Etiket arşivi: Dr. Ahmet SALTIK – Mülkiyeliler Birliği Üyesi

Sağlık sistemi insan onurunu hiçe sayıyor

Sağlık sistemi insan onurunu hiçe sayıyor

Av. Oya Tekin

oyatekin@oyatekin.av.tr
YURT Gazetesi, 14 Haziran 2018

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

24 Haziran seçimlerine günler kala, yurttaşın sıkıntı çektiği en önemli konuların başında sağlık sistemi geliyor.
Sağlıkta Dönüşüm Programı, uygulamaya konulduğundan bu yana, sağlık hizmetlerinde eşitlik ve sağlık hizmetlerine erişim açısından son derece başarısız bir sınav vermiştir.
Yurttaş sağlık hizmetlerine ne coğrafi olarak, ne uygun bina, donanım, ilaç ve tıbbi malzemenin sağlanması olarak erişebilmiştir.
Hizmetin ücretsiz sunulması açısından da, beklentilerini karşılaması açısından da sistem sınıfta kalmıştır.
Bu tablo hem devlet hastanesinde, hem şehir hastanesinde, hem de özel hastanelerde geçerlidir.
Zira acil sağlık sorunu olan yurttaşlar, devlet ve şehir hastanelerine gittiklerinde uzun kuyruklarla karşılaşırken, özel hastanelerin acil servislerinde ise başta fahiş faturalar olmak üzere, tüyler ürperten uygulamalara maruz kalıyorlar.
İktidar partisi, geçmişte hastanelerde yaşanan kuyrukların artık yaşanmadığını söylüyor.
Doğru, çünkü o kuyruklar artık telefon başında yaşanıyor!
İnsanlar en ufak bir randevu alabilmek için kimi zaman aylarca bekliyorlar.
Düşünün, bunu acil tedavi gerektiren rahatsızlığı olan hastalar da yaşıyor.
Ben sık sık, devlet hastaneleri, şehir hastaneleri ve özel hastanelerin acil servislerine gidip yerinde görür, vatandaşla konuşurum.
Hiç şaşmaz, devlet hastanesine her gidişimde, acil servise girdiğimde tam bir kaosla karşılaşırım.
İnsanlar hak ettikleri hizmeti hiçbir zaman alamıyor, yarım yamalak bir tedaviyle gönderiliyorlar.
Şehir hastanelerinde de tablo farklı değil.
Buralarda da, günün en tenha olması beklenen öğle saatlerinde bile, acil servis kuyruğunun dışarı taştığını görüyorum.
Ultra lüks binalara milyonların yatırıldığı bu hastanelerde vatandaş çile çekmeye devam eder.
Özel hastanelerin durumu ise hepimizin malumu…
Hastaya acil durumunun sona erdiğine ilişkin taahhütname imzalatarak, hastadan fahiş ücretler talep eden özel hastaneler mi dersiniz, olmayan hastanın yatışını göstererek devleti dolandıran mı, otopark ücreti için yurttaşı sıkboğaz eden mi?
Yani özel hastanelerin azımsanmayacak bir bölümü ne yazık ki, hasta haklarını da ezip geçiyor insan onurunu da. O nedenle diyoruz ki, gelin 24 Haziran’da bu gidişata bir son verelim.
Ne hasta haklarımızın ne de insan onurumuzun bu şekilde ayaklar altına alınmasına izin vermeyelim!
======================================
Dostlar,

Yazar Sayın Av. Oya Tekin bizim de yaramıza dokundu..
Türkiye son derece kritik bir baskın – tuzak seçime sürüklenirken CB adaylarının – partilerinin gündeminde SAĞLIK hemen hemen yok gibi!
5 temel – öncelikli sorun tanımlanıyor genelikle ve SAĞLIK aralarında yok.
Bu hazin bir durum..
Biz bile, 41 yıllık hekim ve tıp fakültesi öğretim üyesi olmamıza karşın, Fakültemizdeki meslektaşlarımızdan randevu ve sağlık hizmeti almada zaman zaman ciddi biçimde zorlanıyoruz. Özel muayene – işlem ücreti istendiği bile oluyor ne yazık ki!

ŞEHİR HASTANELERİ, bu ülkeye ve halka kurulan en büyük küresel tuzaklardan biridir.
Bu sitede konu hakkında onlarca yazı bulunabilir.. Konferans videolarımız, power point yansılarımız, TV program kayıtlarının erişkeleri.. Hatta manşette uzun süredir tuttuklarımız halen var.

  • ŞEHİR HASTANELERİ açıkça bir talandır!

Talanın boyutları birkaç on yıl içinde yüzlerce milyar dolara erişebilir!
Artık salt kısa erimde yandaşlar ve küresel sermaye ortaklıkları değil; orta uzun erimde bunların gelecek kuşak çocuklarının da haksız – haram refahları masum halkın sırtından güvencelenmektedir! Hükümetler halkın sağlığını korumak yerine, bu talan kurumlarına HASTA VAAD EDER sefilliktedir. Bedeli de elbette bu hastaneleri kullansın – kullanmasın halkın vergilerinden ödenmektedir.

  • Bu UTANÇ VERİCİ BİR KİTLESEL – TOPLUMSAL HARAÇTIR!
  • ŞEHİR HASTANELERİ AÇIKÇA KÜRESEL SERMAYEYE VERİLEN KAPİTÜLASYONDUR ve Lozan Anlaşmasına da aykırıdır!

CB adayları ve siyasal partiler bu temaları halka işlemek iktidardan hesap sormak zorundadır! İktidar değişikliğinde bu küresel talanın durdurulacağı sözü halka verilmelidir.

Yineleyelim; AKP’nin Haziran 2003’ten bu yana 15 yıldır dayattığı SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM PROGRAMI IMF – Dünya Bankası dayatmasıdır; özgün adı Health Transformation‘dur. Şehir Hastaneleri talanı, bu kökü dışarıda programın 2. aşamasıdır.

AKP’nin sağlık politikası asla yerli – milli değildir; kendisine dikte edilmiştir.

AKP iktidarı, sağlıkta da bu küresel soygun politikalarının taşeronudur!

Oysa Erdoğan, nasıl oluyorsa, “biz yerli ve milliyiz” diyebilmektedir!? Utandırıcıdır!

İşte ülkemiz günümüzdeki ağır – kritik ekonomik bunalım ortamına böyle sürüklenmiştir!
Sağlık sektörü, kayıt içi – dışı toplamda ulusal gelirin 1/10’unu yutmaktadır. Bu para geçen yıl 80 milyar Doları aşmıştır! Ama insanımızın sağlık düzeyi göstergeleri ilk 60-80 ülke içine zor giriyor. Bunca para kimlere rant olarak aktarılıyor halkın sağlığı hiçe sayılarak??

Sevgi ve saygı ile. 15 Haziran 2018, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com

 

 

 

 

Bilişsel tutarsızlık: Önlenemez çöküş!

Bilişsel tutarsızlık: Önlenemez çöküş!
Emre Kongar
, 14.6.18, Cumhuriyet

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

“Bilişsel Tutarsızlık”, inançlar ile tutum ve davranışlar arasındaki çelişkiyi vurgulayan bir terimdir. İngilizcesi “Cognitive Dissonance” tır.

Erdoğan/AKP iktidarının önlenemez çöküşünün altında yatan temel mekanizmayı belirler!
***
“Bilişsel Tutarsızlık” iki yönlü çalışır:
1) İnançlarımız bağlamında, bunlarla çelişkili olan ufak tefek tutum ve davranışları görmeyiz.
2) İnançlarımıza aykırı tutum ve davranışlar, kritik bir birikime erişince, inançlarımızı etkiler!
İnançlarla, tutum ve davranışlar arasındaki tutarsızlığın bu iki yönlü etkisi, hem kendimiz hem de başkaları için geçerlidir.
1) İnançlarımıza aykırı küçük tutum ve davranışlarımıza izin veririz; mesela çok dürüst olduğumuza inanır ama ara sıra beyaz yalanlar söyleriz…
Başkaları hakkındaki duygularımız onların, bu duygularımıza ters düşen tutum ve davranışlarını kabul etmemize sebep olur; mesela sevdiğimiz insanların ufak tefek hatalarını görmezden gelir veya rasyonalize ederiz.
2) Ama gerek kendi tutum ve davranışlarımız, gerekse başkalarında gözlemlediğimiz tutum ve davranışlar, inançlarımıza çok aykırı olmaya başlar ve zaman içindeki birikimleri kritik bir noktaya erişirse, o zaman hem kendimiz hem de başkaları hakkındaki inançlarımızda değişiklik olur.
Dini inançlar böyle zayıflar, dostluklar böyle bozulur, parti tercihleri böyle değişir.;
***
Erdoğan/ AKP iktidarı, bugün, bugün olmazsa yarın, mutlaka gidecektir…
Gidiş süreci ne kadar uzun sürerse, toplum için maliyeti o kadar yüksek olacaktır:
Çünkü bireysel olarak da toplumsal olarak da seçmenlerde yarattığı “BilişselTutarsızlık”, başlangıçta olduğu gibi lehine değil, kritik birikim noktasını aştığı için, artık aleyhine işlemeye başlamıştır:
Yani seçmenin, başlangıçta, demokrasi adına ona duyduğu güven ile görmezden geldiği antidemokratik tutum ve davranışları o denli birikmiştir ki, artık onun “Demokrat olduğuna ilişkin inanç” yitirilmiştir.;
***
Muharrem İnce’nin başarısı da tam bu noktada ortaya çıkıyor:
İktidarın, Demokrasi inancına aykırı olan, bölme, düşmanlaştırma vekutuplaştırmaya dayalı olan baskıcı ve adaletsiz tutum ve davranışlarınınyarattığı “bilişsel tutarsızlığı”…
Bütün toplumu sevgi ile birleştirme, bütünleştirme ve herkesi adalet ve özgürlük içinde kucaklama stratejisi ile açığa çıkarmış…
Ve böylece, seçmende, Erdoğan/AKP yönetiminin antidemokratik tutum ve davranışlarından kaynaklanan “Bilişsel Tutarsızlığın” iktidara olan inancı sarstığı noktayı yakalamış, ayrıca bu sarsılmanın oy verme tutum ve davranışını etkileme potansiyelini harekete geçirmiştir.
***
HİÇ KİMSE, DEMAGOJİK BİR İKTİDARA, KENDİSİ KADAR ZARAR VEREMEZ:
DİREN DEMOKRASİ… SENİ GERİ GETİRİYORUZ!
=============================================

Dostlar,

ERDOĞAN’ın BİLİŞSEL DURUMU

“Bilişsel Tutarsızlık” (“Cognitive Dissonance”) durumunun 1 adım ötesi tıbbi terminolojide
“Bilişsel Bozukluk” (“Cognitive Disorder”) olarak bilinir.

ICD 10 olarak kısaca bilinen Uluslararası Hastalık Sınıflandırması‘nda özel bir kodu olan nöro-psikiyatrik sorundur. “Bozukluk” sözcüğü günlük dildeki anlamından farklı olarak bilimsel bir terimdir ve İngilizce “Disorder” sözcüğü karşılığı olarak üretilmiştir, yaygın kullanımdadır. Meslektaşımız Uzman Dr. Mustafa Altıoklar‘a, Erdoğan için “Narsisistik kişilik bozukluğu” nitelemesi nedeniyle hakaretten hapis cezası verilirken bu hataya (?!) düşülmüş ve salt  “bozukluk” dediği için ceza istenmiş, savcılık katılmış, mahkeme de ceza vermiştir. Oysa “Narsisistik kişilik bozukluğu” o psikiyatrik durumun tam tanımıdır ve ICD 10’da özgün kodu vardır. Konuyu o sıralar web sitemizde kapsamlı işlemiştik (http://ahmetsaltik.net/2015/03/19/narsistik-kisilik-bozuklugu-ve-erdogan/ ve http://ahmetsaltik.net/2015/03/19/erdoganin-akil-sagligi/).

Erdoğan‘ın son zamanlarda zaman – mekan – kişi – olay bağlamında ciddi ve yinelenen gafları oluyor.. Bunlar nasıl açıklanabilir?

Eğer halk yutarsa diye bilerek çarpıtma değil ise -ki bu da başlı başına ağır bir siyaset etiği / ahlakı sorunudur ve kabul edilemez!- aşırı yorgunluk, bir adım sonrası sürmenaj, onun da ötesi “tükenme sendromu” mudur? Ya da “bilişsel bozukluk” durumu mudur? Bilmiyoruz.. “Bilişsel bozukluk” da her hastalık gibi herkesin başına gelebilir. Hekim muayenesi ve “Kognitif bozukluk testi” denenen bir test ile tanı konabilir. Tabii derecesine göre de kişinin hukuksal hak ve fiil ehliyeti sınırlandırılabilir, vasi atanabilir, çalışma yaşamından / kamu görevinden çekilerek ya durumuna uygun iş verilir ya da engellilik (maluliyet) gerekçeli olarak emekli edilir.

Adli olaylarda sanıklar hakkında hüküm kurmadan, gerektiğinde bu teste dayalı adli tıp / hekim raporu istenir ve cezada indirim gerekçesi olarak kullanılabilir.

Ülkeyi yönetecek olanların yetki ve sorumlulukları çok geniş ve ağırdır. Bütün bir ülke ve milyonlarca insanın yaşamını yakından ve doğrudan ilgilendiren kararlar alabilecek yöneticilerin bedensel / bilişsel / ruhsal yönden tam sağlıklı olmaları gerekir.

Uygar ülkelerde bu tür tıbbi kurul raporları göreve gelmeden kamuoyuna sunulur, gerektiğinde uygun aralıklarla yinelenir. Böylesi bir  geleneğin hatta hukuk normunun ülkemizde de yerleşmesinde büyük yarar vardır.

Hiç kimse tek başına bir ülkeden / halktan daha önemli – öncelikli ve değerli değildir.

Sevgi ve saygı ile. 14 Haziran 2018, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com

İSİG Meclisi : Cumhurbaşkanı Adaylarına Çağrımız

Cumhurbaşkanı Adaylarına Çağrımızdır…
– İSİG Meclisi

Cumhurbaşkanı Adaylarına Çağrımızdır…

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi; 2011 yılından bugüne farklı sektörlerden, işkollarından, mesleklerden işçilerin (sanayi/hizmet/tarım, metal işçisi, mevsimlik tarım işçisi, banka işçisi, sağlık işçisi, doktor, mühendis, akademisyen, iş güvenliği uzmanı vb.) ve işçi ailelerinin yaşam verdiği bir ağ örgütlenmesidir. Devletten, sermayeden ve siyasal partilerden bağımsızdır. Sağlıklı ve güvenli bir yaşam, çalışma koşulları için mücadele eder. 
İSİG Meclisi; bütün iş kazaları ve meslek hastalıklarının önlenebilir olduğunun bilinciyle, yaşanan işçi ölümlerini ‘iş kazası’ değil ‘iş cinayeti’ olarak tanımlar. Bu noktada işçilerin sağlığının her türlü ekonomik çıkardan, büyümeden önce geldiğini savunur. İşçi sınıfı ve toplumda aylık olarak hazırladığı ‘iş cinayetleri raporu’ başta olmak üzere panel, işçi direnişlerine destek ve hazırladığı diğer raporlarla tanınan bir kurumdur. Yine birçok sendika ve meslek örgütlenmesi tarafından desteklenmektedir.
 
24 Haziran 2018 seçimleri işçi sağlığı ve iş güvenliği mücadelesi açısından da kritik bir öneme sahiptir. Bu noktada aşağıda mücadelemizin temel istemlerini paylaşıyoruz:
 
1- OHAL koşullarının devam etmesi için somut bir gerekçe yoktur. Aksine OHAL/KHK uygulaması işçi haklarına karşıt bir durumdur. Son iki yıl içinde işçi sağlığı alanına da bu durum yansımış ve işçi ölümleri %10 artış göstermiştir. OHAL kaldırılmalıdır
 
2- Ölen işçilerin %98’i sendika üyesi değildir. Yani sendikasız çalışmak ölüm demektir. İş cinayetlerinin önlenmesi, sağlıklı ve güvenli çalışmanın ön koşulu işçi katılımıdır. İşçiler ancak sendikalaşarak bunu sağlayabilir. Ülkemizde sendikaya üye olan işçiler işten atılıyor, sermaye işyerlerinde sendika istemiyor ya da istediği sendikayı getiriyor. Devlet daha ileri giderek sendikaların yapacağı basın açıklamalarını, toplantıları ve grevleri yani toplu pazarlık hakkını yasaklıyor. Bu noktada işyeri İSİG kurulları, çalışan temsilciliği ve genel olarak sendikal örgütlenme üzerindeki baskılar sona erdirilmelidir. Grev yasaklarına son verilmelidir
 
3- İşyerlerinde işçilere keyfi bir biçimde iş tanımı dışında işler yaptırılıyor. Çalışma saatleri günde 10-12 saate ulaşıyor. Mesai ücretleri, izin hakları vb. verilmiyor. Özellikle taşeron işçileri bu koşullarda çalışırken şimdi taşerona rahmet okutacak kiralık işçilik gibi kölelik uygulamaları getiriliyor. Özelde veya kamuda tüm taşeronlaştırma ve kiralık işçilik uygulamalarına son verilmelidir…
 
4- İş cinayetlerinin sorumlusu işverenler, bürokratlar ve siyasiler yargılanmıyor. Yargılananlar ise çoğunlukla günah keçisi haline getirilen iş güvenliği uzmanlarıdır. Yine mahkemeler iş cinayetlerini cezalandırmıyor, failleri ’24 taksitli para cezası vererek serbest bırakıyor’. İş cinayetlerinin sorumlusu işverenler, bürokratlar ve siyasiler yargılanmalıdır…
 
5- ILO ve WHO verilerine göre 1 ‘iş kazası sonucu ölüm’ karşılığında yaklaşık 6 ‘meslek hastalığı sonucu ölüm’ olmaktadır. Ancak SGK verilerine göre her yıl ortalama 500 dolayında işçi meslek hastalığına yakalanmakta ve neredeyse hiçbir işçi de ölmemektedir. Meslek hastalıklarının gizlenmesinden vazgeçilmeli ve bu noktada sağlık örgütlerimizin yürütücülüğünde saptayan / önleyen bir yaklaşım yaşama geçirilmelidir…
6- Çalışma yaşamının denetiminde görev yapan iş müfettişlerinin siyasal iktidara olan bağımlılığının önüne geçilerek, ‘İş Teftiş Kurulu’nun yönetiminde emek örgütlerinin ağırlığı olacak şekilde sosyal taraflardan oluşan bağımsız bir üst kurul haline gelmesi sağlanmalıdır…
7- Emeğin korunmasının temellerinden ikisini iş güvencesi ve insanca yaşayacak bir ücret oluşturur. Asgari ücret yükseltilmeli, işten atmalara son verilmeli ve işsizlik önlenmelidir…
 
8- İşçilerin sağlıklı yaşamak ve can güvenliklerini sağlamak için ulaşım, barınma ve beslenme hakları vazgeçilmezdir. İşçi servisleri uygun araçlardan oluşmalı, işçilere kalacak lojman sağlanmalı ve gıda zehirlenmelerini önlenmelidir. Yine toplu taşıma, konut ve gıda fiyatları konusunda adımlar atılmalıdır… 
 
9- Her yıl 60-70 çocuk çalışırken yaşamını yitirmektedir. 2018 yılı ‘çocuk işçilikle mücadele yılı’ ilan edilmesine karşın şu ana kadar (AS: ilk 5 ay) 27 çocuk işçi can vermiştir. Bu noktada özellikle sanayinin ucuz emek gücü ihtiyacını karşılayan 4+4+4 eğitim sistemine son verilmeli ve çocuk işçilik yasaklanmalıdır
 
10- Ülkemizde küçük yaşlarda çalışma yaşamı başlamakta ve neredeyse ömür boyu sürmektedir. Emekçilerin belli bir çalışma yılından sonra emekli olma hakları vardır ve bu da çalıştıkları mesleğe ve cinsiyetlerine göre belirlenmelidir. Emekliliğin yaşa takılmasına ve kademeli olarak 65 yaş olarak belirlenmesine yani mezarda emekliliğe son verilmelidir…
 
11- Kadın emeği; tarımda, sanayide, hizmet sektöründe ve evde görünmez hale getirildi. Oysa her yıl 120-130 kadın çalışırken yaşamını yitiriyor. Kadını temel alan bir işçi sağlığı anlayışı tanımlanmalıdır…
 
12- Ülkemizde milyonlarca mülteci/göçmen işçi bulunmaktadır. Temel düzenlemelerden yoksun bırakılan mülteci/göçmen işçilerin çalışma, sağlık, barınma, ücret vb. güvenceleri sağlanmalıdır. Türkiyeli işçilerle mülteci/göçmen işçileri karşı karşıya getiren ücret ve çalışma politikalarından vazgeçilmelidir. Yine bu noktada bölge ülkelerini savaşın içine sürükleyen politikalardan uzak durulmalıdır… (06 Haziran 2018)
İletişim
İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi
http://www.guvenlicalisma.org/index.phpoption=com_content&view=article&id=19511:cumhurbaskani-adaylarina-cagrimizdir-isig-meclisi&catid=152:haberler 

Dostlar,

Saptamaların, istemlerin ve çözüm önerilerinin eksiği çok, fazlası – yanlışı yok değil mi!

Biz de aynen katılarak paylaşıyoruz bu metni..

Sevgi ve saygı ile. 13 Haziran 2018, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com

 

Vatan Partisi’nin emek manifestosu

Vatan Partisi’nin emek manifestosu

Engin Ünsal

Dr. Engin Ünsal
Aydınlık Gazetesi, 10.6.2018

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Geçen haftaki yazımızda siyasi partilerin seçim manifestolarından (bildirgelerinden) söz etmiş ve işçi sınıfının bir manifestosunun yokluğunu eleştirmiştik. Siyasi partilerin seçim bildirgelerinde işçi sınıfının sorunlarına ya hiç değinmediklerinin ya da eser miktarda ilgilendiklerinin altını çizmiştik. Hafta içinde Vatan Partisi’nin, iktidar olduğu takdirde işçiye, işsize ve emekliye neler getireceklerini, yasalarda neleri değiştireceklerini 100 başlık altında açıklayan çalışması elimize geçti. Güzel bir çalışma. Emeği geçenleri kutlamak gerek. Zengin içerikli bu çalışmanın üç eksiği vardı ve bu eksikliklere değinmenin yararlı olacağını düşündük.

ÜLKEMİZDE İŞ GÜVENCESİ VAR MI?

ILO 158 sayılı sözleşmesi ile iş sözleşmesinin korunmasına ilişkin bazı normlar getirmiştir. 4857 sayılı İş Yasası’nın 18-21. maddeleri ile bu normlar iç hukuka dahil edilmiş fakat çok önemli ve iş güvencesini yok eden bir hatalı düzenleme yapılmıştır. Yasanın 21. maddesine göre iş sözleşmesinin feshi üzerine, feshin geçerli bir nedene dayanmadığını iddia eden işçinin İş Mahkemesinde işe iade davası açmak hakkı vardır. Mahkeme feshin geçersiz bir nedene dayandığını kabul ederse işçinin işe iade veya tazminatını alma hakkına karar vermektedir. Ülkemizde işten çıkarmalar genelde işçinin sendikaya üye olması nedeni ile yapıldığından işverenler işçinin tazminatını ödeyerek onu işine iade etmemektedirler. Tazminat ödeme veya işe iade tercihinin işverene bırakılması büyük yanlıştır ve işçinin iş güvencesini yok eden, aynı zamanda işverenlerin sendika celladı olmasını sağlayan bir biçimde kullanılmaktadır. Oysa bu tercih hakkı işçiye tanınmalı ve işçi işine dönmek isterse işverene hiçbir itiraz hakkı tanınmamalıdır. Böylece hem işçinin iş güvencesinin hem de sendika özgürlüğünün ve güvencesinin önü açılmış olur.

İŞSİZLİK ÖDENEĞİ UYGULAMASI YANLIŞTIR

4447 sayılı İşsizlik Sigortası Yasası 50. maddesinde günlük işsizlik ödeneğinin, sigortalının son dört aylık prime esas kazançları dikkate alınarak hesaplanan günlük ortalama brüt kazancının % kırkı olacağını hükme bağlamıştır. İşsizlik sigortası primini ücretin tamamı üzerinden ödeyen işçiye işsizlik ödeneği ortalama günlük ücretinin tamamı üzerinden ödenmelidir. Maddenin devamında bu ödenekten yararlanma koşulları sıralanmış ve yararlanma zorlaştırılmıştır. İşçinin bu ödenekten yararlanması yumuşatılmalı ve işsiz kalan işçiye işsizlik süresi boyunca süre kısıtlaması olmadan işsizlik ödeneği verilmelidir.

GREV YASAKLARI ÇOK GENİŞTİR

6356 sayılı Sendikalar Yasası’nın 62. maddesi grev yasaklarını yaygınlaştırmıştır. Ülkemizde memurların zaten grev hakkı yoktur.

Buna bir de işçi sendikalarının grev hakkını kısıtlayarak destek verirseniz o zaman ülkemizde sendika özgürlüğünden söz etmek zorlaşır çünkü grev hakkı özgür sendikacılığın olmazsa olmazıdır. Grev yasakları ancak Milli İstihbarat gibi ülke güvenliği ile çok yakından ilgili işkolları için düşünülmelidir.

SİYASİ PARTİLER ÖRNEK ALMALI

Vatan Partisi’nin Emek Manifestosu öbür partilere örnek olmalıdır. Siyasal partiler yaklaşık 22 milyonu bulan işçi ve memurlar için nasıl bir çalışma düzeni, nasıl bir sendikal özgürlük düşündüklerini açıkça belirtmelidirler. Özellikle sosyal demokrat olduğunu iddia eden CHP; çünkü sosyal demokrasinin dayanağı işçi sınıfı ve sendikalarıdır. Bir Emek Manifestosu olmayan CHP’ye işçi sınıfının destek olması zordur.
======================================
Dostlar,

Sayın Dr. Engin Ünsal (PhD) ülkemizde emek hakları için çooook emek vermiş bir aydındır. Bu yazısı da derli toplu  emek sorunlarına ilişkin temel sorun ve istemleri özetlemektedir. Kuşkusuz işçi sağlığı – iş güvenliği alanı son derece geniş ve karmaşık etmenlidir.

En başta gelen engel ve risk etmeni, siyaset kurumunda egemen olan iş kazaları = iş cinayetlerini ‘fıtrata dayandırma’ ilkelliğidir. Öncelikle bu sorunun aşılması gereklidir, çünkü

  • Bilimsel olarak çok net bilinmektedir ki; iş kazaları = iş cinayetleri %100; meslek hastalıkları ise %98 önlenebilmektedir.

Hem de, vergiden de düşürülebilen son derece sınırlı giderlerle. Teknik deyimle, iş sağlığı – güvenliği giderleri maliyet-etkin dirler (cost – effective).

Buna ek olarak canımızı çok yakan bir sorun da, iş davalarında zorunlu arabuluculuk dayatmasının getirilmesidir.

İş mahkemelerinin kuruluş, görev, yetki ve yargılama usulünü düzenleyen 7036 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu 25.10.2017 günlü ve 30221 sayılı Resmi Gazetede yayımlanmıştır.

01 Ocak 2018’de yürürlüğe giren İş Mahkemeleri Yasasının 3. maddesi ile yasaya veya bireysel ya da toplu iş sözleşmesine dayanan işçi, işveren alacağı, tazminatı ve işe iade istemiyle açılan davalarda, arabulucuya başvurulması dava koşulu olarak aranacaktır.

İş uyuşmazlıklarında dava şartı olarak arabuluculuk, Anayasa’nın 2., 36. ve 49. maddelerine aykırıdır.

TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu, büyük keyif içinde bu düzenlemeyi kendilerinin istediğini, hükümetin de yaptığını genel kurulda dile getirmiştir. Şu sözler O’nun :
(YEREL – KÜRESEL SERMAYENİN EMEK DÜŞMANLIĞI AYNI İLKELLİĞİYLE SÜRDÜRÜLEBİLİR Mİ??)

  • “Büyük sıkıntı yaşadığımız bir başka alan, yargı sistemiydi. Özellikle iş mahkemelerindeki  davalarda işveren %99 haksız çıkıyordu. Bunu değiştirmek üzere, zorunlu arabuluculuk sisteminin uygulamaya alınmasını sağladık. Aylar, hatta yıllar süren davalar, artık günler-haftalar içinde çözülüyor. Bu vesileyle, bizlere her zaman destek olan sayın cumhurbaşkanımıza, başbakanımıza, bakanlarımıza ve Meclis’imize, bizimle birlikte çalışan, emek veren bürokratlarımıza, camiamız adına teşekkür ediyorum.”
  • En çok şikâyet ettiğimiz konu olan, istihdam maliyetlerinin düşürülmesini sağladık..
    İş sağlığı ve güvenliği mevzuatı, KOBİ’lerimize büyük yükler getiriyordu, bunları kaldırttık.

İşte AKP / RTE‘nin emeğe – emekçiye bakış açısının suçüstü belgelerinden biridir bu konuşma!

Dolayısıyla yurdun emekçisinin, 24 Haziran – 8 Temmuz yaşamsal seçim sürecinde ‘OY‘ unu bilinçle kullanması, kendi varlık nedenidir..

Sevgi ve saygı ile. 10 Haziran 2018, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

Borç ekonomisi

Borç ekonomisi

AKP Genel Başkanı Ekonomist (?) Erdoğan’a 10 Soru

1. 12 ay içinde vadesi gelecek olan 182 milyar dolar dış borç ve
2. 55 milyar $ dolayında cari işlem açığının finansmanı nasıl sağlanacak?
(bkz. http://ahmetsaltik.net/2018/06/09/ekonomik-secenekler-daraliyor/)

E. Büyükelçi Dr. Şükrü Elekdağ, Türkiye’nin dış borçlarını ödeme gücünün çok zayıfladığına dikkat çekmektedir (https://www.sozcu.com.tr/2018/yazarlar/ugur-dundar/turkiyenin-dis-borclarini-odeyebilme-kapasitesi-cok-zayiflamis-durumda-2453500/utm_source=yazarlar&utm_campaign=diger_yazilar&utm_medium=diger)

Dikkat çekmek isteriz ki, Sayın Aydoğanoğlu’nun aşağıdaki paragrafında belirtilen, 2018 sonuna dek servis edilmesi gereken toplam küresel borç ödemesi 1,9 Tr (trilyon) $ dır!
– Uluslararası Finans Enstitüsü’nün (IIF) yayımladığı ‘Küresel Borç Gözlem Raporu’na göre gelişmekte olan ülkeler 2018 sonuna dek kamu ve özel sektör üzere toplam 1 trilyon 900 milyar dolarlık borç ödemesi yapacak. Bu yıl en büyük borç geri ödemesi yapacak ülkeler Çin, Rusya, Güney Kore ve Türkiye olarak sıralanıyor.
Türkiye için bu rakam 182 Bn (milyar) $ olduğuna göre, toplamın borç geri ödemesinin yaklaşık 10’da 1’i (% 9,6’sı) Türkiye’nin sırtındadır! Oysa Türkiye’nin 2018 sonunda erişebileceği toplam ulusal gelir (GSMH) 800 Bn (milyar) $ bile olamayacaktır (2017 sonunda 850 Bn $). Küresel toplam gelir 2018 sonunda 80 Tr (trilyon) $’ı biraz aşabilir; Türkiye’nin bu üretimde payı %1 gibidir (nüfus %1,1!). Küresel gelirde %1 payınız olacak ama küresel borç servisinin %10’unu yapacaksınız!

Adama şu soruları sormazlar mı                :

1- Senin hiç öngörü (projeksiyon) hesapların yok mudur?

2- Bunca ağır, boyunu çooooook aşan borçlanmayı neden yaptın?

3- Haydi olağanüstü borçlandın; bu kaynağı hangi döviz getiren üretken yatırımlarda kullandın?

4- Borç servisi için, o da yapabilirsen – bulabilirsen, fahiş faizle ve kritik ödünlerle borçlanma dışında hangi seçeneğin var?
5- Sen bu işin sonunu hiç düşünmedin mi?
6- Üstelik ekonomistim diyorsun, diplomanı bir türlü göremedik ama, ‘kandırıldım’ da diyemezsin bu durumda..
7- Daha kritik bir soru : Ekonomi yönetimi, başdanışmanlar içinde bu öngörüyü (projeksiyonu) yapabilecek tek bir adam yok mu? Varsa sana uyarı yapılmadı mı? Yapıldı ise niye dinlemedin?
8- Örn. Ekonomiden sorumlu Başbakan Yrd. İngiliz vatandaşı Mr. Mehmet Simsek’in yıllardır işin başında olarak bu yıkımı – çöküşü görememesi olanaklı mı? Göremedi ise diplomalarını yırtmayı ve emekliye ayrılmayı düşünür mü? Gördü ise ve hala kamuflaj ile meşgulse bu ‘misyon’ un adı nedir ve acil yaptırımı ne olacaktır / ne olmalıdır??!!
9. Hala kendinizi ve halkımızı, dünya kamuoyunu yanıltmayı (!) sürdürecek misiniz?
10. Artık bırakıp gitmeye ve hiç olmazsa ülkeyi enkaz ile başbaşa bırakmaya ne dersiniz?
*******
Efendi, bırak git artık.. Ülkenin yakasından düş..
Koskoca bir ülkenin, on milyonlarca masum insanın böylesine ağır soyulduğunun, talan edildiğinin örneği dünya iktisat tarihinde görülmemiştir.. Üstelik dincilik maskesi ile!

Gelinen yer; ülkenin salt bağımsızlığının değil; ülke ve ulus bütünlüğünün, bekasının ciddi biçimde tehdit altına sokulduğu ürkünç (vahim) bir yerdir!

Türkiye halkı, 24 Haziran’da, kendisine kurulan bu küresel mafyatik tuzağın hesabını mutlaka ama mutlaka sormalıdır; soracaktır umuyor ve diliyoruz..
Osmanlı’nın Düyun-u Umumiyesi‘ni defetmeyi bildiği gibi..
1923-1954 arasında 31 yıl, burnundan gelerek de olsa, haramzade padişahların hovarda borçlarını ödeyerek…

Sevgi, saygı ve derin kaygı ama UMUT ile. 10 Haziran 2018, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Ekonomik seçenekler daralıyor

Ekonomik seçenekler daralıyor

Belirtiler Türkiye’nin bir krize sürüklendiğini gösteriyor. Durgunlaşmayı izleyen ılımlı bir daralma ile geçiştirilebilir mi? Finansal kriz ve kapsamlı bir bunalım mı?

İyimser senaryo: Durgunlaşma → Ilımlı daralma → İstikrar…

Türkiye için iyimser bir senaryonun işlerliği öncelikle dış dünyaya bağlıdır: FED’in parasal daralma / faiz artırma temposu hızlanmamalı; ABD 10 yıllık korkutboratavtahvil faizleri % 3’lük eşiğin altına yerleşmeli; finans kapitalin “risk iştahı” aniden coşmalı ve “yükselen piyasalar”dan fon çıkışları son bulmalı…

Dış ortamdaki “olumlu” koşulların Türkiye ayağı da var: TCMB, politika faiz oranını son enflasyon verilerinin üst eşiğine (% 20’lik ÜFE artışına) çeker. Batılı finans çevreleri, “Türkiye’de fiyatlar yeterince düştü; girme zamanıdır…” teşhisinde birleşir. Sıcak para akımları döviz kurlarına ve faizlere istikrar getirir.

Ancak dikkat: Bu yeni istikrar ciddi kayıpları izleyecektir. Döviz fiyatlarının geçen yıl sonundaki 1 dolar = 3,77 TL düzeyine dönmesi olası değildir. Döviz borçlusu şirketlerden başlayan zincirleme etkiler, tüm ekonomiye, bankalara yansıyacaktır. Borçlu şirketleri ve bireyleri zorlayacak olan bir diğer zinciri de hatırlatalım: TCMB politika faizi → mevduat faizleri → tırmanan kredi faizleri…

Tek telafi edici etken, hükümetin Nisan ve Mayıs 2018’de artan kamu harcamalarını içeren seçim paketidir. Ancak, döviz kuru ile faiz artışlarının daraltıcı etkileri yıl boyu sürecek; “seçim paketi” yılın ikinci yarısında son bulacaktır.

Bu iki karşıt akım, şu anda ekonominin durgunlaşmasına yol açmaktadır. İlerleyen aylarda olumsuz finansal etkenler ağır basacaktır.

En iyimser senaryo, ekonominin 2019’a ılımlı bir daralmayla girmesi ve giderek istikrar bulmasıdır.

Kriz niçin gündemdedir?

Bu iyimser senaryonun gerçekleşmesi, mümkündür; ama muhtemel değildir.

FED’den kaynaklanan finansal daralma yavaşlamayacak; belki de hızlanacaktır. Finans kapitalin “yükselen ekonomilerin kırılgan halkaları”na (öncelikle Arjantin, Türkiye, Brezilya’ya) dönük risk iştahı yok olmuş; fon çıkışları yaygınlaşmıştır.

Batılı bir bankerin ifadesiyle, Cumhurbaşkanı’nın Londra’da “TCMB’nin itibarını ciddi boyutta zedeleyen; inanılmayacak derecede zarar veren söylemlerinin etkisi” süregelmektedir. Mehmet Şimşek’in telafi çabalarının etkisiz kaldığı anlaşılmaktadır. “Faiz lobisi” ile savaşa tutuşan Cumhurbaşkanı’nın olası seçim zaferi bile, geçmiş örneklerin aksine, finans çevrelerinin tedirginliğini  gidermeyecektir. (Bk. Financial Times, 23 Mayıs, 4 Haziran; Economist, 2 Haziran)

Olumsuz algılamaların yansımaları ortadadır. Mart’ta sermaye hareketleri tersine dönmüştür ve dış kredilerde 3 milyarı aşkın ana para ödemesi yapılmıştır. Döviz piyasaları, bu eğilimin üç aydır hızlandığını göstermiştir. Kredileri yapılandırılan büyük şirketlerin sayısı artmaktadır.  Moody’s 14 T.C. bankasının kredi notunu düşürmüştür.

Finansal bir krizin ön göstergelerini günü gününe izliyoruz.

Krizde IMF seçeneği

Kriz patlak verdiğinde (Haziran 2018 verilerine göre) âcil soru şu olacaktır: 12 ay içinde vadesi gelecek olan 182  milyar dolarlık dış borcun ve 55 milyar dolar civarında seyreden cari işlem açığının finansmanı nasıl sağlanacak?

Gündemde yalnızca iki seçenek vardır: Bir IMF programı veya dış borç ödemelerini askıya almakla başlayan radikal program…

İktidara aday olan iki ittifakın, krizde IMF seçeneğini yeğlemesi beklenir. Bu programın ipuçlarını Nisan’da yayımlanan (ve bu köşede tartıştığım) IMF’nin Türkiye raporu vermekteydi.

Yukarıdaki soruya IMF’nin yanıtı basittir:
– Ekonomi küçülür;
– cari dış finansman gereksinimi de aşağı çekilir.
– IMF kredileri de dış borç taksitlerini öder.

Ekonominin küçülmesini, maliye ve para politikalarında ağır kemer sıkma önlemleri sağlar. IMF’nin Nisan Raporu, kamu harcamalarının 2018’den 2019’a milli gelirin % 2’si oranında kısılmasını öneriyor. Bu, millî gelirdeki daralmanın en alt sınırıdır; malî çoğaltanın ve kredilerdeki düşmenin etkileri buna eklenmelidir.

Kemer sıkma öncelikle emekçilere yansıyacaktır. Emekli aylıklarında, memur maaşlarında, asgari ücretlerde enflasyona endeksleme son bulacaktır. Kıdem tazminatının tasfiyesi, geçici istihdam biçimlerinin yaygınlaştırılması gündemdedir. Sosyal güvenlik sisteminden özel sigortalara geçiş hızlanacaktır.

Döviz kuru dalgalanmaya bırakılacak; emek gelirleri, döviz fiyatlarını (dolayısıyla enflasyonu)   geriden izleyecektir.

Bir-iki yıllık bir küçülme sonrasında ekonominin yeni bir dengeye oturması umulur. Bu reçetenin en katı türüne muhatap tutulan Yunanistan ekonomisinin küçülmesi çok daha uzun sürdü.

  • Benzer bir programın 2002 sonunda AKP iktidarı ile sonuçlandığını da hatırlatalım.

Radikal bir anti-kriz programı: Nasıl?

IMF seçeneğini reddeden “radikal” bir anti-kriz programının yanıtlaması gereken âcil soruyu tekrarlayalım:

  • 12 ay içinde vadesi gelecek olan 182 milyar dolarlık dış borcun ve 55 milyar dolar dolayında seyreden cari işlem açığının finansmanı nasıl sağlanacak?

Yanlış anlaşılmasın, Finansal kriz, Türkiye ekonomisinin dış finansman kanallarını tümüyle tıkamaz. Portföy yatırımlarından çıkışlar kısmen telafi edilebilir. Gayri menkul, şirket alımları biçiminde gerçekleşen yatırım türleri son bulmaz. Vadesi gelen kredilerin tümü tahsil edilmez; bir bölümü (kredi faizleri yükseltilerek) yenilenebilir.

Belirleyici olan, toplam dış kaynak girişlerinin anlamlı boyutlarda düşmeye başlamasıdır.
Bu sürecin uzaması kriz ortamına girişi kesinleştirir.

IMF anlaşmalarının avantajı, “program uygulanırken ödenen kredi dilimlerinin” sağladığı dış finansmandır. Radikal bir programda bu kaynak gündem dışıdır. Dış borç ödemelerinin askıya alınması bu nedenle zorunludur. Borçların “yeniden yapılandırılması” müzakere konusudur; sonuçları öngörülemez.

Sermayeye ve IMF’ye teslimiyeti reddeden radikal bir seçeneğin hareket noktasının “dış borçların yapılandırılması, konsolidasyonu, reddedilmesi” olduğunu Sungur Savran ve Oğuz Oyan BirGün Pazar (3 Haziran 2018) ve soL Haber (5 Haziran) yazılarında belirttiler. Yukarıdaki âcil soru yanıtlandıktan sonra izlenebilecek ilerici bir güzergâh ise, Birleşik Haziran Hareketi tarafından Emeğin On Çözümü başlığı altında ifade edildi. Bu yazıda, “âcil soru” gündemi içinde kalıyorum.

Türkiye’nin 453 milyar dolarlık dış borç stokunun sadece % 30’u (136 milyarı) kamuya aittir. Siyasî iktidarın ‘acil bir borç yapılandırma” talebi de salt kamu borçlarıyla ilgili olabilir. Özel şirket ve bankaların dış borçları, özel hukukun borçlu-alacaklı düzenlemeleriyle ilgilidir. Türkiye hükümeti 2001 krizinin arifesinde bankaların dış borçlarını üstlenmişti; bu yüz kızartıcı hatanın tekrarı söz konusu olamaz.

Döviz kısıtı yüzünden aksayan özel sektör borç taksitleri için TL ile ödeme; borç / hisse senedi takasları müzakere konularıdır. İflas halinde uygulanacak icra yöntemleri, genel hukuk kuralları içinde yer alır.

Ancak, özel sektörün veya kamunun döviz yükümlülükleri karşılanamadığı ölçüde sermaye hareketleri sınırlanmalıdır. Yöntemler farklı olabilir: Ülke dışına döviz transferleri izne bağlanabilir; yabancıların portföy çıkışları vergilendirilebilir; kredi ödemelerine döviz tahsisi sıraya konabilir; döviz hesaplarından günlük çekişler sınırlandırılabilir…

Dahası da var:  Cari işlem açığını sürdürme güçlükleri, ithalatın kısıtlanmasını da zorunlu kılar. Burada AKP dönemine özgü bir dış bağımlılık olgusu ile karşı karşıyayız: Ekonominin küçüldüğü yıllarda bile ortadan kalkmayan cari işlem açığı…  Millî gelirin toplam olarak % 4 düştüğü 2008-2009 yıllarında Türkiye ekonomisi toplam 51 milyar $ cari açık vermişti. Daha önceki yirmi beş yılın ödemeler dengesi tablolarına bakınız: Ekonominin durgunlaştığı veya küçüldüğü her yıl (1988, 1989, 1991, 1994, 1998, 2001) cari işlem dengesi fazla vermişti… Tarihe karışmış olan “normal” bir ekonominin olağan göstergeleri…

Kriz ortamında iç talebin daralması, dövizin pahalılaşması, ithalatı kendiliğinden aşağı  çekecektir. Geleneksel korumacı önlemler de (gümrük tarifeleri, ithal kotaları) ayrıca gerekir: Dünya Ticaret Örgütü’nün “istisnaî önlemleri” kullanılacak; AB ile Gümrük Birliği kuralları ihlal edilecektir.

Sınıfsal ittifak gereği

AKP’nin kitle tabanını ve seçmen desteğini ayakta tutmuş olan bölüşüm bilançosunu hatırlatmak gerekir: Kişi başına hesaplanırsa on beş yıl boyunca ortalama işçi, köylü gelirleri, milli gelirin gerisinde seyretmiştir; ancak emekçilerin tüketimleri, gelirlerinden daha hızlı artmıştır.

Bu “refah artışı” nasıl gerçekleşti? Emekçiler açısından borç tuzağı ile… Toplam tüketici kredilerinin milli gelirdeki payında gerçekleşen (%2’den → %20’ye) tırmanma ile… Makro-ekonomik düzlemde, özel ve kamusal tüketimin milli gelirdeki oranının yirmi yılda beş puan artması (%80→%85) ile… Bu artış, cari işlem açığının millî gelirdeki ortalama payına eşittir.

Dış borç ödemelerini askıya alarak başlayan, ithalatın kısıtlanmasını da içeren radikal programdan Haziran Hareketi’nin önerdiği emek-yanlısı ve dinamik bir ekonomiye geçiş sancılı olacaktır. Ortalama yaşam standartlarını zorlayan önlemler, halk sınıfları gözetilerek uygulanacaksa, burjuvazinin vergilenmesi gerekecektir.

  • “Sermayenin grevleri” patlak verirse, kamulaştırmalar gündeme gelir.

Sungur Savran yazısında, dünya çapında sınıf mücadelelerinin seyrinde “2011-2013’te devrim için tarihi koşulların var [olduğunu]” hatırlatıyor. Sonraki beş yılda ise Yunanistan’dan Orta Doğu’ya, Latin Amerika’ya  kadar uzanan geniş  bir coğrafyada sermayenin tahakkümü  yeniden pekiştirildi.

  • Türkiye’de de ekonomik bunalımın eşiğindeyiz.
  • Finans kapitale kalıcı teslimiyete son vermenin ilk adımı,
    radikal bir program önermektir. Güçlüklerini açıklamak da görevimizdir.

Böyle bir programı yaşama geçirebilecek mavi ve beyaz yakalı işçi sınıfı ile köylülüğün ittifakına dayalı bir iktidar yapısı, yakın geleceğin gündeminde değildir. Bu tür bir ittifakı  oluşturma görevi ise Türkiye’nin sosyalistlerine düşüyor. (sol.org.tr den alınmıştır)
==================================
Dostlar,

Üstad Prof. Korkut Boratav’ın epeyi yazısını – makale / kitaplarını okuduk..
Ancak bu irdeleme (analiz, çözümleme) gerçekten 4 / 4’lük! Üstün nitelikli bir bilimsel metin. Onbinlerce Dolar ödeseniz, böylesine bir danışmanlık raporu elde edemezsiniz.

Sürüklendiğimiz ağır tablonun tek sorumlusu kesin olarak AKP / Erdoğan’dır!

15,5 yıldır süregelen mutlak AKP iktidarı boyunca yapılan hataların yığışımlı (kümülatif) birikimidir. Dileriz 24 Haziran’da Türkiye yönetiminden seçimle düşürülürler de ağır ve uzun bir ekonomik esenlendirme (rehabilitasyon) ve onarım süreci emekçileri iyice yoksullaştırmadan yürütülebilir.. Şu 2 yazıya da bakılmasında yarar var :

Turkiye’nin_iflasi_basladi
Osmanli’nin_iflasindan_ders_almak

İlgili herkesin, başta iktidarların ve olacakların,  Boratav hoca ve öbür yurtsever bilim insanlarının nitelikli – bilimsel – gerçekçi değerlendirmelerini tam bir özenle dikkate almaları bir zorunluk olmuştur.

Ekonomist olduğunu söyleyen ama diplomasını bir türlü göremediğimiz Erdoğan tek adamlığının mutlaka ve hızla frenlenmesi gereklidir.

  • Türkiye yeninden Düyun-u Umumiye sefilliğine sürüklenmeden..

Çok acı çooook..

Yazıklar olsun sorumlusu AKP = RTE’ye..

Tarih sizleri asla bağışlamayacaktır..
Bir mazlum halk bunca vahşetle nasıl sömürülebilir; gerçekten tarihte örneğini göstermek neredeyse olanak dışıdır pek çok bakımdan.. Örn. utanmadan dini alet ederek!

Sevgi ve saygı ile. 09 Haziran 2018, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

DEMOGRAFİ (Nüfusbilim) ve HALK SAĞLIĞI

DEMOGRAFİ (Nüfusbilim) ve
HALK SAĞLIĞI

Sevgili AÜTF Dönem 1 ve öbür öğrencilerimiz, asistanlarımız ve site okurlarımız,

Yukarıdaki ders notları Türkiye için önemli ve güncel.. (132 yansı, 3,5 MB)

Özenle değerlendirilmesi ve gereğinin yapılması dileğiyle..

Demografi_ve_Halk_Sagligi

Sevgi ve saygı ile. 09 Haziran 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

Seçim Vaatleri ve Dış Politika

Seçim Vaatleri ve Dış Politika

Onur Öymen

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Ülkemiz son günlerde seçim havasına girdi. Bütün partiler ve adaylar mitinglerde ve TV programlarında çeşitli konularda görüşlerini açıklıyorlar ve gazetecilerin sorularına yanıt veriyorlar. Özellikle, hukuk, ekonomi, eğitim ve sosyal yardımlarla ilgili konuşmalar ve vaatler ön plana çıkıyor.

Değerli arkadaşımız Muharrem İnce ile İyi Parti Genel Başkanı Meral Akşener’in konuşmaları geniş halk kitleleri tarafından beğeniyle takip ediliyor.

Cumhurbaşkanı seçimiyle aynı zamanda TBMM seçimleri de yapılacağından halkımız bir yandan da partilerin vaatlerini takip ediyor.

AKP, İyi Parti, Vatan Partisi ve Saadet Partisinin Cumhurbaşkanı adayları aynı zamanda parti genel başkanı oldukları için, onların sözleri ve vaatleri partilerini de bağlıyor.

CHP ve HDP’nin adayları partilerinin genel başkanı değil. Bu nedenle, o partilerin Cumhurbaşkanı adaylarının sözleri ile parti genel başkanlarının açıklamalarının uyum içinde olması önem taşıyor. Özellikle, dış politika alanındaki söylemlerin hem yurt içinde hem de yurt dışında ilgiyle izlendiği dikkate alınarak adayların ve partilerin bu alanda yakın bir koordinasyon (eşgüdüm) içinde olmaları gerekiyor.

CHP gibi ana muhalefet partisi sıfatı taşıyan bir partinin Türkiye’nin gündeminde yer alan

– Kıbrıs sorunu ve garantörlük meselesi
,
– Ege’de Yunanistan’ın işgal ettiği 18 ada,
– Ermenistan ile yapılan anlaşmalar,
– Irak’ın kuzeyindeki bağımsızlık hareketleri,
– ABD’nin PYD ile ilişkileri ve
– Türkiye’nin AB üyelik süreci

gibi konulardaki tutumlarının açık bir dille halka anlatılması gerekiyor.

Son zamanlarda, gündeme yeniden gelen Avrupa (Yerel Yönetimler) Özerklik Şartı konusunun da bütün boyutlarıyla halkımıza anlatılması gerek. Bu sözleşmenin bir özelliği şu: 1. bölümün 20 paragrafını ve 2. bölümde yer alan maddelerin altında yer alan paragrafların en az onunun onaylanması zorunlu. Geri kalan paragrafların onaylanıp onaylanmayacağı veya hangi bölgelerde uygulamaya koyulacağı hükümetlerin takdirine bırakılmış.

Avrupa’nın en demokratik ülkeleri arasında sayılan Fransa, Almanya, İngiltere gibi ülkeler de bu seçme haklarını kullanmışlar. Yani, demokratik bir ülke olduğunuzu kanıtlamak için bütün maddelerin bütün paragraflarını onaylamanız gerekmiyor. Türkiye de hangi paragrafları uygulayacağını belirlemiş. Bu listede değişiklik yapmak mümkün. Ancak, bazı paragrafların onaylanması için anayasamızda değişiklik yapılması gerektiği, konunun uzmanları tarafından açıklanmıştı. Bu nedenle, gerek bu konuda yapılacak beyanlarda gerek öbür dış politika konularında vaatlerde bulunurken dikkatli olmak önem taşıyor.

Yakın tarihimizin belki de en önemli seçimi olma özelliğini taşıyan 24 Haziran seçimlerine girerken özellikle muhalefet partilerinin bütün güçlerini ve bilgi birikimlerini seferber ederek çalışmaları bence kaçınılmaz bir zorunluluktur.

Saygılar, sevgiler, (06.06.2018)
====================================
Dostlar,

Doğrusu AKP = RTE‘nin seçime birkaç gün kala ‘özellikle dış politikada ”taze atraksiyonlar” yaparak algı yönetimi hüneriyle (!) seçimi kazanma girişimi yapabilecekleri kaygısı taşıyoruz.

Örn. KANDİL’e BEYAZ BAYRAK DİKME!

15,5 yıldır yapamadığınızı yaşamsal önemdeki baskın – eşitsiz – tuzak.. çifte seçim arifesinde mi başaracağınız tuttu? diye adama  sorarlar ancak bir bölüm seçmen bu tür kurgulardan çok etkilenebilir.. İktidarın, bu yaşamsal önemdeki seçimi kazanmak içi neleri neleri göze alabileceğini kestirmek güç değil.

Dün (06.06.2018) basında izledik.. İYİ Parti Gn. Bşk. Yrd. strateji uzmanı Prof. Dr. Ümit Özdağ bu vb. kimi senaryolara başvurulabileceği uyarısında bulundu.

  • Kandil çok büyük bir bölge.. kıyısında – kenarında durup bir fotoğraf çektirerek algı yönetimi.. olasılığından söz etti.

Dileyelim, 59,4 milyon dolayında 18+ yaş seçmeni gerçek dışı girişimlerle yönlendirme – tuzaklama gibi siyasal etik dışı çabalar görmeyelim. Hele bunlardan ülkemiz çıkarları zarar görecekse, kesinkes başvurulmamalıdır. Seçim sonucu AKP=RTE açısından da ölüm – kalım sorunu değildir. Bu konuyu daha önce de birkaç kez yazdık..

AKP=RTE muhalefete düşerse, demokrasilerde çok olağan olarak bu rolü – işlevi de üstlenirler ve daha da olgunlaşırlar. Kaldı ki, ekonomi ve dış politika başta olmak üzere ülkemiz sorunlar yumağı ile boğuntu düzeyinde kuşatılmıştır. AKP = RTE ürünü olan bu ”hazin” açmazı muhalefetin çözmeye çalışması hızla yıpranma anlamına gelebilir ve erken genel seçimle AKP = RTE yeniden iktidara gelebilir.. Dinlenmiş olur, sağduyu ile hatalarını görmüş olur, muhalefeti öğrenme olgunluğu edinir bu arada.. Ülkemiz için de AKP = RTE için de ”hayırlı” olur..

Kendinizi iktidarda kalmaya mahkum – zorunlu kılan işlem – eylemleriniz mi oldu ki?” sorusunun yanıtını vermek zorunda kalabilirsiniz.. Olgunluk ve serinkanlılık içinde sürdürülmelidir seçim kampanyaları. Türkiye bu demokratik erişkinliğe hala erişmedi mi yoksa?

Em. Alb. Ümit Yalım‘ın ısrarla yazıp – sorguladığı üzere Ege’deki 17 ada ve 1 kayalık neden fiilen hatta resmen Yunanistan’a verilmiştir? Vatan toprağının 1 çakıl taşını bile bırakmaya hükümetler asla yetkili değildir. Meclisler de! Hele halktan gizlenen andlaşmalarla asla! Vatan topraklarının sınırları kan ve canla çizilmiştir.

Siyaset artık kapalı kapılar ardında komplo kuramları ve entrikalarla yürütülmemelidir. 21. yy’ın şafağında temsili demokrasi, bilişim devrimi olanaklarıyla hızla doğrudan demokrasiye evrilmelidir. Önemli konularda sık sık halkın doğrudan oyuna başvurulmalı ve örneğin cep telefonları ile yürütülebilmelidir bu karar süreçleri..

AKP = RTE‘yi bir kez daha uyarmak istiyoruz.. Seçimi kazanma adına ülkemizin çıkarlarını zora sokacak, halkı algı yönetimi ile gerçeklerden koparacak her türlü girişimden lütfen uzak durunuz.. Seçimi yitirmeniz kıyamet demek değildir. Müslümanlığı kimseye bırakmıyorsunuz; biraz da tevekkül lütfen.. Üstelik hesabını veremeyeceğiniz suçlar da işlemediyseniz bu anormal korku – panik niyedir?

15,5 yıl boyunca, Machiavelli’ye taş çıkartacak uygulamalarını gördük iktidar partisinin. Oysa geldiğimiz yer çıkmazdır. Siyaset, Makyavelist oyunlardan giderek kurtarılmalı ve daha saydam, daha etik, öngörülebilir süreç ve normlara dayandırılmalıdır.

Sevgi ve saygı ile. 07 Haziran 2018, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Menbiç ve Fırat’ın Doğusu

Menbiç ve Fırat’ın Doğusu

Şükrü Sina Gürel
Prof. Dr. 

Şükrü Sina Gürel
ssgurel@yahoo.com
YURT Gazetesi, 06 Haziran 2018

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu nihayet ABD’nin yeni Dışişleri Bakanı ile görüştü ve Menbiç’ten PYD/PKK’nın çekilmesi için bir “yol haritası” üzerinde anlaşmaya değilse bile bir “anlayış birliği”ne ulaşıldı. Obama Yönetimiyle varılan “anlayış birliği”, iki yıl sonra Trump Yönetimine de -şimdilik!- kabul ettirildi. Önemli konularda fikir değiştirmesi için 24 saate bile gereksinimi olmayan Trump, bu konuda ne kadar devamlılık gösterecektir, bilinmez…
Her şeye karşın Çavuşoğlu-Pompeo mutabakatını olumlu bir gelişme olarak değerlendirmek mümkün. Ama Türk-Amerikan sorunlarında son durağa gelinmedi. Afrin’de bizi oyalayan ABD’nin bizi Menbiç’te ne kadar oyalayacağı da belli değil. Çavuşoğlu’nun “iyimser” tahmini Menbiç sürecinin “altı aydan daha kısa süreceği” yönünde. Oysa Orta Doğu’da altı ay içinde neler, neler olur, ne kadar çok unsur değişir, bilemeyiz.
Daha Zeytin Dalı Harekatı başlarken, ABD’nin bizi Afrin’de oyalayacağını, Menbiç’i bir pazarlık unsuru olarak mümkün olduğu kadar uzun süre elinde tutacağını; ama Fırat’ın Doğusundan çekilmeye hiç niyetli olmadığını belirtmeye çalışmıştım.
Şimdi, PYD/PKK’nın Menbiç’ten silahlarını bırakarak, altı ay içinde Fırat’ın Doğusuna çekileceği söyleniyor. ABD’nin önce silahları mı, yoksa eşkiyayı mı Fırat’ın Doğusuna taşıyacağı konusunda ise henüz aydınlatılmadık !
Çavuşoğlu Menbiç süreci ile ilgili olarak Rusya’yı bilgilendirdiğimizi söylüyor ve her halde bizim “Rusya da nasıl olsa Suriye’yi bilgilendirecektir” diye düşünmemizi bekliyor. Ancak, egemenlik alanı üzerinde insan ve silah “sevkiyatı” yapmaya giriştiğimiz, hatta toprakları üzerinde ABD ile yerel yönetimler kurmayı tasarladığımız Suriye Hükümetiyle neden hala doğrudan ve açık iletişimde bulunmadığımızı söyleyemiyor.
Suriye Cumhurbaşkanı Esad geçen hafta bir Rus yayın organına konuştu ve Fırat’ın Doğusunu işin sonunda Suriye Devleti’nin denetleyeceğini açıkladı. Bu arada Putin’in Suriye Temsilcisi, yine geçen hafta Ankara’da “üst düzey” temaslarda bulundu. Ama bir türlü Suriye ile açık ve doğrudan ilişkimiz kurulamıyor !
Suriye’de geçici olarak kuvvet bulundurmamızı meşrulaştıracak, Fırat’ın Doğusundan ABD ve PYD/PKK’nın çıkmasını sağlayacak bir işbirliğini başlatacak olan, Türkiye-Rusya-İran-Suriye birlikteliğidir. Bunu için de

  • Suriye’nin meşru yönetimiyle doğrudan ve açık işbirliği oluşturmamızın zamanı çoktan gelmiştir.
    ===============================================
    Dostlar,

    Usta dış politika uzmanı, eski Dışişleri Bakanı, SBF hocalarından Sayın. Prof. Ş. Sina Gürel’in irdelemesi ne denli ağır başlı, ölçülü, sorumlu ve somut verilere dayalı değil mi?

Siyaset Bilimi‘ uzun yüzyıllardır Batı üniversitelerinde ciddi bir alandır.
Political Sciences‘ örneğin Harvard‘da son derece çekici (revaçta-cazip) – saygın (prestijli) bir bilimsel uzmanlık dalıdır..

Université Sorbonne‘da ‘Science Politique’ eğitimi görenler ülkelerinde, hatta uluslararası alanda önemli görevlere gelirler.

LSE’nin (London School of Economics) de hakkını vermek gerekir..

Ülkemizde bu eğitimin önemini kavrayan Osmanlı, 1859’da Mekteb-i Mülkiye’yi açmış ve Devletin 3 ana eğitim kurumu sacayağı örneği Tıbbiye (1827), Harbiye (1834) ve Mülkiye (1859) tamamlanmıştır. Büyük ATATÜRK, Cumhuriyeti kurduktan sonra Mülkiye’yi Ankara’ya taşıtmıştır. Ankara’da Cumhuriyetin ilk Tıp Fakültesi açılmıştır (İnönü-1945) ve Deniz – Hava Harp Okulları ile Harp Akademileri İstanbul’da tutularak Kara Harp Okulu Ankara’ya alınmıştır.

Bu tür eğitim – araştırma – bilim kurumları dünyanın her yerinde stratejiktir ve ülkenin ‘ender‘lerini seçerek en iyi biçimde yetiştirirler. Osmanlı’da ENDERUN böylesine bir gereksinimin ayrımsanmasının ürünü idi. Ülkenin bekası için bu tür politikalar zorunludur. İşte Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi = Mülkiye böylesine önemli stratejik bir kurumdur.

Ne yazık ki DP’nin Menderes hükümetlerinin son yıllarında 1960’lara doğru, 12 Eylül döneminde ve devr-i AKP’de son 2 yılda ciddi darbeler vurulmuştur bu gözde kuruma. Açıkça, kendi ayağına kurşun sıkmaktan farkı yoktur bu saldırıların. AKP döneminde 30’u aşkın akademisyen, OHAL KHK’sı ile SBF’den uzaklaştırılmıştır (686 sayılı OHL Kanun Hükmünde Kararnamesi, 08 şubat 2917). Bunlar son derece yanlış, hukuksuz ve insan haklarına aykırı despotik uygulamalardır. Bir an önce son verilmeli ve tam tersine bu vazgeçilmez 3 temel kurum, özellikle kurumsal devlet politikalarıyla desteklenmelidir.
****
Sayın Gürel’in güncel Suriye çözümlemesi (analizi) ile Dışbakan (Dışişleri Bakanı) Çavuşoğlu’nun söylemlerini yan yana koyunuz ve birkaç ay, 6 ay… 1 yıl sonraki gelişmelere bakınız..

Batı emperyalizminin ceberrut çullanması, ancak uluslararası dengelerle karşılanabilir. Somut olayda Türkiye – Rusya – İran – Irak – Suriye deyim yerinde ise ‘5’i bir yerde’ örneği ortak ve uyumlu politikalar gütmek zorundadırlar..

‘İnat’ ve ‘Sağduyu’ birlikte olamayan kavramlar.. Hele hele dış politika böylesi bir açmazı asla kaldırmaz.. AKP = RTE ne yazık ki bu derin çelişkiyi kimsenin anlayamadığı (!) biçimde sürdürüyor!

Yazık oluyor Türkiye’ye..
Oysa siyasetçiler ve siyaset kurumunun görevi tam da tersi değil mi?

Sevgi ve saygı ile. 06 Haziran 2018, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

5 HAZİRAN DÜNYA ÇEVRE GÜNÜ

5 HAZİRAN DÜNYA ÇEVRE GÜNÜ

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

1972 yılında İsveç’in Stockholm kentinde yapılan Birleşmiş Milletler Çevre Konferansı’nda alınan bir kararla, 5 Haziran günü Dünya Çevre Günü olarak kabul edilmiştir. 1973’ten bu yana her yıl ayrı bir ülkenin ev sahipliğinde ve belirlenen çevre temaları ile sürdürülen Dünya Çevre Günü etkinliklerinin bu yılki teması ise ‘plastik kirliliği ile mücadele’. Kanada’nın ev sahipliğinde yapılan etkinliklerle tüm hükümetlere, endüstriyel kuruluşlara, toplumlara ve bireylere çağrıda bulunulup plastik kullanımını azaltmak için bir araya gelmeleri ve plastiğin yerini alacak çevre dostu alternatifleri geliştirmeleri hedeflenmiştir. Bu çabaların sonucunda deniz ve okyanusları kirleten, sucul yaşama zarar veren ve insan sağlığını tehdit eden özellikle tek kullanımlık plastiğin kullanımının ve üretiminin azaltması amaçlanıyor.

Ancak bugüne dek Dünya Çevre Günlerinde yürütülen kampanyaların gerek dünyada gerekse ülkemizde olumlu sonuçlar verdiğini söylemek çok zor. Gösterilen tüm çaba ve girişimlere karşın dünyamızın geleceğini tehdit eden küresel iklim değişikliği bırakın durdurmayı; yavaşlatılamamıştır. Küresel iklim değişikliğinin en önemli nedeni olan fosil yakıtların kullanımından kaynaklı sera gazı emisyonları tüm uluslararası antlaşmalara ve uyarılara karşın yıldan yıla artmaktadır. Kuraklık, aşırı hava olayları, seller, kıtlık gibi küresel iklim değişikliğinin yıkıcı sonuçları dünyanın birçok bölgesinde olduğu gibi ülkemizde de  günden güne artan oranda görülmeye başlanmıştır. Sera gazı emisyonları ayrıca hava kirliliğinin de en önemli nedenidir ve Dünya Sağlık Örgütü geçtiğimiz haftalarda yaptığı açıklama ile dünya üzerindeki kentlerin büyük bir bölümünün havasının kirli olduğunu ve hava kirliliğinin dünya üzerinde yılda 7 milyon erken ölüme yol açtığını vurgulamıştır. Ülkemizde durum daha da kötüdür. Hemen hemen kentlerimizin tamamının havası Dünya Sağlık Örgütü’nün sınır değerleri dikkate alındığında kirlidir. Üstelik Dünya Sağlık Örgütü’nün bir parçası (AS: Birimi) olan Uluslararası Kanser Araştırmaları Ajansı (IARC) hava kirliliğinin, başta akciğer ve mesane kanseri olmak üzere 1. grup kanser risk etkeni (kesinlikle kanser nedeni!) olduğunu açıklamıştır. Tüm bunlara karşın elektrik üretimi için ülkemizde kömürlü termik santrallerin kurulmasının teşvik edilmesinden vazgeçilmemiştir.

Bu tek örnek bile ülkemizde insan sağlığı hiçe sayılarak sürdürülen çevre sömürüsünün nasıl yıldan yıla arttığını göstermektedir. Başta kömür olmak üzere fosil yakıt, nükleer, maden lobileri günden güne artan aç gözlükleri ile doğal kaynaklarımızı sömürmekte; havamızı, suyumuzu ve toprağımızı kirletmektedir.

Ülkemizde bu yılın Dünya Çevre Günü temasına uygun olarak plastik kullanımını azaltacak önlemlerin yanı sıra;

  • Yeni kömürlü termik santral yapımına son verilmeli; mevcut santraller bir program içinde kapatılmalıdır.
  • Termik santrallerin kapatılmasına paralel olarak ülkemizdeki kömür madenleri de kapatılmalıdır.
  • Nükleer Santral yapımından derhal vazgeçilmelidir.
  • Endüstriyel tehlikeli atıklar tam anlamı ile denetim altına alınmalı; bu atıkların kaçak olarak doğaya verilmesi önlenmelidir.
  • Özellikle kentlerimizdeki hava kirliliğine karşı önlem alınmalı; hava kalitesi ölçüm istasyonlarının sayısı artırılmalı ve bu istasyonlar PM 2.5 ölçebilecek yeterliliğe ulaştırılmalıdır.
  • Ülkemizin ‘su sıkıntısı çeken ülkeler’ sınıfında olduğu da göz önünde tutularak su kaynaklarımızın korunmasına ve geleceğe taşınmasına ayrı bir önem verilmelidir.
  • Özellikle tarımda pestisit kullanımı sıkı bir şekilde izlenmelidir. Özellikle son dönemde tarımsal alanlardan geçen akarsularda görülen toplu balık ölümleri düşündürücüdür.
  • Her alanda olduğu gibi gıda güvenliği alanında çalışan akredite laboratuvar sayısı artırılmalı ve bu laboratuvarlarda yapılan analizlerin sonuçları kamuoyu ile paylaşılmalıdır. Son dönemde kamuoyuna yansıyan deli dana hastalığı etlerin ithal edildiği, Kocaeli ve Trakya bölgemizde yapılan bitki ve toprak analizlerinde kanserojen ağır metaller ve pestisit rastlandığı haberleri tüm toplumun ‘vatandaşına sağlıklı gıda sağlanmasını denetlemekle yükümlü’  kamu kurumlarına karşı güveni sarsmıştır.

Dünya Çevre Gününde; 5 Haziran 2018’de bir kez daha uyarıyoruz;

  • çevre ve insan yaşamı bir avuç insanın sömürüsüne terk edilmemelidir.

Türk Tabipleri Birliği (TTB)  ve Halk Sağlığı Uzmanları Derneği (HASUDER) olarak üzerimize düşenin toplum ve kamu yararından ayrılmamak olduğunun bilinci ile dün olduğu gibi bugün de gerçek çevre ve insan sağlığı mücadelesinin içinde ve toplumun yanındayız; yarın da yanında olacağız.

TTB
HASUDER
==========================================
Dostlar,

Üyesi oluğumuz her 2 saygın – seçkin kurumun açıklamasına bütünüyle katılarak paylaşıyoruz..

Gelinen aşamada yenilenebilir enerji kaynakları olarak rüzgâr ve güneş enerjisi üretimi teknolojik yeterliğe,  maliyet-etkinlik, güvenilirlik ve sürekliliğe erişmiş görünüyor.

Küresel ısınmayı 2050’lere – biraz sonrasına dek yeterince sınırlayamazsak artık hiç başaramayacağız bu kritik ve stratejik zorunlu süreci..

O zaman ‘başka bir gezegen bulmamız gerekecek’ !

Stephan Hawking de uyarmıştı :

  • En geç bin yıl içinde bir başka gezegende koloni kurmak zorundayız… diye..

Abartılı bulanlara, Elysium filmini izlemelerini öneriyoruz..

Aşağıdaki yazımıza da bakılması dileğiyle yinelemelerden kaçınmak istiyoruz..

5 HAZİRAN 2018 DÜNYA ÇEVRE GÜNÜ İÇİN…

Sevgi ve saygı ile. 06 Haziran 2018, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com