tarihte savaşlar, devletlerin veya siyasal örgütlenmelerin aralarında çözümleyemedikleri anlaşmazlıkları güce ve şiddete dayanarak çözmek girişimleri olarak karşımıza çıkıyor. Savaş ve politika arasındaki ilişkiye değinen
ve savaşı “siyasal bir araç” olarak gören Prusyalı devlet adamı General
Karl von Clausewitz’e göre, “savaş, politikanın bir başka biçimde devamıdır.”

İnsanlık tarihi boyunca savaş, toplumlar arasındaki bunalımlarda sonuç alabilmek için “en son başvurulan yol” olmuştur. Ancak çağımızın yönetsel paradigması olan ‘demokrasi’nin ürünü birtakım yeteneksiz, aferist (işgüzar, işbirlikçi), oportünist (fırsatçı), egoist (bencil), popülist (halk yalakası) sıradan insanların hemen
bütün ülkelerde politik güçleri ellerine geçirmesiyle, anlaşmazlıkların çözümünde kaba güç kullanımı, yani savaş neredeyse ilk seçenek durumuna gelmeye başlamıştır.

İster lanetlensin, ister kutsansın, Savaş bir ölüm makinesidir. 1. Dünya Paylaşım Savaşında yaklaşık 20 milyon, 2. Dünya Payalşım Savaşında 50 milyon insan yaşamını yitirmiştir. Bunların yarısı sivil insanlardı. Çanakkale Savunmasında İngiliz ve Fransız donanmalarının 2-3 nükleer bomba eşdeğerindeki bombardımanları altında ölen askerlerimizin sayısı 200 bin dolayındadır. Osmanlı ordusunun 1913-18 arası
bütün cephelerde yitirdiği asker sayısı 1 milyona yakındır. O zamanlar toplam nüfusun 12 milyon olduğunu düşünecek olursak, Anadolu’da 18-28 yaş arası erkeklerin 6’da 1’i savaşlarda ölmüş demektir.

Büyük Atatürk, “Vatanı müdafaa mecburiyeti olmadıkça harp bir cinayettir.” demiştir.

Tarihte doğrudan askerlerin ve orduların hedef olduğu savaşlar, günümüzde daha çok sivil halkı ve çocukları hedef almaktadır; askerden çok siviller ölmekte, çevre ve yaşam kaynakları büyük yıkıma uğramaktadır. ABD’nin Irak seferinde ölen yaklaşık
10 bin Amerikan askerine ve 50 bin Iraklı askere karşın ölen Iraklı sivillerin sayısı 200 binin üzerindedir. Bundan sonra da nerede ve nasıl olursa olsun meydana gelecek “sıcak” savaşlarda askerlerin 5-10 katı sayıda siviller ölecektir.

Yani çağımızın Savaşları, gerçekten masum insanları hedef alan bir cinayettir.

Doğada tüm canlıların yaşam mücadelesinde sınırlı yaşam kaynaklarına sahip olmak yarışı temel gerekçedir.*

Bunların başında yaşam alanı olan topraklar, ardından sular geliyor.
Çağımızda bunlara enerji kaynakları ve endüstrinin temel girdileri olan madenler
de eklendi.

Her ne olursa olsun çıkar çatışmalarının temel nedeni aşırı nüfustur.

Dünya nüfusu bugün 7 milyarı aşmıştır ve her gün 210 bin kişi artmaktadır. (doğanların ve ölenlerin farkı; acı ve kara bir mizah ama, teşbihte hata olmaz, insanların üzerine günde 2 atom bombası atılsa insanlığın nüfusu ancak sabit kalacak)

Yalnızca nüfus artmakla kalmıyor, aynı zamanda dünyaya egemen serbest piyasa ekonomisinin dayatması ve yönlendirmesiyle savurganlık ve adam başına tüketim
düzeyi de artıyor; öte yandan yaklaşık 1 milyar insan açlık çekiyor,
her 10 kişiden 1’i yeterli temiz suya erişemiyor.

Türkiye’de resmi rakamlara göre nüfusun % 5’i (benim hesaplarıma göre bunun 2 katı) açlık sınırında yaşıyor.

Tüm bu olumsuzlukları gidermenin yolu, barışa giden yol,
öncelikle nüfusun azaltılmasından geçiyor.

Bugün Çin’de olduğu gibi tüm dünyada ciddi olarak, “Kadın başına bir çocuk” uygulamasına geçilse, belki 22. yüzyılın ortalarında, bu gezegenin gerçekten taşıyabileceği bir düzeye, 1 milyar düzeyine inilmiş olur. Aksi takdirde doğa
kendi dayatmasını zaten acımasızca uygulayacak; susuzluk, kuraklıklar ve
olumsuz iklim koşullarından kaynaklanan açlık ve salgın hastalıklar nedeniyle insanlığın çok büyük bir bölümü kıyıma uğrayacaktır.

İnsanların kendi aralarında olması gereken barıştan çok daha önemlisi, doğa ile barışık yaşamanın gerekliliği de acı bir ders olarak öğrenilecektir.

Eğer insanlık, hem kendi türünün ve de öbür canlı türlerinin sonunu bir an önce getirmek istemiyorsa, aptalca üretim, haksız paylaşım ve savurgan tüketim sarmalından (şeytan üçgeninden) kurtulmalı; kulaklara çok hoş gelen bir saçmalığı, kapitalizmin uydurması olan “sürdürülebilir kalkınma” saçmalığını terk ederek, ortak gezegenimiz üzerinde “sürdürülebilir yaşam tarzı” aranışında olmalıdır ve bu temel üzerinde
yeni bir ortak kültürü mutlaka geliştirmelidir.

Amaç her şeyden önce mutfak ve lavabo arasında biyolojik atık borusu halinden kurtulmak, doğayla, evrenle ve tüm insanlıkla uyumlu yaşamın yollarını bulmak olmalı, amaç “insani gelişim” olmalıdır.

Birleşmiş Milletler tarafından gelir, gelir dağılımı, eğitim, bilim, teknoloji ve sanatsal üretim ve sağlık etmenleri göz önüne alınarak yapılan bir değerlendirmeye göre İnsani Gelişmişlik sıralamasında Türkiye (HDI 0,69) puvanıyla dünyada
92. sıradadır. Şimdiye dek hep “si vis pacem, para bellum” felsefesiyle hareket edildi; yani “barış istiyorsan savaşa hazır ol..” Ancak “si vis pacem, para justitiam” demek yani “barış istiyorsan adalete, adil olmaya hazır ol” demek
bence çok daha yerinde olurdu. Ama bunun için de bir paradigma değişikliği gerekli; egemenlerin hukuku yerine küresel adaleti ve küresel barışı sağlayacak evrensel akılcı hukukun egemenliğine geçiş gereklidir. İnsanlık, her şey çok geç olmadan,
bunu becerecek olgunluğa erişebilir mi? Temel soru(n) budur.

Tarih boyunca bilimin ve bilge kişilerin uyarıları ve yönlendirmelerine karşın
ilkel içgüdüsel davranışları sergilemeyi sürdüren insanlığın genel gidişatına ve gelinen noktaya bakılırsa, savaş maalesef bir gerçeklik (realite), barış ise
bir düş (hayal) olarak düşünülebilir. Ancak gerçek insanlık idealini yaşatmak isteyenler her şeye karşın bu düşün gerçekleşmesi için, gerçek barış için,
mutlak barış için aydınlatmaya, uyarmaya ve “barışçıl mücadele”ye devam etmeliler.

“Yurtta barış, dünyada barış” temel amacına yönelik olarak “Hayatta en gerçek
yol gösterici bilimdir.” diyen büyük önder Atatürk’ün yolundan gidenlere de
bu yaraşır. æ
_____________________________
*Çarpıcı bilimsel düşünceleriyle çağının entelektüellerini etkileyen İngiliz ekonomisti Thomas R. Malthus’un (1766-1834) doğada aritmetik dizi ile artan besin kaynaklarının, geometrik dizi ile artan tüketici nüfusuyla aynı oranda çoğalmadığı
ve bu nedenle “besin kaynakları için sürekli ve acımasız bir kavganın doğal olduğu..” yönündeki tezi özellikle Charles Darwin (1809-1882) ve Alfred Russel Wallace
(1823-1913) gibi “Evrim” biyologlarının geliştirdiği “doğal seçilim” kuramı için
esin kaynağı olmuştur.