Etiket arşivi: SBF-Mülkiye

AYRAÇ Dergisi sayı 4 – 2019; Türkiye’de Aydın Hekim Olmak : Prof. Dr. Ahmet SALTIK ile Ropörtaj

Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi D4 Öğrencilerinin çıkardığı AYRAÇ dergisi ile söyleşi..


Dostlar,

AÜTF (Ankara Üniv. Tıp Fak.) D4 öğrencilerimizden Güler Gözüdeli ve Mehmet Dinçay Yar 28.12.2018’de bizimle bir söyleşi yaptılar (aşağıdaki fotoğrafta AÜTF’deki odamızda Dinçay ile). Çıkarmakta oldukları AYRAÇ adlı derginin 4. sayısında, 2019 başında yayınladılar. Dergi satışını olumsuz etkilememesi bakımından birkaç ay erteledikten sonra bu söyleşiyi paylaşmak istiyoruz..

Bu gün 7 Nisan 2019..
Dünya Sağlık Örgütü 72 yaşını bitirdi..
Bir hekim, koruyucu hekimlik Halk Sağlığı / Toplum Hekimliği alanında uzmanlaşmış ve yaşamını bu alana adamış bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olarak, bu söyleşinin ve vermeye çalıştığımız iletisinin Ulusumuza bir “çam sakızı – çoban armağanı” olarak kabulünü dileriz.

Asla unutulmasın ki, Sağlık doğuştan kazanılmış bir insanlık hakkıdır!

Bizler, piyasalaştırılmış sağlık hizmetlerinin sömürülerek aşağılanan “müşterisi” olmayı reddediyoruz!

Sosyal devlet sorumluluğu ile herkese eşit ve nitelikli, kamusal, önceliği kesin olarak koruyucu sağlık hizmetlerine veren bir sağlık sistemi hepimizin hakkıdır.

Yine unutulmasın, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurtarıcısı ve kurucusu eşsiz önderimiz Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK‘ün sözleri ve buyruğu herkese rehber olmalıdır :

    • Devlet olma savındaki siyasal kuruluşların EN BİRİNCİ görevi halkın sağlığıdır!

Öğretim üyeliğinde 31 yılı tamamlamış olmanın gururu ve süren – artan sorumluluğu ile..

Sevgi ve saygı ile. 07 Nisan 2019, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Halk Sağlığı Uzmanı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

================================================
Söyleşinin başlığı aşağıdaki gibi :

  • Türkiye’de Aydın Hekim Olmak :
    Prof. Dr. Ahmet SALTIK ile Röportaj

Ocak 2019, sayı 4 Güler Gözüdeli ve Mehmet Dinçay Yar

Ayraç: Kendi sözlerinizle akademisyen nedir, aydın nedir tanımlayabilir misiniz? Akademisyen ne yaparsa aydın tutum (tavır) sergilemiş olur?

Ahmet Saltık: Bu sorunuzdan anladığım ölçüde her akademisyen aydın olamayabiliyor gibi bir çıkarımınız var. Bu varsayım üzerinden gidersek gerçekten de aydın olmak bambaşka bir şey. Gelişmekte olan ülkelerde ateşten gömlek!

Akademisyen o ülkenin yasal yapısına göre birtakım akademik unvanları alabilmek için bilimsel gereklilikleri yerine getiren, bildiri sunan, makale – tez yazan, sınavlar geçen kişidir.

Akademisyen unvanını kazanmak a fortiori (zorunlu) olarak aydın olmanızı sağlamaz. Aydın olmanın ilk koşulu, salt kendi beklentileriyle uğraşmayıp yaşadığı çağda, coğrafyada, giderek tüm dünyada insanlara karşı sorumluluk duymaktır. Bu sorumluluğun gereği olarak daha gönençli, mutlu, adaletli, barışçı… bir toplum düzeni kurmak için gözlemcilik eder ve çaba içinde olur aydın (filantropik insan aşaması).

İkinci koşul “aklını inançtan – bilimi dinsel takıntılardan özgürleştirmek“tir. Aydınlanma’nın evrensel tanımı budur. Bu, akademisyenin inançsız olması anlamına gelmez ancak laboratuvarın, kütüphanenin ve ders vereceği amfinin.. kapısında tüm inançlarını dışarıda bırakmalıdır. Bilimsel bilginin ve akıl yürütme sürecinin önüne hiçbir önkoşul koymamalıdır. Somut örnek vermek gerekirse Nobel Tıp ödüllü Prof. Aziz Sancar Hocamız

  • “Ben Evrime de Tanrı’ya da inanıyorum. Evrim bilimsel bir gerçektir.” sözlerini etmişti.

Ama günümüzde Türkiye ve Dünya’da giderek tırmandırılan post-modern öğretiler; toplumsal yaşamı dünyevi – laik olmaktan çıkarıp dincileştirme çıkmazına sokuyor. Bu da doğru değil, örneğin Türkiye’de çok farklı inanç kesimleri ve heterojenlik varken, şu veya bu toplum kesiminin seçimlerini bir başka kesime dayatmak akılcı, adaletli ve olanaklı değil. Dolayısıyla aydın, günümüzde laik – seküler bir yaşamdan yana olmak zorundadır; kendi inançlarını iç dünyasında elbette ki saygınlıkla, dinginlikle yaşayabilir. Buna engel olunmaması da seküler düzenin gereğidir.

Özetlemek gerekirse aydının etnisite, inanç temelli çatışmaları kökten çözecek biçimde seküler (laik) tutum alması beklenir. İnsanlar hem akademinin getirdiği bilgi ve beceriye sahip olur hem de aydın tutum alırsa, uygarlığın daha az sancı ile gelişimine çok büyük katkı sunarlar kanısındayım.

Ayraç: Tıpta Halk Sağlığı Uzmanlığınızın üzerine 2016’da SBF – Mülkiye’de Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi bölümünden de diploma aldınız. Türkiye’deki tek Tıbbiyeli ve Mülkiyeli’siniz. Bu iki okulu da seçmenizin nedenini öğrenmek istiyoruz.

Ahmet Saltık: Annem ev kadını, babam küçük bir memurdu. Bu nedenle beni entellektüel olarak geliştirici bir ortamda büyüdüm diyemem ancak zor yaşam koşullarının bende uyandırdığı sorumluluk bilinci, bir şeyler yapmam gerektiğini düşündürdü. Van Atatürk Lisesini hiçbir dersane, laboratuvar, deney.. görmeden bitirip 1971’de Hacettepe Tıp’ı kazandım. 2 yıl okuduktan sonra ailem İstanbul’da olduğu ve Ankara’da maddi olarak sıkıntı çektiğim için İstanbul Tıp Fakültesi’ne geçtim ve okuduğum yıllar harçlığımı çıkarmak için çalıştım. Türk Tıp Derneği üyelerinden ödentileri topluyordum ve % 20’sini bana veriyorlardı. 4. sınıfta İstanbul Hukuk Fakültesi’nden Prof. Edip Çelik Hoca Atatürk İlkeleri ve Devrim Tarihi dersimize girdi. Edip Hoca çok karizmatikti, beni çok etkiledi, hukuka ilgimi uyandırdı. Aynı zamanda hukuk da okumak istedim ama tıp fakültesini bırakamazdım. Sınava girerek hukuk fakültesine de kayıt yaptırdım Tıbbın son 2, hukukun ilk 2 yılını orada tamamlamış oldum. Ancak sonraki yıllarda hukuku bitirmek olanaklı olmadı.

Anadolu’da bir yıl çalıştıktan sonra Hacettepe’ye dönüp Toplum Hekimliği dalında uzmanlık eğitimine başladım. Bu kararımda, 1. sınıfta Sosyal Tıp derslerimize giren Prof. Nusret Fişek’in 1971-72’de bende bıraktığı derin etki vardır. Uzmanlık eğitimim sürerken Türkiye’nin örgütlenme ve politik yapısına, kamu yönetimine ilgim büyüdü; bu nedenle Siyasal Bilgilerin Hukuk okumaya göre daha uygun olacağını düşündüm. Ankara SBF’yi kazandım ancak uzmanlık eğitimi bitince Ankara dışına gitmem gerektiğinden bu Okulu bitiremedim. 2011’de Af Yasasıyla Mülkiye’ye kaydımı yeniledim. Ak saçlarımla, çocuğum yaşındaki gençlerin ara-sında çok sınırlı sayıda derse katılarak 4 yıllık lisans eğitimimi tamamladım. Bu eğitimin beni çok olgunlaştırdığını ve tamamladığını düşünüyorum. Son olarak da Sağlık Hukuku alanında master (yüksek lisans) yaptım (2018).

Ayraç: 2 fakülte bitirdiniz ve her dakikanızda okuyorsunuz. Bizim kuşağımızın “Tıp okuyorum başka bir şeye zaman bulamıyorum” içerikli kendini sınırlandıran bir kaygısı var. Bu konu hakkında biz genç meslektaşlarınıza bir öneride bulunmak ister misiniz?

Ahmet Saltık: Tavsiye etmek hakkım yok belki ancak deneyimlerimi paylaşıp yüksek sesle düşüncelerimi söyleyebilirim. Bu noktada aklıma zaman yönetimi geliyor ki günümüzde Bilgi’nin elektronik ortamda olması sayesinde zaman yönetimi çok daha kolay. Örneğin yü-rürken, dolmuşta.. cep telefonumdan okuma olanağı bulabiliyorum önceki yıllarda yürürken kitap –  gazete – dergi okurdum. Bir tıp öğrencisinin bu fakülteye girmesi, yüksek zeka düzeyini kanıtlar dolayısıyla tıp eğitimi yanında güzel sanatlara, başkaca ilgilere zaman ayırması olanaklıdır. Ne olur; biraz daha az uyur ve zamanınızı daha iyi yönetirsiniz.

Ayraç: Sağlık Hukuku yüksek lisansınızdan söz etmiştiniz hocam, bu çabanızı anlatır mısınız?

Ahmet Saltık: Anayasa Mahkemesi, Kasım 2015’te “Ben çocuklarıma aşı yaptırmak istemiyorum” içerikli 2 bireysel başvuruyu “Evet, yaptırmayabilirsiniz” yönünde onaylayan kararlar aldı ne yazık ki. Ben Toplum Hekimiyim, temel görevim daha sağlıklı bir topluma erişmeyi sağlamak; ancak aşı yapılmayan toplumda bu olası değildir. Bu sorunu incelemek istedim ve Sağlık Hukuku master programına kayıt oldum, bir tez yazdım:

  • Anayasa Mahkemesi’nin Zorunlu Aşı Uygulamasının Yasal Düzenleme Bulunmaması Gerekçesiyle Hak İhlali Olduğuna İlişkin Bireysel Başvurular Üzerine Verdiği Kararların Değerlendirilmesi” tıp ve hukuk alanlarının ara kesitinde oldu.

    Eğer SBF eğitimim olmasaydı bu konunun sağlık hukuku boyutunu irdelemekte zorluk çekebilirdim. Umarım Sağlık Bakanlığı daha çok gecikmeden yasal düzenleme yaparak çocukluk aşılarını zorunlu kılar ve hem etik hem de bilimsel açıdan savunulması olanaksız
    bu karar düzeltilir.

Ayrıca İstanbul Hukuk kaydımı da 2018 af yasasıyla yeniledim ve şu anda Ankara Hukuk Fakültesinde öğrenciyim, çok sınırlı sayıda da olsa lisans eğitimi derslerine gidiyorum. Emekliliğime az kaldı, umarım daha az yoğun bir yüküm söz konusu olunca sağlık hakkını hem tıbbi hem de hukuksal bağlamda yazmak, kitap, makale.. üretmek, savunmak isterim. Bundan sonraki yıllar için de tasarımım böyle.

Ayraç: Türkiye’de hekim olmanın özellikle aydın bir hekim olmanın sorumluluğu ve karşılaşılan zorluklar nedir?

Ahmet Saltık: Zor bir konum ve rol bu. Daha dün TTB Merkez Konseyi üyesi meslektaşları-mız Ankara 32. Ağır Ceza Mahkemesinde yargılandı. Yargılamanın gerekçesi “Savaş Bir Halk Sağlığı Sorunudur” tümcesi oldu. Ben dün web sitemde de yazdım, bu sözü yineliyorum.. dedim. Savaş bir Halk Sağlığı sorunudur; çünkü bu net bir bilimsel gerçektir. Türkiye’de bir biçimde kimi hukuk insanlarının bunu suç olarak görmeye çalışmaları hatta mahkemelerden suç işlendiği yönünde karar çıkması, hatta bu kararların üst yargı organlarında onaylanmış olması bile yalın bilimsel gerçekliği değiştirmez. Bu suç değildir bilimsel gerçekliktir. Bunu söylemek bir aydın tutumudur ve yükümüdür, altında başka şey aramak bilimsel akılcılıkla örtüşmüyor. Meslektaşlarımızın aklanacağını düşünüyorum. En son AİHM’ye gittiğinde kesin olarak – daha önce verilmiş benzer kararlar var– döneceğini düşünüyorum.

Ben hekimim, öncelikli görevim insanı –sağlıklı– yaşatmak!

Kadim Hipokrat’tan beri Hekimler buna yemin eder. Savaşlar insan sağlığını, gönencini en çok olumsuz etkileyen olgudur. Gencecik insanlar ölüyor, engelli kalıyor. Çok tipik örnek bizim Kurtuluş Savaşımız, ne denli çok yitik verdik; ancak Kurtuluş Savaşımız bütünüyle meşru bir savaştı. Çünkü Batı emperyalizmi tarafından işgal edilmişlik ve parçalanmışlığa başkaldırmamamız düşünülemezdi. Bunu yaptık, kanımızla canımızla milyonlarca yitik (şehit) vererek özgürlüğümüzü ve bağımsızlığımızı kazandık. Bunun tersini düşünmek bile istemiyorum, dolayısıyla Büyük Atatürk’ün sözüyle bağlarsam;

  • Savaş bir milletin yaşamı tehlikeye girmedikçe cinayettir.”

buyurmuştu. Ben de aynı şeyi yineliyorum. Savaş, insanımızın yaşamı tehlikeye girmedikçe cinayettir. Dolayısıyla Türk insanının yaşamının tehlikeye girdiğini, Türkiye’yi savaşa sokmak isteyenler veya bu söylemi suç olarak öne sürenlerin tezlerini kanıtlaması gerekir. Neden Türkiye insanının yaşamı tehlikeye girmiştir, kamuoyunda yaygın bir ortak kanı oluşmalıdır. Bu kanı oluşmadığı ve paylaşılmadığı takdirde elbette itiraz edenler de olacaktır ki demokratik bir rejimde bunu da hoşgörüyle karşılamak zorunludur.

Aydın tutumuna başka bir örnek daha vermek isterim. 80’li yıllarda Hacettepe’de Nusret Fişek Hocamız, Türkiye’de modern Halk Sağlığını kuran, beni de bu alana yönlendiren bilge insan, 80’li yıllarda idam sırasında hekimlerin bulunmaması gerektiğini savunmuştu. Yasalarımız idam edilecek kişinin hekimce muayene edilmesini ve “İdama elverişlidir, idamına tıbbi bir engel yoktur.” (!) içerikli  rapor verilmesini öngörüyordu! Arkasından idam edilen kişinin muayenesini yapması ve “Öldü.” raporu düzenlemesi isteniyordu! Bu uygulama, bizim bir numaralı meslek ilkemiz olan “İnsanı yaşatmak” buyruğuna aykırı düştüğü için, Nusret hoca da bir aydın tutumu sergileyerek hekimlerin bu görevlere katılmaması gerektiğini bildirmişti. Bu sırada Nusret Hoca TTB (Türk Tabipleri Birliği) başkanı idi. O dönemde ne yazık ki yargılandılar ve aklandılar. Günümüzde hiçbir hekim arkadaşımızın böyle bir “görevi” (!) yok; çünkü bunlar aydın tutumuyla savaşımlarla kazanılmıştır. Son olarak bu bağlamda aydın hekimin her durumda yaşam hakkını savunması gerektiğini düşünüyorum.

  • Sağlık hizmetlerinin piyasaya konu hizmetler değil, devletin yükümlülüğü altında herkese doğuştan kazanılmış bir hak olarak sunulması gerektiğini savunur aydın hekim.

O halde Türkiye’de aydın sorumluluğu, sağlık hizmetlerinin piyasalaştırılmasına açık, net, köktenci bir tutum almayı gerektirir. Benim tıpta Toplum Hekimliği uzmanlık alanını seçişim de bundandır. Yapıp ettiklerimiz, yalnız varsıl kişilerin değil, tüm toplumun sağlık haklarını savunmayı gerektirir. Ve dahası, bu hizmetin insanlar hastalanmadan önce yapılması ilkesine dayanır.

21. yy’da aydın hekim, hasta – hekim ilişkisini ticarileştirmeyen, giderek en sağlıklı topluma erişmenin kolektif çabası içinde olan hekimdir diye düşünüyorum.

Ayraç: Son olarak öğrencilik yaşamınızı merak ediyoruz hocam, biraz anlatabilir misiniz?

Ahmet Saltık: Hacettepe Tıp 1. sınıfta, Tuzluçayır’da ailemle bir gecekonduda kalıyorduk.
2. yıl ailem İstanbul’a gitti ben yurtta kalmak zorundaydım. Babam beni polis yurduna yerleştirdi. Burası polis çocuklarının ve polis akademisinde okuyan öğrencilerin kaldığı bir yerdi. Bir apartman dairesi salonunda 8 ranzada 16 kişi kalıyorduk ve sigara da içiliyordu o zaman. Küçük bir çalışma salonumuz vardı oraya taşınırdım hep. Bu koşullarda Hacettepe 2. sınıfta, ağır derslerime çalışma ortamı bulamadım.

Dönemin başbakanı Ferit Melen Van milletvekili ve Başbakandı. Ben de Van Lisesini birincilikle bitirmiştim. Bir tıp öğrencisi olarak gittim, kapısını çaldım. Beni kabul etti ve yurt koşullarımın iyi olmadığını, özel yurtlara paramın yetmediğini, Vehbi Koç Öğrenci Yurdunu istediğimi aktardım. 2. yarıyılda Vehbi Koç Yurdunda kalmama karşın, maddi olarak zorlandığım için, yatay geçişle ailemin yanına, İstanbul’a gitmek zorunda kaldım.

Üniversitede okurken çalıştım. Genel cerrahi hocamız Prof. Ünal Değerli’ye gitmiştim “Hocam geçim sıkıntım var, ne yapabilirim?” diye. Kendisi Türk Tıp Derneği’nin başkanıydı, bana derneğin ödentilerini toplama görevi (işi) verdi. Hiç unutmuyorum, yıllık ödenti 150 TL idi, bunun 30 lirasını bana veriyorlardı. Zaman zaman tüm gün derse gidemediğim oluyordu sabah çıkıyordum, tüm İstanbul’da derneğe üye hekimlerin yanlarına gidiyordum. Böylelikle tıp eğitimimi tamamladım.

Bir de tıp eğitimi hakkında öğrencilerime sürekli önerim; klasik kaynak kitapları izlemeleridir. Ders notları ile asla yetinmeyip İngilizce textbook okumalarıdır. Derslere de olanak  ölçüsünde girmelerini öneririm; çünkü ben çalışmaktan dolayı derslere istediğim oranda giremedim tıp eğitimimin son yıllarında. 40 yıl sonra, katıldığım derslerden belleğimde yer edinen çokça şey varken, katılamadıklarımda yeterince iz yok. Kalıcı öğrenme sağlamak bakımından derse devam, hocayla etkileşim ve meslektaşlarla tartışmanın çok verimli ve gerekli olduğu kanısındayım.

Van Lisesinin son sınıfında biz 3 arkadaştık ve ağır koşulları görmüştük. Olağanüstü çalışmaz-sak hiçbir çıkışımızın olmadığını kavramıştık. Üçümüz de tıbbiyeye girdik. Vahit Özmen bugün İstanbul Tıpta genel cerrahi hocasıdır. Ahmet Arvas Cerrahpaşa Tıp Fakültesinde sosyal pediatri hocasıdır. Dolayısıyla azmedilirse birçok şeyin başarılabileceği inancını taşıyorum.

Son tümcem şöyle olsun: Bu söyleşiyi siz istediniz; ben, kendimden söz etmekten utanan bir terbiye aldım. Anlattıklarımın yalnızca bir insanın deneyimleri, zor koşulları, neler başarabileceği olarak görülmesini dilerim.

İşte SOSYAL DEVLET, böylesi derin eşitsizlikleri kaldırmak içindir. Türkiye’de ve dünyada bunun için çaba göstermeliyiz.

  • Adil, eşitlikçi, barışçı, seküler (laik), insan onuruna dayanan, bilimsel, demokratik – hukuk temelli, sömürüsüz ama dayanışmacı bir toplum, devlet ve giderek dünya..

Bu söyleşi için AYRAÇ’a ve size çok çok teşekkür ederim.
***

 

 

 

 

 

Değişen Koşullar, Değişen Yaklaşımlar

Değişen Koşullar, Değişen Yaklaşımlar

Mahfi EĞİLMEZ, PhD
21 Mart 2019

 

 

(Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

2018 yılının son çeyreğinde dünyada farklı bir görünüm vardı. ABD neredeyse artık krizden çıkmış, Avrupa benzer aşamaya geçişte epey bir yol almış, Japonya neredeyse 30 yıl sonra tünelin ucunda ışığı görmüş gibiydi. Gelişmiş ülkeler kategorisinde tek sorun Brexit olarak duruyor onun da çözümü yolunda ilerleme sağlanıyor gibi görünüyordu. Gelişme yolundaki ekonomilerde de durum istikrarlı bir görünüm içindeydi. Sadece Çin’de büyüme ivme kaybediyor bir de gelişmiş ekonomilerin parasal sıkılaştırmaya başlaması dış finansmana aşırı bağlı gelişme yolundaki ekonomilerde bazı finansmana erişim sorunları yaratabilecek gibi duruyordu. Bu durum da büyük endişe yaratmıyor, yönetilebilir olarak kabul ediliyordu.

2019’a girerken görünüm değişmeye başladı. Uzakdoğu ve Latin Amerika kökenli bir resesyon dalgasının dünyayı sarabileceği ve yeniden bir küresel krizin içine çekebileceği korkusu egemen olmaya başladı. Bu yeni bakışın en belirgin kanıtı Davos toplantısı öncesinde World Economic Forum grubunun 800 büyük şirketin CEO’suyla yaptığı anket. Anket sonucuna göre bu en önemli karar alıcıların 2019 için en büyük endişe kaynağının resesyon olduğu ortaya çıktı. Birkaç ay önce küresel krizin artık sonuna gelindiği kanısı egemenken bu hızlı değişim oldukça şaşırtıcıydı. Bu kadar üst düzey karar alıcıların beklentisinin resesyon olması, kararlarını da buna göre alacakları, örneğin yatırımların kısılması, istihdamda azaltmaya gidilmesi gibi adımlar atabilecekleri endişesinin doğmasına yol açtı. Böyle kararlar bu adımların dünyanın her yanındaki diğer şirketlerce de izlenmesine yol açacak bir dalga yaratabilir ve bu gelişme yeni bir resesyonu tetikleyebilir.

Beklentilerin böyle yön değiştirmesinde birçok gelişme etkili oldu. Bunlar arasında Brexit, İtalya’nın giderek bozulan ekonomik durumu, Fransa’daki karışıklıklar, Arjantin ve Venezuela’nın büyük sıkıntıları, Çin ekonomisinin yaşadığı ciddi ivme kaybı, ticaret savaşları, Almanya’da Merkel sonrasında ne olacağının belirsizliği, Türkiye ekonomisinin slumpflasyona gidişi ilk akla gelenler.

Ekonomi, bütün o matematiksel gösterisine karşın, merkezinde insan ve toplumun olduğu bir bilim ve o nedenle beklentiler ekonomide çok önemli bir yer tutuyor. Eğer beklentiler olumlu ise gerçekleşme de büyük ölçüde öyle oluyor. Çünkü karar alıcılar o olumlu beklentilere göre karar alıyor. Tersi geçerliyse yani karar alıcıların gelecekle ilgili beklentileri olumsuzsa kararlarını bu havada alıyorlar ve gerçekleşme de olumsuz oluyor.

Bu gelişmeye göre kararlarını ilk gözden geçiren Avrupa Merkez Bankası oldu. Avrupa Merkez Bankası, 2018’in sonlarında parasal genişlemeyi sadece vadesi gelen tahvillerin yenilenmesine indirgemişti. Draghi verdiği mesajlarda 2019 yılının son çeyreğinde faiz artırımı yapabileceklerini ve parasal genişlemeyi tümüyle durdurabileceklerini ima ediyordu. Sonrasında Avrupa’nın krizden çıkışının daha zaman alabileceğini ve o nedenle faiz artırımı ve parasal sıkılaştırma bir yana, parasal gevşemeye yeniden girebileceklerini söylemeye başladı. Ardından Fed de yaklaşımını revize etmeye yöneldi. Yeni yıla girilirken piyasalar, Fed’in 2019 yılında 3 kez faiz artıracağı ve 600 milyar Doları piyasadan çekeceğine neredeyse kesinlikle emindiler. Fed, son iki toplantısından sonra yaptığı yeni açıklamalarla bu beklentiyi değiştirmeye başladı. Bugün gelinen noktada Fed’in 2019 yılında faizi hiç artırmayacağı ve parasal sıkılaştırmaya da son vereceği beklentisi yerleşmiş bulunuyor. Dünyanın en büyük iki merkez bankası parasal sıkılaştırmadan hızla uzaklaşmaya yönelerek piyasadaki olumsuz beklentileri olumluya çevirmeye çabalıyorlar. Her ikisi de küresel sistemde sadece kendi ülkelerinin veya bölgelerinin sağlam olmasının yetmeyeceğinin, bütün dünyanın iyimser bir havaya geçmesinin gerekli olduğunun farkındalar.

Keynes’e sormuşlar “Üstat, koşullar değişirse ne yaparsınız?” Keynes yanıtlamış: “Koşullar değişirse ben de düşüncemi değiştiririm.” İşte şimdi tam da oradayız. Koşullar değişti, beklentiler olumsuz bu durumda para politikası uygulayıcıların yapması gereken şey bu olumsuz havayı dağıtacak adımlar atmak. Asıl kritik soru bu adımlar yeterli olacak mı sorusu. Bu kez Fed ve Avrupa Merkez Bankası erken davrandı ve politikalarını hızla revize ettiler. O nedenle resesyon eğilimini önleyebilirler. Ama yine de bu adımlar başka bazı gelişmelere de bağlı bulunuyor. Örneğin Brexit’in nasıl sonuçlanacağı, ABD ile Çin arasındaki ticaret savaşının nasıl çözümleneceği, Çin’in yaşadığı ivme kaybını durgunluğa girmeden tersine çevirip çeviremeyeceği, IMF’nin Arjantin’in toparlanmasını sağlayıp sağlayamayacağı, Türkiye’nin girdiği slumpflasyondan ne kadar sürede çıkacağı gibi meseleler Fed ve Avrupa Merkez Bankası’nın para politikası değişikliğinden bağımsız yanları olan konular. Bu konularda da olumlu gelişmeler yaşanması gerekiyor. Bütün bunlar da yetmiyor, parasal sıkılaştırmanın gevşemeye dönmesi halinde bu kez piyasalarda yeni balonlar yaratılmasının da önlenmesi gerekiyor.

Özetle söylemek gerekirse 2019 yılı bütün dünya için son derecede dikkatle ele alınması gereken hassas bir yıl. Diğer ülkelerin, küresel sistemin ekonomik yönetimini Fed ve Avrupa Merkez Bankası’na bırakıp arkalarına yaslanarak seyredecekleri bir dönem değil bu. Herkesin üzerine düşeni yapması yeni bir küresel krizden uzak durmanın ilk koşulu.
==========================
Dostlar,

ERDOĞAN’ın GOLAN TEPELERİ İÇİN TRUMP’a ÇATMASININ BEDELİ 26 MİLYAR $!

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Halk Sağlığı Uzmanı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi   

Hazine eski Müsteşarı, Mülkiyeli Dr. Mahfi Eğilmez’in irdelemesi son derece uyarıcı ve ayrıca yol gösterici (bkz. başlıktaki erişke..). Eğilmez, SBF = Mülkiye mezunu bizim gibi. Bu seçkin Fakülteyi, bilim yuvasını AKP = RTE, 15 Temmuz 2016 “darbe girişimi” sonrası ağır biçimde yaraladı.

Sayısı 30’a varan akademisyen, haklarında kesinleşmiş yargı kararı olmaksızın ve daha korkuncu, yargıya başvurma hakkı da tanımaksızın OHAL KHK’leri ile görevden uzaklaştırıldı..

  • Oysa Anayasa m. 38/4 ve AİHS m. 6/2 uyarınca herkes, evrensel masumluk karinesi gereği,
    suçluluğu kesinleşmiş mahkeme kararları ile hükmen sabit oluncaya dek masumdur!

AKP = RTE iktidarı, Sn. Eğilmez’in ciddi uyarılarının ne ölçüde ayırdında acaba?

Damat Hazine – Maliye Bakanı alaycı söylemlerle dövizin yükselmek yerine daha da düşeceğini hiçbir bilimsel veriye dayanmaksızın, basın önünde kafiyeli sözlerle ileri sürerken,
birkaç güne kalmadan kayınpederinin (RTE!) gadrine uğradı adeta!?

AKP = RTE “mutada inkiyaden” (alışıldığı üzere..) gene köpürdü bir bahane bularak (yerel seçim!).. Bu kez, Suriye’nin yarım yüzyıldır İsrail işgali altındaki (9-10 Haziran 1967’den bu yana!) Golan tepelerinin artık İsrail’e verilmesini isteyen ABD Başkanı Trump’a çattı. Kuşku yok bu istem, uluslararası hukuk bakımından yok hükmündedir. Ancak Suriye’nin belinin kırılmasına yol açan 2011 baharında başlayan Emperyalist Batı girişimlerinde oynanan
öncü rol unutuldu bir anda!?

Malum Reis, Türkiye’nin etini – budunu gözetmeden ve de kendinden menkul müthiş şişkin bir egoyla İslam dünyasının tümüne kol – kanat germeye çabalayan post-modern Halife (!) modeli çizmeye adanmış görünüyor.. Ama örn. S. Arabistan’ın Yemen’deki katliamına seyirci!?

ABD / Trump ile her didişmesinde Türkiye ağır ekonomik ve politik bedeller ödüyor, saygınlık yitirerek şamar oğlanına dönüşüyor. Ancak AKP’nin Dışişleri mücahitleri (Monşerleri kovdular sözde!?) bir türlü “stratejik müttefike bu yapılır mı??” ağlamasından – aşağılık kompleksinden sıyrılamıyor.. Dış politika tam bir ikili oynama (double – track policy), maskeli! Dünden bu yana Dolar 5,40’tan 5,70’e 30 krş. yükseldi. 30 krş/5,40 TL=%5,55 oranında dış borç büyüdü. 476 milyar $ x .0555= 26,42 milyar $ dış borç artışı! Toplam dış borç 500 milyar doları aştı.. 26,4 milyar $/82 milyon; kişi başına 322 $ dış borç artışı (1835 TL; neredeyse bir asgari ücret!) oldu RTE’nin bu hesapsız çıkışıyla.

Böyle ülke yönetimi olur mu? Bir iktidar bu denli sorumsuz ve hesapsız davranabilir, aklına eseni uluslararası kamuoyu önünde gelişigüzel söyleyebilir mi? Üstelik ekonomi çöküntü içinde ve ülke yangın yerine dönmüş iken?! Eğer basiretsizlik ürünü değilse, bu söylem üstelik bilinçli – istendik ise (!?!) daha da ürkünç (vahim) bir durum ile yüz yüze değil miyiz eyyy Türk Ulusu, AKP seçmeni?!

Türkiye, 31 Mart 2019 yerel – genel seçimlerinde AKP’ye hak ettiği dersi mutlaka vermelidir.

Sevgi ve saygı ile. 24 Mart 2019, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Halk Sağlığı Uzmanı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

Oyunlar Kıbrıs üzerine

Oyunlar Kıbrıs üzerine

Şezlong operasyonu!… YURDAGÜL ATUN

Prof. Dr. (İnş. Müh.), Dr. (Ulus. İliş.) Ata ATUN
Dekan, Kıbrıs İlim Üniversitesi
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata@ataatun.com veya  ataatun@gmail.com
http://www.ataatun.org   Facebook: AtaAtun1

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Latince güzel bir dil.
Roma İmparatorluğunun ve tüm Avrupa’nın bir dönem dinsel, devlet, hukuk ve yazım dili olarak Latinceyi kullanmış olması boşuna değil. Neredeyse tüm Batı Avrupa dillerinin atası Latince.
Uluslararası İlişkilerde benim en çok hoşuma giden tanımlama “Divide et impera” cümlesi. “Böl ve Yönet” manasında. Romalılardan kalan bir yönetim tarzı mirası. Daha beş yaşında iken bu terimi rahmetlik babamdan duymuştum. Babam bazen “İngiliz, Kıbrıs adasını rahatlıkla yönetmek için ‘Böl ve yönet’ sistemini kullanıyor. Osmanlı bunu hiç yapmamıştı, azınlıkları birbirine hiç düşürerek menfaat sağlamak yoluna hiç gitmemişti.” derdi.

Çocuk kafam bu cümlede bir hinlik olduğunu seziyordu ama tam olarak babamın ne demek istediğini pek anlayamıyordum. Babamın bahsettiği azınlıklardan bir tanesinin komşumuz Rumlar, diğerinin de biz Türkler olduğunu hiç anlayamamıştım belirli bir yaşa gelinceye kadar.

Benim favorim olan “Divide et impera” cümlesindeki sihirli kelime “impera”.
“İmpera” Yönetmek manasında.
“İmperatore”, Yönetici veya Komutan manasında.
“İmperiosis” ise Emperyalist veya Yayılmacı manasında.

Her üç kelime de günümüzde halen yoğun bir şekilde kullanılıyor, özellikle de “Kıbrıs adasının egemenliği” konusunda güncel durumda ve uygulamada.

Türk milleti olarak yaşadığımız son ekonomik krizin Türkiye’den toprak koparmak amaçlı olduğunu algılıyorum içten içten. Koparılmak istenen toprakların arasında Kıbrıs adası da var. İçine itildiğimiz kriz sanki de yapay.

Türk Lirasının düşmesi ile birlikte Kıbrıs’ta aramızda bulunan Rumların, Avrupa Birliğinin ve ABD’nin paralı görevlileri, siz buna “ajanları” da diyebilirsiniz, hemen organize olup “Tek çözüm Rumlarla birleşip Federasyon kurmak ve AB’ye katılmak”  yaygarasına başladılar. Bazı köşe yazarları ve yazılı basın ile onlarca internet sitesi de bu yaygaraya hemen çanak tutmaya başladı. Aralarında “daha çok çalışalım, daha çok üretelim, halkın sırtına yapışmış ve haksız yere maaş çeken sülükleri söküp atalım” diyeni yok maalesef.

Grekofiller ve AB kuyrukçuları için gün doğdu gerçekten.

Kıbrıs adasının 1878 yılında Osmanlı Devleti tarafından İngilizlere kiralanmasından beri yanımızda olan ve her sıkıntımızda bize destek vermiş olan, özgürlüğümüzü, egemenliğimizi ve devletimizi borçlu olduğumuz Türkiye’mizi ve KKTC’yi alabildiğince kötülemeye, Rumları ve AB’yi de yüceltmeye başladılar. Oynanan oyun bana göre açık ve net.

Nihai hedef, Kıbrıs adasının kuzey topraklarından Türkiye’yi söküp atmak, garantileri kaldırmak, Türk Silahlı Kuvvetlerini gerisin geriye Türkiye’ye göndermek ve adanın tümü üzerinde Protokol 10’u uygulayarak Kıbrıs adasının tümünü AB topraklarına katmak (İmperiosis). Ada çevresindeki doğalgaz’ın ve petrolün tüm kullanım haklarını Güney Kıbrıs Rum Yönetimine (GKRY) bıraktırarak doğalgaz ve petrol üzerinde yönetici (imperatore) olmak.

Bu nihai sonuca ulaşmak için atılacak ilk adım ise “divide et impera” yani “Kıbrıslı Türkleri böl ve yönet” uygulaması. Bu hedef doğrultusunda, içinde bulunduğumuz yapay ekonomik kriz bahane edilerek Kıbrıslı Türklerin beyinlerine ve kalplerine uzun yıllardır yaratmaya çalıştıkları “Türkiye düşmanlığı”nı iyice yerleştirmek ve Kıbrıslı Türkleri,

1- “Rumlarla Federasyon kurmak isteyenler,
2- AB’ye katılmak isteyenler,
3- Türkiye’yi istemeyenler ve
4- Türkiye’yi isteyenler

olarak en az 4 parçaya bölmek ve parçalamak için çalışmalar başlatılmış durumda. Aramızdaki Grekofiller ve AB ile ABD sempatizanları (ajanları) dört elle göreve sarıldılar ve Kıbrıslı Türkleri bölmek uygulamasını başlattılar. Bölme aşaması tamamlandıktan ve kamplar belli olduktan sonrası çok daha kolay olacak. Para uğruna her işi yapmaya hazır olan kişiler devreye sokularak KKTC’de planlı bir kaos yaratılacak ve kaostan çıkış olarak da GKRY egemenliğinin KKTC topraklarını kapsaması yani Rumların egemenliğini kabul etmek ve AB’ye katılım gösterilecek….

Yıllardır devlerle aşık atıyoruz. Yolumuz uzun ve işimiz zor. Allah yardımcımız olsun…
================================
Dostlar,

Bunca sorun arasında kimi kez asıl / temel sorunlar geri düzleme itilmeye çalışılır. Siyasetin cilvelerinden biridir.. Örneğin AKP’nin 16 yıldır sürdüregeldiği akıl ve bilim dışı yağma – talan – borç – beton… ekonomisi ülkemizi çok ağır bir bunalıma sürükledi. Bu bunalımın yapay olduğu kanısında değiliz, Sn. Atun’dan burada ayrılıyoruz.. Ancak bu çok ağır ekonomik bunalımın türevleri de olacaktır; başta dış politikada yaşamsal ödünler koparmak olmak üzere.. Kıbrıs bunların başında belki de.. Ege’deki 18 ada belki de bu ağır ekonomik bunalıma feda edildi, edilmek isteniyor??! Bir başkası Güneydoğu’da ayrılıkçı yapılanmayı zorlama..

Şarbon faciası halkın dikkatini ekonomik çökertme = yoksullaştırma operasyonundan bir parça uzaklaştırabildi mi bilemiyoruz..

Öte yandan İdlib sorunu son derece ciddi – ağır gelişmelere gebe bir çatalkazıktır. İki gün önce Tahran’daki 3’lü doruk AKP = Erdoğan açısından tam bir fiyasko..
(Lütfen tıklayınız :
– http://ahmetsaltik.net/2018/09/08/erdoganin-dis-politikasi-da-coktu/ 
– http://ahmetsaltik.net/2018/09/08/efendileri-de-bir-anlasa/

Kıbrıs politikaları hakkında gerçek bir yurtsever uzman olan Sn. Ahmet Göksan’ın uyarıcı yazısına da sitemizde yer verdik (http://ahmetsaltik.net/2018/09/06/baska-kapiya/). Sn. Prof. Atun’un çok net uyarısı pekiştirici oldu..

Bu sitede elimizden geldiğince ülkemizin sorunlarına ışık tutmaya çabalıyoruz. Sn. Prof. Atun’un temel kariyeri İnşaat Mühendisiği alanında.. Profesörlük derecesine erişmiş bu alanda. Ancak yetin(e)meyip, Ada’lı olmanın da zorlamasıyla belki, uluslararası ilişkiler alanında da uzmanlaşarak Doktora derecesi almış. Mühendislik matematiği ile Uluslararası ilişkiler dinamiklerini kfasında sentezleme çabasında. Nitekim bu son yazı bu bağlamda çok başarılı.

Biz de naçizane, Tıp kariyerimizin, ömrümüzü verdiğimiz Halk (Toplum) Sağlığı / Koruyucu Hekimlik emeklerimizin üzerine son yıllarda “Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi“ lisans eğitimimizi ekledik ülkemizin ve dünyanın sayılı bilim kurumlarından olan Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi – Mülkiye‘de.. Ayrıca Sağlık Hukuku alanında tezli yüksek lisans çalışması da yaptık.. Önceleri, ülkemizin tıp – sağlık alanı dışında sorunlarına değindiğimizde alaysımalı (ironik) eleştiriler – saldırılar alıyorduk. SBF – Mülkiye diplomamız bu hücumlara kalkan oldu epey.. Sağlık Hukuku uzmanlık derecemizi, halkımızın sağlık haklarını tıp alanına ek olarak hukuksal düzlemde de desteklemek için aldık.

Bilim terbiyemiz bize, yeter – güvenilir – geçerli bilimsel kanıta dayalı olmaksızın konuşma – yazma izni vermiyor. Merhum yiğit Uğur Mumcu‘nun altın öğüdü de kulaklarımızda yankılanıyor :

  • Bilgi sahibi olunmadan fikir sahibi olunmaz!

Kaldı ki, biz hiç dik duran “dolu“ başak görmedik..
Doldukça boynunuzu büken bir tevazu terbiyesi gereği..
Ya tersinden söylemek uygunsa; başaklar boş iken dik, doldukça eğiliyor..

Sitemizin daha çok okunması, daha geniş kitlelere ulaşması tek dileğimizdir.

Tıp dışı makalelerimizin sayısı 700’ü buldu.. Koşullar elverirse “artık“ kitaplaştıracağız son çeyrek yüzyıla tanıklığımızı..

Mustafa Kemal Paşa‘nın yiğit orduları 96 yıl önce bu saatlerde Batı Anadolu’yu Yunan işgalinden kurtarmak üzere Büyük Taarruz’un 13. gününde idi.. Çarıklar yırtık, yorgunluktan bitkin, yaya ve hızla, vuruşa – vuruşa koşulan 400 km yol!

Düşündükçe tüylerimiz diken diken oluyor hala! Selam olsun o şanlı yiğitlere, bin selam! Dolayısıyla günümüzde bize düşen, KUTSAL EMANET YURDUMUZU her ne pahasına olursa olsun koruyup kollamak değil de ne??!

Onu yapmaya çalışıyoruz Yüce ATATÜRK‘ün bir Aydınlanma eri olarak..

Sevgi ve saygı ile. 08 Eylül 2018, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Mülkiyeliler Birliği’nden Kamuouyuna Duyuru

mulkiyeliler_birligi_logosu

KAMUOYUNA DUYURU

(AS: Bizim karkımız yazının altındadır..)

1 Eylül’de OHAL kapsamında çıkarılan 672 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameyle toplam 2346 akademisyen görevlerinden atıldı.

FETÖ’cü darbe girişimi sonrasında çıkarılan KHK kapsamında işten atılan akademisyenler arasında, SBF-Mülkiye’den
Aysun Gezen,
Celil Kaya,
Nail Dertli,
Onur Can Taştan,
Ozan Değer,
N. Ezgi Oral,

Kamuran Akın
ve İLEF’ten de Gülseren Adaklı ile İlkay Kara gibi hiçbir darbeci veya terörist örgütlenmeyle bağlantıları olmadığını bildiğimiz, bu konuda haklarında herhangi bir açığa alma işlemi uygulanmamış, hiçbir idari disiplin soruşturması veya dava açılmamış akademisyenler de bulunmaktadır. Bunlardan Celil Kaya, Nail Dertli, Onur Can Taştan ve Ozan Değer aynı zamanda Mülkiyeliler Birliği üyesidir.

Bu nedenle de kimin tarafından hazırlandığı belli olmayan listenin, hiçbir objektif kritere (AS: nesnel ölçüte) dayanmadığı ve akademisyenleri cezalandırma amacı taşıdığı ortaya çıkmaktadır. Söz konusu akademisyenlerin Anayasa’ya ve evrensel hukuk ilkelerine aykırı biçimde işten atılmaları, üstelik bu işleme karşı yargı yoluna bu aşamada başvurulamaması, FETÖ’cü darbe girişimiyle derinleşen karanlığın aydınlatılmasının önünde engel teşkil etmektedir. Kaygımız, bu tür düzenlemelerin, darbecileri geriletmek bir yana, cesaretlendirmesidir.

Ayrıca, işten atılan akademisyenlerin dışında ÖYP’li (Öğretim Üyesi Yetiştirme Programı) asistanlarla ilgili çıkarılan KHK maddesi de sadece SBF-Mülkiye’den 75 dolayında asistanın eğitim öğretimlerini tamamlamadan bağlı bulundukları üniversitelere gönderilip, 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun 50-d maddesine göre istihdam edilmeleri düzenlenerek, bu asistanların akademik faaliyetleri kesintiye uğratılmaktadır.

157 yıllık geçmişe sahip SBF-Mülkiye ve 70 yıllık bir geçmişe sahip Mülkiyeliler Birliği, Türkiye’nin Aydınlanmasına, bilime ve toplumun ve ülkenin gelişmesine önemli katkılarda bulunmuş ve bulunmaya devam etmektedir. Bu kurumların hiçbir kademesinde darbeci ve terörist yapılanmaların etkili olabilmesi, kendilerine zemin bulabilmesi mümkün değildir. Bizlerin darbecilerle “ilişkisi” ancak onlarla amansız bir mücadele yürütmek olarak gerçekleşmiştir.

Mülkiyeliler Birliği olarak, yapılan bu yanlışın derhal düzeltilmesi ve FETÖ’cü darbe girişimi ile yapılan mücadeleyle hiçbir ilgisi bulunmayan listelerin gerekirse yeni bir KHK ile düzeltilmesinin gerekliliğini kamuoyuyla paylaşıyor; böyle bir düzenleme nedeniyle mağduriyet yaşayacak olan başta Mülkiyeli akademisyenlerimiz olmak üzere, FETÖ’cü darbeciler ve terörist yapılarla hiçbir ilgisi olmayanlarla dayanışma içinde olacağımızı duyuruyoruz.

Mülkiyeliler Birliği Yönetim Kurulu

==================================

Dostlar,

AKP’nin de ciddi biçimde FETÖ kirlenmesinden temizlenmesi zo -run – lu!

AKP’nin de ciddi biçimde FETÖ kirlenmesinden temizlenmesi ka -çı – nıl- maz!

Ancak bu Parti’deki ayıklama göstemelik ve simgesel düzeyde, kamuoyunu yanıltıcı.

Ne var ki mızrak çuvala sığmıyor ve Tayyip bey, Partisinin kapısının da çalındığını görünce panikleyerek ama suret-i Hak’tan görünmeyi de elden bırakmadan, kendince ustalıklı (!? bir politika ile Hukuk – Adalet yanlısı izlenimi vererek, “at izinin it izine karıştığı” söylemiyle gerçekte kapısına dayanan operasyona fren koymaya çabalıyor.

ADALET ülkenin (Osmanlı deyimiyle Mülk’ün) temelidir.. Ondan saparsanız Ülke başınıza yıkılır.. 14 yıllık FG ortaklığının faturasını AKP – RTE mutlaka ödeyecektir.

Sevgi ve saygı ile.
13 Eylül 2016, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com