Etiket arşivi: Dr. Ahmet SALTIK – Mülkiyeliler Birliği Üyesi

FELÂKETİN EŞİĞİ

FELÂKETİN EŞİĞİ

Ahmet Kılıçaslan AYTAR
ahmetkilicaslanaytar@gmail.com

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)
Trump yönetimi, Suriye Hükümeti’ni yasadışı bir saldırıyla tehdit ediyor. 
ABD, Suriye’nin kuzeybatısındaki İdlib’e düzenlenen saldırılarda kimyasal silah kullanılması durumunda, Devlet Başkanı Beşar Esad rejimini üçüncü kez vuracağını bildiriyor. Pazartesi günü Ulusal Güvenlik Danışmanı J. Bolton, bugüne dek yapılan en açık uyarıda bulundu. Yeni bir kimyasal silah kullanımı olursa yanıtımız daha da güçlü olacaktır.” dedi.
*
ABD’nin  sürekli Suriye hükümetini vurmak ve tehdit etmek zorunda kalması; önceki saldırılarının etkisiz olduğunu, şimdi yapılacak  olası bir saldırının daha büyük ölçekli olacağını, ancak daha iyi bir sonuç için bir garantinin de olmayışı  anlamına geliyor. Üstelik bu durumda ABD’nin  Suriye, İran ve Rusya ile pazarlık ettiğinden daha maliyetli bir çatışmaya girme riskinin artacağından şüphe yoktur…
*
Ne ki, bugün İdlib hem Suriye muhalefetinin son büyük kalesi yani Esad’ın zaferini ilan edeceği yer, hem de sorunları daha da karmaşıklaştıran ülke içinde yerinden olmuş kişilerin ve dünyadaki mültecilerin en yüksek yoğunlukta olduğu alanlardan biridir. Bu yüzden İdlib, yakın tarihte rejim güçleri tarafından ele geçirilen diğer bölgelerden farklı olarak, tüm büyük güçlerin çatışan çıkarlarını birbirine harmanlıyorBu da her güce ait hisseyi önemli ölçüde yükseltiyor…
*
Mesela İdlib’te Suriye – Rusya başarısı, İran’ın Suriye’de yenilmesi anlamına gelecektir. Aynı zamanda İdlib’e düzenlenen hava bombardımanı sonrasında İdlib’in denetimini ele geçirmek için Rus-Suriye-İran saldırısı Hizbullah savaşçılarını da ön plana çıkaracaktır. Nitekim Lübnanlı Şii Hizbullah savaşçıları yeniden İdlib ve Hama’ya dönmeye başlamışlardır… 
Bu durum İsrail’in, Ağustos’ta ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı J. Bolton ile Kudüs’te Başbakan B. Netanyahu’nun; Suriye’deki İran askeri varlığını yok etmek için belirledikleri askeri stratejiye bağladığı umutlarını yükseltiyor!
*
İdlib’deki hisseler o kadar yüksektir ki;
Son iki haftada ABD ve Rusya, Suriye ve Basra Körfezi sularının karşısında Doğu Akdeniz’de büyük çaplı deniz ve hava kuvvetlerini topladılar.
Çin, Rusya’nın deniz tatbikatında yer aldı. İngiliz ve Fransız kuvvetleri, Suriye’de olası bir ABD askeri harekâtına destek olarak çağrıldılar.
*
Rusya ise ABD, İngiltere ve Fransa’yı, İdlib saldırısında yer alan İran ve Suriye güçleri üzerindeki herhangi bir saldırıları halinde, Doğu ve kuzey Suriye’deki Amerikan yanlısı hedefleri vurmakla tehdit etti.
Gerilim çok yükseldi…
*
7 Eylül’de Tahran’da İran Cumhurbaşkanı H. Rouhani, Rusya Devlet Başkanı V. Putin ve Erdoğan, İdlib’te İslamcı teröristleri bastırmak ve Suriye Savaşını son erdirmek üzere bir zirvedeydiler. İdlib bölgesinde terörü sonlandırmak üzere işbirliği yapılması kararlaştırıldı. Ancak İdlib bölgesinin kurtarılmasının Suriye krizinin sona ermesine yapacağı etki;
Terörist grupların asli destekçileri olmakla birlikte terörle mücadele iddiası taşıyan bazı tarafların da sesinin yükselmesine neden oldu… (AS: Türkiye bunlardan biri ve başlıcası mı acaba!?)
*
8 Eylül’de ABD Genelkurmay Başkanı Org. J. Dunford, Başkan  D. Trump’a Suriye’deki operasyonel planlar hakkında bilgi verdi.. Irak; İran’ın Suriye’ye, Lübnan’a ve  Akdeniz’e açılan kara köprüsündeki hayati bağlantı olarak ortaya çıkmıştı! Öncelikle Irak’ta genel seçimler Mayıs ayında gerçekleşmesine rağmen, çoğunluğu sağlayamayan partiler, eski başbakan Haydar Abadi ile geçici bir  koalisyon hükümeti kurma konusunda başarısız olmuşlardı. O yüzden Irak hükümet yokluğunda huzursuzdu… 
*
Nitekim İran; Irak’ta kendi Şii din adamlarından gelen bir darbe ile karşılaştı… Irak’ın petrol zengini kenti Basra’da, Zikar, Babil, Meysan, Divaniyye, Necef’te ve başkent Bağdat’ta, binlerce Şii yaşam koşullarının iyileştirilmesi, su ve elektrik hizmetlerindeki aksaklıkları, işsizlik ve devlet dairelerindeki yolsuzlukları, bunlardan sorumlu tuttukları İran’ın Irak siyasetine olan etkisini protesto ettiler. İran Konsolosluğuna ateş açtılar, limana girdiler, sokaklarda Şii ve karşıtı Şii milisler ile güvenlik güçleri  çatışıyordu..  5 gün süren çatışmalarda en az 11 kişi öldü…
*
İran ve Rus liderleri İdlib operasyonunu hızlı bir şekilde sonlandırmayı ve Suriye Savaşına son vermeyi umarlarken, aniden Irak’ta bir iç savaş ihtimaliyle karşı karşıya kaldılar… Ekonomik yaptırımlarla bunalmış İran, bu durum karşısında afalladı. Çünkü Irak ile ilgili hedefleri tehdit ediliyordu!
Rusya ise Suriye’deki planlarında ciddi bir gerileme ile karşı karşıya idi…
*
Yoksa Suriye savaşını sona erdirmek üzere İdlib operasyonuna oynayan,
böylece İran’ın Suriye’deki yerini sağlamlaştırırken, İran üzerinden Irak’ ta üsler kurmanın adımını atmayı düşünen Rusya; şimdi Irak’ın İran karşıtı Şii şiddete yönelmesiyle Suriye politikasının temel dayanaklarından birini kaybetmeye mi yazıyordu? Üstelik bu Şii eksen ile ABD ve İsrail’in şimdi daha çok işbirliği yapacakları, Sünni eksen arasındaki güç dengesini tümden değiştirebilir. Dolayısıyla İdlib operasyonunun kaderinde dahi çok önemli bir rol oynayabilirdi…
*
Olaylar geliştikçe ABD, İngiltere, Fransa ve İsrail; İdlib’te Rusya, İran ve Suriye saldırılarına karşı Türkiye’nin İdlib’teki ilerleyişine onay verir bir pozisyon aldılar. Zaten Türkiye, Tahran Zirvesinde kararını açıklamıştı.
Buna göre Türkiye, İdlib’de güvenlik garantileri olmazsa ya askeri müdahalesini tırmandıracak ya da Suriye yönetiminin geleceğini şekillendirmeye katılımını sona erdirecektir. Bu Türkiye’nin Rusya’yı, “Ya Suriye’deki Türk çıkarlarına saygı göster ya da Astana görüşmelerindeki dost Ankara’yı düşman olarak değerlendir.” gibi zor bir tercihle karşı karşıya bırakması anlamına geliyor…
*
Nitekim Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, “Rusya, İran, ABD, Fransa ve İngiltere’nin yanı sıra Suriye’deki partnerlerimizle çalışmaya hazırız” diyor.. Hiç şaşırtıcı değildir! Türkiye, ABD müttefiki ve NATO üyesidir; Suriye’deki son direniş bölgelerini savunmaktan vazgeçerse Esad, Rusya ve İran son kalanlar olacaktır! Aksi durum Türkiye’nin Suriye, Rusya ve İran ile çatışması demektir…
*
Türkiye, I. Dünya Savaşı’ndan sonra kaderini karara bağlayan uluslararası antlaşmaların yalnızca bir adım uzağında bulunuyor. Türk Halkının buna asla izin vermemesi gerekiyor. Doğrusu Suriye’den çıkmaktır…
===================================

Dostlar,

Sitemiz okuyucularının rahatlıkla ayırdedebileceği gibi, son günlerde İdlib sorununu özellikle işlemekteyiz. Uluslararası ilişkiler bakımından gerçekten karmaşık bir sorundur. Türk Dışişlerinin AKP = Erdoğan tarafından hoyratça ‘monşer‘ olarak nitelenip dışlanmayan ehil kadrolarına bırakılsaydı bu batağa Türkiye sürüklenmezdi. Acımızı büyüten, artık en küçük hata bile yapılmaması gereken çok nazik bir aşamaya gelinmişken, 7 Eylül Tahran doruğunda basına açık tartışmalarda Erdoğan’ın yapmayı sürdürdüğü ciddi yanlışlar, ısrarlardır.

Açıkçası aklımıza, bu bölgede kurgulanabilecek ‘kontrollü’ bir sıcak çatışma ile Türkiye’de ağır ekonomik yangının gündemden düşürülmesine çalışılabileceği gelmektedir ne yazık ki. Çünkü AKP siyaseti sabıkalıdır; 15 Temmuz için ‘Allahın lütfu’ denip ülkede rejim Saltanata dönüştürülmedi mi! O olayda önceden haber alındı ve önlem de alınarak oyunun oynanmasına izin verildi ve FETÖ derdest edildi.. Ya İdlib’te! Öyle kurguladığı gibi ‘kontrollü’ kalmayabilir ve sıcak çatışma büyüyerek Türkiye kendisini bir de savaşın içinde bulabilir. İşte o zaman yıkımdır!

Makalenin yazarı Sn. Aytar’ın son tümcesi son derece uyarıcıdır. Biz de yineleyerek bağlayalım :

  • Türkiye, I. Dünya Savaşı’ndan sonra kaderini karara bağlayan uluslararası antlaşmaların yalnızca bir adım uzağında bulunuyor. 
  • Türk Halkının buna asla izin vermemesi gerekiyor.
  • Doğrusu Suriye’den çıkmaktır…

Dikkat buyurulsun; ilk saptama Mondros ve Sevr Anlaşmasına gönderme yapmaktadır adını vermeden.. Bu 2 Anlaşma’nın Osmanlı’yı nasıl işgal ve parçalama ile bitirdiği herhalde belleklerdedir..

Sürüklendiğimiz yer felaketin eşiğidir, dolayısıyla bir kez daha uyaralım :

  • AKP = Erdoğan, Suriye’de ateşle oynamayı derhal bırakmaya, tarihsel olarak zo-run-lu-dur!

Sevgi ve saygı ile. 11 Eylül 2018, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

6  ? * “

Ankara Tabip Odası’ndan Şarbon Paneli

Ankara Tabip Odası’ndan Şarbon Paneli


Bizim de üyesi olduğumuz Ankara Tabip Odası / Halk Sağlığı Komisyonu‘nun etkinliği önemli.. Ağırbaşlılıkla, bilimsel sorumlulukla ve yetkin uzmanlarınca tartışılacak.

  • Ne yazık ki siyasal iktidar Anayasa ve yasalardan kaynaklanan halkın sağlığını koruma görevini yerine getirmiyor / getiremiyor.. Anayasa md. 56 ile 5. madde ve İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi md. 25 en başta olmak üzere..

Birçok nedeni var ama sonuç ciddi ve ağır..

  • Türkiye’de gıda güvencesi ve güvenliği de ne yazık ki kalmadı.

16 yıllık tek parti iktidarı, Türkiye’yi her bakımdan perişan etti..

Kamu kurumları görevlerini yap(a)madıkları gibi, halkın doğru bilgi alma hakkını bile engelliyor hatta yanıltıyor!

Basın özgürlüğü de ciddi ve sıkı sansür altında; haber alamıyoruz!

Bunlar suçtur.. İnsan haklarına aykırıdır.. Giderek örtük faşizmin açık faşizme dönüşmesidir ki, bu da ayrıca Anayasayı ihlal suçudur. (TCK md. 309)

Geriye, nefes alabileceğimiz namuslu – bilimsel meslek örgütleri kalıyor. İyi kötü Anayasa md. 135 üzerinden ayrı ayrı yasaları sayesinde..

Bu kurumları kollamak boynumuzun borcu..

Ankara dışında olmasa idik mutlaka katılırdık bu önemli toplantıya.

Emek veren ve vereceklere teşekkür ederiz..

Şarbon ile ilgili güvenilir tıbbi bilgiler başlıca 2 kaynakta :

1. WHO / DSÖ, Dünya Sağlık Örgütü
2. CDC, ABD

Bağımsız – özerk bilimsel kurumların vazgeçilmez önemi bir kez daha görülüyor sanırız..

AKP = Erdoğan hepsini bilerek ve isteyerek sistematik olarak yok etti, parlamentolu – anayasalı bir HÜKÜMDARLIK kurdu.. Hatta Hanedan.. Devletin Hazine ve Maliyesi damada emanet.. Oğul Bilal, hiçbir yasal konumu olmadan uluslararası resmi toplantılarda babasıyla aynı masada.. Hem suç hem çok utandırıcı.. Türkiye dünyaya rezil oluyor..

21. yy’da sürdürülebilir mi; kuramsal olarak HAYIR!
Ama pratikte, gittiği yere dek kâr sayılıyor..
16 yıl az mı?? Her köşe başında imam eğitimi almış kamu görevlileri..
Liyakat tu kaka, mutlak sadakat temel koşul..

  • Ülke talan edildi ve ekonomik – demokratik – hukuksal – ahlaki… çöküntüye sürüklendi.. 

Yaşanan somut sorunların, örtülmeye çalışılan ŞARBON salgını da elbette dahil, temel / kök nedeni bu olgudur.

  • Neo-liberal vahşi piyasa kapitalizmi; serbest piyasa dini!

Salt bilimsel – teknik savaşım yetmez, örgütlü politik savaşım zorunludur ve belirleyici olan da budur!

Halkı, yaşadıkları somut gerçekler üzerinden, olguları ilişkilendirerek aydınlatmak koşuldur.

Sevgi ve saygı ile. 11 Eylül 2018, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

95. YILINDA CHP NEREDE?

95. YILINDA CHP NEREDE?

Konuk yazar : Suay Karaman

(AS: Bizim kısa katkımız yazının altındadır..)

Kendi yaptığı sivil darbe ile ülkeyi keyfi olarak yöneten siyasal iktidar, 95 yıllık Cumhuriyet dönemimizdeki en büyük ekonomik ve politik krizi (AS: bunalımı) yaşamamıza neden olmuştur. Döviz fiyatları ve enflasyon sürekli artarken, toplum her geçen gün daha da yoksullaşmaktadır. Türk Telekom’da yapılan soygunun yanı sıra, Halkbank’ın gece yarısı döviz fiyatını indirerek ucuz döviz satıp, birilerinin zenginleşmesini sağlaması da üzerinde çok durulmadan geçiştirilmiştir.

Laik eğitimin terk edildiği ülkemizde, Diyanet İşleri Başkanı’nın, Kuran kursuna giden 4-6 yaş arasındaki çocuk sayısının 3 binden, 150 bine çıkmasıyla övünmesi karşısında da sessizliğimiz sürmektedir. Anayasa ve demokrasinin rafa kaldırıldığı ülkemizde Ege Denizi’ndeki ada ve kayalıklarımızın Yunanistan tarafından işgal edilmesine bile aldırış etmeyen siyasal iktidar ile karanlık bir süreçten geçmekteyiz. Her kurumda ve kuruluştaki yanlış ve yandaş yönetim sonucu ülkemizin getirildiği durum iç açıcı değildir. Şimdi şarbon hastalığının ortaya çıkması karşısında bile duyarsız kalan siyasal iktidar, sahte kabadayılık yaparak gündemi değiştirmek arzusundadır. Demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerine dinamit konulmaktadır ve ne acıdır ki topluma bunları anlatacak, çıkış yolu gösterecek muhalefet bile yoktur.

Siyasal iktidarın bu kötü gidişini ana muhalefet partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin görmesi ve gerekli önlemleri alması beklenirdi. Çünkü Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nden, Ulusal Kurtuluş Savaşından doğan, tam bağımsızlık ve emperyalizm karşıtlığını benimseyen, Atatürk’ün eşsiz ilkeleri ve devrimleriyle yoğrulan, o muhteşem (AS: görkemli) Altı Ok ile parlayan, dünyada ilk ve tek “devlet kuran” partidir. Bu büyük partimizle, Atatürk’ün öncülüğünde 1923 – 1938 yıllarında her alanda büyük kalkınma hamleleri (AS: atılımları) başlatan ülkemiz, Atatürk‘ün ölümüyle hem Partide, hem de ülkede yanlış rotalara savrulmuştur.

Bugün CHP yöneticileri ve milletvekilleri suskunluk içinde olan biteni seyretmekte, arada sırada cılız çıkışlarla muhalefet görevini yaptıklarını sanmaktadırlar. “Laiklik tehlikede değildir” ve “yargıda cemaatçi yapılanma var diyemem” sözleri bile CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu hakkında fikir vermektedir. Cumhuriyet rejimini değiştiren halk oylamasında “mühürsüz oyların geçerli sayılması” kararını veren Yüksek Seçim Kurulu önüne gidemeyen, bu hukuksuzluğa tepki veremeyen bir muhalefet partisi ‘yok’ hükmündedir. Kıbrıs’ta barışın değil Türklere komplonun mimarı olan “Annan Planı”nı hazırlayan Birleşmiş Milletler eski Genel Sekreteri Kofi Annan için “Kıbrıs barışı için verdiği mücadele dolayısıyla hep saygıyla hatırlayacağız” diyen Kılıçdaroğlu’nun hangi projelere aracılık ettiği bellidir. “Ekmek için Ekmeleddin” sloganıyla yola çıkanların, Kofi Annan’ı saygıyla anması da proje gereğidir.

Çağdaş demokrasilerde genel başkanların ulusal davalara ve kendi partisinin programına uygun bir tavır (AS: tutum) içinde olmaları esastır. Aksi yönde tavır alanların genel başkanlık görevinden ayrılmaları gerekir. Girdiği tüm seçimleri yitiren ve partinin oyunu %22 düzeyine getiren genel başkan, olağanüstü kurultay istemlerini de görmezden gelmiştir. Parti yönetiminde yapılan değişiklik ile “CHP kapatılmalı, vakıf halini almalıdır. CHP, sosyal demokrat bir parti değildir. Sosyal demokrasinin önündeki en büyük engeldir ve bu yüzden kapatılmalıdır.” diyenleri, partinin iki numaralı yetkilisi yapmasıyla, kirli emelleri ortaya koymaktadır.

Gerçi Kılıçdaroğlu’nun karşısındaki İnce rakip, cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde topluma coşku verip, seçim sonrasında kaygı veren, kuşku uyandıran, birikimsiz bir siyasetçidir. Genel başkanlık için benzer adaylar da çıkacaktır ama Kemalist ilke ve devrimleri özümsemeyenler kesinlikle CHP’ye yönetici olamaz, olmamalıdır.

Ülkemizin ekonomik ve siyasal olarak çöktüğü bugünlerde CHP bunu kullanarak AKP Genel Başkanı’nı zor durumda bırakmak yerine, iç çekişmelerle ekmeğine yağ sürmektedir. AKP Genel Başkanını neredeyse krizden güçlendirip, dünyaya kafa tutan biri olması yolunda gizliden gizliye desteklemektedir. Bu yapılanlar CHP’yi bitirme hareketidir ve işbirlikçilik yolunda atılan adımlardır. Oysa CHP yöneticileri, tüm yanlış uygulamaların peşinde halkla birlikte alanlarda, sokaklarda, çarşıda, tarlalarda, Telekom ile Halkbank’ın önünde olmalıdır; hesap sormalıdır.

9 Eylül’de 95. kuruluş gününü kutladığımız CHP, Altı Ok’u savunarak Türkiye’yi aydınlık yarınlara taşıyacak olan tek partidir. Bugün içinde bulunduğu tüm ideolojik tutarsızlıklarından ve yanlış kişierin yönetimlerde olmasından en kısa sürede arınması için, Atatürk’ün partisini, Atatürkçü parti yapmak üzere tüm gerçek Kemalistlerin bir araya gelmesi zorunluluktur.

  • Ülkemizin sorunlarını çözecek ve toplumu kucaklayacak Kemalist bir CHP’ye gereksinim vardır.

Yurtseverlik, 9 Eylül 1922 günü emperyalistleri İzmir’den denize döken büyük kurtarıcımız Atatürk’e yaraşır olmak demektir.

Vatanseverlik, 9 Eylül 1923’te eşsiz liderimiz Atatürk’ün kurduğu CHP’yi yeniden O’nun yolunda Atatürkçü parti yapmaktır, ülkemizi aydınlığa çıkarmaktır.

Bunun için Kurtuluş ve Kuruluş felsefesine geri dönmekten başka çaremiz yoktur.
=================================
Dostlar,

Katıldığımız ve katılmadığımız yanlarıyla, sevgili dostumuz, katıksız – içten Kemalist Suay Karaman’ın yazısını paylaşıyoruz.

Dileriz CHP ve ülkemiz için yararlı sonuçlar çıkarılır.

Başka CHP yok! Üstüne titreyişimiz bundan..

Sevgi ve saygı ile. 11 Eylül 2018, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

SEKA gerçeği, yıllar eskitemeden

SEKA gerçeği, yıllar eskitemeden

Erinç Yeldan
Cumhuriyet, 05.09.2018
(AS: Bizim çok kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Cumhuriyet Türkiye’sinin öncü sanayi kuruluşlarından biri olan SEKA İzmit İşletmesi’nin, Özelleştirme Yüksek Kurulu’nun 8 Kasım 2004 tarihli kararı ile bir oldu-bittiye getirilerek ve gerekçesiz olarak kapatılmasına, fabrikanın arazisinin ise belediyeye tahsis edilmesine karar verildi. Ülkemizde ilk modern kâğıt üretimini gerçekleştiren ve bir yandan geniş bir kâğıt ürünleri deseni ile katma değer üreten, diğer yandan da bünyesinde eğittiği ustabaşı, teknisyen ve çıraklar ile bir beşeri sermaye eğitim merkezi konumunda olan bu teknoloji devinin kapatılması ulusal kâğıt sanayiine (AS: sanayisine) vurulan ağır bir darbeydi. 
2005’te SEKA Kocaeli fabrikasının da kapatılmasıyla birlikte Türkiye, gazete ve kitap kâğıdının % 100’üne yakınını ithal eder duruma geldi. Dolayısıyla, şu anda yaşanan dövizdeki artışın ilk vurduğu sektörlerden biri de basın yayın sektörü oldu.
***

Türkiye 2001 yılına, IMF’nin seminer odalarında hazırladığı ve “ödemeler dengesine parasalcı yaklaşım” fantezilerine dayalı bir istikrar programı ile girmişti. Söz konusu programın 2001 Şubat’ında başarısızlığa uğramasının ardından, önce “hizmet veremeyecek” konumuna sürüklenmiş olan batık bankaların devlet iç borçlanma senetleriyle kurtarılması, daha sonra da aynı yılın temmuz ayında “takas operasyonu” ile bankaların tuttuğu iç borçlanma senetlerinin dövize çevrilmesi sayesinde bilançolarındaki döviz açıklarının devlet eliyle düzeltilmesi yoluna gidilmişti. 
Söz konusu politikalar, “finansal sistemin sağlığı açısından gerekli” diye ilan edilerek, her türlü alternatif arayışı yasaklandı ve “IMF giderse kriz gelir” şantajı ile karşılandı.

  • Türkiye’nin sanayisizleştirilmesini ve sosyal devletin tasfiyesini“finansal sistemin sağlığı” açısından gerekli gören bu program doğrultusunda hazırlanan kamu bütçesi ve yatırım programlarının önceliği sadece ve sadece borç faizi ödenmesine indirgendi. 

SEKA’nın kapatılması kararı, Türkiye’yi uluslararası işbölümü içinde düşük katma değerli, emek yoğun teknolojiler üretmekle görevli bir ucuz işgücü deposuna dönüştürmeyi hedefleyen ve ülkemizi bir ucuz ithalat ve finansal spekülasyon cenneti olarak gören neo-liberal projenin bir uzantısıdır.

Daha somut bir ifadeyle, bu karar

– Türkiye’nin sanayisizleştirilmesini;
– sosyal devletin etkinsizleştirilerek tasfiyesini ve
– temel kamu hizmetlerini özel sermayenin kâr güdüsü altında ticari bir metaya dönüştürerek,
– ülkemizi ulusal ve uluslararası sermayenin sömürüsüne açmayı hedefleyen

neo-liberal projenin açık bir uygulamasıdır.

***
SEKA kâğıt fabrikasının kapatılması sürecini değerlendirirken 26 Ocak 2005 tarihli “SEKA Gerçeği” başlıklı yazımda şu satırları yazmışım:

“Ülkemizde özel sektör işletmeleri ile SEKA’nın yatırımları ve ürün niteliklerifarklıdır. Kâğıdın hammaddesi olan selüloz entegre olarak sadece SEKA tesislerinde üretilmektedir. Selüloz, büyük sermaye yatırımları gerektiren ve dünya piyasalarında yoğun bir rekabetin hüküm sürdüğü bir ürün olduğu için özel sektör tarafından bu alana yatırım yapılmamaktadır. Oysa SEKA geniş bir hammadde çeşitlemesi yapmış durumdadır.” 
“Dolayısıyla, uluslararası kâğıt tekellerinin fiyatlama politikalarına karşı ulusal bir savunma (AS: işlevi) gören SEKA’nın kapatılması ile oluşacak olan açıklar özel sektör tarafından kapatılamayacak ve sektörün dış hammadde bağımlılığı artacaktır. Bu koşullarda ithal kâğıt ürünleri ile baş edemeyecek olan özel sektör üreticileri de ya üretimden çekilecekler ya da yabancı tekellerin taşeronluğuna soyunacaklardır.” 

Dolayısıyla 2018’de ulaştığımız bu durum yalnızca yerel sermayenin el değiştirmesiyle ilgili değil; aynı zamanda basın yayın özgürlüğünün de susturulması, kısıtlanması, çok sesli demokrasinin, katılımcı demokrasinin maddi olanaklarının çökertilmesi anlamına gelmekteydi. 
Bu ibret verici öykünün devamını yakından yaşıyoruz: yerli ve milli sanayilerin korunması, dış mihraklar, ekonomik saldırı, vs. vs…
===================================

Dostlar,

SEKA’yı özelleştirenler, bu kurumu sattıkları yandaş yerli – yabancı sermaye sahiplerinin sektörden çekileceğini ve kağıt ve ürünlerinin üretiminin Türkiye’de duracağını, dışalıma (ithalata) bağımlılaşacağımızı, paramız değer yitirdikçe kağıt kullanımına dayalı kitap – dergi.. gibi ürünlerin fiyatının, alım gücünü aşacak biçimde yükseleceğini.. kültür yaşamının böylelikle kısırlaştırılacağını… öngörememiş olabilirler mi ? Bunun için zeka fukarası olmak gerekir. Yerli – yabacı Danışmanlar / yönlendiriciler de dahil.. Bu olası gözükmediğine göre, tersi geçerlidir. Birtakım sonraki aşamalar öngörülmüş ve kurgulanmıştır. Bu durumda da bu eylemin adı VATANA İHANETTİR!

Günümüzde büyük sermayenin güdümündeki basın ile finansman kaynağı karışık, CIA’e ve örtülü ödeneğe dek uzanan medya bu kurgulu baskıdan etkilenmemektedir. Tersine, yurtsever – karşıt (muhalif) basının beli kırılmaktadır. Oyun büyüktür, çoook büyüktür.
*****
Sn. Prof. Yeldan İzmit SEKA’nın özelleştirilmesini = talanını yazmış kısaca..
Biz bir de Balıkesir SEKA’nın vahşi, haramice peş keşini aktaralım da bunları yapanları halkımız bir iyice tanısın oy vermeden önce; ölümcül gaflet uykusundan uyansın!
==========================

Gazete kağıdı üretecek kuvvet hazır!

AYDINLIK, 30.08.2018, FÜSUN İKİKARDEŞ

Eski SEKA çalışanı: Altyapımız, suyumuz, elektriğimiz, insan gücümüz hâlâ var. Yeni makineler gelsin, üç aylık eğitim yeter, üretim başlar

SEKA’nın 1800 dönüm arazi üzerine kurulu Balıkesir tesisleri, haraç mezat satılıp kapısına
kilit vurulduğu 23 Haziran 2003 tarihinde, İrfan Barış fabrikanın kumanda odasında çalışıyordu. Fabrikaya 21 yıl 7 ay emek vermişti, gazete kağıdı bobinlerinin mamul halde matbaalara gönderme işini yapanlardandı. Barış, dev tesisi marifetlerinden ekonomiye katkısını, üç paraya satılışından 15 yıldır üretim dışında kalmasına kadar her yönüyle bilen bir SEKA’lı olarak dedi ki;

“Makinelerimiz eski, ama yeni makineler gelsin, üç aylık bir eğitim verilsin gazete kağıdı üretimi başlar…” Basının şu an yaşadığı krize üç ay vade tanıyan İrfan Barış’ın çarpıcı anlatımları, üretim ekonomisinin ne kadar yakıcı bir ihtiyaç olduğunu bir kez daha açığa çıkardı.

ÜLKEYE DÖVİZ KAZANDIRIYORDU

İrfan Barış’tan öncelikle fabrikayı anlatmasını rica ettik…

Balıkesir Kağıt Fabrikasında yalnızca gazete kağıdı üretiyorduk, bir de Giresun Aksu vardı.
‘Zarar ediyor’ bahanesi, bizde de geçerliydi, bu gerekçeyle satıldık. Türkiye’nin gazete kağıdı ihtiyacı yıllık 450-500 bin ton dolayındaydı, biz %25’ini karşılıyorduk. Biz 48 gram kağıt üretiyorduk, rekabet koşulları içinde 43 gram kağıt kullanılıyordu, İngiltere’de kağıt 40-41 grama kadar iniyordu. Yeni fabrika, eski teknoloji! Yeni makineler, yeni teknoloji için ne yazık ki yatırım yapılmadı. Selüloz da Dalaman’dan geliyordu, ama bizi besleyecek miktarda değildi, eksiği Kanada’dan geliyordu. Bizim yüzde yüz kerestemiz, insanımız, suyumuz, elektriğimiz vardı. Ne olursa olsun, Mustafa Kemal’in, Mehmet Ali Kağıtçı’nın yaptığı bir devrimdi. Öyle veya böyle 1936’da kurulmuş bir fabrika. SEKA Kağıt fabrikası Balıkesir, gerçekten iyi bir fabrikaydı, yaklaşık işçi-memur 1300 kişi çalışıyordu. En son kapatıldığında 500 – 600 kişi kalmıştı. 2000’li yıllarda, Türkiye’ye ekonomik katkısı 56 milyon dolardı. Dışardan kağıt ithali için bu kadar dövizi kurtarmış oluyordu. Yılda 170 bin ton gazete kağıdı üretiyorduk. Türk işçisi, mühendisi, esnafı kazanıyordu. Salt fabrikanın çalışanı değil, yan kolları da var. Nakliyecisi, esnafı, ticaret yapan çevreler var. Gerçekten büyük ve güzel bir fabrikaydı.”

SATIŞIN HAZİN ÖYKÜSÜ

Söz, SEKA’nın satış günlerine gelince o anlattı, biz içten içe ağladık

“Fabrika binaları dışında 200’ün üstünde lojmanı vardı. Okulu, kreşi, yemekhaneleri,
sosyal tesisleri, depoların içindeki mamüller, her şey gitti. Devasa fabrikaydı.
Her siyasal görüşten insan vardı, sağcısı da solcusu da fabrikasına sahip çıkıyordu.

51 milyon $ paha biçilen tesis, 1 milyon 100 bin dolara Albayrak’lara satıldı...

İstanbul’da dört lüks daire fiyatına denkti. Düşünün, ylnızca lojmanların her biri 10 bin liradan içerdeki çalışan vatandaşa satılsaydı, 2 milyon 50 bin lira devletin kasasına girecekti. Satılırdı da. Çünkü işçilere 30 biner lira kıdem tazminatı ödendi, hepsi alabilirdi. Balıkesir’in Avrupasıydı SEKA.

  • Mahkeme kararlarıyla satışlar iptal edildi (AS: Bursa İdare Mahkemesi satışı ital etti),
    ancak özel bir yasayla Özelleştirme İdaresi tekrar onlara teslim etti.”

FABRİKA BİNALARI YERİNDE

Gazete kağıdı üretimi için o gün eskimiş olan teknoloji, bugün daha da geri kaldı.
Ancak, satış koşullarına göre 2 yıl içinde üretime geçmesi gereken alıcı firma, bugüne dek
ne yeni makine aldı, ne de kağıt üretimine geçti
.

İrfan Barış, son 15 yılda iki kez ad değiştiren alıcı firmanın faaliyetlerine ilişkin de şu bilgileri paylaştı:

“Yeni bir fabrika inşaatı yapıldığını görüyoruz, her yıl ‘bu yıl üretime geçti geçecek’ diyorlar,
ama üretim başlamadı. Kağıt üretimi için 2019 yılı planlanıyor, ama gazete kağıdı değil.
Oluklu mukavva veya karton üretimi yapılacağı söyleniyor. Eski fabrikaların binaları duruyor,
ama işlevini yitirdi. Bugün gazete kağıdı üretim kararı çıksa, o gün bıraktığımız makinelerle olmaz. 15 yıl önceki işçileri toparlasınlar, yeni makinelerle 3-5 aylık bir eğitim versinler, bittiği yerden devam eder. Bazı arkadaşlar dede oldu, ama yine de yaparlar. Fabrikanın % 20 enerjisini sağlayan elektrik tribünümüz vardı, kullanılır durumdaydı ve bakım yapılarak teslim ettik.
O gün 170 bin ton üretiyorduk, bugünkü teknolojiyle 250 bin tona çıkar.”

CHP Milletvekili Kazım Arslan, kağıt sıkıntısına ilişkin dün yazılı açıklama yaptı.
Kağıt sorununun eğitimden basına her alanı etkilediğine dikkat çeken Arslan şunları söyledi:

“Hesapsızca ve plansız bir şekilde SEKA’yı özelleştirenler, bugün ülkeyi kağıtsız bıraktı, basını da zora soktu. Olmazsa olmazı kağıdı bulamayan, bulsa da fahiş fiyatla maliyeti katlanan yayıncımız, üstelik ağır vergi yükleri altında ezilmektedir. Kağıt fiyatı fırlarken seyre dalanlar, kitaptaki yüksek vergiyi peşin peşin toplamaktadır. Çok acı ama bayramda maliyetler yükseldiği için basılamayan gazeteyi gördü Türkiye… Şimdi Eylül ayında, hazır kitabını matbaaya veremeyen binlerce yayıncıyla, yazarla karşı karşıyayız. Okul ve okuma sezonu açılıyor ama kitap yok. Okul ve okur var ama kağıt yok. Dersler başlayacak ama kağıt karaborsalık olmuş,
gerçekleri yazan gazetecilik ise hapis ile kağıt tehdidi arasına sıkıştırılmış.”

‘KUR FARKINI DEVLET KARŞILAMALI’

Önlem alınmaması halinde darboğazın aşılamayacağını belirten Arslan şu görüşleri paylaştı:

“Dövizin kağıt fiyatlarını fırlattığı bu dönemde Bakanlık seyirci kalamaz. Acilen tüm yayınlarda istisnasız olarak KDV %8’den 1’e indirilmeli, ithal kağıt yerine yeniden yerli kağıt üretimi için
Devlet öncü olmalı, bu çileye ve pahalılığa çözüm bulmalıdır. Benzindeki zamları pompa fiyatına yansıtmamak için uygulanan ÖTV modeli, bir süreliğine farklı vergileri düşürerek ve kur farkının bir bölümünü devletin karşılaması sağlanarak kağıtta da derhal uygulamaya sokulmalıdır.“

Türkiye’nin SEKA ile yaşadığı büyük tecrübe yeniden hatırlanmalı, hatalı özelleştirmenin sonucu olan bu kağıt bağımlığı yerine yerli kağıt üretimi devlet – özel sektör eliyle birlikte sağlanmalıdır.

“Matbaa gider kalemindeki tüm işlemlerde vergiler en çok % 8 olarak sabitlenmelidir.
Günümüzde pek çok üniversite ve kurum kütüphanesi artık bütçelerinin büyük bölümünü
kitap – dergi veritabanlarına harcamaktadır. e-kitapta verginin %8 olacağı açıktır fakat veritabanlarının durumu belirsizdir. Bunlar da e-kitap gibi % 1-8 arasında vergilendirilmelidir.
Ülke genelindeki kitap – gazete dağıtımının tekelleşmesinin önüne geçilerek yerel dağıtımcı ve yayıncı korunmalı, mali nedenlerle kimsenin basmaya cesaret edemediği butik yayıncıların
önemli yayın hizmetleri özel teşvik kapsamına alınmalı, kitap dağıtımında uluslararası tekellerin egemenlik kurma girişimine karşı yerli internet dağıtım firmalarının markalaşmasına dönük teşvikler sağlanmalıdır.”
=========================================

İşte neo-liberalizm, serbest piyasa denen sefil talan düzeninin içyüzüne ilişkin 2 örnek..
Halkçı – devrimci bir siyasal iktidar tüm bu hatalı satışların iptal edileceğini, yeniden devletleştirme – millileştirme yapılacağını halka gümbür gümbür duyurmalıdır..

Bu 2 örnek dışında ülkemizin 80 yıllık birikimini AKP iktidarı yaklaşık 60-68 milyar $ haraç – mezat bedelle yerli – yabancı yandaşlara sattı.. Bu politika ve bu AKP yerli ve milli olabilir mi?

Zerrece düşünen ve sorgulayan AKP’ye oy veren kardeşlerimiz ne düşünür acaba??

Sevgi ve saygı ile. 10 Eylül 2018, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

6  ? * “

Dolar Dünya Parası Olarak Kalmaya Devam Edebilir mi?

KENDİME YAZILAR

Dolar Dünya Parası Olarak Kalmaya Devam Edebilir mi?

Dr. Mahfi EĞİLMEZ
07.09.2018

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Dolar nasıl dünya parası oldu başlıklı yazımda bunun başlıca üç nedeni olduğunu vurgulamıştım:
(1) Doların en uzun süreyle altın karşılığı basılan para olması.
(2) Petrol ve altın gibi çok önemli iki malın Dolarla fiyatlandırılıyor olması.
(3) ABD’nin dünyanın en büyük ekonomisi olmasının da etkisiyle dünya ticaretinde ve dünya finans siteminde en yüksek paya sahip olması.

1971 yazından bu yana Doların, tıpkı diğer kâğıt paralar gibi hiçbir karşılığı bulunmuyor. Doların 1971’e kadar altın karşılığı basılmış olmasının yarattığı itibari etki de artık eskisi kadar güçlü değil. Bunun nedenlerinden birisi de küresel krizde ABD Merkez Bankası Fed’in dünyayı Dolara boğmuş olması. (AS: 2008 bunalımında ABD karşılıksız olarak 6 Tr $ para bastı şirketlerini kurtardı! küresel gelirin 1/10’u!) ve Bu şekilde piyasaya sürülen Dolarlar, ABD’de pek piyasaya çıkmadı, daha çok bankaların kasalarında kaldı ama dünyaya dağılan bölümü özellikle gelişmekte olan ekonomilerde ciddi enflasyonist etki yarattı. Doların bu şekilde kullanılması, ABD içinde olmasa bile dışında, Dolar konusundaki tartışmaları artırdı.

Bu itibar kaybına karşın petrol ve altın, Dolarla değerlendirilmeye devam ediyor. ABD’nin, bunu devam ettirebilmek için Körfezde dolaylı egemenliğini sürdürmesi gerekiyor. Amerikan yönetimlerinin bu bölgede sürekli düşmanlar yaratması, onlarla çatışmaya girmesi, müttefikleri yanında tutmaya çabalaması, Ortadoğuya yönelik Yeşil Kuşak ve Büyük Ortadoğu Projesi gibi projeler geliştirmesinin altında bu yatıyor. Bölgede yarın öbür gün ABD’nin etkisinden uzaklaşacak gelişmeler yaşanırsa işler değişebilir.

Dolar, dünya parası düzeyine çıkarken ABD dünyanın en güçlü ekonomisiydi ve dünya ticaretinde ve finans sisteminde bir numaralı ekonomiydi. Bugün o konumda mı? Bunu inceleyelim :

ABD Çin Japonya Almanya
GSYH 1 2 3 4
GSYH, SAGP 2 1 3 5
İhracat 2 1 4 3
Uluslararası Rezervler 4 1 2 11

Tablo bize ABD’nin hala dünyada önemli bir yere sahip olduğunu, buna karşılık özellikle Çin’den gelen bir meydan okumayla gücünün eski düzeyinde olmadığını gösteriyor. Öte yandan artık Doların karşısında giderek güçlenen bir Euro var. Henüz o kadar güçlü olmasa da Yuan da aynı yolda ilerliyor.

Belçikalı iktisatçı Robert Triffin, 1960 yılında ortaya koyduğu hipotezinde, cari açık veren ABD’nin, bu açığı kapatmak için Dolar basacağını ve insanların, ABD hazine kasalarındaki altının bu kadar Doların karşılığını vermeye yetmeyeceğini düşüneceğini, bunun da Dolara duyulan güveni düşüreceğini öne sürmüştü. Cari açığı kapatmak üzere Dolar basmakla Dolara güven sağlamak arasında oluşan bu çelişki Triffin Çelişkisi adıyla anılıyor. Triffin bu değerlendirmeyi yaptığında Dolar hala altın karşılığında basılıyordu. 1971’de Doların altın karşılığı kalkınca işler biraz değişti. FED, küresel krizle birlikte uyguladığı parasal genişleme (QE) politikası sonucunda, piyasalara milyarlarca Dolar dağıttı. Bu dönemde bir yandan ABD cari açığı düşerken (2006 yılında GSYH’nın % 6’sından 2015 yılında GSYH’nın %2,5’ine düştü) bir yandan da Dolar, rezerv para olarak itibarını artırdı (6 önemli paraya karşı oluşturulmuş bulunan Dolar Endeksi 2006’da 90 iken bugünlerde 95 düzeyinde bulunuyor). Bir başka ifadeyle Doların bollaşması hem ABD cari açığını düşürdü hem de Doların itibarını yükseltti. Özetle Triffin Çelişkisi değil, tam tersine pozitif bir ilişki ortaya çıktı. Buna karşılık bunun sonsuza dek böyle gideceğini söylemek elbette mümkün değil.

Bütün bunlar bize Doların, geçmişe göre itibar kaybına uğrasa bile, bugünden yarına dünya parası pozisyonunu kolay kolay kaybetmeyeceğini gösteriyor. Doların dünyadaki yerini yitirmesinin ne kadar sürede olacağını ABD belirleyecek. ABD’nin özellikle Trump sonrasında başlayan ciddi itibar kaybı ekonomisine de itibar kaybettiriyor. ABD, kendi önderliğinde gelişen uluslararası serbest ticaret sistemini kendisi terk etmeye ve yeni korumacılık denilen ithal ikameci politikalara dönmeye uğraşıyor. Böylece kapitalizmin liderliğini de yavaş yavaş yitiriyor. ABD ekonomide, uluslararası ilişkilerde ve dünya liderliğinde ne kadar hızlı gerilerse Dolar da o kadar hızlı zemin kaybedecek. Trump’ın bu gerilemeye 2 yıllık katkısı, Bretton Woods sisteminin çöküşünden bu yana yapılmış en büyük katkı gibi görünüyor.

================================

Dostlar,

Mülkiyeli dostumuz Sn. Dr. Eğilmez’e bu nitelikli irdelemesi için teşekkür ederiz…
Metin içinde not düştük, gözden kaçmasın dileriz :

  • 2007-8 ekonomik bunalımında ABD karşılıksız olarak 6 Tr $ para bastı, şirketlerini ve bankalarını kurtardı! Bu rakam o dönem küresel gelirin 1/10’u düzeyinde! 

    Senyoraj hakkı ABD için muazzam bir olanak ve silah.. Ancak doğasındaki adaletsizlik yetmezmişçesine, ABD tarafından orantısız biçimde kötüye kullanılarak dünya ekonomisinden istikrarsızlıklara, enflasyona, yoksullaştırmaya yol açıyor. Bu tutum, Doların küresel finansman aracı olarak egemenliğini hem sorgulatıp zayıflatıyor hem de saltanatını kısaltıyor  Nitekim Avro / Euro tipik bir meydan okuma ve ABD buna engel olamadı.. İngiltere ve Pound / Sterling ayrı bir antite..Yuan yükselişte ve çılgın – çılgınlaşan “Trump ekolü“ hem uzun ömürlü gözükmüyor hem de yeterince etkili (effektif)..  Birkaç yıl içinde “Trump parantezi“ nin kapanması sonrası ABD’nin gerilemesi, öbür koşullar sabit kalırsa (ceteris paribus) hızlanarak sürecek gibi görünüyor..

Nitekim Türkiye ve bölgesel Avrasya ülkeleri, başkaları da “kliring“ (takas) yöntemini ya da yerel paralarla dış ticaret oylumunu (hacmını) büyütmeye çabalıyor.

Unutulmasın; Irak lideri Saddam, petrolünü Dolar dışında paralarla satma kararını açıkladıktan hemen sonra, birdenbire “diktatör, şeytan…“ ilan edilmiş ve çok kanlı bir iç savaş – işgal operasyonu ile birkaç ay içinde indirilerek idam edilmişti.

Ancak bunlar “Dolar imparatorluğunun eceli“ ne çare değil; biraz daha geciktirici, hepsi o denli..

1871’lerde Amerikan halkından başta altın olmak üzere değerli metaller – mücevherler FED’e emanet istenerek karşılığında “Bank note“ denilen kağıt senetler verilmişti. Dolar, karşılığında ne denli altın – gümüş… varsa o denli basılarak değeri korunacak ve ülkede enflasyon olmayacaktı..

Yaklaşık 100 (yüz) yıl sonra gelinen yer, temel sözleşmenin tek yanı olarak FED tarafından yürürlükten kaldırılmasıdır (feshidir). Acaba Amerikan halkı bu bağlamda ne düşünmekte?

Aklımıza “Elitlerin Yükselişi ve Çöküşü“ kuramının yazarı Vilfredo Pareto (19. yy) ve O’nun 20. yy. sonunda yineleyicisi – anımsatıcısı olarak “Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri“ kitabı ile Paul Kennedy geliyor.. 2 yazar – 2 tez arasında da nedense 100 yıl dolayında bir döngüsellik (periyodisite) var, salt rastlantı olsa gerek (!).

   vilfredo pareto the rise and fall of the elites ile ilgili görsel sonucu

Bir de, İngiltere “Ağalığı“ ABD’ye devredeli, 1945’ten bu yana yüz yıla yaklaşıyoruz galiba..

Sevgi ve saygı ile. 08 Eylül 2018, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Oyunlar Kıbrıs üzerine

Oyunlar Kıbrıs üzerine

Şezlong operasyonu!… YURDAGÜL ATUN

Prof. Dr. (İnş. Müh.), Dr. (Ulus. İliş.) Ata ATUN
Dekan, Kıbrıs İlim Üniversitesi
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata@ataatun.com veya  ataatun@gmail.com
http://www.ataatun.org   Facebook: AtaAtun1

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Latince güzel bir dil.
Roma İmparatorluğunun ve tüm Avrupa’nın bir dönem dinsel, devlet, hukuk ve yazım dili olarak Latinceyi kullanmış olması boşuna değil. Neredeyse tüm Batı Avrupa dillerinin atası Latince.
Uluslararası İlişkilerde benim en çok hoşuma giden tanımlama “Divide et impera” cümlesi. “Böl ve Yönet” manasında. Romalılardan kalan bir yönetim tarzı mirası. Daha beş yaşında iken bu terimi rahmetlik babamdan duymuştum. Babam bazen “İngiliz, Kıbrıs adasını rahatlıkla yönetmek için ‘Böl ve yönet’ sistemini kullanıyor. Osmanlı bunu hiç yapmamıştı, azınlıkları birbirine hiç düşürerek menfaat sağlamak yoluna hiç gitmemişti.” derdi.

Çocuk kafam bu cümlede bir hinlik olduğunu seziyordu ama tam olarak babamın ne demek istediğini pek anlayamıyordum. Babamın bahsettiği azınlıklardan bir tanesinin komşumuz Rumlar, diğerinin de biz Türkler olduğunu hiç anlayamamıştım belirli bir yaşa gelinceye kadar.

Benim favorim olan “Divide et impera” cümlesindeki sihirli kelime “impera”.
“İmpera” Yönetmek manasında.
“İmperatore”, Yönetici veya Komutan manasında.
“İmperiosis” ise Emperyalist veya Yayılmacı manasında.

Her üç kelime de günümüzde halen yoğun bir şekilde kullanılıyor, özellikle de “Kıbrıs adasının egemenliği” konusunda güncel durumda ve uygulamada.

Türk milleti olarak yaşadığımız son ekonomik krizin Türkiye’den toprak koparmak amaçlı olduğunu algılıyorum içten içten. Koparılmak istenen toprakların arasında Kıbrıs adası da var. İçine itildiğimiz kriz sanki de yapay.

Türk Lirasının düşmesi ile birlikte Kıbrıs’ta aramızda bulunan Rumların, Avrupa Birliğinin ve ABD’nin paralı görevlileri, siz buna “ajanları” da diyebilirsiniz, hemen organize olup “Tek çözüm Rumlarla birleşip Federasyon kurmak ve AB’ye katılmak”  yaygarasına başladılar. Bazı köşe yazarları ve yazılı basın ile onlarca internet sitesi de bu yaygaraya hemen çanak tutmaya başladı. Aralarında “daha çok çalışalım, daha çok üretelim, halkın sırtına yapışmış ve haksız yere maaş çeken sülükleri söküp atalım” diyeni yok maalesef.

Grekofiller ve AB kuyrukçuları için gün doğdu gerçekten.

Kıbrıs adasının 1878 yılında Osmanlı Devleti tarafından İngilizlere kiralanmasından beri yanımızda olan ve her sıkıntımızda bize destek vermiş olan, özgürlüğümüzü, egemenliğimizi ve devletimizi borçlu olduğumuz Türkiye’mizi ve KKTC’yi alabildiğince kötülemeye, Rumları ve AB’yi de yüceltmeye başladılar. Oynanan oyun bana göre açık ve net.

Nihai hedef, Kıbrıs adasının kuzey topraklarından Türkiye’yi söküp atmak, garantileri kaldırmak, Türk Silahlı Kuvvetlerini gerisin geriye Türkiye’ye göndermek ve adanın tümü üzerinde Protokol 10’u uygulayarak Kıbrıs adasının tümünü AB topraklarına katmak (İmperiosis). Ada çevresindeki doğalgaz’ın ve petrolün tüm kullanım haklarını Güney Kıbrıs Rum Yönetimine (GKRY) bıraktırarak doğalgaz ve petrol üzerinde yönetici (imperatore) olmak.

Bu nihai sonuca ulaşmak için atılacak ilk adım ise “divide et impera” yani “Kıbrıslı Türkleri böl ve yönet” uygulaması. Bu hedef doğrultusunda, içinde bulunduğumuz yapay ekonomik kriz bahane edilerek Kıbrıslı Türklerin beyinlerine ve kalplerine uzun yıllardır yaratmaya çalıştıkları “Türkiye düşmanlığı”nı iyice yerleştirmek ve Kıbrıslı Türkleri,

1- “Rumlarla Federasyon kurmak isteyenler,
2- AB’ye katılmak isteyenler,
3- Türkiye’yi istemeyenler ve
4- Türkiye’yi isteyenler

olarak en az 4 parçaya bölmek ve parçalamak için çalışmalar başlatılmış durumda. Aramızdaki Grekofiller ve AB ile ABD sempatizanları (ajanları) dört elle göreve sarıldılar ve Kıbrıslı Türkleri bölmek uygulamasını başlattılar. Bölme aşaması tamamlandıktan ve kamplar belli olduktan sonrası çok daha kolay olacak. Para uğruna her işi yapmaya hazır olan kişiler devreye sokularak KKTC’de planlı bir kaos yaratılacak ve kaostan çıkış olarak da GKRY egemenliğinin KKTC topraklarını kapsaması yani Rumların egemenliğini kabul etmek ve AB’ye katılım gösterilecek….

Yıllardır devlerle aşık atıyoruz. Yolumuz uzun ve işimiz zor. Allah yardımcımız olsun…
================================
Dostlar,

Bunca sorun arasında kimi kez asıl / temel sorunlar geri düzleme itilmeye çalışılır. Siyasetin cilvelerinden biridir.. Örneğin AKP’nin 16 yıldır sürdüregeldiği akıl ve bilim dışı yağma – talan – borç – beton… ekonomisi ülkemizi çok ağır bir bunalıma sürükledi. Bu bunalımın yapay olduğu kanısında değiliz, Sn. Atun’dan burada ayrılıyoruz.. Ancak bu çok ağır ekonomik bunalımın türevleri de olacaktır; başta dış politikada yaşamsal ödünler koparmak olmak üzere.. Kıbrıs bunların başında belki de.. Ege’deki 18 ada belki de bu ağır ekonomik bunalıma feda edildi, edilmek isteniyor??! Bir başkası Güneydoğu’da ayrılıkçı yapılanmayı zorlama..

Şarbon faciası halkın dikkatini ekonomik çökertme = yoksullaştırma operasyonundan bir parça uzaklaştırabildi mi bilemiyoruz..

Öte yandan İdlib sorunu son derece ciddi – ağır gelişmelere gebe bir çatalkazıktır. İki gün önce Tahran’daki 3’lü doruk AKP = Erdoğan açısından tam bir fiyasko..
(Lütfen tıklayınız :
– http://ahmetsaltik.net/2018/09/08/erdoganin-dis-politikasi-da-coktu/ 
– http://ahmetsaltik.net/2018/09/08/efendileri-de-bir-anlasa/

Kıbrıs politikaları hakkında gerçek bir yurtsever uzman olan Sn. Ahmet Göksan’ın uyarıcı yazısına da sitemizde yer verdik (http://ahmetsaltik.net/2018/09/06/baska-kapiya/). Sn. Prof. Atun’un çok net uyarısı pekiştirici oldu..

Bu sitede elimizden geldiğince ülkemizin sorunlarına ışık tutmaya çabalıyoruz. Sn. Prof. Atun’un temel kariyeri İnşaat Mühendisiği alanında.. Profesörlük derecesine erişmiş bu alanda. Ancak yetin(e)meyip, Ada’lı olmanın da zorlamasıyla belki, uluslararası ilişkiler alanında da uzmanlaşarak Doktora derecesi almış. Mühendislik matematiği ile Uluslararası ilişkiler dinamiklerini kfasında sentezleme çabasında. Nitekim bu son yazı bu bağlamda çok başarılı.

Biz de naçizane, Tıp kariyerimizin, ömrümüzü verdiğimiz Halk (Toplum) Sağlığı / Koruyucu Hekimlik emeklerimizin üzerine son yıllarda “Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi“ lisans eğitimimizi ekledik ülkemizin ve dünyanın sayılı bilim kurumlarından olan Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi – Mülkiye‘de.. Ayrıca Sağlık Hukuku alanında tezli yüksek lisans çalışması da yaptık.. Önceleri, ülkemizin tıp – sağlık alanı dışında sorunlarına değindiğimizde alaysımalı (ironik) eleştiriler – saldırılar alıyorduk. SBF – Mülkiye diplomamız bu hücumlara kalkan oldu epey.. Sağlık Hukuku uzmanlık derecemizi, halkımızın sağlık haklarını tıp alanına ek olarak hukuksal düzlemde de desteklemek için aldık.

Bilim terbiyemiz bize, yeter – güvenilir – geçerli bilimsel kanıta dayalı olmaksızın konuşma – yazma izni vermiyor. Merhum yiğit Uğur Mumcu‘nun altın öğüdü de kulaklarımızda yankılanıyor :

  • Bilgi sahibi olunmadan fikir sahibi olunmaz!

Kaldı ki, biz hiç dik duran “dolu“ başak görmedik..
Doldukça boynunuzu büken bir tevazu terbiyesi gereği..
Ya tersinden söylemek uygunsa; başaklar boş iken dik, doldukça eğiliyor..

Sitemizin daha çok okunması, daha geniş kitlelere ulaşması tek dileğimizdir.

Tıp dışı makalelerimizin sayısı 700’ü buldu.. Koşullar elverirse “artık“ kitaplaştıracağız son çeyrek yüzyıla tanıklığımızı..

Mustafa Kemal Paşa‘nın yiğit orduları 96 yıl önce bu saatlerde Batı Anadolu’yu Yunan işgalinden kurtarmak üzere Büyük Taarruz’un 13. gününde idi.. Çarıklar yırtık, yorgunluktan bitkin, yaya ve hızla, vuruşa – vuruşa koşulan 400 km yol!

Düşündükçe tüylerimiz diken diken oluyor hala! Selam olsun o şanlı yiğitlere, bin selam! Dolayısıyla günümüzde bize düşen, KUTSAL EMANET YURDUMUZU her ne pahasına olursa olsun koruyup kollamak değil de ne??!

Onu yapmaya çalışıyoruz Yüce ATATÜRK‘ün bir Aydınlanma eri olarak..

Sevgi ve saygı ile. 08 Eylül 2018, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

ERDOĞAN’IN DIŞ POLİTİKASI DA ÇÖKTÜ

ERDOĞAN’IN
DIŞ POLİTİKASI DA ÇÖKTÜ


Ahmet Kılıçaslan Aytar

08.09.2018, Özgür Gündem

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

07 Eylül’de 2 Suriye ve 3 Rus uçağı ile Suriye topçusu İdlib’in güneyindeki  mevzilerinde  İslamcı terör örgütlerini vurdu. O sırada teröristerin tabutuna son çiviyi takmakta kararlı görünen Rusya Devlet Başkanı V. Putin ve İran Cumhurbaşkanı H. Rouhani, bir saldırı halinde ne yapacağı öngörülemeyen Erdoğan ile birlikte, Suriye ihtilafını sona erdirmek ya da İdlib’in Suriye rejimi kontrolüne geçmesi ardından “Suriye Savaşı’nın galibi olarak Beşar Esad‘ı” ilan etmek için; düzenlenen Tahran Zirvesi başlamak üzereydi…
*
Rusya ve  İran, Şam’ın başlıca müttefikleri olarak hükümetin lehine yedi yıllık savaşın dengesini sağladılar. Türkiye hükümeti ise hâlâ Şam rejimini devirmek isteyen isyancıları destekliyor.

Türkiye ancak 2016 sonundan bu yana, Suriye’deki denklemden dışlanan Suudi Arabistan ve Katar’ın kaderinden kaçınmak, esasen Osmanlı’nın eski toprakları olan bu coğrafyada ağırlıklı olarak İslam din ve gelenekleri ile uyumlu bir ekonomik ve siyasi düzeni oluşturarak bölgede ekonomik kaynaklar üzerinde egemen olacağı bir stratejiyi yürütmek için Rusya ve İran ile yakın bir şekilde çalışıyor.
*
Türkiye İdlib de-eskalasyon bölgesindeki görevini, görünürde Suriye toprak bütünlüğü ve bölgedeki nüfusunun artacak olmasıyla sağlanabileceği öngörüsünde bir strateji ile yürüttü. Yani Türkiye bu görevi aldığı andan itibaren (AS: başlayarak) bölgeye çok sayıda Sünni Arap taşıyacağını ve yeni bir demografik yapı oluşturacağı bildirdi! Ama esas stratejisi, bu bölgede Türkiye’ye  ile uyumlu bir ekonomik ve siyasi düzeni oluşturmaya dayanıyordu. Şimdi Türkiye, bölgeye bizzat taşıdığı Sünni Arap nüfusun yol açacağı büyük mülteci akınından korkuyor!
*
Üstelik Türkiye, İdlib’deki isyancı ve İslami Cihad milislerinin çoğunu, Esad rejimi ile müzakere etmek ve her iki tarafın da kabul ettiği bir barış anlaşmasını destekleyerek silahların bırakılmasını sağlamak üzere eğitmiş ve donatmıştır!Öyle ki, Türkiye; İdlib’i işgal altında tutan El Kaideci Hayet Tahrir el-Şam (HTS) örgütünü daha 3 gün önce terör listesine aldı! Ama şimdi İdlib’teki isyancılarda ve teröristlerde patronları tarafından terk edilmeyeceklerine ilişkin pekişmiş  bir inanç vardır! Bu noktada İdlib’deki terörist varlığının, sivil halka olabildiğince az zarar gelecek şekilde yok edilmesine yönelik çabalar konusunda; Rus ve Türk yetkililer ile Suriye’de yerlerinden edilmiş olan mültecilerin geri dönüşü ya da teröristlerin Türkiye sınırlarından girmelerinin önüne geçilmesi de dahil olmak üzere birçok detay (AS: ayrıntı) görüşülüyor.
*
Ahh İdlib! Zavallı kentin gerçeği Türkiye’nin kuzeybatı Suriye’nin kontrolünü ele geçirme konusundaki işbu riskli yatırımlarından kaynaklanıyor…. Erdoğan’ın bugün tamamıyla çökmüş dış politikası, Türkiye’nin durumunu özetliyor… Bu yüzden Suriye, Rusya ve İran’ın İdlib’e  saldırılarının başlaması,Türkiye’nin ne yapacağı konusunu gündeme taşımıştır.. Çünkü Ankara’nın İdlib’in devrilmesine izin vermesi tehlikeli bir örnek teşkil edecek; bu kez Suriye rejimi kuzey Suriye’deki diğer bölgeleri yeniden ele geçirmek için bir saldırı kampanyası açacaktır… Halbuki Türkiye, Suriye’de halihazırda kontrolü altında bulunan bölgeleri “kırmızı çizgisi” olarak ilan etmiştir! Ama bu bölgeleri ne kadar kırmızı gördüğü konusu tartışmalıdır…
*
Üstelik Türkiye bu senaryoyu desteklemek için Kürt YPG’yi denklemin merkezine yerleştirmiştir. Ama Suriye rejimi şu sıralarda YPG’nin liderliğindeki Suriye Demokratik Konseyi ile başlattığı resmi diyalogda; Kürtlerin taleplerinin (AS: istemlerinin) karşılanmasını, aynı zamanda bölünmeyi engelleyecek önlemleri garanti etmek üzere  yönetimsel ve kültürel otonomiyi tartışıyor…

Üniter desantralize” sistemi müzakere ediliyor. Bu yüzden YPG’nin de İdlib’deki bir rejim kampanyasına yardım etmeye istekli olma olasılığı; Türkiye’nini affedersiniz Erdoğan’ın çıkarlarını daha da yükseltmesine neden oluyor… Bu nedenlerle Türkiye, rejimin saldırılarına başlamasını engellemek için olağanüstü riskler almaya istekli olabilir! Hatta Türkiye’nin İdlib’e yapılacak hava saldırılarına karşı taşınabilir hava savunma sistemleri kullanabileceği dahi (AS: bile) öngörülüyor. Rusya’nın  bu hususu iyi bildiği ve hava varlıklarına yönelik herhangi bir tehdite karşı büyük ölçüde duyarlı olmanın hazırlığını yaptığı da bildiriliyor.
*
Türkiye, kuzeybatıdaki silahlı grup birleşmeleri için yeni yoğunlaştırılmış müzakereler düzenliyor. “Esed’e Hayır, Erdoğan’a evet” kampanyaları doludizgin düzenleniyor. Bölgeye yoğun olarak askeri takviyeler yapılıyor. İdlib’deki gözlem mevkilerine yapılan yapısal ve savunmacı gelişmeler de Türkiye’nin ısrarını  gösteriyor. Bu durumda Türkiye, İdlib’te kırmızı çizgisi tehdit altına girerse, bölgedeki isyancı silahlı grup vekillerine tam destek vermeye devam edecek ve Astana sürecinden tamamen çekileceği yönünde bir görüntü vermekteydi ki; Türkiye’nin bu çerçevede katıldığı Tahran Zirvesi’nde yayınlanan ortak bildiride;

Astana formatının devam ettiği: Suriye’nin egemenliği, bağımsızlığı, birliği ve toprak bütünlüğünün teyid edilmesi: Üçlü eşgüdümün devamı: BM’in terörist olarak tanımladığı IŞİD, Nusra Cephesi ile El Kaide veya DEAŞ‘la bağlantılı tüm diğer bireyler, gruplar, teşebbüsler ve oluşumların tamamen (AS: tümüyle) ortadan kaldırılmasında işbirliği : Suriye ihtilafının yalnızca müzakere edilen bir siyasi süreçle çözülebileceği: Anayasa Komisyonun kurulmasının desteklenmesi: Sivillerin korunması ve insani yardımlara ilişkin maddeler yer aldı.
*
Sonuçta Tahran Zirvesi’nde İdlib İhtilafı ile ilgili şu sonuç çıktı:

Erdoğan, “Türkiye baştan beri Suriye’de akan kanın durması için mücadele etti. Büyük çileler çekmiş İdlib halkının yeni felaketlere maruz kalmasını asla arzu etmeyiz. Bugün burada bulunma sebebimiz yaşanan insani drama son vermenin yollarını aramaktır. Şu anda atacağımız adım, birlikte İdlib’te olabilecek göçü engellemektir. Bunun için de terörle mücadelede başarılı olmamız lazım. Özellikle silahların bırakılmasını sağlamaya yönelik buradan çıkan mesaj, terör gruplarına da çok kararlı bir duruşun ifadesi olacaktır.. Bunu başarmamız gerekiyor. ” dedi.
*
Ama İran Cumhurbaşkanı H. Rouhani‘nin, “Bölgedeki bazı ülkelerin terörizmle ilgili endişelerini anlıyoruz. Ama bu endişeler için en iyi çare Suriye hükümetiyle organize olmaktır. Suriye’nin geleceği için her türlü rol Suriye’ye aittir. Suriye krizinde işbirliğimiz bölgedeki diğer krizlerin çözülmesi için rol oynayabilir.” ifadesi;

Rusya Devlet Başkanı V. Putin‘in ise “Koşulsuz önceliğimiz, Suriye’de terörizmin bitirilmesidir. Şu anda en önemli olansa, İdlib’deki militanların buradan kovulmasıdır. İdlib’de diyalog kurmak isteyenlerle barış anlaşması yapılması imkanı değerlendiriliyor. Sivilleri korumak bahanesiyle teröristlerin saldırılardan kurtarmak istenmesi bizim için kabul edilemez. Silahlı muhaliflerin teröristlerle mücadeleye dahil edilmesi, Suriye’deki çatışmanın tarafları arasında güven seviyesinin artmasına yardımcı olacaktır. Suriye hükümeti 1 milyon göçmenin ayrımcılık yapılmadan ülkelerine geri dönmesi için gereken koşullar oluşturduğuna ilişkin garanti vermiştir.” ifadesi;
*
Zirvede ortaya çıkan iyi ile kötüyü dünya kamuoyu aklı ve vicdanı önüne serdi…
Erdoğan’ın başka ne politikaları vardı?
======================================
Dostlar,

TAHRAN DORUĞUNDA ERDOĞAN’ın TÜKENİŞİ

İçeride çok ağır ekonomik bunalımla boğuşurken, can – mal – hukuk… güvenliği bırakılmamışken, bir de ŞARBON belasıyla Ulusun gıda güvenliği – güvencesi ağır yara aldı.

  • Sanırız uygarlık tarihinde Türkiye’nin son 16 yılında olduğu gibi kötü hatta berbat yönetilen bir ülke örneği daha gösterilemez. Bunca ağır çelişki birikimi, eytişimsel (diyalektik) bakımdan sonu yaklaştırsa da, fatura olağanüstü ağır ve acılıdır.

Öte yandan, Tahran’daki 3’lü doruk toplantısı tam bir fiyasko Türk dış politikası bakımından!

Binlerce yıllık devlet geleneği, birikimi, ağırlığı ve terbiyesi olan Türkiye bu duruma mı düşecekti! Karşınızda asla hafife alınamayacak 2 dev uygarlığın, Pers ve Rus uygarlıklarının temsilcileri var.. Bir kez bu gerçekliği aklınızdan çıkarmayacaksınız. İkincisi, Mart 2011’den bu yana 7,5 yıldır süren Suriye politikasındaki hatalar zincirinden, gelgitlerinizden… ders çıkaracaktınız.

Ülkemizin uzun yüzyıllarda yetişen değerli Dışişleri kadrolarını ‘monşer‘ diyerek dışlayıp, nepotizm batağında liyakatsizlik hastalığı ile badem bıyıklı – çember sakallı güruh ile doldurmayacaksınız.. Ve de nefsinizin – egonuzun kölesi – tutsağı olmaktan mutlaka çıkacak ve Türkiye’nin – ulusumuzun yüksek çıkarlarını birincil tutacaksınız.. Emperyalizm adına uydu – maşa politikalar ve vekaleten savaşlarla (proxy wars) varacağınız yer çok yönlü çaresizlik ve teslimiyettir; tam da yaşadığımız gibi..

AKP = Erdoğan‘ın tüm bu vahim – çıplak gerçeklere karşın rasyonaliteye döneceklerine ilişkin ne yazık ki, en küçük bile olsa bir ipucu gözükmüyor.

Öte yandan İran – Rusya karşısında çaresiz kalıp engellenmişlik psikolojisine kapılınması durumunda, AKP = Erdoğan‘ın göze alamayacağı şey –benzersiz narsisistik kişilik yapısı nedeniyle– yoktur..

Asıl tehlike budur ve dileriz başta AKP kâmilleri olmak üzere dış alem bu olasılığı değerlendirmekte ve önlem almaktadırlar.. Üstelik Atlantik ötesinin böylesi bir çılgınlığı özendirme – hatta teşvik etme riski ortadayken.

AKP = Erdoğan, kendi kozasını ördü göz göre göre ancak, algı körleşmesi yaşayan ranta tutsak müritlerin biat kültürü acı sona engel olamadı.. Çare parti içi demokrasi ve özgür tartışma idi.. ne gezer! Dağlarca kibir hepsini dışladı.

Bir cambazın 2 ipte birden oynayamayacağı çırılçıplak gerçekliği bile görülemedi!?

  • Yoksa kimi ‘rasyonel’ AKP’liler ve dış uzantıları ‘böylesini‘ mi daha ‘hayırlı’ gördü!??

Sevgi ve saygı ile. 08 Eylül 2018, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Not : Ne yazık ki, başta TRT, yandaş basın bu hazin tabloda bile, ‘.. Tahran doruğuna Erdoğan’ın sözleri damga vurdu…’ gibisinden gerçek dışı algı yönetimiyle halkı kandırmayı sürdürüyor..

Efendileri de bir anlasa…

Efendileri de bir anlasa…

Ali Sirmen
Cumhuriyet, 07.09.2018
(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

“Allah cümleyi, komşusundaki yangına körükle koşarken kendine daha fazla zarar verdiğini bile göremeyecek kadar aymazların sultasına düşmekten korusun!” demek, insanları bu akıbete duçar olmaktan kurtaramıyor. 
Rusların ve rejim kuvvetlerinin İdlib’deki son atakları, altı yılı aşan Suriye Savaşı’nın sonunun belirtilerini gözler önüne seriyor. 
Uzun vadede Suriye Savaşı’ndan en fazla zarar gören kim oldu, sorusunun yanıtı artık açıktır: Türkiye. 
Resmi rakamlarla 3 milyonun üstünde Suriyeli göçmenin bulunduğu Türkiye’deki Suriyeli sayısının İdlib’den yeni bir göç başlaması durumunda, bir o kadar daha artması, ülkemizin demografik yapısını daha da allak bullak edecektir. 
Bu durum ise ABD’nin Fırat’ın doğusundaki sınırlarımızda PYD-YPG hâkimiyetinde bir bölge yaratmasıyla doğan istikrarsızlığı yeni boyutlara taşıyacaktır. 
Bu durumda, bir zamanlar Ahmet Davutoğlu’nun gidiciliğini ilan ettiği Beşar Esad’ın güçlenerek çıkmakta olduğu Suriye iç savaşından uzun vadede en büyük zararı Türkiye’nin göreceği aşikârdır. 
Birçok kişi komşudaki yangına körükle koşmanın Türkiye’nin yararına değil, tam tersine zararına olduğunu baştan gördü, yetkilileri uyardı, ama etkili olamadı.
***

  • Türkiye, istikrarsızlığını sürekli kışkırttığı Suriye’de işlerin bu noktaya varmasının sorumlularından biridir. 

“Ne yani! Türkiye’nin yanlış politikası olmasaydı Suriye iç savaşı patlak vermeyecek miydi?” sorusunun pek anlamı yok. Evet Türkiye tek başına bu savaşı ne başlatabilecek ne de sona erdirebilecek güçte bir ülkedir. Ama Türkiye’nin işlerin bu noktaya ulaşmasında etkili olduğu da yadsınamaz. 
Ankara’nın şimdi içinde bulunduğu bu çıkmaza saplanmasının nedeni, Suriye konusunda olduğu kadar, genelde tüm Ortadoğu boyutunda da Cumhuriyetin başından beri sürdüregeldiği sağlıklı politikayı bir yana bırakmış olmasıdır. 
Tarihi gerçeklerle bağdaşmayan düşsel bir Osmanlıcılık hayalciliği peşinde olan ve stratejik ahmaklığı stratejik derinlik sananların etkisiyle AKP, bölgeye mezhepler ve tarikatlar gözlükleriyle bakmayan, Ortadoğu bataklığının mezhepsel ve etnik çekişmeleri karşısında tarafsızlığını ve soğukkanlılığını yitirmeyen, bölgesel istikrarın kendi istikrarı ile atbaşı gittiğini gören Cumhuriyetin sağlıklı geleneksel dış politikasını bir yana bırakmıştır. 
Bölgeye Yurtta barış, dünyada barış” ilkesiyle yaklaşan ve komşularıyla iyi ilişkileri sürdürürken, onların iç çatışmalarına bulaşmamaya özen gösteren bu politika, kişilikleri aynı zamanda Ortadoğu’nun kan ve ateş ortamında olgunlaşmış, ustaların tarihten aldıkları derslerin ışığında oluşturulmuştu. 
Şimdi, bu politikanın terk edilmiş olmasının ne büyük felaketlere yol açtığını yaşayarak görüyoruz, korkarım aklımızı başımıza almaz isek, daha da korkunç boyutlara ulaştığını da göreceğiz.
***

Yapılan yanlışlar üzerinde daha fazla durmanın anlamı yok. Şimdi gelecekte ne yapılması gerektiğine bakmalıyız. Türkiye, Rusya ve İran ile birlikte, Suriye’de savaşı sona erdirmeyi amaçlayan Astana üçlüsünün bir üyesi olarak bugün Tahran zirvesine katılacak. 
Bu zirvede Ankara, Esad’ın, Suriye’de iç savaşı sona erdirip, ülkenin bütünlüğünü sağlama yolundaki girişimlerine karşı durmayacağını, artık Esad ile anlaşmanın kendi istikrarı açısından en akıllı yöntem olduğunu anladığını belli eder bir tavır içine girerse, uğradığı zararların daha da büyümemesini sağlama yolunda ilk adımı atmış olur. 
Esad takıntısı bizi bugüne getirdi. 
Şimdi artık bu takıntıdan kurtularak, yeniden “Yurtta barış, dünyada barış” politikasının iyi komşuluk ilişkileri dönemine dönmenin zamanı gelmiştir. 
Birçok kişinin uzun süredir görüp söylediği bu gerçeği “Çok isabet buyurdunuz, evet efendim, haklısınız efendim”ciler bile artık anlamış görünüyorlar. 
Şimdi efendilerinin de anlamasında sıra!
=======================================
Dostlar,

Konu çok önemlidir.. Ne  yazık ki, ABD maşası politikalarla, hatta ABD adına vekalet savaşı ile çoğunluğu Müslüman  komşusunda Şam’da, üstelik Emevi camisinde namaza kalkışanlar, evdeki bulgurdan da olma noktasına savruldu. 2011 Mart’ında başlayan sıcak çatışmalar 7 yılını devirdi ve Türkiye günümüzdeki hazin tablonun içinde.. Sözde Suriye’de İhvan – Müslüman Kardeşler çizgisinde bir rejim kurulacak, Alevi Esad rejimi devrilecekti.. Mısır’da İhvan’ın darbe ile yönetimden uzaklaştırılmasına AKP = Erdoğan demokrasi adına (!) vargücüyle tepki koymuş ancak, uluslararası dengelerde cılız kalmış bağırıp çağırmaları doğallıkla. İç kamuoyuna dönük gaz alma boyutunu aşamamıştı..

AKP = Erdoğan yönetiminde orta boy ve emperyalizme göbeğinden bağlı, pek çok zaafiyetleri olan bir yarı bağımlı ülkenin (Türkiye’nin!), küresel satrancın oynandığı Ortadoğu coğrafyasında başkalarına –hele Suriye, Mısır gibi kadim ve stratejik ülkelere– rejim biçecek boyu – posu olamayacağını görmeye engel ne vardı da takıldık?! Davutoğlu’nun ‘Stratejik Derinlik’ i mi pusulayı bozdu?!

Erdoğan’ın içine sindiremediği hatta çıldırdığı ‘yenilgi – engellenmişlik psikolojisi’, ülkemize son derece pahalıya maloldu. Üstelik ödenecek fatura bitmiş değil henüz ne yazık ki..

Em. General Sn. Naim Babüroğlu‘nun önceki (06.09.2018) gün sitemizde yer verdiğimiz kapsamlı yazısı, İdlib’de düğümlenen Suriye sorunsalının (problematiğinin) yetkin bir irdelemesini içeriyordu.

İdlib operasyonu, aktörler, hedefler ve ötesi…

Bir kez daha okunmasında yarar var.. Dünkü (07.09.2018) 3’lü Tahran toplantında Erdoğan’ın İdlib’e askeri müdahale yapılmaması yönündeki kısık sesli – ürkek – sinik… itirazları Putin tarafından kararlılıkla geri çevrilmiştir.

Son olarak İdlib’de yuvalanan onbinlece şeriatçı – cihatçı terör örgütleri militanlarının dolaylı bile olsa korunmaları anlamına gelebilecek bir politikayı savunmak ve sürdürmek artık Türkiye için olanak dışıdır, hayal ötesidir. Hele hele İdlib’e yapılacak İran – Rusya destekli askeri temizlik operasyonuna kaşı çıkmayı, Türkiye’ye yeni göç dalgası yaratır gerekçesi ile saklamaya kalkışmak akıllara sezadır.. Kurarsın tampon bölgeni ve İdlib’de son temizliği yapar, Suriye’de iç savaşı ve bölünmeyi sona erdirir, ülkendeki 3,5 milyon Suriye’liyi geri yollar… sen de rahat edersin.. Başka yolu kalmadı.. Bu tabloda Erdoğan’ın artık mutlaka ikna edilmesi gerek..

  • Asla unutulmasın : Suriye bölünürse sıra İran’da, ardından da Erdoğan’ın ne hazin çelişkidir ki eşbaşkanı olduğu BOP kapsamında Türkiye’dedir!

16 yıl kör inatla diretip – dayatılan AKP = Erdoğan dinci politikalarının tümü iflas etmiştir ve öyle ya da böyle geri dönülmektedir. Yer yer ürkek, yer yer takiyye kılıflı.. Ne diyelim, buna da şükür mü? Zararın neresinden dönülse kârdır mı diyelim? Yanlıştan dönmek erdemdir mi diyelim? Hangisi, hangisi görülmemiş bir narsisistik kişliği olan Reis’i keser??

Sevgi ve saygı ile. 08 Eylül 2018, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

Ekonomi hemen düzelecek!

Ekonomi hemen düzelecek!

Selçuk Erez
Cumhuriyet, 
06 Eylül 2018
(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)
Yabancı ekonomistlerin, ekonomimizin durumu konusunda yaptıkları aşırı karamsar açıklamaları dinleyenler sanki her şey bitmiş, gemiyi kayalara çarpmışız gibi yanlış izlenimlere kapılabilirler.

Evet, şu anda bazı sıkıntılarımız var ama bunları önce atlatmak, sonra unutmak ve en sonunda da bize “batacaksınız!” diyenleri çatlatmak için yapabileceklerimiz henüz tükenmemiştir. Bu konuda birkaç atılım yapmak düze çıkmamız için yeter de artar bile: 

1. Pullara paralara resim atılımı: Yurttaşlarımız arasında resimlerini paralara ve pullara bastırmak isteyenlere şans tanımalı ve iki yüz, yüz ve elli liralıklar için ihaleler açıp en yüksek teklifi verenlerin resimleri pullara ve banknotlara basılmalıdır.

2. Sokaklara ad verme atılımı: Bülbül caddesi, Pıtırcık sokak gibi gereksiz adlar taşıyan sokak ve caddelerin isimleri hemen silinmeli ve belediyeler sokak sokak açık artırmalar düzenleyerek yastığının altından en çok döviz çıkaranların isimleri törenlerle bu sokaklara verilmelidir. Ek bir ücret karşılığında sokağa adını veren için yapılacak tören, yandaş gazetelerde ve TV kanallarında yayınlanabilir. Haberin iç sayfalarda mı, başlıklarda mı yer alacağı da ayrı bir ek ödeme konusu olabilir.
Sokak ve cadde adlarının büyük çapta değiştirilmesi tabelacılık sanayiinde hareketlenmelere yol açacak, çok sayıda adres düzeltilmesi, yeni baştan kartvizit ve broşür basılması gerekliliği, piyasalarda canlanma sağlayacaktır.

3. Köprü ve otoyollarına ad verme ihaleleri sonunda da birçok yerde isimler değişeceğinden karayolları haritalarının yeniden ve çok sayıda bastırılması gerekecek, böylece matbaacılık ve basım işleri piyasası canlanacaktır.

4. Anatomi atılımı: İnsan vücudunda 206 tane kemik vardır. Anatomi hocalarından acilen bir heyet oluşturup kemiklerin tümünün adlarını değiştirsek ve yüze yakın tıp fakültemiz ve bunlarda okuyan 75 binden fazla öğrencimiz bulunduğunu düşünürsek yeni baştan çok sayıda basılması gerekecek anatomi kitaplarının sağlayacağı gelirle tüm fakültelerimizin ihya edilebileceğini anlayabiliriz. Anatomi öğrenmesi gereken Sağlık Bilimleri öğrencilerinin sayıları da katılırsa sağlanacak gelirden IMF’ye borç bile verilebilecektir.

5. Şarbonlu sığır hastaneleri: Dünyanın dört bir tarafından bu sefer resmen şarbonlu, deli dana illetli sığırları toplayacak, sonra hasta olduklarından çok ucuza alacağımız bu hayvanları tedavi edip bu sefer pahalıya yeniden ihraç ederek ulusça köşeyi döneceğiz. Bu atılım sırasında karşılaşabileceğimiz tek risk, bazı üçkâğıtçısı bol ülkelerden bize sağlam hayvanların şarbonlu diye yutturulmasıdır. Bu olasılığa karşı uyanık olmalıyız.
======================================
Dostlar,

Prof. Dr. Selçuk Erez ciddi bir mizah, kara mizah ve hiciv ustasıdır.
Bu sitede sıklıkla yazılarına yer veririz. Hatta AYKIRILIKLAR GEREKLİDİR adlı nefis kitabı da masamızın üstünde.

AYKIRILIKLAR GEREKLÄ°DÄ°R, SELÇUK EREZ ile ilgili görsel sonucuİlk kez bir yazısında bu denli ağır kara mizaha rastlıyoruz. Selçuk hocanın, pek haklı olarak çok gergin ve öfkeli olduğu anlaşılıyor..

Umalım ki etkili ve yetkililer de okusun ve gereken iletiyi çıkarsınlar.. Bunun için ilk koşul özgür basın.. Bu yaklaşım ülkemizin hayrına olacaktır, kimse kuşku duymasın.

Öte yandan iktidar, kendisinin tek ve gerçek sorumlusu olduğu bu ekonomik çöküntünün faturasını asla alt – orta gelir dilimine asla yüklememelidir. Sorumlular yandaş – kayırılan dinci rantiye ve AKP’dir. Emekçi ücretlerinde %50’ye varan erime olmuştur. Bu muazzam bir yoksullaşTIRmadır ve yıl sonu beklenmeden hemen telafi edilmelidir. Yapılacak yeni hatalar, Erez hocanın yazısında değindiği hayal ötesi, daha da zor durumlara sürüklenmek demektir. O aşama da ne AKP kalır, ne saray ne de sakini..

Sevgi ve saygı ile. 07 Eylül 2018, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

BİR ZAMANLAR 30 AĞUSTOS

Dostlar,

5/6 Eylül 1922 gecesi de sürüyordu büyük kovalamaca Ege topraklarında..
İkiyüz bine Mehmetçik, katmıştı önüne ikiyüzbini aşkın işgalci palikaryayı..
Sürüyordu Ege denizine doğru.. 400 km yol tüm olanaksızlıklara ve zorluklara karşın geçilecek ve düşman denize dökülecekti. Başkumandanın emri kesindi 30 Ağustos Zafer ardından :

  • Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!..

Dünya tarihinde benzersiz o anları Nazım Hikmet ölümsüzleştirdi Kuvayı Milliye Destanı ile. E. General Sn. Dr. Noyan Umruk da 96 yıl sonra derin bir özdeşim (empati) ile bir kez daha yazdı ABC Gazetesinde.. Onbinlerce şehit – gazinin ödenemez borçları adına hulu ile bir kez daha okunmalı ve vatan için ne gerekiyorsa yapılmalı.. Biz de bu çok önemli tarihsel süreci salt 30 Ağustos ya da 9 Eylül’de bırakmak istemiyoruz.. Bu aralığa yayarak hemen her gün sitemize seçtiğimiz yazıları koyuyoruz.. Teşekkürler değerli Paşamız, Tarih doktoru Sn. Umruk..

Sevgi ve saygı ile. 06 Eylül 2018, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com
========================================

BİR ZAMANLAR 30 AĞUSTOS…


Dr. Noyan UMRUK
E. General
ABC GAZETESİ, 28.08.2018  

Evet, “Büyük Taarruz” başlıyor… 30 Ağustos, yakın tarihimizin dönüm noktası…

”Makus talihimizin” yenildiği, diğer bir deyişle emperyalizmin çanına ot tıkandığı gün…

Kuvayı Milliye Destanını” küçümsetmeye çalışanları nafile çabalarıyla baş başa bırakıp, sözü büyük Ozan’a bırakalım; eşsiz dizeleriyle büyük utkuyu, daha içten anlatan çıkmadı çünkü…

Ateşi ve ihaneti gördük

Dayandık her yanda,

dayandık İzmir’de, Aydın’da

Adana’da dayandık,

Dayandık, Urfa’da, Maraş’ta, Antep’te

Sarışın bir kurt: Başkumandan…

 Dağlarda tek tek
ateşler yanıyordu.
ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki
şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birdenbire beş adım sağında O’nu gördü.
paşalar onun arkasındaydılar.
O, saatı sordu.
paşalar : «üç,» dediler.
sarışın bir kurda benziyordu.
ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
yürüdü uçurumun başına kadar,
eğildi, durdu.
bıraksalar,
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
kocatepe’den afyon ovası’na atlıyacaktı.
Dünyanın hiç bir ordusunda bir nöbetçi, şairinin ağzından, dizeleri inci taneleri gibi dizerek, başkumandanını bu denli sade, derin ve de yürekten bir  sevgi ile anlatamadı…
Sarışın Kurt’un Memetçikleri…
saat 3.30.
izmirli ali onbaşı ve de mangası
karanlıkta göz yordamıyla
sanki onları bir daha görmeyecekmiş gibi
baktı manga efradına birer birer :
sağda birinci nefer
sarışındı.
ikinci esmer.
üçüncü kekemeydi
fakat bölükte
yoktu onun üstüne şarkı söyleyen.
dördüncünün yine mutlak bulamaç istiyordu canı.
beşinci, vuracaktı amcasını vuranı
tezkere alıp Urfa’ya girdiği akşam.
altıncı, inanılmıyacak kadar büyük ayaklı bir adam,
memlekette toprağını ve tek öküzünü
ihtiyar bir muhacir karısına bıraktığı için
kardeşleri onu mahkemeye verdiler
ve bölükte arkadaşlarının yerine nöbete kalktığı için
ona «deli erzurumlu» derdiler.
yedinci, mehmet oğlu osman’dı.
çanakkale’de, inönü’nde, sakarya’da yaralandı
ve gözünü kırpmadan
daha bir hayli yara alabilir,
yine de dimdik ayakta kalabilir.

Ya Süleymaniyeli şoför Ahmet…

lastik hava kaçırıyor.
derdine deva bulmazsak eğer…
dur bakalım babacafer…

üç numrolu kamyonet durdu.
karanlık.
kriko.
pompa.
eller.
küfreden ve küfrettiğine kızan elleri
lastikte ve ihtiyar tekerlekte dolaşırken

sen süleymaniyelisin oğlum ahmet,
sana tek başına verilmiştir üç numrolu kamyonet.
hem, hani bir koyun varmış,
kendi bacağından asılan bir koyun.
süleymaniyeli şoför ahmet
soyun…

soyundu.
ceket, külot, pantol, don, gömlek ve kalpak
ve kırmızı kuşak,

ahmet’i postallarının üstünde çırılçıplak
bırakarak
dış lastiğin içine girdiler,
şişirdiler.

Karayılan’ı kim unutabilir…karayılan «karayılan» olmazdan önce
umurunda değildi karayılan’ın
kıyamete dek düşmana verseler antep’i.
çünkü onu düşünmeğe alıştırmadılar.

karayılan olmazdan önce
kara yılanın encâmını görünce
haykırdı avaz avaz
ömrünün ilk düşüncesini .
«ibret al, deli gönlüm,
demir sandıkta saklansan bulur seni,

ak taş ardında kara yılanı bulan ölüm.»
…Sonra;
«karayılan der ki : harbe oturak,
kilis yollarından kelle getirek,
nerde düşman varsa orda bitirek,
vurun ha yiğitler namus günüdür…»

Memetçik böyledir işte… Sesi, sedası çıkmaz; böbürlenmeyi pek beceremez. Düşünürsünüz, düşündürür sizi…Acaba bu işleri bilerek mi yapıyor, yoksa ayırdında değil mi? Pek de anlayamazsınız…Ancak, sonucu görürsünüz… Kıbrıs Barış Harekatında da, ateş altında, bir elinde karpuz dilimi ya da üzüm salkımı, pikniğe gider gibi düşman üzerine gittiği  görülmüştür… Yeter ki başında adam gibi bir komutanı olsun…

Ve sonra, imparatorluğun küllerinden doğan, tüm “mazlum milletlere” örnek, yurttaşlarına kıvanç veren, genç, gürbüz, bağımsız, saygın bir Cumhuriyet

Ve sonra, 60 yılda, özellikle amcaları ile birlikte ülkeyi yönetenlerce son 15 yılda bakın ne hale getirildi Türkiye…

-“Tüm okulları imam-hatip okulları yapma şansını yakalayarak”, “sabileri” sefil eden alt üst edilmiş bir milli eğitim sistemi, tarikatlara, cemaatlara teslim edilmiş binlerce çocuk,

Cari açık, dış borç, “ne idüğü belirsiz” net-hata noksana dayanan bir ödemeler dengesi ile kağıttan kaplan, yeterince üretmeyen, teknolojik zaafiyet içinde krizlerle boğuşan ekonomik yapı,

– Zorunlu tüketim üzerinden toplanan dolaylı vergilere dayanan adaletsiz bir mali sistem ve son derece eşitsiz bir gelir dağılımı,

— Her tarafına yerleştirdikleri, tıkıştırdıkları Fetö’nün “ak çocukları” ve “yeşil zeytin kılıklı hainleri “ile sonTürk devletini allak bullak eden ne idüğü belirsiz, melanetinin ayrıntıları zamanla açıklığa kavuşacak kökü dışarıda bir darbe denemesi…

-Elbirliğiyle moralman ve yönetimsel olarak çökme noktasına getirilmiş, ama yine kuvvacı omurgası ile Fırat Kalkanı’nda herşeye rağmen etkinliğini gösterebilen bir ordu,

-Açıla saçıla, Doğu Akdeniz’den, Kıbrıs ve Türk dünyasına ve  Pekin, Moskova, Erivan, Tahran, Bağdat, Şam altıgenine değin tüm komşu ülkeleri ciddi tehdit haline getirip, Habur-Oslo-Şemdinli-G.Antep sürecinde PKK’nın da bu konjonktüre eklemlenmesine göz yumulması ile iflas etmiş güvenlik ve dış politika süreci,

-Zavallı bir ulusal istihbarat sistemi,

-Yüz verilince astarını isteyen PKK, İŞİD gibi mel’un terör örgütlerinin istedikleri yeri hallaç pamuğu gibi attıkları bir ülke…

Sonuç                   :

“Bir türlü kendilerine saygı ve şükran duyulamayan” Cumhuriyet kurucularınca emanet edilen Mısak-ı Milli’nin, ülkenin “bekası”nın ciddi tehdit altında sokulması…Şaşkın, tüm politik tercihlerinde, kararlarında yanılmış, “kandırılmış” bir iktidar…Darbe girişimine karşı milyonları meydanlara toplayan, ama bin bir bahane yaratılarak kutlanması diğer ulusal bayramlar gibi kadük edilen bir 30 Ağustos…Ülkenin namus, haysiyet günü…

Aman kutlanacak neyi kaldı demeyin. Yaşadığımız karanlık günler bu büyük ulusun, bu halkın okyanusları andıran tarihinde sadece bir virgül…Küllerinden doğmaya alışıktır bu millet…