Etiket arşivi: Mustafa Sönmez

SOSYAL BİLİMCİLERİN ÇAĞRISI..

SOSYAL BİLİMCİLERİN ÇAĞRISI..

 

  • Dünya ve ülkemiz ciddi bir virüs salgınıyla zor bir dönemden geçiyor. Halkımız yaşama hakkını koruyabilme savaşımı içindedir. Öncelik, ne kadar süreceği belli olmayan bu dönemi en düşük can kaybıyla atlatmaktır. Ancak salgının olumsuz sonuçları bundan ibaret kalmayacaktır. Halkın, yaşam koşullarını bir bütün olarak gören haklı talepleri de zorlu koşullar içinde bir bir ortaya çıkmaktadır.

ÇAĞRIMIZA KULAK VERIN

Bugün tüm dünya sağlığın, eğitimin, temel ihtiyaç maddeleri üretiminin
piyasa süreçlerine terk edilmesinin bedelini ödüyor. Artık neo-liberal ezberlerin terk edilmesinin; kamuculuk, planlama, toplumsal dayanışma gibi kavramların tekrar benimsenmesinin zamanı geldi de geçiyor. Aşağıdaki talepler listesini meslektaşlarımızın katkısıyla zenginleştirip geliştirmenin, yukarıda ifade edilen anlayış çerçevesinde imzalarınızla topluma bir mesaj vermenin çok anlamlı olacağına inanıyoruz.

SOSYAL BİLİMCİLERİN ÇAĞRISI

Dünya ve ülkemiz ciddi bir virüs salgınıyla zor bir dönemden geçiyor. Halkımız yaşama hakkını koruyabilme savaşımı içindedir. Öncelik, ne kadar süreceği belli olmayan bu dönemi en düşük can kaybıyla atlatmaktır. Ancak salgının olumsuz sonuçları bundan ibaret kalmayacaktır. Halkın, yaşam koşullarını bir bütün olarak gören haklı talepleri de zorlu koşullar içinde bir bir ortaya çıkmaktadır.

Biz Sosyal Bilimciler halkın taleplerini kendi önerilerimiz olarak kabul ederek kamuoyuna sunuyoruz.

Bugün tüm dünya sağlığın, eğitimin, temel ihtiyaç maddeleri üretiminin piyasa süreçlerine terk edilmesinin bedelini ödüyor. Artık neo-liberal ezberlerin terk edilmesinin; kamuculuk, planlama, toplumsal dayanışma gibi kavramların tekrar benimsenmesinin zamanı geldi de geçiyor. Aşağıdaki talepler listesini meslektaşlarımızın katkısıyla zenginleştirip geliştirmenin, yukarıda ifade edilen anlayış çerçevesinde imzalarınızla topluma bir
mesaj vermenin çok anlamlı olacağına inanıyoruz.

Gösterdiğiniz dayanışma için şimdiden teşekkür ederiz.

  • Salgından kaynaklanan ekonomik ve toplumsal krizde merkezi devlet, olağandışı bir harcama programı tasarlamalıdır. Bu program sadece sağlık harcamalarından ve salgın ortamında sade yurttaşlara, emekçilere dönük doğrudan ayni ve nakdi desteklerden oluşmalıdır.
  • Acil ve zorunlu mal ve hizmet üretimi dışında bütün işlerin 15 gün süreyle durdurulması acilen değerlendirilmeye alınmalıdır.
  • Tüm işyerlerinde, hamileler, yasal süt izni kullananlar, engelliler, 60 yaş ve üzerinde olanlar korona virüs salgını süresince idari izinli sayılmalıdır. 12 yaşından küçük çocuğu olanlara talepleri halinde ücretli izin verilmelidir.
  • En az 14 gün olmak üzere, salgın süresince yenilenmek kaydıyla, çalışanlara (yıllık izinlerine dokunulmadan) ücretli izin hakkı tanınmalıdır.
  • Tüm işyerlerinde risk değerlendirmesi ve acil durum planları yenilenmeli, tüm çalışanlara korona virüs salgını bilgilendirmesi ve eğitimi yapılmalıdır. İşyerlerinde koronavirüs testinin yapılması dahil tüm sağlık önlemleri arttırılarak azami düzeye yükseltilmelidir.
  • Bütün bunların yapılmaması ve/veya işyerinde korona virüs riskinin ortaya çıkması halinde çalışanların “çalışmaktan kaçınma hakkı”nı kullanacakları ve üretimi durduracakları ilan edilmelidir.
  • İşten çıkarmalar korona virüs salgını süresince yasaklanmalı, işten çıkarmalar ve ücretsiz izinler yerine kısa çalışma ödeneği kullanılmalıdır. Kapanan işletmelerde çalışanların ücretlerini tam veya tama yakın almaları sağlanmalıdır.
  • Korona virüs salgını süresince bütün işçiler süre koşulu aranmaksızın işsizlik ödeneği ve kısa çalışma ödeneğinden yararlanmalıdır. Esnek ve yarı zamanlı çalışanlar da bu fondan yararlanabilmelidir.
  • İşsizlik Sigortası Fonu’ndaki paralar sadece işsizlik ödemeleri için kullanılmalı, işsizlik ödeneğinden ve kısa çalışma ödeneğinden yararlanma süresi ve miktarı arttırılmalıdır.
  • Salgın boyunca doğalgaz, elektrik, su ve internet ücretsiz sağlanmalıdır. Doğalgaz ve elektrikte dağıtım hizmetleri kamulaştırılmalıdır. Yerel yönetimlerin temiz ve atık su başta olmak üzere hizmetlerinin aksamaması için onlara merkezi bütçeden daha çok kaynak aktarılmalı, dış borçlanmaları konusunda ihtiyaç duyacakları Hazine garantileri verilmelidir.
  • 100’den fazla işçi çalıştıran şirketlerde istihdamı korumak amacıyla, bu kuruluşların kapanmasına izin verilmemeli, gerekirse kamulaştırma yoluna gidilmeli, bu amaçla KİT gibi kuruluşlar eski işletmeci işlevlerini üstlenmelidir.
  • Krizle beraber zora giren sivil havacılık, enerji, finans gibi stratejik sektörlerde kamulaştırma bir zorunluluk haline geldiğinde tereddüt edilmemeli, bu kuruluşlarda özyönetim uygulaması benimsenmelidir.
  • Atıl duruma gelen bazı işkollarındaki fabrikaların, solunum cihazları, hızlı sonuç alıcı tanı kitleri, maske/filtreli maske ve sağlık çalışanları için koruyucu giysi vb. sağlık ürünleri üretimine ayrılması sağlanmalıdır. Bu ürünler ücretsiz veya maliyet fiyatlarından sunulmalıdır.
  • Temizlik ve sağlık ürünlerinin stoklanması, karaborsası, fiyat artışları mutlaka önlenmelidir. Temel gıda maddelerinin temini, gerekirse ücretsiz dağıtımı ve fırsatçı zamların engellenmesi kamu otoritesi tarafından sıkıca kontrol altında tutulmalıdır. Kolluk güçleri ve gönüllü siviller, yaşlı ve riskli nüfusa gerekli gıda ve sağlık malzemelerini ulaştırmak için seferber edilmelidir.
  • Sağlık yardımı almakta olan 10 milyon dolayındaki “kayıtlı yoksullara” kişi başına aylık
    net 500 TL yurttaşlık geliri ödenmeye başlanmalıdır.
  • Öğrenci borçları silinmeli; çiftçi borçları ve ihtiyaç kredileri, faizleri silinerek taksitlendirilmelidir.
  • Devlet hastaneleri ve özel hastaneler ücretsiz sağlık hizmeti vermelidir. Buna uymayan özel hastaneler kamulaştırılmalıdır.
  • Bütçe açığı kaygısı, salgın sürdükçe geçerli olamaz. Merkezi bütçe harcamalarının gerekirse TCMB avanslarıyla karşılanması sağlanmalıdır.
  • Bütçe gelirleri azalırken giderlerinde büyük sıçramalar ortaya çıkmasına getirilecek çözümlerden biri de gerçek bir servet vergisi olmalıdır. Hedef grup olarak özellikle son 20 yılda rant gelirleriyle palazlananlar seçilmelidir.
  • Sermaye hareketleri kontrol altına alınmalıdır. Yurt dışına servet kaçırmak önlenmeli; yabancılara dönük TL yükümlülükleri (hisse senedi, tahvil, mevduat vb) için döviz tahsis edilmemelidir.
  • Kamu Özel Ortaklığı isimli projelerin kamulaştırılması hedeflenmeli; bu arada projelere dönük ödentiler TL’ye dönüştürülmeli ve kriz kaynaklı düşük performanslar nedeniyle oluşabilecek garanti ödemeleri iptal edilmelidir. Böyle bir dönemde Kanal İstanbul gibi üzerinde toplumsal uzlaşma sağlanmamış projelerden vazgeçilmeli, kamu ihaleleri ve kaynaklar sağlık sektörüne yönlendirilmelidir.
  • Sonuncusu belki de en önemlisi, devlet salgını bahane ederek yurttaşlar üzerindeki gözetim ve denetim ağlarını yaygınlaştırmamalıdır. Virüs tehlikesinin getirdiği günlük yaşamdaki bazı kısıtlamalar, daha otoriter ve baskıcı bir devlet aygıtının kalıcılaştırılması için fırsat kabul edilmemelidir.

Bu zor süreçte inisiyatif sadece siyasi iktidarda olmamalı, muhalefet partilerinin ve demokratik kitle örgütlerinin (sendikalar, meslek örgütleri) toplumsal rol ve sorumluluğu artırılmalı, salgınla ilgili önlemlerin alındığı toplantılarda ve kurullarda temsili sağlanmalı, salgına karşı mücadele kapsamında benimsenen bilim kurulu yöntemi sürdürülmelidir. 27 Mart 2020, Ankara

Korkut Boratav – Seyhan Erdoğdu – Aziz Konukman – Hayri Kozanoğlu – Bilsay Kuruç – Oğuz Oyan – Mustafa Sönmez – Sinan Sönmez – Serdar Şahinkaya – Taner Timur –
Oktar Türel – İşaya Üşür – Galip Yalman – Ergin Yıldızoğlu
******

Sosyal bilimcilerden ‘kamuculuk, planlama ve dayanışma’ çağrısı

Türkiye’nin önemli sosyal bilimcileri, koronavirüs salgını tüm hızıyla devam ederken,
* ‘Bugün tüm dünya sağlığın, eğitimin, temel ihtiyaç maddeleri üretiminin piyasa süreçlerine terk edilmesinin bedelini ödüyor. Artık neoliberal ezberlerin terk edilmesinin; kamuculuk, planlama, toplumsal dayanışma gibi kavramların tekrar benimsenmesinin zamanı geldi de geçiyor..’
açıklamasında bulundu özetle..
Biz de aynen katılarak imzamızı koyuyoruz..
Sevgi ve saygı ile. 27 Mart 2020, Ankara


Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc

Hekim, Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (SBF-Mülkiye)
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı

www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

YARINI OLMAYAN BÜYÜME..

Dostlar,

Van Atatürk Lisesi’nden (1969-71) arkadaşımız Mustafa Sönmez önemli bir yazı
kaleme (kalvyeye mi desek?!) aldı. web sitesinde de yayımladı SÖZCÜ‘ye ek olarak.

11.6.12 sabahı TV’leri izlerken yurt dışından DB’ndan (Dünya Bankası) buyruk gibi istemler geldiğini ve Türkiye’nin bu yıl için öngördüğü yıllık kalkınma (aslında büyüme demek gerek) hızının % 4’e yakın bile gerçekleştirilemeyeceği, aşağılara çekilmesi gerektiği belirtiliyordu.. Dünya Bankası bu yıl için Türkiye’nin “Büyüme” rakamını
% 4,5’tan, % 2,4’e düşürdü.

Yani dış alem, içeriye dönük balonu yutmadığı gibi AKP’ye izin de vermiyor..

  • AKP’nin ipleri tümüyle dışarıda!

Sayın Sönmez’in bu gelişmeyi de dikkate alarak, yeni bir değerlendirme yapması
bize göre iyi olur..

Sevgi ve saygı ile.
13 Haziran 2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

Not : Ekonomik büyüme (Economic growth) salt ekonomik göstergelerde büyüme anlamında. Ekonomik kalkınma (Economic development) ise büyüyen ekonomik göstergelerin halkın gönencine (refahına) yansıması, örn. bir yandan kişi başına
yıllık ulusal gelir artarken, gelir dağılımının da iyileşmesi…. anlamındadır. Örn. Türkiye toplam ulusal gelir (GSMH – GNP) bakımından dünyada 18. sırada iken, bu rakam
çok ve yersiz kalabalık nüfusa (80+ milyon!) bölündüğünde birden 59-60. sıraya düşmektedir. Bu bağlamda en yetenekli ölçütlerin başında yaklaşık son 20 yıldır kullanılagelen İnsansal Kalkınma İndeksi (HDI – Human Development Index) belirtilmeli ve kullanılmalıdır. BMKP (Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı) tarafından (UNDP : United Nations Development Program) geliştirilen bu çok değişkenli
temsil gücü yüksek ölçüte göre Türkiye, son 12 yıllık AKP iktidarında 80.-90. ülke aralığında yalpalamaktadır. Gerçek (reel) bir ilerleme söz konusu değil.. Dünya ile aradaki gelişmişlik farkını kapatamıyoruz! Yerimizde sayıyoruz (patinaj yapıyoruz).
Halk gene kandırılmaya çalışılıyor ama artık eskisi gibi kolay değil.
AKP’nin harami masal düzeninin sonu yaklaştı..

======================================================

YARINI OLMAYAN BÜYÜME..

portresi

 

Mustafa SÖNMEZ
http://mustafasonmez.net/
11 Haziran 2014

 

 

TÜİK, 2004’ün ilk çeyreğinin yani, ilk 3 ayının büyümesini %4,3 olarak açıkladı.
Yıllık hedef %4 büyüme olarak belirlenmişti. Tabii ki iyi bir sonuç ilk bakışta.
Aslına bakarsanız, yılın ilk 3 ayının tozunu dumanını dikkate aldığınızda, iktidarı epeyi memnun edecek bir sonuç. 17 Aralık, 25 Aralık (AS: 2013) rüşvet rezaletleri ile
ortalık dalgalanıyordu.

Kur patladı, Dolar 2.40 TL’yi gördü. Bunun üzerine Merkez Bankası repo faizini 6 puanın üstünde artırdı %10’a çıkardı. Türkiye’ye ilk 3 ayda değil yeni dış para akışı, var olanlar çıkınca, cari açığın finansmanı için pamuk eller cebe atıldı. Bir yandan Merkez Bankası rezervden bozdurdu, bir yandan yastık altı, yurt dışı zulalar ile “net hata noksan” patlaması (AS: kaynağı belirsiz döviz girişinin teknik, makyajlı, örtük adı) ile açık,
finanse edildi, dövizin daha çok tırmanışı frenlendi. Bütün bunlar olurken ekonomi
%4,3 büyüdü. Hem de önceki çeyreklerden pek geri kalmadan…
Peki nasıl oldu?

Katkılar…

Büyümenin rüzgarı nereden geldi diye bakıldığında ihracat (AS: dışsatım) öne çıkıyor. %4,3’lük büyümenin 2,7 puanı ihracattan gelmiş, iç tüketimin payı ise %1,6…

2003’ün ilk çeyreğinde Dolar kuru 1.80 TL dolayındaydı. 2014’ün ilk çeyreğinde ise % 22 üstünde, 2.20 TL’lerde…Avro 2.35 TL’den 3.05 TL’ye zıpladı; neredeyse %30 artış!…Dahası, içeride faizler yükseldi, tüketici beklemeye geçti, banka kredileri daraltıldı,
kredi kartlarına disiplin getirildi, ne otomobil satılıyor ne beyaz eşya, konut satışları bile yerlerde…Bu durumda işadamı ne yapar? Can havliyle kendini dışarı atar, hele ki
döviz kuru bu kadar cazip (AS: denli çekici) hale getirmişken ihracatı… Nitekim öyle oldu. 2013 ilk 3 ayında ihracat 37 milyar Dolar iken, bu yılın ilk çeyreğinde 40,2 milyar Dolara çıktı. Fiyat kırma pahasına otomobilden tekstil-giyime AB pazarının kapılarına dayandı ihracatçı, o sayede stokları azaltıp çarkları iyi kötü döndürdü. Hizmet ihracı olarak da turizm, yine kur avantajı ile katkısını yaptı.

İç tüketim

Han tüketimleri büyümeye biraz olsun katkı yaptı. Detaylara (AS: aytıntılara) bakıldığında mutfak harcamalarının %2 artışta kaldığı, otomobilin içinde olduğu ulaştırma harcamalarının neredeyse artmadığı görülüyor. Ama kampanyaların da etkisiyle ev eşyası yenileme, giyimde önemli tüketim artışları olmuş ve bunlar büyümeye katkıda bulunmuş. Bir de kamu giderleri var tabii ki. 2014 seçimler yılı olduğu için AKP, mal-hizmet alımında, kamu yatırımında pek hız kesmiyor. Bu harcamalar da büyümeye iyi-kötü rüzgâr oldu.

Hükümet memnun;  Maliye Bakanı Mehmet Şimşek açıklama yapmış, diyor ki;
içeride siyasal istikrarı yakaladık, dışarıda ABD ve AB’de iklim bizden yanadır,
%4 büyüme hedefini yakalarız…

Kırılgan…

Yakalamasına yakalarsınız da, değişen ne? 2014’ün ilk 3 ayının cari açık toplamı 11.5 milyar Dolar. Peki, %4,3 büyümüş ulusal gelirin Dolar karşılığı ne? 185 milyar Dolar
(ilk çeyrekteki). Bu ne demektir biliyor musunuz ? %6,2 cari açık/ulusal gelir oranı!..
Hâla yüksek…

Şuraya geliyoruz; AKP rejiminin ekonomi vizyonu yok.

Tümüyle RTE’nin siyasal hedeflerine odaklı bir araç, ekonomi. Gün bulup gün yiyor. İçeride daralınca can havliyle dışarıya, hem de üç on paraya satarak çarkı döndürüyor. Ama her yönden bağımlılığını sürdürerek ve ulusal gelirinin %8-9’u tutarında cari açık vererek…Bunun adı, yarını olmayan büyümedir. İlk 3 ayın büyümesinin ihtiyacı olan döviz, dış kaynaktan değil, rezervlerden, yastık altından bulundu…
Ya sonra? Belki ikinci, hatta üçüncü çeyrekte de bir yerlerden bulunur…
Ya sonra?

Böyle bir kırılgan ekonomi ile resmisi 3 milyonu, gerçeği 5 milyonu bulan işsiz kitlesine nasıl bir gelecek taahhüt edebilirsiniz ki?

Kâr yerine kamu çıkarı…


Dostlar,

Van Atatürk Lisesi’nden sınıf arkadaşımız çok değerli Mustafa Sönmez,
yine nefis bir yazı kaleme almış :

  • Kâr yerine kamu çıkarı…

Biz de 13 Mayıs 2014 Soma faciası gününden bu güne hep benzer temaları işliyoruz.

Sen kader görüyorsun bense rant

Devletin, başlıca emekçinin sırtından olmak üzere özelleştirme – taşeronlaştırma vb. küresel düzeneklerle rant ortakçılığı yapmasına, yurttaşını – emekçisini

çifte sömürüye kurban etmemesi gerektiğini vurguluyoruz..

Kritik alanlarda kamusal tekel sürdürülmeli,
özelleştirmeye yer verilmemelidir::

Bunlar başlıca Sağlık – Eğitim – Adalet – Güvenlik (iç ve dış) ile sınırlı değil!

Neoliberallerin çook canı sıkılacak ama, büyük büyük dedeleri Mr. Adam SMITH bile sağlık hizmetlerinin piyasaya bırakılamayacağını apaçık vurgulamıştı :
(The Wealth of Nations, 1776)

  • Sağlık hizmeti,
    p
    iyasaya bırakılamayacak denli önemli, kritik’ bir alandır.

Bir kez daha anımsatalım…

Teşekkürler sevgili Mustafa Sönmez..

Sevgi ve saygıyla
18.5.2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

============================================

Kâr yerine kamu çıkarı…

portresi

 

 

Mustafa Sönmez
SÖZCÜ
– 17 Mayıs 2014

Sayıları önünüze koyduğunuzda, “Değer mi kardeşim?” diye söylenmekten alıkoyamıyorsunuz kendinizi…

Değer mi 3 milyar dolarlık kömür üretimi için bu acıyı çekmek?

1 milyar dolarlık kömür ithalatını zaten yapıyorsun her yıl; üretme, 3 milyar dolarlık kömürü ithal et. Zaten yılda 250 milyar dolarlık ithalat yapıyorsun,
varsın 3 milyar $ daha artsın.

Hiç olmasa bu ölüm dehlizlerine sokmazsın insanını.

300’e yakın insanın yaşamından, yetim, dul bırakılmış insanlardan daha mı değerli
o dolarlar?

Risklidir, çilelidir diye, böyle bir tercihi de olabilirdi Türkiye’nin.

55 bin kömür işçisi, her gün ölümle randevulaşma yerine,
gitsin, başka yerde çalışsın.. da diyebilirdik.

Ama öyle olmuyor işte.

Ne fazladan 3 milyar dolarlık ek ithalata takat bıraktılar memlekette
ne de 55 bin kişiye seçenek istihdam yaratma becerisi…

Çekiyoruz çaresiz, kahrı, kederi.

Ama, neden ölüm olsun kömür üretmenin mutlak riski?

Dünya alem ölerek mi üretiyor kömürü?

Niye Çinli 1 ölürken biz 5 ölüyoruz bir milyon ton kömür üretirken?

Örneğin sektörde değil yalnızca sorun; insan yaşamına da değer veren bir üretim düzeneği kurmakta. Becerilemeyen bu. Hele ki kâr ve sermaye biriktirmek ise hedef,
o zaman ne önlem geliyor akla, ne de insan yaşamıı…

Kamu_ozel_yatitim_paylari_2013

Kâr konusu…

Bazı sektörler, işler var ki, onları kâr, birikim konusu yapmayacaksın.
Kömür madenciliği bunlardan biri işte.

Maliyeti en düşük düzeye indirirsem kârım o denli artar, diye oturdun mu masaya,
o zaman ne işçiyi koruyacak yatırım için, ne de donanım için paraya kıyarsın…

Hepsi batar sana.

Oraya harcamasam tonunu daha ucuza mal edecektim diye kıvranıp durur,
hele ki rakibin yapıyorsa sen de arkasından beterini yaparsın.

Yıllardır tüm dünyada kimi mal ve hizmetlerin kamu kuruluşlarınca üretilmesi
boşuna değildir.

Eğitim, sağlık uzun yıllar para-pul kazanma konusu yapılmadı, devletin asıl işi oldu.

Ulaştırmanın birçok dalı, örneğin demiryolları,
örneğin haberleşme kâr ve birikime açılmadı.

Stratejik sayıldı, istismar edilir diye korundu.

Ta ki neoliberalizm kabuğuna sığmaz, daha, daha yeni birikim yatağı istemeye başlayıncaya dek. Birikmiş sermayeyi yeni, daha yeni alanlara yatırması,
oradaki mal ve hizmeti azami kârla satması gerekiyordu.

Yeni sıtması buydu.

Onun için kamu out – özelleştirme in diye ünledi ve tüm dünyaya bunun hikmetlerini sıralamaya başladı:

Devlet savurgandı. Kaynak yutuyordu. Eş-dost kayırıyordu.
Sendikalarca sömürülüyordu.

Kalite düşüktü. Hemen uzaklaştırılmalı, ya özele satılmalı ya da kapatılmalıydı.

Öyle ışık hızıyla yayıldı ki bu söylem; vurun abalıya!

Bizde Özal ile başlatıldı kıyım

Önce yeni yatırım yapması yasaklandı KİT’lerin, sonra adım adım alanları daraltıldı, derken haraç-mezat satışlar başladı, satılmıyorsa kapatmaya,
oraya buraya bedelsiz dağıtmaya vardı tasfiye.

Tasfiye

Geldiğimiz yerin özeti şöyle :

  • Özelleştirmelerle 60 milyar dolarlık tasfiye yapıldı ve
    bunun %90’ını AKP rejimi yaptı, paraları da çar çur etti.

Bu tasfiyeden sonra, artık kamunun girebildiği, giremediği alanlar var.
Örneğin sanayiden kamu sıfırlandı.

Tarımda sulama işlerinden dolayı var ama ileride o da özelleştirilir.
Sağlıkta özelleşme doludizgin ilerliyor, eğitimde ağır-aksak…

Güncel konu madencilik yatırımlarında kamu önde gibi ama gerçekte 145 bin maden işçisinin yalnızca %12’si kamu işçisi.

Hele ki enerjide, varsa yoksa özelleştirmeye güzelleme…

Ama sonuç?

Kamu enerji yatırımlarından alıkonurken,
özelin enerji yatırımları kaplumbağa hızında…

Fiyasko

Bugün gelinen yerde enerji tam bir çıkmaz içinde.

Yatırımlar istenen boyutta değil ve

  • Özellikle hidroelektrik kaynakları, dereler, çaylar çoğu AKP yandaşı tarafından talan ediliyor.

 

Gelişkin teknolojilerle linyit kaynaklarının kullanımı etkinleştirilirse, güneş, rüzgar kaynaklarından daha iyi yararlanılsa, su kaynakları çevre faktörü dikkate alınarak işletilse, ithalata bağımlılık makul bir yere çekilir belki.

Ama bunlar kadar önemli olan ve sık sık sorulması gereken soru şu:

Neden bu denli enerji tüketiyoruz?

Çarpık, hormonal büyüme olmasa, bu denli enerji gereksinimi ve bağımlılık olur mu?
Enerjiyi yerinde tüketiyor muyuz?
İzolasyon ile ne denli tasarruf olanaklı?
Savurganlığı önleyerek kaç dereyi kurtarabiliriz aslında?

Özet olarak; kömür madenciliği, enerji, özelleşmeye, sermaye birikimine, ticarileşmeye uygun alanlar değil.

Yol yakınken kamu üretimine, denetimine alınmalı, hem bağımlılık azaltılmalı
hem de insan canı, doğa dereler, çaylar daha çok kıyıma uğramadan kurtarılmalı.

Kâr motifi yerine, kamusal çıkarın önde tutulduğu alanda, sağlık ve eğitim de
mutlaka olmalı.

Merdan Yanardağ : İktidar Çözülürken


İktidar Çözülürken

İktidar Çözülürken

Merdan Yanardağ

merdan.yanardag@yurtgazetesi.com.tr
17 Kasım 2013

Bütün veriler Siyasal İslamcı AKP iktidarının çözülme sürecine girdiğini gösteriyor. Yeni kurulan ve henüz istikrar kazanamayan dinci-faşizan rejim beklenenden önce temellerinden sarsılır. Oluşturulmaya çalışılan siyasal, ideolojik ve kültürel hegemonya, bu yolda çok mesafe alınmasına karşın, kurumsallaşamadığı gibi, bütün menteşelerinden zorlanıyor. İktidar, medyanın %80’ini denetlediği halde toplumdan yeni bir siyasal ve kültürel onay / rıza üretmekte başarılı olamıyor.

AKP;

– Devleti bütünüyle ele geçirdiği,
– Bir tehdit unsuru olarak gördüğü TSK’yı teslim aldığı,
– Polis – Adliye tertibi ve terörüyle muhalif kesimleri sindirdiğini..

Düşündüğü bir momentte, çok katlı bir krize sürükleniyor.
Çünkü iktidarın en güçlü olduğu ve bu nedenle karşı devrim programının açıkça ve tamamıyla yaşam geçirileceğinin sanıldığı an, paradoksal olarak onun en zayıf olduğu ve inişe geçtiği dönemi işaret ediyor.

Toplumsal ve siyasal fay hatlarında biriken gerilimi harekete geçiren ve bir depreme dönüştüren etken ise, bütün ülkeyi saran Haziran (Gezi) Direnişi ve isyanı oldu.
İşte bu direniş, bütün koşulları hazır olan iktidardaki çözülmeyi tetikledi.
AKP iktidarı siyasal şiddeti ve devlet (polis) terörünü çığırından çıkaracak düzeyde tırmandıran toplumsal tepkiyi bastırmak, yeniden istikrarı sağlamak ve böylece çözülmeyi durdurmak istedi. Olmadı. Çünkü AKP’ye yön veren kadro ve
Başbakan Tayyip Erdoğan çok önemli bir siyasal ve tarihsel hesap hatası yaptı.

İSLAMCILARIN HESAP HATASI

Erdoğan ve AKP liderliğinin en önemli tarihsel ve siyasal hesap hatası,
milletin çok büyük bir kesiminin Cumhuriyet ve laiklikle kavgalı olduğunu düşünmeleriydi. Böylece toplumda en fazla %8-12 aralığında olan seçmen desteğine karşı, dar bir siyasal Siyasal İslamcı çevrenin dinci programını mutabakat ya da uzlaşma bile aramadan, hile, yalan ve sahtekârlık yaparak bütün ülkeye dayattılar.
Bütün hesaplarını “devlet-millet” kavgasının bulunduğu varsayımına dayandırdılar.

Böylece milleti devletle barıştırma gerekçesiyle Cumhuriyet ve seküler kurumları tasfiyeye yöneldiler. İşte tam bu kırılım noktasında şiddetli bir direnişle karşılaştılar. Çünkü Cumhuriyetin ve 200 yıllık bir tarihsel derinliği olan Aydınlanma ve Modernite sürecinin kestirimlerin çok ötesinde büyük bir kitle desteğine sahip olduğunu görememeleri, yaptıkları hesap hatasının ikinci boyutunu oluşturuyordu.

Öyle ki, AKP’ye verilen ve büyük bölümü merkez sağdan gelen oyların önemli bir bölümü de bu iktidar Cumhuriyetin kazanımlarını imha etsin diye AKP’ye gelmedi.
En büyük hesap hataları, tarihsel olarak ilerici ve büyük bir demokratik atılım olan Cumhuriyeti bir avuç seçkinin rejimi sanmalarıydı. İdeolojik ön yargılarına esir oldular.

İktidar gücünü iç dinamiklerden çok, dış dinamiklerden alan: çok özel koşulların iktidara taşıdığı; daha da önemlisi esas olarak bir ABD projesi olarak kurulan ve yönlendirilen AKP’nin, hem Türkiye’nin yakın siyasal tarihini yanlış okuduğu
hem de kendisini iktidara getiren dinamikleri doğru değerlendiremediği anlaşılıyordu.
Çünkü AKP öngörülemiyor. Başlangıçta inkâr ettiği halde gizli bir ajandasının (programı, hedefleri) olduğu ortaya çıkıyor. AKP, deyim uygunsa 2007’den sonra sürekli “suçüstü” yakalanıyor.

CUMHURİYET KAVGASININ ANLAMI

Siyasal muhalefetle toplumsal muhalefet arasında bir açı farkı oluştu. Bu makasın
daha da açılma olasılığı yüksek. Çünkü halkın büyük bir kesimi Cumhuriyetin
tarihsel kazanımlarını, insanlığın ilerici birikiminin sonuçlarını seküler değerleri, bilimi
ve aydınlanmacı kurumlarını (ne kadarsa ve elde ne kaldıysa) savunmak için
kitleler halinde sokağa çıkıyor. İktidarın polisiyle çatışmasını göze alarak
mücadele ediyor. Ancak CHP dahil sol muhalefet güçleri ve sosyalistlerin
çok önemli kesimi ısrarla bu olguyu görmezden gelmeyi sürdürüyor.

Oysa, önceki pazar (3 Kasım 2013) Yurt ’ta yazdığım gibi, bugün Türkiye’de tartışma, saflaşma ve çatışmanın merkezinde “Cumhuriyetin kazanımları” ve seküler değerler var. Sınıf mücadelesi de anti-emperyalist direniş de bu dolayım üzerinden gelişiyor.

(Bu konuyu, muhalif basının -hatta genel olarak medyanın- bir kazanımı olduğunu düşündüğüm bu kazanımda oynadığım rol nedeniyle mutlu olduğum,
arkadaşım, sosyalist akademisyen Fatih Yaşlı da Yurt ‘ta benden önce
-31 Ekim 2013’te- yazmış. Geç fark ettim, çünkü cezaevinde gazetelerin gelişi
bazen aksıyor. Ayrıca yine Yurt’un çok önemli başka bir kazanımı olan Mustafa Sönmez’in yazısında gördüm. Öneririm, web sitemiz üzerinden ulaşıp okuyabilirsiniz.)

Uzun süredir sokaklara, alanlara çıkan ve AKP iktidarını protesto eden
ezici büyüklükteki bölümünü; Cumhuriyete ve değerlerine yönelik saldırılara
tepki duyan, bu kurum ve değerlerin tasfiye edilmesine itiraz eden,
ülkenin dinselleştirilmesini kabul etmeyen, seküler kurumların imha edilmesine karşı çıkan, yaşam tarzının tehdit altında olduğunu düşünen ve gündelik yaşamın muhafazakârlığın baskısı altında olduğunu gören toplum kesimleri oluşturuyor.
Üstelik ağırlığını “yeni işçi sınıfı” diye tanımlayabileceğimiz, eğitimli ve kentli çalışanların oluşturduğu bu kesimler sola son derece açık bir kompozisyon oluşturuyor. Dahası kendilerini solda sayıyor. Eylem alanlarında solla ilişki kuruyorlar, devletin
“terör örgütü ”diye nitelendirdiği grup ve çevrelerden bile hiçbir rahatsızlık duymuyorlar. Aksine birlikte aynı barikatta mücadele ediyorlar.

Saflaşma ve siyasal çatışma barikatı buradan kurulmuş durumda. Sosyalist solun bir bölümü bu barikatın çok ilerisinde duruyor. Öyle ki, bu uzaklık bütün ilişkiyi koparacak düzeyde. Park forumlarına gelen insanlara ellerindeki Türk bayraklarını ve Mustafa Kemal posterlerini indirmelerini (kimi yerlerde) söyleyecek düzeydeki bir kopukluk ve savrulma bu. İdeolojik ön yargılarına yaşamın zenginliğini feda etmekten başka bir anlam taşımıyor. Bu duru tarihin ve doğru eylemin ıskalanmasına yol açıyor.

CHP SAĞA DEĞİL SOLA YÖNELMELİ

CHP ise bu barikatın çok gerisinde duruyor Tuzağa düşmemeye çalışırken,
dinci ideolojik-siyasal hegemonyanın yeniden üretilmesine katkıda bulunuyor.

Gezi direnişçilerinin, kendilerine anti-kapitalist Müslümanlar diyen küçük kümelerin bile seküler değerler ve Cumhuriyet için sokağa çıktığını, insanların yaşam tarzını savunduklarını göremiyor. Örneğin Mustafa Sarıgül, CHP’ye katılma töreninde, sanki bir Cumhuriyetçi ve Sosyal demokrat partiye değil de bir tarikata ya da muhafazakâr partiye katılıyormuş gibi konuşuyor. Halkçı toplumcu ve sol denebilecek tek bir söz söylemiyor. Böylece AKP ya da merkez sağdan oy alınabileceği sanılıyor. İşte bu sanı en büyük yanılgıyı oluşturuyor.

  • AKP’ye benzeyerek veya sağcılaşarak, yani farkını silikleştirerek
    sağdan oy alınamaz.
  • Kimse aslı varken taklidine destek vermez.

İnandırıcı olamaz. Merkeze açılmanın yolu da kimliğini netleştirmekten geçiyor.

Bülent Ecevit liderliğindeki yeni CHP, 1973 ve 1977 zaferlerini daha önce sağa
oy veren yurttaşların önemli bir kesiminin de oylarını alarak kazandı. Bunu da sağa yaklaşarak değil, partiyi daha sola çekerek ve yeni kimliğinin altını çizerek yaptı.
Şimdi de benzer bir siyasal ortamdan geçiyoruz.

  • Dünyada neo-liberal politikalar çöküyor ve sol yükseliyor.
  • Siyasal İslam bütün bölgede büyük bir başarısızlık, yenilgi ve çöküş yaşıyor.
  • Kriz AKP iktidarının ve Tayyip Erdoğan’ın kapısını çalmış durumda.

CHP elbette merkez sağda, Cumhuriyetin değerlerine bağlı olan yurttaşların ve AKP’ye daha önce oy veren emekçilerin oyunu almaya çalışmalıdır.

Ancak bu sağa kayarak ve dinci uygulamalara, toplumu bir mengene gibi sıkmaya başlayan muhafazakâr düzenlemelere ve yaşam tarzlarına müdahaleye,
tuzağa düşmeyelim” diye destek vererek değil, solculaşarak ve Cumhuriyetin değerleri üzerinden yaşanan saflaşmada doğru kararlı, etkin tutum alarak gerçekleştirebilir. Gezi eylemlerinin çağrısı ve bildirisi budur çünkü. Bu çağrıya uymak ve sol-Cumhuriyetçi kimliğin altını çizmek, neo-liberal politikaları reddeden halkçı ve toplumcu ekonomik politikaları öne çıkaran bir çizgi izlemek gerekiyor. Bu durumda CHP tahmin edilemeyecek bir sıçrama gerçekleştirebilir. Çünkü kitleler basit bir iktidar değişimini değil, dinci AKP iktidarının yarattığı yıkımı onararak ve ülkeyi ileriye taşıyacak daha köklü bir dönüşümü ve kararlı bir siyasal müdahaleyi bekliyor.

Bütün kamuoyu araştırmaları, bilimsel incelemeler ve İslamcı partilerin daha önce aldığı oy oranları (ABD’nin yaptırdığı son uluslararası araştırma da bile

  • Türkiye’de şeriatla yönetilmek isteyen kesimin büyüklüğünü
    en çok % 12 olarak veriyor.

Ancak AKP’nin aldığı oy oranına bakılırsa -ki seçimlerde dijital hile yapıldığı yönündeki güçlü ve önemsediğim iddiaları bir yana bırakıyorum- bu partinin
en büyük desteğini merkez sağ seçmenden aldığı anlaşılıyor.

Ancak bu sosyolojik tabloya karşın, AKP Hükümeti ve Erdoğan %8-12 aralığındaki
bu kitlenin istemlerini esas alıyor. Kendi çevrelerindeki dar bir siyasal İslamcı kadronun programatik hedeflerini, milletin iradesi diye sunmaya, daha doğrusu,
yutturmaya çalışıyor.

KOALİSYON BOZULUYOR

Aslında AKP bir koalisyon partisi.
Merkez sağın yolsuzluk ve yağma çamuruna batıp 2002 seçimlerinde yaşadığı
büyük çöküşün bıraktığı boşluğu doldurdu. Bu nedenle kendisini Müslüman demokrat değil, “muhafazakâr demokrat” parti diye tanımladı. Bu tarihsel fırsatı değerlendirdi.

Oysa AKP, muhafazakâr bir parti iktidarı değil, Siyasal İslamcı bir profil veriyor.
Bütün gücüyle Cumhuriyetin tasfiyesine yöneliyor. Seküler değerlere ve kurumlara çirkin, aşağılayıcı ve düşmanca bir üslupla saldırıyor. Okulların üçte birini din okuluna çevirdiği gibi, bütün eğitim sistemini de dinselleştiriyor.
İktidarın bütün uygulamaları daha önce ilan edilmemiş, toplumdan saklanmış bir programın yaşama geçirilmesi şeklinde gelişiyor. Dar militan bir profil veriyor.

AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik bu nedenle;

“Biz bu düzenlemeleri 2004’te yapsaydık, AKP kapatılır ya da darbe olurdu.” diyor.

Böylece aslında gerçek hedeflerini gizlediklerini itiraf ediyor. Bu durumun
açığa çıkması, çağın bütün ihtiyaçlarına karşın Türkiye’nin 200 yıllık birikiminin
imha edilerek ülkenin kıytırık bir Ortadoğu devletine dönüşmesi olasılığı
(en iyi haliyle Pakistanlaşma) parti içi koalisyonu da çözüyor.

AKP, çekirdek oylarına doğru daralma sürecine kaçınılmaz olarak giriyor.

Bunun çok sayıda işaretleri ortaya çıkıyor. Üstelik, düzmece davalar ve sahte dijital kanıtlarla da önlenecek gibi görülmüyor. Bülent Arınç’la yaşadıkları tartışmayı
tolere etmeye çalışırken bile “düşmanları sevindirmeyelim” diyen Erdoğan
hem kendisine oy vermeyenleri “düşman” olarak gördüğünü itiraf ediyor hem de
bütün toplumun hükümeti ve Başbakanı olmak yerine, dar bir İslamcı fraksiyonun lideri gibi davranıyor. Hâlâ bir Ak-Genç’li gibi davranıyor. Örtünmeyi “dinin emri” saydığını ilan edecek, karşı çıkanları “cahillikle” suçlayacak kadar, bilgisiz ve ortaçağ mantalitesine sahip militan bir İslamcı olduğunu ortaya koyuyor. Kendi İslam yorumunu tek doğru, tartışılmaz ve kutsal din olarak görüyor. Dahası bu nedenle,
kendi İslam yorumundan hareketle topluma yaşam tarzı dayatmayı, özel alana müdahale etmeyi meşru sayıyor. Buna hakkının olduğunu düşünüyor öğrenci evlerine ve karma yurtlara ilişkin müdahalesini “meşru olan ve olmayan ilişkiler” diye gerekçelendiriliyor. Yalnızca siyasallaştırdığı dini esas alıyor.
Böylece toplumun yarısını ağır şekilde suçlama hakkını kendisinde buluyor.

KENDİLİĞİNDEN ÇÖKMEZ

Oysa kime ve neye göre meşru ya da gayrimeşru ilişkiler bunlar?
İslamda çok farklı yorum ve akımların olduğunu bir yana bırakalım,
Erdoğan kendi inancına göre, toplumsal yaşamı düzenleyeceğini kendi dini yorumuna göre insanların yaşam tarzına müdahale edebileceğini ortaya koyuyor.
Bunu doğal sayıyor.

  • RT Erdoğan; yasaların kaynağını, kamusal düzenin ilkelerinin ve
    toplamsal yaşamın temelini seküler ve birleştirici pozitif hukuktan değil, tartışılmaz, sorgulanamaz ve değiştirilemez dinden ve kutsal değerlerden alınacağını ilan etmiş oluyor.

Bu tablo yalnızca liberallerle ve merkez sağ seçmenin bir bölümüyle AKP’nin
yollarını ayırmıyor, parti içi koalisyonu da bozuyor.

Ancak AKP iktidarı ve dinci-faşizan yeni rejimin içine girdiği bu çözülme süreci nedeniyle bugünden yarına yıkılacağını söylemek ya da beklemek doğru olmayacaktır. Daha da önemlisi, artık zamanının geldiğini düşünerek bu çöküşün kaçınılmaz olarak hatta kendiliğinden olacağını sanmak da çok büyük yanlış olacaktır.
Bu çözülmenin iktidarın çöküşüyle sonuçlanabilmesi, ancak muhalif güçlerin göstereceği etkinliğe bağlıdır.

  • Doğru bir siyasal program ve mücadele olmadan AKP iktidarına son vermek kolay değil. Çünkü önümüzde herhangi bir merkez sağ iktidar değil, yeni bir rejim var.

Bir diktatörlük…

Neler gördün, onu anlat!..

Dostlar,

Sevgili Mustafa Sönmez (Van Atatürk Lisesinden arkadaşımızdır) taa
Güney Afrikalardan yazmakta (İstanbulJohannesburg uçakla 15 saat!).
Dikatli bir gözlemci olarak.. Keyifle ve merakınız uyanarak okunuyor.
İlginç yerlerin web siteleri veriliyor..

Özellikle Nelson Mandela Irkçı İngiliz rejimi tarafından hapse atılan ve yaşamının
26 yılını zindanlarda geçiren ama asla boyun eğmeyen efsane devrimci önder..
Irkçı Appertheid rejimi, nüfusun %20’si olmasına karşın yerli zencilere kuşaklar boyunca kan kusturdu. Asimile etti, Hırsitiyanlaştırdı, dillerini ve adlarını değiştirdi.. Fakat yerli halk, ANC (African National Congress) çatısı altında örgütlenerek özgürlük ve kurtuluş savaşı verdi kanı ve canı ile.. Güney Afrika’nın bitmez tükenmez kömürleri ve altın madenlerinde, üzerinde güneş batmayan imparatorluk
United Kingdom / British Empire
‘ın köleleri olarak çalıştırıldılar..
Günümüz İngiliz uygarlığının (!?) kurulmasını büyük ölçüde finanse ettiler..

Afrika_Kurtulus_Mucaeleleri

Prof. Türkkaya Ataöv‘ün
“Afrika Kurtuluş Mücadeleleri ni okumanın zamanıdır..

 

 

Sevgi ve saygı ile.
05.10.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

======================================

Neler gördün, onu anlat!..

Neler gördün, onu anlat!..

Mustafa Sönmez

mustafa.sonmez@yurtgazetesi.com.tr
04 Ekim 2013, YURT Gazetesi


CAPE TOWN

“Yediğin, içtiğin senin olsun; neler gördün, onu anlat” derlerdi, seyahatten dönenlere… Bu çılgın iletişim çağında hala yeri kaldı mı bu sözün, bilmiyorum.
Bir mobil telefonla, her şey görüntü olarak anında paylaşılıyor hemen. Ama seyahat bize sadece görüntü sunmuyor, görünenlerin arka yüzünü öğrenme, fotoğrafları sentezleyerek, toplumların öykülerini dinleme, niyetimiz varsa onlardan dersler çıkarma, deneyim devşirme, paylaşma şansını da veriyor aynı zamanda.

Bir seyahatten gezmiş, görmüş, yemiş, içmiş, eğlenmiş, alışveriş etmiş olarak dönebilirsiniz ama aynı zamanda, seyahat ettiğiniz yerin hikayesini dinlemiş, araştırmış, kendi öykünüzle, ülke sorunlarınızla bağlar kurup, ufuk açıcı sorularla yüklü olarak dönmüşseniz, daha kazançlı çıkmışsınız demektir, o serüvenden.

GÜNEY AFRİKA

On gün geçirdiğimiz Güney Afrika, hem doğasında, mutfağında, müziğinde,
geleneksel sanatlarında, her tür kültür ürününde hoşluklar görüp eğleneceğiniz;
hem de hikayesi hikayemize benzediği için, toplumsal yapısı ve tarihinden öğrenecek çok şey bulabileceğiniz bir büyük ülke.

Fikrimi sorarsanız; Türkiye’nin demokrasi, barış, eşitlik meselelerine çözüm arayışı olanların, özellikle G. Afrika’daki politik mücadele deneyimlerinden çıkarmaları gereken çok ders var. G. Afrika’nın da, Türkiye gibi çok kültürlü, çok kimlikli bir yapısı ve yıllarca bu kimlik ve kültür mücadelesini sürdürüp, sonunda 20 yıl önce gerçekleştirdiği iktidar değişimi ile aldığı bir yol; incelenmeye değer, sevabı, günahı ile bir bilançosu var.
Ülke deneyimleri üstüne yazıları okumak, onlardan dersler çıkarmak, birikimimizi artırmak elbette önemli. Ama yazılanlar, kayda alınanlar her zaman yeterli olmuyor. Çünkü kayıt altına alınmış kısım, hayatın bir bölümü ve hayat sürekli değişiyor,
kayda alınmış olanlar da güncelliğini kaybedebiliyor. Okunmuşların üstüne konulan gözlem tuğlaları, bizi daha zenginleştirebilir. Gözlem, birebir temas fırsatını bulma,
bu açıdan çok önemli.

POLİTİK TURİZM

Keşke politik turizm diye bir dal icat edilse ya da varsa da geliştirilse! Keşke, bazı turizm acentaları, mesela G. Afrika’ya politik gözlem ve araştırma-soruşturma, bilgi alışverişi yapma ağırlıklı programlar yapsa! Yirminci yılına hazırlanan ‘Siyahların İktidarı’, politik mücadelesinin tarihini yazma ve sergilemede epeyi yol alarak, altyapıyı sunuyor zaten.
Örneğin; Johannesburg yakınlarındaki Maropeng ören yerindeki daimi sergi, evrim teorisini konu alıyor ve onu görsel ögelerle olağanüstü sunuyor. AKP gericilerini hop oturtup hop kaldıracak bir evrim sunumu. Özellikle çocuklara ve gençlere hitap eden, öğretici ve eğlendirici bir UNESCO destekli proje. Keşke bizde de birileri benzerini yapsa… (maropeng.co.za’ya girin)

Freedom Park, bir başka politik proje (freedompark.co.za). Ezilen Siyahların ve
öteki halkların Beyaz ayrımcı iktidara, Apartheid’a karşı mücadelesinin 300 yıllık tarihi, belgelerle anlatılıyor. Bu uğurda hayatını kaybeden, işkence gören, hapis yatan, mücadeleye dünyanın dört bir yanından omuz veren isimler için tek tek plaketler çakılmış duvarlara…  Büyük bir kadirbilirlik, saygı sergileniyor.

Hemen yakınlarındaki, faşizmin tüm dünyada yükselişe geçtiği 1940’lı yıllarda yaptırılan ‘Voortrekker Monument’ ise, Apartheid rejiminin resmi tarihini sergiliyor (vortrekkermon.org.za). Siyahların iktidarı, bu ırkçı anıtlara hiç dokunmuyor;
bu mekanlar da izlenmeye açık. Böylece, toplumca kazanılmış derin hoşgörüyü de gözlemiş oluyorsunuz.

Johannesburg’un kuzeyinde yer alan Liliesleaf Müzesi ve eski çiftlik alanı, 1960’larda Mandela ve ANC’deki arkadaşlarının, komünist yoldaşlarının rejime karşı mücadeleyi yeraltından örgütledikleri mekan olarak, izleyiciye mükemmel bir biçimde belgeleri ve otantik objeleriyle sunuluyor; polisin operasyonları, tutuklamalar anlatılıyor (liliesleaf.co.za).

Cape Town’daki Robben Adası, başlı başına bir mücadele tarihinin sunum alanı (robben-island.org.za). Anti-sömürgeci ve anti-Apartheid görüşü ile, dost-düşman herkesin gönlünü fetheden, 1993’te Nobel Barış Ödülü’nü alan, ABD Başkanlığı Özgürlük Madalyası ve Sovyet Lenin Nişanı da dahil olmak üzere, 250’nin üzerinde ödüle layık görülen Mandela, G. Afrika’da ‘Ulusun Babası’ sayılıyor. Mandela ile arkadaşlarının mücadelesi, Robben Adası’nın yanında, Cape Town’da birçok müzede, kamusal alanda sergileniyor.

VE MAÇ…

Johannesburg’un varoşunda, tarihi büyük mücadelelerle dolu Soweto’ya yakın bir stadyumda, kupa finalini Orlando Pirate ile Kaizer Chiefs  oynadılar;  programımıza maç da dahil edlmişti.  Maçı güya izledik ama seyirciyi izlemekten, maçı izleyemedik. Formasız, renksiz, vuvuzelasız,  bir tek biz konuklar vardık sanırım. Doyasıya eğlenen, tadını çıkaran; bunu kadınlı-erkekli yapan; kavga etmeden, aynı tribünde kardeşçe oturarak, hatta bira içerek yapan bir seyirci vardı ve sanırım bu, ‘genç Afrika demokrasisi’nin yarattığı toplumdan bir kesitti… Hoşgörülü, barışçı, yoksul ama sabırlı, özgüven kazanmış bir toplum…

Bu ülke, bir değişim, dönüşüm heyecanını 20 yıl geçmiş olmasına karşın, hala yaşıyor ve karşısındakine de yaşatıyor.
Bu heyecanı görmek ve paylaşmak gerçekten önemli.

Gelir’in de yalan TÜİK; ‘Yoksul Sayıları’n da!..

Dostlar,

Bu sitede TÜİK’in artık aklı başında hemen hiç kimsenin itibar etmediği güvenilmez ve saygınlığı kalmayan bir kurum durumuna düştüğüne ilişkin sayısal irdelemelere dayalı epey yazı yazıldı. Nüfus artış hızını bile kendi verilerinden 4 işlem ile doğru hesaplayamayan bir Kurum için ne söylenebilir??

Ne bir özür, ne özeleştiri ne de yanlışları düzeltip yinelememe..

En son, “Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması – 2012” araştırmasını eleştirmiş ve
TÜİK’in sahibinin sesi bir propaganda kurumuna indirgendiğinden yakınmıştık.  (http://ahmetsaltik.net/2013/09/23/gelir-ve-yasam-kosullari-arastirmasi-2012/, 23.9.13)

Bir siyasal iktidarın ülkenin kurumlarını bu denli yıkıma uğratma hakkı var mıdır?
Hangi uygar ülkede örneği gösterilebilir ve hoş karşılanabilir?
İktidarlar gidici, kurumlar kalıcıdır; ülke insanlarının bu tür kurumların yayımlayacağı “güvenilir” verilere gereksinimi vardır önünü görebilmek, yatırım yapmak için vs.
Yabancıların da..

Ayrıca bu saçna sapan verilerle insanların hele uzmanların ve de yabancıların yanıltılabileceğini sanmak en hafifinden “illüzyon” olsa gerektir ve
bir ruhsal sayrılık durumudur..

Böylesi yozlaştırmalar ülkede çok gereksinilen istikrara katkı değil zarar verir.
TÜİK’in ne zaman, kaç yıl sonra yeniden saygınlık kazanacağı hesaplanabilir mi??

Söz konusu TÜİK raporunu YURT‘tan, lise arkadaşımız sevgili Mustafa Sönmez de yerden yere vurmakta.. Sayıların dili ile..

TÜİK’in bu tablodan soruımlu uzmanlarının hiç bilim namusu kalmadı mı?
Dürüstlük ve insan onuru gibi kavramlardan haberleri var mı?

Ya TÜİK’i ve uzmanlarını yalan makinesine dönüştüren iğrenç siyaset kurumuna
ne demeli?

Lanetlemeli..

Sevgi ve saygı ile.
27.8.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

===================================

Gelir’in de yalan TÜİK; ‘Yoksul Sayıları’n da!..

Gelir’in de yalan TÜİK, ‘Yoksul Sayıları’n da!..

Mustafa SÖNMEZ

TÜİK’in gelir dağılımı araştırmalarının bir türevi de yoksulluk araştırmaları.
Dünkü yazımda, TÜİK’in, paylaşılan gelirinin saptanmasında güvenilmez bir yöntem kullandığından bahsetmiştim. O güvenilmez veriler yoksulların sayısının, yoksulluk oranının saptanmasında da yanlışlara sevk ediyor ve kamuoyuna hem eksik ve yanlış yoksulluk bilgileri hem de eksik yoksullaşma oranları vermeye götürüyor.

Bakın; neler, nasıl eksik ve yanlış gösteriliyor, hem de yoksulluk gibi yakıcı bir konuda!

EKSİK GELİR, EKSİK YOKSUL

Hatırlamakta yarar var; TÜİK, gelir dağılımı araştırmalarını, deneklerin gelir beyanına göre yapıyor. Farklı sınıflar, ücretli, işveren, kendi hesabına çalışan hane reisleri hem esas işlerinden elde ettikleri gelirleri, hem de farklı gelir (kira, faiz vb.) türünden eve giren gelirleri beyan ediyorlar. TÜİK, bu örneklemden elde ettiği gelir dilimlerini ‘en yüksekten en düşüğe’ sıralıyor ve oradan, en ortadakine medyan (AS: ortanca) gelir diyor.
Mesela, TÜİK’in bulgularına bakarsak; bu, 2012 yılında kişi başına yıllık 9 bin liraya yakınmış. Yani: ayda 746 TL.

TÜİK, yaygın ‘yoksul saptama’ tanımına bağlı olarak, bu en ortadaki (medyan) gelirin %60’ının altını yoksulluk sınırı kabul ediyor. Örneğin 2012 için yoksulluk sınırı yıllık 5.373 TL, aylık olarak da 448 TL kabul ediliyor. Dolayısıyla, bu sınırın altında kalan nüfus yoksul nüfus sayılıyor ve toplam nüfusun ne kadarının yoksul olduğu sonucuna ulaşılıyor.
2012 için bu sayı 16,6 milyon ya da nüfusun % 22,6’sı imiş. 2006’daysa: 17 milyon ve o tarihteki nüfusun % 25’i imiş. Böylece, AKP iktidarının son 6 yılında yoksulluk oranının neredeyse 2,5 puan, yoksul sayısının da 500 bin azaldığını görmekteymişiz!..

Görüleceği gibi; bildirime (beyana) göre elde edilen gelirler, saklanan kazançlardan dolayı ‘eksik’ sıralanınca, medyan gelir de komik rakamlara gelmekte ve yoksul sayısı da,
ona göre, olduğundan az gösterilmektedir. Uzağa değil, 2012 yılına gidelim, Türkiye’nin en ortasındaki grubun gelirinin aylık 748 TL olması size makul geliyor mu? Asgari ücretin 800 TL’ye yakın olduğu koşullarda, nüfusun ağırlığı asgari ücretli gibi bir algı makul müdür? Sakatlık buradan başlıyor; bu gelirin %60’ını aldığınızda da, “yoksul” dediğin
aylık geliri 448 TL olan insan olarak tarif edilmiş oluyor. Sayı da tabii ki 16,6 milyon,
oran olarak da nüfusun ancak %23’e yakını bu tanıma girmiş oluyor.

YAŞAM KOŞULLARI

TÜİK’in gelir ve paylaşımı ile oradan hareketle yoksulluk sınırı ve yoksul sayıları ile ilgili verileri ciddi çapaklar, eksikler içerirken; deneklere yaşam koşulları ile ilgili sorduğu sorulardan gelen bulgular, bir başka Türkiye tasviri yapıyor. Anketi yanıtlayan ailelerin
% 40,6’sı konutunda ‘sızdıran çatı, nemli duvarlar, çürümüş pencere çerçevesi vb.’ sorunlar olduğunu bildirmiş. Demek ki, evlerin neredeyse yarısı bakımsız. %47’ye yakını, oturduğu konutta ‘izolasyondan dolayı ısınma sorunu’ yaşadıklarını bildirmiş.
Hanelerin önemli borç yükleri olduğu ortaya çıkıyor. %61,3’ü ‘hanesinin taksit ödemeleri ve borçları olduğunu’ belirtmiş. Hem de, konut kredisinden filan kaynaklanan borçlar değil bunlar.

Tatil yapabilecek kadar gelirleri var mı, Türkiye’deki hanelerin?

  • Hanelerin %86’ya yakını ‘evden uzakta, bir haftalık tatili’ ancak hayal edebiliyormuş.

Hanelerin %62’ye yakını ‘beklenmedik harcamalarını’ ve %79’a yakını ‘yıpranmış ve eskimiş mobilyalarını yenileme ihtiyacını’ ekonomik nedenlerle karşılayamadığını belirtmişler.

TÜİK anketinde, ciddi finansal sıkıntıyla karşı karşıya olan nüfusun oranını saptamak için belirlenmiş 9 madde var. “Ne sıklıkta et yiyorsunuz”dan “Ne sıklıkta giysi yeniliyorsunuz”a kadar çeşitli sorular… Bunlardan en az 4 tanesini karşılayamayan ya da yoksun olanlar “maddi yoksun” diye tanımlanıyorlar ve bunların 2011 yılında oranı %60,4 iken, 2012 yılında da çok değişmemiş %59,2 olarak hesaplanmış.

Bir de böyle yoksulluk tanımı var ve evet, maddi yoksun oranı % 60!..

AKP Türkiyesi’nin gerçek yüzü daha çok burada ortaya çıkıyor.

(http://www.yurtgazetesi.com.tr/gelirin-de-yalan-tuik-%E2%80%98yoksul-sayilarin-da-makale,5870.html, 25.9.13)

Mustafa Sönmez : ‘Dönüşüm’ maskeli kentsel yağma

Dostlar,

Kentsel dönüşüm ve TOKİ-AKP masalının, dayatmasının ipliğini pazara çıkaran bu denli ustalıklı bir yazı bu güne dek okumadım.

Van Atatürk Lisesinden arkadaşımız sevgili Mustafa Sönmez, biraz uzun ama tam bir irdeleme yapmış bu bağlamda.

Bu vahşetin bir an önce durdurulması ve ıslah edilerek zorba, yağmacı, ayrımcı, maskeli, anayasaya aykırı… gibi utandıran niteliklerinden arındırılarak yeni baştan yapılandırılması ivedilikle kaçınılmaz..

TBMM’deki muhalefet partilerine çok ağır sorumluluklar düşüyor bu TOKİ kuşatması bağlamında..

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 02.10.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=====================================================================

‘Dönüşüm’ maskeli kentsel yağma – Mustafa Sönmez

(Cumhuriyet, 01 Ekim 2012)

Tamamına yakını deprem kuşağında bir ülkemiz var. Sadece büyük depremini bekleyen İstanbul’da, konut stoku 4 milyonu aşıyor ama bunların yarısından fazlası depreme dayanıksız. Yeni yapılaşmalar planlı mı, yeterli mühendislik hizmeti alınarak mı yapılıyor, ruhsatlı, denetimli mi? Tabii ki çoğunlukla hayır. Bunlar yadsınamaz gerçekler… Olması gereken de belli. Ama ortada ne var? Ortada tam da AKP’ye uyan ikiyüzlü bir politika var. Bir yandan riskli yapıları yıkma, yerine sağlam yapılar yapma iddiası, ama bir yandan da yeni yapıların riske açık inşasına göz yumma ikiyüzlülüğü var. Afet riski gerekçe gösterilerek kent rantının sermaye birikimine payanda yapıldığı, “Hukuk Devleti” ilkesinin yerle bir edildiği bir gerçeklik var.

Bir kampanya ile başlatılacak ‘kentsel dönüşüm’ün özü, bu yağma. Ortada afet riskine karşı bir mekansal iyileştirme ihtiyacı varken AKP, birçok şeyde olduğu gibi, bu ihtiyacı kendi otoriter, kayırmacı, ayrıştırıcı, kullaştırıcı, yağmacı kimyasına uygun ele alıyor, örgütlüyor. Bundan da kendi değirmenine su taşımanın derdinde.

AKP rejimi, başta 17 Ağustos 2011 tarihli Kanun Hükmünde Kararname olmak üzere, yakın dönemde ilgili mevzuatta yapılan değişikliklerde, ısrarlı biçimde kendi anlayışını dayattı ve şimdi uygulamaya geçirmek istiyor. ‘5 Ekim’de 35 ilde 40 noktada toplam 6 bin küsur konut, birim ve işyerini yıkmaya başlayacağız” diyen yıkımın taşeronu Erdoğan Bayraktar, ‘ustası’ RTE’nin buyruğunu bir kampanya ile başlatıyor. Eski TOKİ Başkanı, “Kentsel dönüşüm”ün 20 yıllık bir program olduğunu söylüyor…

Yapı stokunun iyileştirilmesi iyi hoş, ama bunu AKP rejiminin eliyle yapılmak istenmesi, “AKP’vari” bir dönüşümü gündeme getiriyor..

‘Dönüşüm’ otoriter; çünkü yetkiler yeni kurulan TOKİ eski Başkanı’nın bakanlığı Çevre ve Şehircilik Bakanlığı üstünden Bakanlar Kurulu’nda, dolayısıyla RTE’de toplanıyor. Yerel yönetimler sınırsız biçimde Bakanlığın doğrudan vesayeti altına alındılar. Belediyelerin kentlerde tek başına “kentsel dönüşüm alanı” ilanı yetkisi tümüyle kaldırıldı. Herhangi bir bölgenin kentsel dönüşüm alanı olarak ilan edilmesi ancak “belediyenin talebi, Bakanlığın teklifi ve Bakanlar Kurulu`nun onayı” ile gerçekleşebilecek.

‘Dönüşüm’ yağmacı; çünkü yasayla, riskli alanlarda ve rezerv yapı alanlarında hazine mülkiyetindeki arsaların (askeri alanlar dahil) tümüyle Bakanlığa tahsis edilmesi düzenlendi. Bu alanların yerel yönetimlere ya da TOKİ`ye devredilebilmesi Bakanlığın kararına bırakıldı. Bu yağma sonucu, , kentsel sosyal ve teknik altyapı alanları için kullanılması gereken arsalar yağmacılara tahsis edilecek. Özellikle İstanbul’da artık kent merkezinde kalmış askeri alanlar, % 60`ından fazlası plansız ve kaçak yapılaşmış metropolün altyapı ihtiyacının karşılanması için kullanılacakken, AKP müteahhitlerinin sofrasına servis edilecek… Sadece bu da değil; rantı yükselen merkezi bölgelerindeki okul, hastane vb. kamu kurumlarına ait binaların, arsalarının, TOKİ ya da belediye aracılığıyla talan edilmesinin de önü açılıyor.Ayrıca , kıyılar, , tarım toprakları, zeytinlikler, meralar, ormanlar gözden çıkarılıyor, doğal, kentsel ve arkeolojik sit alanlarında olası bir talanın tüm engelleri kaldırılıyor.

‘Dönüşüm’ Anayasa’ya aykırı çünkü, riskli yapıların yanı sıra risk taşımayan yapılar, Bakanlığın belirleyeceği sınırların içinde kalmaları durumunda yıkılabilecek. Böylesi bir düzenleme, güvenli, risk taşımayan yapılarda oturan, “benim yapım risk taşımıyor, güvendeyim” düşüncesine sahip olan kişilerin hukuksal güvencelerini, barınma haklarını, konut dokunulmazlığını, belirsizlik taşıyan “uygulama bütünlüğü” kavramı ardına gizlenerek, ortadan kaldıran yanlarıyla Anayasaya aykırı. Riskli yapı olduğu iddia edilen yapılara ilişkin yargıya başvurma hakkı kısıtlandı. Bu da Anayasanın Hak Arama Hürriyeti ile ilgili 36. maddesine aykırı. Yapılan uygulamalara karşı yargıya başvurma hakkının tebliğ tarihinden başlayarak 30 güne indirilmesi, 60 gün olan yargıya başvurma hakkının 30 gün ile sınırlandırılması ve bu davalarda yürütmeyi durdurma kararı verilemeyeceğine ilişkin düzenlemeler, Anayasanın Hak Arama Hürriyetine ilişkin 36. maddesine açıkça aykırı.

‘Dönüşüm’ zorba; çünkü riskli olarak belirlenen yapıların yanı sıra, riskli alanlardaki yapıların tamamında, yapılara elektrik, su ve doğalgaz hizmetlerinin verilmeyeck, verilen hizmetler durdurulacak. Amaç, bu yapıların kısa süre içinde terk edilmesini ve bölgenin zorunlu tasfiyesini sağlamak.Bu düzenleme, barınma hakkını güvence altına alacak kararlarla desteklenmez ise kabul edilemez bir nitelikte.

‘Dönüşüm’ ayrımcı; çünkü, “Anlaşma ile tahliye edilen yapıların maliklerine veya kiracılarına geçici konut veya işyeri tahsisi veya kira yardımı yapılabilir” biçimindeki düzenleme, “yapılabilir” gibi belirsizlik içeren muğlak tanımlamaları nedeniyle barınma hakkının yitirilmesine neden olabilecek. Diğer yandan düzenleme, “anlaşma ile tahliye edilen” tanımlamasıyla, anlaşmayı kabul etmeyenler açısından, geniş kesimlerin barınma hakkından yoksun kalmasına neden olabilecek.

‘Dönüşüm’ kayırmacı; çünkü Kamu İhale Kanunu`nu devre dışı bırakan düzenlemeler, iktidar yandaşı şirketleri kayırma imkanı getirecek, pastadan pay almak için şirketler, kullaşmaya, yandaşlığa mecbur tutulacak,

‘Dönüşüm’yoksullaştırıcı; çünkü, sosyal donatı ve altyapı maliyetlerinin konutları yıktırılanlara ödetilmesi, yoksul kesimlerin borç yükünü ağırlaştıracak,

Özetle, dönüşüm maskeli kent yağması, kamu varlıklarını hoyratça kullanarak, iç pazarın daralması, kuruması karşısında can derdine düşen sermayeye kent rantını can suyu olarak kullanmayı hedefliyor. Riskli, hatta riskli olmayan yapı sahipleri, maliyetlere ortak edilecek, zorla borçlandırılacak ve ayak uymaya zorlanacak, tehdit-minnet duyguları içinde kullaştırılacaklar. AKP, bu süreç üstünden de oy avcılığı peşinde, rejimini tahkim etmede barınma hakkını da istismar etme çabasında.

AKP’yi Dibe Çeken 5 Alan, 5 Bakan

Mustafa Sönmez

AKP’yi Dibe Çeken 5 Alan, 5 Bakan
(http://mustafasonmez.net, 5.9.12)

Hızla zaviye kaybeden AKP rejiminin kimyasını bozan 5 temel sorun alanından söz etmek mümkün. Haliyle, bu sorun alanının sorumlusu 5 bakan için de inişin baş aktörleri ifadesini kullanmak yanlış olmayacaktır. Muhalefetin etkin mücadelesi ile ivme kazanabilecek AKP’nin inişinde öne çıkan alanları ve sorumluları şöyle sıralanabilir:

1- Dışişleri ve Davutoğlu: AKP rejiminin en çok kan kaybettiği alanı dış politika oluşturuyor. “Komşularla sıfır sorun” sloganıyla ortaya çıkıp bütün komşularla sorunlu hale gelen Türkiye, özellikle Suriye meselesini bir “iç mesele” durumuna sokarak
ayağına da kurşun sıktı. Bu sorunlu alanın baş aktörü Davutoğlu’nun, uluslararası toplumu Suriye’de tampon bölgeler kurmaya zorlama ve Şam rejimini bu yolla devirme stratejisi, geçen perşembe New York’taki BM toplantısında çöktü. Türkiye’nin tampon bölge talebi kabul ve destek görmedi. Sayılarının kısa sürede 200 bini bulması muhtemel sığınmacılarla Türkiye baş başa kalacak. Sığınmacı sayısı Türkiye’nin taşıma haddini aşınca bunlar, bir yandan kamu bütçesine büyük yük oluşturacak, gelenleri almama halinde Davutoğlu diplomasisinin “insani kılıf”ı da patlayacaktır. Ortadoğu’da değişim dalgasını yönetmeye, bölgesel düzenin öncüsü olmaya cüret etmiş bu Bakan ne ihtiyatlı davranmayı bildi, ne nüans, ne ölçü tanıdı… Zücaciye dükkânına girmiş fil gibi… AKP’ye maliyeti az buz değil. Topluma çıkardığı fatura ise kabarık; Daha da kördüğüm olmuş bir Kürt sorunu, Şiilerin düşmanlığı, içeride tırmanmış bir Alevi-Sünni gerilimi…

2- İçişleri ve İNŞ: AKP rejimini aşağı çeken ikinci sorun alanı İçişleri ve onun ünlü bakanı İNŞ yani İdris Naim Şahin. Her demeci büyük gaflarla dolu olan İçişleri Bakanı, özellikle Kürt sorununa artan “güvenlikçi yaklaşım”la iç siyaseti ve bakanlığını
mızrak başı yaptı. Hakkâri’deki ilginç gövde gösterisi halkın tepkisi ile karşılaşınca kent merkezi karıştı. Çatışma çıkınca Şahin bir dükkâna sığındı. Hakkâri ziyaretini eleştiren köşe yazarlarını da tehdit etti. Köşe yazarları için

“Ağzına tıkarım o yazıları senin” diyen Şahin,

gazetecilere, “Siz nerede askerlik yaptınız? Yaptınız mı? Yaptıysanız nerede yaptınız? Siz namlunun ucundan hiç baktınız mı? Karşıdaki namlu size hiç doğrultuldu mu?
Allah aşkına bilmeden mi yapıyorsunuz, yoksa korkarak mı yapıyorsunuz?” dedi.

Gaziantep’te yaşanan saldırının ardından BDP il ve ilçe başkanlıklarına yönelen saldırılara İNŞ, şu sözlerle arka çıktı:

“Gaziantep’te olay anını müteakip sıcak saatlerde, halkımızın bir tepkisi ortaya çıktı. Bunlar terör örgütüne, onun eylemlerine duruş açısından beklediğimiz, hatta doğru bulduğumuz tepkilerdir, duyarlılığın ifadesidir.”

İNŞ’yi tarihe geçirecek en önemli olay biber gazı ile ilgili ifadesi. Gaz bombasının tamamen doğal bitkilerden imal edildiğini, bir zararı olmadığını ve biber gazı nedeniyle herhangi bir ölüm yaşanmadığını iddia etti. İNŞ’ye kendi partilileri bile tahammül edemiyor.

3- Eğitim ve Ömer Dinçer: AKP rejminin eline ayağına dolanan 4+4+4 laiklik karşıtı
eğitim projesi, rejimi ve bakanı Ömer Dinçer’i fena sıkıştırıyor. Dinçer, bir kargaşa olduğunu kabul ediyor ve ekliyor; “Kargaşa var ama bu bizim yaptıklarımızla ilgili değil. Kargaşa var ama ciddi problem yok. Kargaşayı bizim ne yaptığımızı anlamayan sözde eğitim uzmanları çıkarıyor. Normal vatandaşlarımızın çoğu bizi destekliyor. Biz istemiyoruz ama vatandaş 60 aylık çocuğunu bile okula göndermekten yana. Eleştirilerin bir kısmı PKK kaynaklı. Çocuklarımızı erken yaşta okula alıp Türkçe öğreteceğiz, onları hayata hazırlayacağız. ‘Rapor dahi almayın’ diyenler PKK yanlıları. Bunu önlemek istiyorlar. Bir de laikçi kesim de bu reformdan rahatsız oluyor”. Eğitimdeki fiyasko, muhalefeti yükseltiyor.

4-Sağlık ve Recep Akdağ: Sağlıkta Dönüşüm adıyla başlatılan sağlığın piyasalaşması, ticarileşmesi, özelleşmesi sürecinde, başta yolunda gider gibi görünen, hatta AKP’ye umulmadık oyları taşıyan her şey, tersine döndü. Halka daha kolay ve ucuz sağlık hizmetine erişme iddiasıyla çıkılan yolda, doktor ve yardımcı sağlık personelinin iş yükü ağırlaştırılıp esnekleşme ile hakları budanırken SGK, bütçeden sürekli kaynak çeken bir kurum durumuna düşürüldü. Özel hastanelerce hortumlanan kamu kaynakları bütçe açıklarını büyütünce Sağlıkta Dönüşüm’ün de sonuna gelindi. Şimdi enkaz nasıl toparlanır, bunun arayışı hâkim. Hastalar daha çok “cepten öde” emrivakisi ile karşı karşıya kalıyorlar. SGK’nin açıkları büyüdükçe büyüyor. Özel hastanecilikte de küçük balık, büyüklere yem olmaya devam ediyor. Bütün bunlar artan ölçüde tepkilere neden oluyor.

5-Dış ticaret ve Zafer Çağlayan: Ekonomide tekne, en çok ihracat tarafından su almaya başladı. AB’nin ihracattaki payı % 34’ün altına düştü. Bu kayıp, Ortadoğu ve BDT pazarlarından ise kolay kolay telafi edilemiyor. İhracatçı, izlenen düşük kur politikasından, ihracatçının kullandığı kredilerin faizlerinin yüksekliğinden,
ithalatın yıkıcı etkisinden şikâyetçi ve Zafer Çağlayan’ı, içi boş demeçler verip,
yerli yersiz efelenip ortalıkta yalancı pehlivan gibi dolanıp gün öldürmekle eleştiriyor. İran’dan yapılan enerji ithalatının ödemesini, altınla Halkbank’a yaptıran Çağlayan’ın bunu altın ihracatı olarak göstermekte ısrar etmesi ise bütün dış ticaret ve büyüme verilerini kirleterek dışarıya karşı Türkiye’yi şaibeli bir ülke durumuna sokuyor.
***

Bildiğimiz RTE, bu sorunlu beş alanının aktörleri bakanlarını bir kabine değişikliği ile harcar mı? Kan değişimine, onunla birlikte politika değişikliğine gider mi?
Kolay değil. Çünkü bu kendisini inkâr ve temel politikalarının iflasını ikrardan başka bir anlam taşımaz. Bu 5 sorunlu alan ve bakanlarının tasfiyesi, AKP’nin çöküşünün
ilanı demektir. Ancak başlayan bu geri sayışın da dönüşü kolay değil.