Etiket arşivi: Diyanet İşleri Başkanlığı

Silahlanma ve açlık

Silahlanma ve açlık

Cevat Turan / Şair ve Yazar
Cumhuriyet, 2.4.19

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Dünya, üzerinde doğan her bir insana ve her bir canlıya ait. Kimsenin diğerinden bir karış fazla hakkı olmaması gerekirken bu açlık, bu şiddet ve çatışmalar kimin iktidarını güçlendiriyor?

Rusya’dan alınması planlanan S-400 füzeleri ve Amerika’ya sipariş edilen ABD’nin çark etmeye kurgulu F-35 anlaşması gündemden düşmüyor. Bu arada Türkiye F-35 için 900 milyon $ ödeme yapmış durumda. Toplam 116 uçak için 25 milyar $ daha ödeme yapılacak. Silahlanma, savunma harcamaları bu denli çok gündeme geldikçe bize de bu soruna bir göz atma görevi düşüyor.
Dünyada neler oluyor?
Silahlanma konusunun Soğuk Savaş dönemi sonrasında azalmasını beklerken yeniden tırmanışa geçiyor olmasının ideolojik ötekileştirme-düşmanlaştırma politikalarının da yükselişe geçtiğinin işareti olabilir mi? Avrupa’nın birçok ülkesinde ve ABD’de milliyetçilik tırmanışa geçmiş durumda. Militarist politikalar soğuk savaşa geri dönüşü mü gösteriyor bize
* Emperyalizm düşmansız var olamıyor!
Mutlaka bir öteki “kötüye” ihtiyaç duyuyor.
Yeni düşman artık dinsel ayrımcılık üzerine mi kurgulanıyor?

Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü (SIPRI) tarafından açıklanan küresel silahlanma raporunda, dünyadaki savunma harcamalarının 1 trilyon 739 milyar Dolara yükseldiği gösteriliyor. Bu sıralamada başı tabii ki ABD çekiyor ve 700 milyar $ payı var. Çin 228, Rusya 66.3, Fransa 57, İngiltere 47.2, Almanya 44.3 milyar $ olmak üzere, Suudi Arabistan ise yıllık gelirinin % 10’unu savunmaya ayırıyor. Türkiye 18.2 milyar $ ile 15. sırada yer alırken; Hindistan, İspanya, İtalya, Brezilya, Güney Kore, Kanada da kayda değer bir silahlanma tırmanışı içinde. Kuzey Kore ve İran’ın bütçesi ise tartışmalı.

Peki düşman kim?
Bu ağır silahları, füzeleri, mermileri kimin bedeninde uygulamayı tasarlıyorsunuz? Hangi halkın, hangi kadının, hangi bebeğin bedenini hedef seçtiniz? Dünyada 300 trilyon dolarlık dönen finansal bir işlem hacmi varken,

  • Her 5 saniyede bir bebeğin açlıktan ölmesinin tarifi olabilir mi?

Bunun adını ne koymalıyız? 
Savaşlar, kuraklık, iç göçler, mezhep çatışmaları nedeni ile şu ana dek 155 milyon bebek kötü beslenme ya da hiç beslenememe yüzünden gelişimini tamamlayamıyor. Sakatlık (AS: bu sözcük bir yasa ile tüm yasalardan çıkarıldı; “engelli  yeti yitimli demek gerekiyor..) ve hastalıklar ise bir insanlık dramı.

  • Küresel Açlık Endeksi’ne baktığımız zaman dünyada yaklaşık 815 milyon insan açlık canavarının pençesinde yaşıyor.

Ve yine 119 ülkenin 52’sinde ciddi açlık varken o ülke elitlerinin böyle bir derdi yok. Saraylar, aşırı tüketim ve lüks içinde yaşam hız tanımazken, varsıllıkla, yoksulluk arasındaki uzlaşmaz çelişki tedavi edilemez bir biçimde derinleşiyor. Bu açmaz yeniden sınıf mücadelesini bir seçenek olarak toplumların önüne koyabilir mi? 
Sizi rakamlarla boğmak istemiyorum ancak rakamlar vermeden de konunun yakıcılığı ne yazık ki sözcüklerle tarif edilemiyor. Rakamlar gerçekten incitici ve acı konuşuyor. 
Birleşmiş Milletler (BM) her yıl açlık konularında yeni raporlar yayımlıyor. Gerçekten çok çarpıcı.

Kongo’da 3.8 milyon, Somali’de 2.9, Yemen’de 8.4 milyon olmak üzere Çad, Zambia, Liberya, Madagaskar, Myanmar, Bangladeş, Burindi, Nijer, Malavi, Eritre, Orta Afrika Cumhuriyeti yaşamla ölüm ve sakat (AS: engelli!) kalma arasında gidip geliyor. Daha bu tabloya yanı başımızda yaşanan Irak, Suriye, Libya, Filistin sorununu yazmadık bile. Yukarıdaki sayı ile tarif edilenler bir sayıdan ibaret değil, onlar birer insan.

Açlığın en can alıcı biçimde çocukları, kadınları ve etnik kümeleri etkilediği belirtiliyor. Bugün ne yazık ki dünyada 68 milyon kişi evinden, yurdundan, toprağından kopartılmış durumda. Bunların 22.4 milyonu kendi ülkesi sınırları dışında göçmen ve yurtsuz yaşamakta.

Siz hiç toprağından, kökünden kopartılmanın acısını yaşadınız mı?

Bu yeşil, yeryüzü cenneti dünya, üzerinde doğan her bir insana ve her bir canlıya ait. Kimsenin öbüründen bir karış fazla hakkı olmaması gerekirken bu açlık, bu şiddet ve çatışmalar kimin iktidarını güçlendiriyor?

  • İnsanlık bu acı ve adaletsizlik karşısında neden örgütlenemiyor?

İyilik dağınıkken, kötülük neden bu denli örgütlü? İnsanlığa artık bir yol gerek.

Ya yeni bir yol bulunacak ya da yeni bir yol bulunacak.

Bu yol, hâlâ demokratik bir sosyalizm modeli olabilir mi?

===============================================

Dostlar,

BM’nin Gıda – Tarım işlerinden sorunlu resmi uzmanlık örgütü FAO (Food and Agriculture Organisation, Roma) her yıl küresel açlık haritası yayımlıyor.

2018 yılı Küresel Açlık Haritası aşağıda..

FAO global hunger map 2018 ile ilgili görsel sonucu

Birlikte inceleyelim ve soralım :

16 Ekim 2018 Dünya Gıda Günü FAO açıklamasına göre küresel açlık 6 milyon daha artarak 21 milyona erişti! Açlık azaltılamıyor, ama artıyor.. Dünya nüfusu %1,15 hızla büyümede (Türkiye’de 2018’de %1,47 oldu!). 7,5 milyar dünya nüfusu 1 yılda 7,5 milyar X 0,0115 = 86,25 milyon artacak… Her yıl 1 Türkiye nüfusu ekleniyor “sonlu” dünyaya..

Bu üreme hızı, Papa‘nın bile uyarısıyla “TAVŞANLAR GİBİ ÜREMEYİN!” sürdürülemez. Türkiye ve dünya hızla, nüfusu azaltıcı (anti-natalist) demografi politikalarına geçmek zorundadır.

  • Haritada alarm veren ya da ciddi AÇLIK SORUNU genellikle Müslüman ülkelerde! Niçin??

Özellikle mezhep ayrımı nedeniyle S. Arabistan tarafından bombalanan mazlum bir başka Müslüman ülke Yemen’de..

Neden?? Tanrı fikrini mi değiştirdi?? “Yarattığı kulunun” rızkını artık ver(e)miyor mu?? Hani Müslüman olmayanlar “kafir” idi ve cehennemlik idi?? Bu “kafirler” bu dünyada insanca yaşadıkları için “öbür dünyada” cezalandırılacak ve cehennemlik olacak öyle mi?

Ya da bu dünyada açıktan geberen müslüman salt bu nedenle öbür tarafta cennetlik olacak öyle mi?

Din bu mu? Bu dinin adı ne?
21. yy’da bu “inanış” din olarak sunulup savunulabilir mi hangi “ortalama” insan yutar??

İnsanlık, başta Müslüman dünyası olmak üzere İslam adına hurafeleri dinden mutlaka ama mutlaka ve de hiiiiiiiiiiç ayak sürümeden ayıklamak zorunda. Hem de daha çok oyala(n)madan! Batı dünyası DİNDE REFORM – RÖNESANS sayesinde günümüz uygarlık düzeyine erişti.

İslam ve öteki dinler için de hiiiiiiiiiiiiiç başka bir yol gö – zük – mü – yor anlaşıldı mı molla!?

Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB)tarihsel ve çooooooooooook ağır bir vebal altındadır; ilerlemenin – aydınlanmanın ayak bağı olmayı artık bir yana bırakmalı; çağa uyum sağlamalıdır. Aksi takdirde din işte böyle “elden gider”. Unutulmasın, zaman değiştikçe hüküm de değişmek zorundadır.

Küreselleşen kapitalizm, İslam dinini de FETÖ eliyle sözde evcilleştirme ve vahşi sömürüye ses çıkarmaması için “terbiye etmeye” girişmiş durumda..

DİB bu hazin stratejik – tehlikeli gelişmenin ne ölçüde ayırdında ve ne yapmakta??

Sevgi ve saygı ile. 03 Nisan 2019, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Halk Sağlığı Uzmanı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

MUSTAFA KEMAL’İ ANLAMAK

MUSTAFA KEMAL’İ ANLAMAK

Prof. Dr. D. Ali ERCAN

Değerli arkadaşlar,

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Aradan 95 yıl geçmesine karşın Mustafa Kemal Atatürk’ü hala anlamamış olmak, daha da kötüsü anlamak istememek ve O’nun gösterdiği yolun tam tersine yönelmek Türkiye’nin utanç verici en büyük yanlışıdır.

Bugün Türkiye, Dünya bilim ve teknolojisine zerre katkısı olmayan, kapitalizmin boyunduruğunda, yaşamsal varlıklarını satarak geçinen, gelecek kuşakların yaşamını ipotek altına sokarak ayakta kalmaya çalışan 3. sınıf bir ülke ise; bunun tek nedeni Mustafa Kemal’i anlamamış olması, O’nun gösterdiği yoldan birlik ve bütünlük içinde gitmemiş olmasıdır.

Mustafa Kemal, arkasında dogmatik bir ezber sistemi değil, ülkede ve tüm Dünyada (Doğayla uyumlu) barış içinde insanca bir yaşamın altın anahtarını bıraktı :

  • Hayatta en gerçek yol gösterici Bilimdir.” dedi…

Ancak Ülkeyi yöneten, yönetici geçinen kadrolar bu kısa öğüdü algılayamadılar, bu “zor yolun” gereğini yerine getir(e)mediler, Devrimleri koruyamadılar, tören ve görüntü Atatürkçülüğünü, halk goygoyculuğunu, işbirlikçiliği yeğlediler…

Eğitimci geçinen kadrolar
– Aklı hür,
– Vicdanı hür,
– İrfanı hür

kuşaklar yetiştiremediler; kolaycılığı, kopyacılığı yeğlediler.
Başarısızlığın otomatik mazereti hep hazırdı; kahrolası Emperyalizm !

Umarız ki, Mustafa Kemal’i anlamış ve kendini Bilimin aydınlık yolunda insanlığa ve milletine adamış gençlerimiz, mazeret üretmeden, cesaretle sorunların üstesinden gelir, yılmadan çalışarak arayı kapatır; emperyalizmin, kapitalizmin, fanatizmin engellerine takılmadan Ülkemizi yeniden aydınlığa, esenliğe çıkarırlar.

Tek umudumuz, durumdan görev çıkaracak bilinçli Gençliktedir.æ (3 Mart 2019)

Görüntünün olası içeriği: 4 kişi, yazı
=================================================

Dostlar,

3 Mart Devrim Yasalarının 95. yılı

3 Mart Devrim Yasalarının 95. yılında, ülkemizde dinci – gerici karşıdevrimin epey yol aldığını saptıyoruz.

Ülkemiz  demir yumrukla tek başına yasal olarak sorumsuz ama sonsuz sayılacak yetkilerle yöneten Erdoğan, salt “dindar” değil aynı zamanda “kindar“, “dinini ve kinini eksik etmeyen” kuşaklar yetiştirmeyi hedeflemektedir ve üniversite öncesi eğitimin 2. ve 3. dört yıllık dilimlerinde bu hedef, neredeyse tüm ortaokul ve liselerin imam-hatip okullarına dönüştürülmesiyle yakalanmaya çalışılmaktadır.

Çok yol alındığı bir gerçektir.

Ancak AKP iktidarının yaşamın gerçekliği (sosyal realite) ile çatışma kertesine sürüklendiğini de izliyoruz. Son günlerde kimi imam-hatip okullarının öğrencisizlikten kapatıldığını öğreniyoruz basından.
Bu okulları bitirenlerin üniversite giriş sınavlarında ancak %20’sinin başarılı olabildiğini, onların da öncelikli tercihlerine yerleşemediklerini ÖSYM istatistiklerinden izliyoruz.

Diyanet İşleri Başkanlığı‘nın ise Anayasayı açıkça çiğneyerek (başta md. 24) okul öncesi ve ilk 4 sınıf çocuklarına el attığını ve bu yaş diliminde pedagojik olarak olanaksız olan “değerler eğitimi” adı altında, üstelik kimi dinci vakıflara işi havale ettiğini dehşet içinde izliyoruz. Amaç körpe zihinleri erkenden devşirmek ve dinci-gerici koşullandırma yapmaktır.

Daha da endişe verici olan husus ise, Erdoğan’ın Başbakan iken yaptığı bir konuşmada, Sn. Ercan’ın yukarıda sunduğu görselde olduğu gibi salt “dindar” nesiller yetiştirmekten söz etmekle kalmayıp, aynı zamanda “kindar, kinini eksik etmeyen” nesiller yetiştirmeyi hedef olarak koymasıdır (https://youtu.be/zLzqB876I7M 19 Şubat 2012)!
Birkaç soru birbirini kovalayarak zihnimize üşüşüyor :
1. “kindar, kinini eksik etmeyen” nesiller kime – neye karşı yetiştirilecektir? Türkiye Cumhuriyeti’ne mi? Arşivlere giren bu sözleri söylerken Erdoğan Başbakandır ve sorunun yanıtı “evet” ise, Erdoğan’ın Başbakan olarak meşruluğunu yitirmesi, milletvekili yemininin dışına düşmesi söz konusu edilebilir.
2. İslam dini de dahil olmak üzere, bildiğimiz ölçüde “kin, kindarlık” kavramlarına hiçbir din yer vermemektedir. Dolayısıyla Erdoğan bu çok tehlikeli, barış karşıtı, düşmanlık tohumlayan, çağ dışı sözleri ile “din dışına düşmüştür” saptamasını yapmak zorundayız.
3. İlahiyat Fakülteleri ve Diyanet İşleri Başkanlığı neden bu söyleme hiçbir tepki vermemiştir?
4. Türkiye demokraside, hukuk devletinde, kadın haklarında.. sürekli gerilemekte. Üniversitelerimiz geçelim ilk 500’ü, ilk 1000 içinde kalabilme derdinde. Dünya sanatına, bilimine, kültürüne, teknolojisine hemen hemen hiçbir anlamlı katkımız yok! Ekonomik çöküş çok boyutlu… 2018 sonu verileriyle Türkiye artık dünyanın en büyük 17. ekonomisi değil.. İlk 20 olarak bilinen G20’nin dışına düşmüş durumda.. Ne acı ki, böyle olabileceğini bu sitede yıllar önce ve kezlerce yazdık. Oysa AKP = Erdoğan habire masal anlatıyordu ulusumuza; 2023’te ilk 10 ekonomi arasına gireceğiz, 500 milyar $ dışsatım yapacağız ve kişi başına gelirimi 25 bin $ olacak diye.. Son 6 yıldır kişi başına gelir Dolar olarak sürekli düşmekte ve 2018 sonunda korkarız, ulusal gelir 850 milyar Dolardan 700 milyar Doların altına indi!
*****
Cumhuriyetin temel değerleriyle yıkıcı biçimde çatışmanın ülkemizi sürüklediği çöküntü budur!
  • Hayatta en gerçek yol gösterici bilimdir, fendir.

Bir nokta daha çok önemli : Mustafa Kemal Paşa döneminde “tek tipçi” eğitim yapıldığını ileri sürenler ne denli derin çarpıtma içinde.. Mustafa Kemal ATATÜRK‘ün eğitim hedefleri ile Erdoğan’ın hedefleri ortada.. Erdoğan “dindar – kindar” kuşaklar hedeflerken; ATATÜRK’çü eğitim dizgesi (sistemi) “aklı hür, vicdanı hür kuşaklar yetiştirmeyi” felsefe edinmiş. Yine Atatürk, aşağıdaki sözlerin de sahibi..

  • Gençliği yetiştiriniz, onlara bilimin ve irfanın (aydınlanmanın) pozitif fikirlerini veriniz: geleceğin aydınlığına onlarla kavuşacaksınız..
Bu insancıl, bilimsel, gerçekçi, derin öngörülü, yaşamın – insanı doğası ile örtüşen söylemi bile Mustafa Kemal ATATÜRK‘ü insanlık tarihinin en büyük önderlerinden biri yapmaya yeter de artar da! Biraz da bu yüzden olsa gerek, kimileri O’nu anlamakta çok ciddi güçlük içindeler.
95 yıl sonra 3 Mart 1924 Devrimlerini ve Devrimcilerini, başta önder Mustafa Kemal Paşa olmak üzere şükran ve saygı ile selamlıyoruz.. AKP fetret parantezi de kapanacak ve Türkiye Cumhuriyeti uygarlık yolunda ilerlemesini, sonsuza dek payidar kalarak sürdürecektir.
Sevgi ve saygı ile. 04 Mart 2019, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Halk Sağlığı Uzmanı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

3 MART 1924 DEVRİM YASALARININ ÖNEMİ

Dostlar,

3 Mart Devrim Yasaları salt Türkiye’nin değil, gerçekte uygarlık tarihinin de önemli dönemeçlerindendir. Her yıl özenle anımsanması, korunması ve sürgit korunarak yaşama geçirilmesi diyalektik bir tarihsel zorunluktur. Ancak günümüzde AKP iktidarı ile 15+ yıldır giderek tırmandırılan ve “beraber yürünen”, “seçim ittifakı ile beraber yürünmesi tasarlanan” bir karanlık serüvenle tam bir karşıdevrim süreci Türkiye’mize dayatılmaktadır. Halkımız – Ulusumuz çıplak gerçekleri görmektedir ve kendisini özgürleştiren – insanlaştıran eşsiz Atatürk Devrimleri‘ne mutlaka sahip çıkacaktır. 3 Mart 2014’te aşağıdaki önemli makaleyi yayınlamıştık. Önemini ve güncelliğini koruyor, izninizle bir kez daha paylaşmak istiyoruz. Hem 3 Mart 1924 devrimcilerini başta Gazi Mustafa kemal ATATÜRK ile dava – silah arkadaşlarını önlerinde saygı ile eğilerek selamlıyor hem de saygın aydınımız – dostumuz Hüsnü Merdanoğlu‘na şükranlarımızı sunuyoruz.

Bu Devrim Yasaları çok iyi anlaşılmalı ve sahiplenilmeli ve uygulanmalıdır;
çünkü Anadolu Rönesansı‘nın köşetaşlarıdır

Sevgi ve saygı ile. 03 Mart 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com
=================================================

Çok değerli arkadaşımız Sayın Hüsnü Merdanoğlu, gerçek ve engin birikimli
yurtsever bir aydınımızdır. Aşağıdaki yazısı son derece öğretici ve düşündürücüdür.

“3 Devrim Yasası”,

  • Türkiye’nin Gazi Mustafa Kemal Paşa öncülüğünde gerçekleştirdiği
    eşsiz Çağdaşlaşma Devrimi’nin kritik dönemeçlerindendir. 

Devletin başı olarak 7 yıldır Çankaya’da oturan kişi (Abdullah Gül), ülkemiz tarihi bakımından
son derece önemli, tarihsel belleği tazeleme ve yaygın kitlelere devrim tarihi bilinci kazandırma bakımından bu çok önemli fırsatları neden kullanmaz?? Niçin kamuoyuna aydınlatıcı açıklamalar yapmaz 10. Cumhurbaşkanı Sayın Ahmet Necdet Sezer gibi??

Niçin yüksek korumalarında uluslararası bilimsel toplantılar düzenle(t)mez,
açış konuşmalarını yapmaz ve çıktılarını kitap – DVD vb. araçlarla kalıcılaştırmaz??

Bütün bunlar, Türkiye’yi 11 yıldır yöneten ve tüm burçlarını ele geçiren siyasal kadroların, Büyük Atatürk ve O’nun ideolojisi ile derin – onmaz sorunları olduğunun sürgit kanıtıdır.

Çok yazık olmaktadır Türkiye’ye ve eşsiz, Dünyaya örnek Çağdaşlaşma Devrimimize..

Bu karşıdevrimci AKP eylemi, vurgulayalım; apaçık bir insanlığa karşı suç niteliğindedir..

Ve Türkiye’nin ve tarihin devrimci birikimi, artık, bu “uzayan” engeli de aşmasını bilecektir.

Sevgi ve saygı ile. 4 Mart 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net 

================================

3 MART 1924 DEVRİM YASALARININ ÖNEMİ

Konuk yazar PORTRESI_husnu_merdanoglu
Hüsnü MERDANOĞLU

ADD Yazı Kurulu Üyesi
3 Mart 2014
 

Osmanlı, dine dayalı (teokratik) yönetimi benimsediği için, Şer’iye (din) Bakanlığına
yer vermekteydi. Ankara Hükümeti de bir süre bu bakanlığı korumak zorunda kaldı.
1 Nisan 1923’te seçimlerin yenilenmesi ile oluşan, Cumhuriyeti onayan 2. TBMM,
3 Mart 1924’te Devletimiz için yaşamsal önem taşıyan 3 ayrı yasayı yürürlüğe koydu.

Bu yasalar:

429 sayılı; “Şer’iyye ve Evkaf ve Erkânı Harbiye Vekâletinin İlgasına Dair”
(Din ve Vakıflar ve Genel Kurmay Bakanlığı’nın Kaldırılmasına Dair) Yasa,

430 sayalı; Tevhid-i Tedrisat” (Öğretim Birliği) Yasası,

431 sayalı; “Halifeliğin Kaldırılmasına ve Osmanlı Hanedanı’nın
Türkiye Cumhuriyeti Sı­nırları Dışına Çıkartılması” yasasıdır.

431 sayılı yasa, “Halife halledilmiştir. Hilafet, Hükümet ve Cumhuriyet
mana ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan Hilafet makamı mülgadır.”
  hükmüne yer vererek; Cumhuriyet yönetiminde, halifeliğe yer kalmadığının
yasal dayanağını oluşturmuştu.

429 sayılı Yasanın 1. maddesi, günümüz Türkçesiyle şu içerikte düzenlendi:

“İslam Dininin itikat (inanç) ve ibadet ile ilgili bütün hükümleri dini kuruluşların idaresi, yeni kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı‘nın ilgi ve yetkisine bırakılmıştır. Çünkü: Türkiye Cumhuriyetinde vatandaşların eylem ve işlemleri ile ilgili yasa koymak ve bu işlerle ilgili tasarruflarda bu­lunmak, TBMM ile O’nun kurduğu Hükümete aittir.”

Altında Atatürk’ün imzası olan bu yasa hükmüne dikkat edildiğinde;

  • Diyanet İşleri Başkanlığı’na (DİB) verilen görevin;
  • İslam Dininin itikat (inanç) ve ibadet ile ilgili bütün hükümleri
    dini kuruluşların idaresi” 
    ile sınırlı olduğu görülmektedir.

Ne var ki, Atatürk’ten sonra Kemalizm’in kuşatılması ve Cumhuriyetin
temel yasalarının içeriğinin yozlaştırılması sürecinde DİB yasası yeniden düzenlenmiş ve bu konudaki 633 sayılı Yasanın 1. maddesinde şu hükme yer verilmiştir:

“İslam dininin inanç, ibadet ve ahlâk esasları ile il­gi­li işleri yürütmek, konusunda toplumu aydınlatmak ve iba­det yerlerini yönetmek.”

Böylece DİB verilen “toplumu aydınlatma” göreviyle, fetva yetkisi tanınmış,
bir anlamda siyasetin içine çekilmiştir.

Öte yandan; Osmanlı yönetimi her ne denli, son dönemde Batı anlamında tıbbiye ve harbiye okullarını açmış ise de, eğitimde medrese ve yabancı okullar çoğunlukta idi.
Bu durumun farkında olan “Kurucu Baba” Mustafa kemal Atatürk,
henüz sıcak savaşın sürdüğü koşullarda (16 Temmuz 1921’de) Maarif Kongresini toplamış ve burada yaptığı konuşmada:

  • “Eski dönemin hurafelerinden ve doğuştan gelen yeteneklerimizle hiç de ilgisi olmayan, yabancı düşüncelerden, doğudan ve batıdan gelen bütün etkenlerden tamamıyla uzak, ulusal karakterimize uygun bir eğitim sisteminin uygulanmasına..” duyulan gereksinimi dile getirmişti.

Kurtuluştan sonra Türkiye’nin geleceği için yaşamsal önemde olan ulusal ve çağdaş eğitimin temelleri atılmaya başlanıldığında, “Eğitim Andı” olarak bilinen metin,
bir genelge ekinde duyurulmuştur. Söz konusu genelgede eğitimin amacı;

  • “Toplumsal yaşamda, dünya ve ahret cezaları korkusundan doğan ahlak yerine özgürlük ve düzenin uzlaşmasına dayanan geçek ahlak ve erdemi egemen kılmak.” cümleleriyle özetlenmişti.

Gerekçesinde;

“… 2 tür eğitim bir memlekette 2 tür insan yetiştirir. Bu ise duygu ve düşünce birliğine ve dayanışma amaçlarına tamamıyla aykırıdır.” vurgusu yapılan,
öğretim birliği (tevhid-i tedrisat) ile ilgili yasanın yürürlüğe girmesiyle birlikte;
Osmanlı döneminde geçerli olan ikili yapının ortadan kaldırılması hedeflenmişti.

Böylece; ulus-üniter devlet kurmak ve bunu korumak zorunda olan ülkemiz de,
hem eğitim hem de kültür yönünde, çağdaşlığa yönelmenin yasal zemine kavuşmuştu.

Eğitimin amacı ve verilecek derslerin içeriği;

  • geçek ahlak ve erdemi egemen kılmak” olduğu için,

bu amaç doğrultusunda, çoğunluğu İslami kurallara bağlı toplumumuz için gerekli
imam-hatiplerin yetişmesine 430 sayılı Yasa’nın 4. maddesi olanak tanıyordu.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, özgür ve uygar uluslar topluluğu içindeki yerini almaya yönelik olarak öbür devrim yasaları ile birlikte, 3 Mart 1924 günü yürürlüğe konulan yasalar sayesinde ve hepsinden önemlisi; Kemalist ilkelere bağlı yönetim sayesinde çağdaş Türkiye’ye kavuşmaya yönelmişti.

Atatürk’ün yönetiminde ve Kemalist hedefler doğrultusunda yoluna devam eden Türkiye, Batı devletlerinin Rönesans ve Reform ışığında yüzyıllarda gerçekleştirdiği başarıları birkaç yıla sığdırmayı başarmıştır (bkz. dipnotu).

Cumhuriyetin erdeminin ayrımında olmayan ve bu gelişmeyi içine sindiremeyen Osmanlı kalıntıları sinsi çabalar içinde iken, Batılı tarafsız yazarlar

  • Türkiye’yi devrimcilik anlamında, Fransız İhtilali’nden ve
    Sovyet Dev­rimi’nden daha ileride bulmuşlardır.

Onlara gö­re; Sürekli devrim anlayışı, Türkiye’ den başka hiçbir ülkede bu denli köktenci bir tutumla uygulanamamıştır. Fransız İhtilali, si­ya­sal kurumlar arasında sınırlı kalmış, Sovyet Devrimi sos­yal alanları sars­mıştır.

Yalnızca Türk Devrimi, siyasal kurum­ları, sosyal ilişkileri, dinsel alışkanlıkları,
aile ilişkilerini, ekono­mik yaşamı ve toplumun moral değerlerini ele almış ve
bun­ları devrimci yöntemlerle, köklü bir biçimde yenile­miş­tir.

Her değişim yeni bir değişime neden ol­muş, her ye­nilik bir başka yeniliğe
kaynaklık etmiştir. Ve bunların tü­mü­nün halkın yaşamında yer tutmuştu.

Egemen güçler, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulu olduğu coğrafya, coğrafi, stratejik,
yer altı ve yerüstü zenginlikleri yönden olağanüstü üstünlüklere sahip olduğunun ayrımında oldukları için, Türkiye’yi çok kısa zaman diliminde yeryüzünün en saygın konumuna yükselten Kemalizm’in önünün kesmenin sinsi çalışmasını yürütmekte idiler.

– Köy Enstitülerinin kapatılması,
– Halkevlerinin yok edilmesi,

geçek ahlak ve erdemi egemen kılmak”içerikli eğitim anlayışının yozlaştırılması ve

NATO’nun,
Dünya Bankası’nın,
IMF’nin ve
benzeri kökü dışarda kuruluşların Türkiye’ye yerleşmesi,

Kemalizm’i dondurması bu çabalar sonrasında oldu.

Düşündürücü olan ise; Türkiye’yi yönetenlerden daha çok, Türkiye’de gözü olanlar Türkiye’nin farkında idiler.

3 Mart 1924 günü yürürlüğe konan Devrim Yasaları ile Cumhuriyet’in niteliği belirlendi.
Buna göre; çağdaş dünyaya erişmek, onları da geçmek için çağdaşlığın vazgeçilmesi olan laik eğitim sistemine yer verilmiştir.

Bugün Türkiye’nin;

-Uluslararası bir saygınlığı var ise,
-Bölgesinde güçlü bir konuma sahip ise
-Avrupa Bilirliğine tam üyelik için başvuruda bulunulmuş ise

Hiç kuşkusuz 3 Mart 1924 günü yürürlüğe konan Devrim Yasalarının yadsınamaz katkıları olduğundandır. Bugün Türkiye,

-Bölgesinde kimi tehditlerle karşı karşıya ve uluslararası kuruluşlarca kuşatma altına alınıyor ise,
Avrupa Birliği’ne tam üyelik, verilen tüm ödünlere karşın geçekleşmiyor ise,

Daha da önemlisi günümüzün Türkiye’si, Atatürk döneminde olduğu gibi uluslararası saygınlığını koruyamıyor, komşuları ile sorunlar yaşıyor ve bölgesinde hak ettiği; ekonomik, siyasal ve askeri üstünlüğe sahip değilse…

Bilinmeli ki; Kemalizm’in yasal dayanağını oluşturan, 3 Mart 1924 günü yürürlüğe konan Devrim Yasalarının ilke ve amaçlarından uzaklaşılmış olmasındandır.

Dünyanın merkezinde kurulu olan Türkiye’nin, bölgesinde etkin ve saygın bir ülke olma özelliğine kavuşması ve bu saygınlığının sürekli olması için;

geçek ahlak ve erdemi egemen kılmak” hedefli eğitimi gerçekleştirecek
siyasal kadrolara şiddetle gereksinim bulunmaktadır.

A. Saltık’tan dipnot     :

Ünlü İngiliz tarihçi Arnold Toynbee der ki;

“Batı dünyasındaki Rönesans, Reformasyon, bilim ve düşünce devrimi, Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimi’ni, ATATÜRK, bir insan ömrüne sığdırmıştır.”

Prof. Dr. Güngör URAS : BİYOENERJİ

BİYOENERJİ

portresi

 

Prof. Dr. Güngör URAS
Milliyet, 07.09.2016

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

Türkiye’de elektrik üretmek için kurulu güç 76.550 megavat. Üretilen elektrik 260 milyar kilovat saat. Üretilen elektrikte, yenilenebilir enerji türlerinden rüzgâr enerjisinin payı % 4.3, jeo-ermal enerjinin payı %1.3. Güneş ve biyoenerjiden üretilen elektriğin payı henüz % yarımlar dolayında.

Güneşten sonra biyoenerji yatırımlarına da ilgi arttı. Son olarak Sütaş, Karacabey ve Aksaray’da biyoenerji tesislerinden elektrik üretmeye başladı. İki tesisin toplam kurulu gücü 11 megavat. İki tesis yılda 88 milyon kilovat saat elektrik üretecek.

  • Biyoenerji tesisleri havyan atıklarını ve özellikle hayvan dışkılarını elektriğe dönüştürüyor.

Bir büyükbaş hayvan günde 60 kg dolayında dışkı veriyor.

Enerji üretiliyor…
Hayvan dışkıları önce havuzlarda toplanıyor. Sonra, taşıma araçlarıyla enerji üretim tesislerine ulaştırılıyor. Dışkılar enerji üretim tesislerindeki özel depolarda 39°C ısı altında 40 gün çürütülüyor. Çürüyen dışkılar metan ve karbondioksit gazı çıkarıyor. Bu gazlar, benzin ve mazot motoru nasıl çalıştırırsa benzer şekilde enerji tesislerinin motorlarını çalıştırıyor. Çalışan motorlar elektrik üretiyor.
Elektrik üretirken motorları soğutmak için kullanılan sular ısınınca 90°C sıcaklıktaki bu su, enerji tesisinin çevresinde bulunan üretim tesislerinde değerlendiriliyor.

Gübresi de kıymetli

Bitmedi. Elektrik elde edilirken yakılan gaz bacadan çıkarken değerlendiriliyor. Bu gazdan yüksek sıcaklıkta buhar elde ediliyor. Bu buhar da üretim tesislerinde değerlendiriliyor.
Gene bitmedi, gazıyla elektrik jeneratörlerini döndüren hayvan dışkıları, gazı bittikten sonra özel işlemlerden geçirilerek gübreye dönüştürülüyor. Gazı alınmış dışkının beşte biri katı gübre, kalanı sıvı gübre haline getiriliyor. Katı gübre organik ve çok değerli. Sıvı gübre belli süre dinlendirildikten sonra arazi ıslahında, organik katkı maddesi olarak değerlendiriliyor.
Biyoenerjiden elektrik elde edilen tesislerin 1 megavat kurulu gücü 1 – 3 milyon dolar yatırım gerektiriyor. Biyoenerji tesislerinden üretilen elektrik, ana sisteme verildiğinde devlet kilovatına 13.3 sent gibi teşvikli bir tarife uyguluyor.

======================================

Evet dostlar,

Türkiye gerçek gündemine dönebilse.. izin verilse..
Oysa devasa sorunlar var çözüm bekleyen..
Bir “Kurban” bayramı daha geliyor.. Ne yazık ki “kurban” dan biz salt hayvan boğazlamayı anlıyoruz ve bu “bayram” da da 3-4 milyona varan sayıda hayvancağızı Tanrı’ya “kurban” ettiğimizi sanarak boğazlayacağız…

kurban_bayrami_ekim2013bogaz_kangolu

Oysa “kurban” sözcüğü gerçek anlamda Tanrıya yakın olmak ve O’nun rızasını kazanmak üzere var ve yeterli ise malvarlığından bir bağışta bulunmak demek yoksullara, hayır kurumlarına, gereksinimli insanlara..

(Kurban bayramı, Ekim 2013, Boğaz kan akıyor…)

Örneğin “ensar” olduğumuzu savladığımız 3 milyona varan Suriye – Irak göçmeninin gereksinimlerine yönelsek.. Bir adım daha atarak, günübirlik tüketim desteği değil de, bu kitleye özyeterlik kazandıracak nitelikte destekleri düşünüp uygulasak? “Kurban”ın alası olmaz mı??

Yine muazzam miktarda israf, çevre kirlenmesi, hayvanlara yürek sızlatan eziyetler, kendini yaralayan “acemi kasap” ve 9 gün boyunca “kan yollarında” (karayolları!) günde ortalama 15’in altına inmeyen sayıda insanımızı trafik cinayetlerine “kurban” vereceğiz..

Düşünelim          : Tanrı, kendisinin rızası için bir hayvan boğazlandığında mı yoksa, örneğin bir Suriyeli – Iraklı – Türk.. masum bir genç kız, çocuk yaşta fuhuş batağına düşmekten kurtarılır – eğitilir – iş sahibi olursa mı daha çok hoşnut olur??

İşte asıl “kurban” bu örnekte verdiğimizdir. “Kurban” sözcüğü yüzyıllar içinde ne yazık ki günümüzdeki yanlış anlamını yüklendi. Bu hatanın düzeltilmesi için Diyanet İşleri Başkanlığı öncü olmalı değil mi??

3-4 milyona varan sayıda hayvancağızı Tanrı’ya “kurban” ettiğimizi sanarak boğazlarken, Biyoenerji üretim kapasitemizi de daraltmış olmayacak mıyız ayrıca??

Bu toplum ne zaman “Reason d’etat” (Devlet aklı) ile yönetilir duruma gelebilecek ??

Sevgi ve saygı ile.
09 Eylül 2016, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Laiklik tarhana değil ki evde yapılsın…

Laiklik tarhana değil ki evde yapılsın…

Laiklik tarhana değil ki evde yapılsın…

Olup bitenin baş aktörleri, alnı secdeden kalkmayanlar.

Hâl böyle olunca, müesses nizamın ‘yancılarını’ dehşetli bir laiklik korkusu aldı. Her Allah’ın günü ‘Aman ha laiklik pek fena bir şey, sakın oyuna gelmeyin’ telaşlarının, biraz okumuşunun yeniden fırına verdiği ‘merkez-çevre’ teorisi yazılarının nedeni bu. Hani şu, uzun süre bir kesim entelektüelin ‘afyonu’ olan ‘merkez-çevre’ teorisi.

Hazır olun, İdris Küçükömer’in de hatırlanıp ısıtılması yakındır!

Müthiş bir telaş ve kızgınlık yaşıyorlar. 15 Temmuz’dan önce içlerinden biri, ‘laik azınlık Türkiye’den defolup gitmeli’ demişti. Dün de ilk kez duyduğum bir yayın organının yazarı laik kesimi hedef alarak, ‘… Geçti o günler, bedelini ağır ödersiniz. Evinizde laik olun,’ buyurmuş. Laikler için ‘bağnaz kabile’ demiş.

Demek ki Sivas’ta şair yakanları, domuz bağı ile insan katledenleri filan hep laik sanıyor!

İlginç tipler. Bir yandan ciddiye alınacak yanları yok, diğer yandan iktidarın yazarları konumundalar ve hitap ettikleri bir kesim var. Sanırım AKP’nin imaj yenileme çabasını da pek fark etmediklerinden frenleri tutmuyor.

Adamcağız bunları söylerken, Meclis’te İsrail’le ‘öpüşüp barışma’ yasası kabul edildi! Ayrıca ‘evde laik olmak’ ne demek Allah aşkına? ‘Güçler ayrılığı’ ilkesine; ‘anne, baba ve çocuklar arasındaki iş bölümü’ demek gibi bir şey…

Her ideolojinin/dünya görüşünün ‘çöküşünde’ ortaya çıkan hüzünlü çabalara tanık oluyoruz aslında. Koyu Kemalistlerin her fırsatta, düğün dernekte Onuncu Yıl Marşı okuması gibi. Onlar da bir türlü 11. yıla geçemediler!

1980’lerde başlayıp 90’lara damga vuran ikinci cumhuriyetçiliğin, post liberalliğin alıcısı kalmadı (neyse ki!) artık.

Muhtemelen önümüzdeki süreçte sosyal bilimcilerin eğildiği konular hızla değişecek, Türkiye siyasi ve düşünce tarihi bir kez daha ‘yeniden okunacak’ ve bu dönemin ‘yeni’ yayınları olacak. Hemen burada, Cangül Örnek’in (Can Y.) çıkan ‘Türkiye’nin Soğuk Savaş Düşünce Hayatı: Antikomünizm ve Amerikan Etkisi’ kitabını önermek isterim.

Her neyse. Dönemin tartışmalarından biri de laiklikti. Bolca laiklik yazısı kaleme alındı. Az sayıda kitap yayımlandı. Makalelerde bir yandan Türkiye’deki idari/hukuksal laiklik yorumları eleştiriliyor, diğer yandan genel olarak Türkiye tarihi bağlamında ‘laik’ düşünce/uygulamalar ele alınıyordu.

Kuşkusuz benim konuya dair cehaletimle de ilgili olabilir ancak bugün dahi şu laiklik-sekülerlik (ve laikçilik) ayrımlarını tam olarak anlayabilmiş değilim. Söz konusu ayrımlar, bazen hakikaten aralarındaki bir farka işaret etmek, zaman zaman da laik kesimi küçümsemek ya da aşağılamak (laikçilik) için kullanılıyor. İyi de İngilizce-Fransızca sözlükte, birinin karşısında diğeri yazıyor!

Anglosakson hukuk sistemindeki ülkelerin (ABD-İngiltere gibi) laiklik yorumuyla, Kıta Avrupası (Fransa) sistemine dâhil olanların laiklik yorumu arasında farklar var tabii. Buna mukabil iki hukuk sistemi arasındaki yorum/uygulama farklılıklarından hareketle kavramları bu denli zorlamayı, bambaşka anlamlar çıkarmayı, dediğim gibi, anlamıyorum.

Sonuçta işin özü değişmiyor. Laik ya da seküler denilsin, özen gösterilmesi gereken ölçüt, devletin yasa ve eylemlerinde ‘referansını’ herhangi bir inanca dayandırmaması gerekliliğinin kabulü. Fransa merkezli laiklik (özellikle 1905 yasasına dek) kuşkusuz daha kontrolcü.

Türkiye’de dini alanın, Mart 1924’ten bugüne bir devlet kurumu tarafından kontrol altına alınmaya çalışılması gibi. Bugünkü Anayasa’da da Diyanet İşleri Başkanlığı, dini bir kurum olarak değil, ‘genel idare’ içinde tanımlanıyor.

İyi hoş da, seküler olarak adlandırılan sistemler de ‘saldım çayıra mevlam kayıra’ değil ki inanç konusunda. Sürekli örnek verilen ABD Anayasası’nın ‘ek birinci’ maddesine göre özetle, ‘devlet bir dini kabul eden ve yasaklayan yasa çıkaramaz.’ Yani inançlar karşısında yansızdır.

Siz ABD Başkanı’nın (kuşkusuz dindarlara sempatik görünmek zorunda olan) örneğin bir baraj açılışında kurdele keserken (gerçi böyle bir şey de görmezsiniz ya, örnek diye veriyorum!) ‘Baba, Oğul ve Kutsal Ruh adına’ deyişine tanık oldunuz mu? Tahayyül edebilir misiniz?

Ülkeler arasında, yasa, gelenek ve uygulama farkları var. Çoğunun gerekçesi de tarihsel. Örneğin 16. yüzyıldaki dönüşümün sonucu olarak İngiliz hükümdarı, aynı zamanda kilisenin de ‘başı’ konumunda. Ancak Kraliçe kiliseye koşturup ayin yönetmiyor değil mi? Ya da Norveç’te Kral, yine tarihsel gerekçelerle Evanjelik Luteryen olmak zorunda.

Özellikle monarşilerde böyle gelenekler var. Önemli olan, çıkarılan yasaların ve idari uygulamaların, farklı inançlara mensup yurttaş kesimleri arasında adaletsizliklere ve ayrımcılığa neden olmaması. Geri kalan kural ve gelenekler, tarihsel birikimin sonucu ve çok büyük bir tartışmaya neden olmuyor.

Örneğin yine ABD’den örnek verirsek, Başkan’ın göreve başlarken İncil üzerine yemin etmesi gibi. Ya da Türkiye’de iki ‘dini’ bayramın ‘resmi’ tatil oluşunun Türkiye laikliği açısından sorun olmayışı gibi.

Adını ister laik ister seküler koyun; asıl önemli olan devletin ‘yeryüzü’ kuralları esas alınarak yönetilmesi. Tükiye’de, 1921 Teşkilatı Esasiye’nin birinci maddesindeki ‘Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir’ ifadesi ile tarihimizde ilk kez egemenlik hem ‘halka’ verildi, hem ‘yeryüzüne’ indirildi.

‘Egemenlik ulusundur’ demek, aynı zamanda ‘egemenlik Hakk’ın değil, halkındır’ anlamına gelir. Fransız devrimcilerinin yaptığı gibi. Bugün sokaklarda kimi kafası karışık ahali, bir yandan egemenlik ‘milletindir’ diğer yandan ‘Allah’ındır’ derken, ne dediğini bilmez halde.

Çünkü birine verdiğinizde diğerine vermemiş oluyorsunuz!

‘Efendim Türkiye’de halkın tamamına yakını Müslüman!’ Kim saydı ve nasıl sayılabilir bilmiyorum ama doğru kabul edelim. Büyük çoğunluğun Müslüman olduğuna kuşku yok. Güzel kardeşim, laik/seküler demokrasilerin halklarının ‘çoğunluğu da’ Allah’a ve bir ‘dine’ inanıyor. Yani örneğin ‘kurşunkaleme’ tapmıyorlar.

Mesele, halkın çoğunluğunun bir dine inanması değil, devletin yasa ve eylemlerinde o çoğunluk dininin kurallarına göre hareket edip etmemesi; bir inancın taraftarı olup olmaması.

Darbe girişimi öncesinde ‘dindar toplum’ ve ‘dinin hâkim olduğu devlet yönetimi’ özlemleri açıkça dile getiriliyordu. Sonrasında ise aynı kitlede müthiş bir telaş başladı. Çünkü ‘liyakat, akıl, hak etme’ gibi son derece ‘laik’ bir terminoloji dolaşımda.

Şimdi bırakalım devletin sıfatı seküler mi olsun, laik mi olsun sohbetlerini. Bir işe başvuran yurttaş, o iş için gerekli sınava girerek ve adil değerlendirilerek mi işe alınacak; yoksa cebinde taşıdığı tarikat kartvizitine göre mi? 80 milyonluk bu denli karmaşık bir toplumda ‘idarenin dili’ yansızlaşacak mı, yoksa fırın açılışı yaparken dahi bir dine referansta ısrar mı edilecek?

Eğitim sistemi çağın gereklerine göre mi, yoksa inancın gereklerine göre mi örgütlenecek? Bürokraside liyakat mi, yoksa kırmızı yanaklar badem bıyıklar mı öncelikli olacak? Bir insana bakıldığında ‘insan mı’ görülecek, yoksa dindar ya da olmayan kadın ve erkek mi?

Bir kadına bakıldığında kadın mı görülecek, yoksa etek, bluz ve türban mı? Dostlar alışverişte görsün diye Fransa’da Charlie Hebdo katliamı sonrası yürüyüşe katılanlar, kendi memleketinde Ceyda Karan ve Hikmet Çetinkaya gibi insanlara çile çektirecek mi, çektirmeyecek mi?

Türkiye’de laikliğin yorumu ve zamanında mahkeme kararlarına konu olmuş halinde sorunlar olduğu, haksızlıklar yapıldığı sır değil. Ancak haksızlıkların sorumlusu, laiklik ilkesi değil. İlkenin, o dönemin ruhuna uygun ve yanlış yorumlanması. Diyeceğim, örneğin üniversitedeki türban yasağının laiklikle değil, yargı ve idarenin hödüklüğüyle ilgisi vardı!

Böylesi açmazlarımızın kökeninde, her şeyin ‘ele alma düzeyini’ birbirine karıştırıp toplumsal ve siyasal sorunları, hukuk/mahkeme yoluyla çözme gibi son derece hatalı bir eğilim var. Ne yazık ki bu heves Türkiye’nin berbat bir hastalığı ve tedavi edilemiyor.

İslamcı partileri kapatıp laikliği koruduğunu düşünen, Kürt partilerini kapatıp siyasetçilerini yargılayarak Kürt sorununu çözdüğünü düşünen, HSYK yapısını değiştirip yargı bağımsızlığını sağlayacağını düşünen kafa bu.

Bugün de aynı zihniyet ya da hukuk algısı, OHAL KHK’sinden başka her şeye benzeyen OHAL KHK’leri ile TSK’yi yeniden örgütleyerek, siyasal sorunlarımızı çözeceğini dile getiriyor örneğin. Sanki darbeye girişenler, bunu mevzuata bakarak yapıyormuş gibi! Bu akıl fikir almaz hukuk/devlet algısı, başka yazının konusu olacak.

Türkiye bu haldeyken, aklı başında insanlar ‘birlikte yaşam’ dileklerini ifade edip çözüm için kafa yorarken; dini duyguları sömürmeye doyamayıp okumuşlara duydukları nefreti gizleyemeyenlerin telaş ve kızgınlığı, anlaşılabilir.

Nihayetinde, çöken bir ideolojinin savunucularından söz ediyoruz. Anlamaya anlıyoruz da, işi buralara getirmek, laik kesime tehditler savurmak, ‘defolup gidecekler’ buyurmak, ‘bedel ödetmekten’ söz etmek yine de pek sağlıklı bir zihnin ürünü olmasa gerek.

Filozof, ‘aynı nehirde iki kez yıkanılmaz’ demiş zamanında. Bu muhteremler küçük ve bulanık bir gölet bulmuş, çimiyor da çimiyor…

Yazı önerisi: Her zaman çok gerekli yazılar kaleme alan birinci sınıf bir ‘hukukçu-gazeteci’ olan Çiğdem Toker’in, devletteki dönüşümün hukuksal boyutlarını anlattığı son yazılarını özellikle öneriyorum. Varlık Fonu’na ilişkin olanı buraya ekliyorum.
(diken.com.tr’den alınmıştır.)

SON 10 YILDA DİYANETTEN 5 BİN KİŞİ YAN GEÇİŞLE BAŞKA KURUMLARA KAYDIRILDI

SON 10 YILDA DİYANETTEN
5 BİN KİŞİ YAN GEÇİŞLE
BAŞKA KURUMLARA KAYDIRILDI

portresi, Gülümseyen
Prof. Dr. D. Ali ERCAN

 


Değerli arkadaşlar,

(AS: Bizim kapsamlı yorumlarımız yazının altında..)

Diyanet işleri Başkanlığı
‘nın resmi web sitesinde yayınlanan personel durum tablosundan anlaşıldığına göre, 2005-15 arasında (10 yılda) Başkanlığa 52985 yeni personel alınmış ve görünen o ki; bunlardan 4935’i yan geçişle başka kurumlara nakledilmiştir. Sonuçta 1.1.2005’te 71693 olan personel sayısı 48050 artarak 1.1.2015’te 119743’e ulaşmıştır.

Özetle son 10 yılda yıllık net personel artış hızı ortalama %5,3 olmuştur. Oysa Türkiye’nin son 10 yılda ortalama nüfus artış hızı %1,38’dir;
yani Diyanet’teki Personel artışı gereksinimin yaklaşık 4 katıdır.
2015 ve 2016 rakamları belli değil; eğer aynı artış hızıyla gelindiyse, 1.1.2016’da Diyanet’in Personel (kadro) sayısı 125 binin üzerinde demektir. Bir başka anlatımla, T.C. Devlet memurlarının %5’i Diyanet’te çalışıyor.
Sevgilerimle. æ
21.04.201

    2004……….71.693  (+  8606)

    2005……….80.299  (-    489)
    2006……….79.810  (+  4385)
    2007……….84.195  (-  1162)
    2008……….83.033  (-   1182)
    2009……….81.851  (+   2306) 
    2010……….84.157  (+ 14398)
    2011……….98.555  (+   6917)
    2012………105.472  (+ 16373)
    2013………121.845  (-   2102)

    2014………119.743

======================================

Dostlar,

3 gün önce (18.4.2016) bu sitede ”DİYANET KALDIRILMALIDIR” başlıklı yazısını yayımlamıştık Sayın Prof. Ercan’ın.. (http://ahmetsaltik.net/2016/04/18/diyanet-kaldirilmalidir/)
İki yazının birlikte okunmasında yarar var.. O yazının altında bizim de yorumlarımız olmuştu.

Devlet Personel Başkanlığı’nın 31.12.2015 günü verisi ile 3 339 000 kamu çalışanı var ülkemizde. (file:///C:/Users/user/Downloads/kamu_per_ist_tur_gore_dagilim_312015.pdf)

Buna göre 119 743 / 3 339 000 =% 3,6.. Her 1000 kamu çalışanının 36’sı Diyanet’te!
Mart sonunda işsiz sayısı 3 milyonu ve %11’i aşarken.. Son 5 yılın en yüksek resmi verisi!
Üniversite bitirmiş onbinlerce öğretmen atama bekler, çöpçülük yapar, intihar ederken..
Kamu personeli seçmelerinde görüşmelerin (mülakat) video kayıtları kaldırılmış ve
dinci içerikli sorular özellikle eleme amaçlı öne çıkarılırken..

Tüm bunları, adı ”ADALET ve KALKINMA PARTİSİ” olan AKP yapıyor.. 13,5 yıldır..

En az 125 bini aşkın DİN GÖREVLİSİ var bu ülkede ve yalnızca bir dinin (İslam),
yalnızca bir mezhebinin (Hanefi) öğretisini herkese zorla dayatmakta..

Anayasada zorunlu din dersleri duruyor ve AKP, AİHM Kararlarını hiçe sayarak dinci – faşist dayatmasını sürdürüyor, hatta genişletiyor.. 4+4+4 ilkelliği yetmezmş gibi; ilköğretim öncesi DEĞERLER EĞİTİMİ saçmalığı, 5 yaşındaki çocukların camilere götürülmesi, çok sayıda dinci vakıf – dernek – tarikat – tekke – türbe – zaviye – yurt – Kuran ve Arapça kursları…
Ne tuhaf ki, örneğin Karaman’daki bu tür evlerden Karaman Valiliği habersiz!

Bunların finansmanı karanlık..
Sayıları bilinmez (meçhul)..
Binlerce Kuran kursu (5 bin+!), bu devirde onbinlerce HAFIZ.. (120 binden çok!)

Kuran’ı anlayarak öğrenmek yerine Arapça ezberleyerek bir ZİHİNSEL SOYKIRIM!

Türkiye’nin ulusal gelirinin hangi oranda bu alanda kullanıldığını bilemiyoruz.
Ancak salt Diyanet’in bütçedeki anormal payı ile sınırlı değil..
Hepimizin vergisi ile yapılıyor bunlar..
Farklı din – mezhep üyeleri vergiyi zoraki veriyor ama bu hizmetlerden yararlanmıyor.
Kendi inancına dönük hizmetleri DİB vermiyor.

Bu dayatma vergi adaletine de, inanç özgürlüğüne de, hakkaniyete de, hukuka da, vicdana da DİNE DE sığmaz! Din dışı, Etik dışı ve immoraldir..
Dincilerin anlayacağı dille de yazalım : Kul hakkı yemektir, günah-ı kebirdir!

Diyanet, Türkiye’nin devasa sektörlerinin başındadır!
Gereksiz cami yapımı ısrar ve inatla sürdürülmektedir.
Altta birkaç kat artık ticaret yerleridir.. İbadet katı gittikçe Tanrı’ya yaklaşıyor böylelikle!
Merhum Uğur Mumcu ne denli isabetle yazmıştı nerdeyse 30 yıl önce :

  • TARİKAT, TİCARET, SİYASET..İmamın – müezzinin – vaizin lojmanları hazırdır..
    Külliyenin bu son 2 müştemilatının elektrik – su – temizlik giderleri nasıl karşılanıyor acaba?
    Kadro devletten, elektrik – su – doğalgaz.. yine yurttaşların vergilerinden..
    Ama örn. CEMEVLERİ ibadet yeri değil Diyanet’e göre..
    20+ milyon ALEVİ yurttaş (nüfusun 1/4’ü!) görmezden gelinerek
    ”camiye buyursunlar…” deniyor..

Bizim Sünni – Hanefi Müslümanlarımızın inanç hoşgörüsü – vergi adaleti anlayışı –
camilerin giderlerinin onlardan yararlanmayan ve yararlanmak istemeyenlere de yüklenmesi… anlayışları da işte bu denli.. Gene de Diyanet, sıklıkla HURAFE üretmekten hiç geri durmuyor.

KUTLU DOĞUM HAFTASI saçmalığı bunlardan birisi..

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı törenlerini perdelemek için uydurulan bir saçmalık.. Kaç kez yazdık.. Bir insanın 1 gün doğum günü olur, doğum haftası diye bir şey yoktur.. Ayrıca Araplar Hicri Takvim (Ay takvimi, Lunar yıl) kullanıyor ve 354 gün bu yıl.
Biz Miladi yıl kullanıyoruz ve 1 yıl 365 gün. Bu yüzden Kurban ve Ramazan Bayramı her yıl
11 gün erken geliyor.. Peygamberin doğum günü – haftasının da her yıl 11 gün geriye çekilmesi gerek ama Diyanet onu çaktı oraya, 23 Nisan haftasına.. Bu ahlak dışı girişimi Peygamber onaylar mıydı acaba? Tanrı yutuyor mu acaba ?? Müslümanlar kimi kandırıyor??

Diyanet kimi kandırıyor ??
Az okuyan, eğitimsiz bırakılmış yığınları.. AKP’ye oy veren milyonları..
Bu milyonlar bir fark etseler gerçekte AKP’nin yaptıklarının nasıl din sömürüsü olduğunu!
O yüzden AKP – Diyanet ve uzantıları da yoğuuuuun mu yoğun sözde din eğitimi ile maskeleyerek imam-hatiplerde beyin yıkamayı sürdürüyorlar. Varlık nedenleri çünkü!*********
Diyanet amacının dışına çıktı..
Tekke – türbe – tarikat – zaviye benzeri yerleri, Büyük ATATÜK pislik yuvaları” diyerek kapatmıştı.. Şimdi ise bu pislik yuvaları illegal olmakla birlikte fiilen vardırlar..
Diyanet alanına egemen olmuşlardır.. İnanç kurumları adı altında AKP, eylemli (fiili) durumu yasallaştırmaya çabalamaktadırDiyanet İşleri Başkanlığı (DİB) gerçek işlevinden uzaklaş(tırıl)mış, söz konusu
pislik yuvalarının aleti olmuştur, hatta adeta onlara meşruluk zemini sağlamaktadır.
Bu durumuyla Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ivedilikle tasfiye edilmesi kaçınılmaz olmuştur..Günde 5 vakit hoparlörleri sonuna dek açarak ezan okuma terörü topluma dayatılmaktadır ve
DİB bu ciddi soruna uygarca bir çözüme yanaşmamaktadır. Adeta güç gösterisi yapılmaktadır!
En azından ilgili Yönetmeliğe uyarak 55 dBA’yı geçmeyen bir ses düzeyi aşılmamalıdır.
Büyük ATATÜRK
ne güzel söylemişti               :
– ”Tekkeler kesinlikle kapanmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti, her kolda doğru yolu gösterecek güce sahiptir. Hiçbirimiz tekkelerin uyarmasına muhtaç değiliz. Biz uygarlıktan, bilim ve teknikten kuvvet alıyoruz ve ona göre yürüyoruz; başka bir şey tanımayız. Doğru yoldan sapmışların amacı, halkı kendinden geçmiş ve abdal yapmaktır. Halbuki halkımız, abdal ve kendinden geçmiş olmamaya karar vermiştir. Bunlar basit bir iş görünür; fakat önemi vardır. Biz dünya ailesi içinde uygarız. Her görüş noktasından uygarlığın gereklerini uygulayacağız.”
1925 (Mustafa Selim İmece, Atatürk’ün Ş.D.K. ve İS., s. 68)

Tarikat Yapılanması ile İlgili Görüşü:
– ”Ölülerden yardım istemek, uygar bir toplum için ayıptır. Var olan tarikatların amacı kendilerine bağlı olan kimseleri dünyevî ve manevî yaşamda mutluluğa eriştirmekten başka ne olabilir? Bugün bilimin, tekniğin, bütün kapsamıyla uygarlığın alevi karşısında filân veya falan şeyhin yol göstermesiyle maddî ve manevî mutluluk arayacak kadar ilkel insanların Türkiye topluluğunda varlığını asla kabul etmiyorum. Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki,
Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz.
En doğru ve en gerçek tarikat, uygarlık tarikatıdır.” 1925 (Atatürk’ün S.D.II, S. 215)(http://www.ataturkinkilaplari.com/ao/60/ataturk%E2%80%99un-tekkeler-ve-tarikatlar-ile-ilgili-sozleri-%E2%80%93-gorusleri.html)******
Türkiye bunları da aşacak elbet.. Tarihin tekerleği geriye döndürülemeyecek..
Ama çoook zaman yitiriyoruz.. Batı ile aramızdaki farkı azaltamıyoruz, ara daha da açılıyor..
Ne yazık ki yaygın halk kitleleeri bu yıkıma karşı ilgisiz, kayıtsız, künt..
Hatta ranta tutsak!?
Sevgi ve saygı ile.
21 Nisan 2016, Ankara

 

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

DİYANET KALDIRILMALIDIR başlıklı bu yazımızın pdf biçimi :
Diyanet_Kaldirilmalidir

SARIHAN: BİLİM VE İNANÇ İKİ AYRI KAVRAMDIR

SARIHAN: BİLİM VE İNANÇ İKİ AYRI KAVRAMDIR

Ankara Milletvekili Şenal Sarıhan hastanelerde başlatılmış olan “Din Psikoloğu” adı altında ihdas edilen kadroları meclis gündemine taşıdı.İstanbul, Ankara, Kayseri, Ordu, Samsun ve Erzurum’da pilot uygulama olarak hastanelerde “Manevi Destek Birimleri” oluşturulmuş ve bu birimlerde din psikolojisi ve çeşitli sosyal bilim alanlarında yüksek lisans ve doktora mezunu isimlerden oluştuğu iddia edilen 20 uzman, Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde gördükleri eğitim sonrasında göreve başlamışlardır. Hastalara, hastalığın yarattığı olumsuz duygulardan uzaklaşma, farkındalık, moral ve motivasyon desteği sağlama amacıyla ve “Din Psikoloğu” sıfatıyla atanan bu görevliler, Ankara’da Numune, Demetevler Onkoloji, Ulus ve Etimesgut Devlet Hasteneleri’nde; İstanbul Başakşehir, Kayseri, Ordu, Samsun, Erzurum Devlet Hastaneleri’nde görev yapmaya başlamışlardır.

Şenal Sarıhan Başbakan’ın yanıtlaması istemiyle verdiği önergesinde;

* “Adı geçen Manevi Destek Birimlerinin kurulması kararını ne zaman ve hangi kurum tarafından alındığını, bu birimlerin oluşturulacağı pilot uygulama illerini ve bu illerdeki hastanelerin neye göre belirlendiğini, Ülke çapında da bu birimler tüm hastanelerde oluşturulacak mı?” diye sordu.

Ankara Milletvekili Şenal Sarıhan çok sayıda üniversitelerin psikoloji bölümünden mezun varken ve bu kişiler atanamamışlarken, manevi destek birimi adı altında kadro ihdas edilen böyle bir birime tepkisini ‘’Psikologlar psikoloji eğitimi, İmamlar ise din eğitimi alırlar. Görevler karıştırılmamalı! Manevi Destek Birimleri oluşturulacaksa, burada alanında bilimsel eğitim almış Psikologlar istihdam edilmeli’’ dedi.Sarıhan önergesinde; şu sorulara yer verdi:

* Uzman sıfatıyla toplam kaç kişinin alınacağını, bu kişilerin görev tanımının ne olacağını, İstihdam edilen kişilerin kadrolu olarak mı sözleşmeli olarak mı görev yapacağını, kadro duyurularının nasıl yapıldığını, Görevlendirilen bu kişiler neden Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından bir eğitime tabi tutulduğunu, Türkiye’de her yıl sayıları artan psikoloji bölümü mezunlarının bu ve benzeri kadrolara atanmasının sağlanması yerine, neden özellikle din alanında, hatta belli bir dinin belli bir anlayışı temelinde eğitim alanların bu kadrolara alınması sağlandığını, Farklı din ve inanç mensubu hastaların, ataistlerin ve agnostiklerin böyle bir hizmeti kendi din, inanç ve felsefi anlayışlarına göre alabilme olanakları yaratılacak mı ve 7 Ocak 2015’te Diyanet İşleri Başkanlığı ile Sağlık Bakanlığı arasında imzalanan protokol uyarınca Diyanet İşleri’nde görevli ve pedagojik eğitim almış din görevlileri zaten hastalara manevi destek ve moral vermek amacıyla hastanelerde görev yapmakta iken din psikoloğu adı altında böyle görevlendirmeler yapmaktaki kamusal yarar nedir?
(http://chp.org.tr/Haberler/4/sarihan-bilim-ve-inanc-iki-ayri-kavramdir-19933.aspx, 18.4.2016)

=============================================

Yürrüüüü ey AKP!

Senin için sınır yok..
Kadrolaş çaycıya, kapıcıya dek..
Telekomünikasyon İletişim Başkanlığında (TİB) öyle yapmadınız mı?
“Gene de” (!?) 50 milyon insanın kişisel verilerini sızdırmadınız mı??
Bütün okulları imam-hatip yap..
Bütün millet öncen imam – hatip eğitiminden geçelim..
İslam dininde kadın imam olmazmış; boşver.
Burası cihat ülkesi.. Dar-ül harp bölgesi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün
caaanım Türkiye Cumhuriyeti. Cihat kadrolarını yetiştir, acele et, sakın ödün verme!
Hedefe giden her yol mübah.. N. Machiavelli halt etmiş, O senin eline su bile dökemez..
Hem Bakan Prof. Veysel Eroğlu’na göre biz NASA’dan daha iyiyiz!?

Yaşasın AKP ve sınırsız, duraksamasız, çekinmesiz… dinci kadrolaşması!

Qou vadis RTE?
Qou vadis AKP?

Sevgi ve saygı ile.
18 Nisan 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

2014-15 ÖĞRETİM YILI BİTERKEN ÇÖKÜŞ: TAMAM MI – DEVAM MI?

Dostlar,

Bizim de üyesi olduğumuz Ulusal Eğitim Derneği, 2014-15 dönemi çalışmalarını tamamlayarak 2 aylı bir yaz dinlencesi arası verdi. Sn. Genel Başkan Nazım Mutlu imzası ile aşağıdaki açıklama kamuoyu ile paylaşılarak.. (biraz gecikmeli de olsa yayımlıyoruz..)

Artık “ulusal” olduğunu söyleme olanağı kalmayan yozlaştırılmış – dincileştirilmiş – gericileştirilmiş eğitim sisteminin mutlaka ve hızla onarıma alınması zorunlu..

Çünkü AKP’nin bu sistemi; partilerine yandaş, ezberci, militan ruhlu ama biat kültürü ile beyni yıkanmış…. milyonlarca diplomalı cahil ve oy deposu yetiştirme hedefli..

İnsanı insan yapan temel öge ÖZGÜRLEŞTİRİLMESİDİR.. İnsanın özgürlüğünü
aldınız mı, orada çoooook yoğun koşullandırıcı dinci eğitim – öğretim yapsanız da,
ahlaklı olamamış, erdemden yoksun yığınlar – kalabalıklar elde edersiniz.
Bu güruh ile göstermelik seçimler de kazanabilirsiniz ancak uygarlaşamazsınız, kalkınamazsınız; insanlarınız, demokrasinin temel gereği olarak yurttaşlaşamaz,
tersine niteliksiz ve kalabalık bir sürü olur..

Murat tam da budur!
Tehlike yakın, açık ve ciddidir..
Hızla savuşturulması zorunluğu vardır..

Ulusal Eğitim Derneğimize bu uğurdaki değerli katkıları için şükran borçluyuz.
Bu nedenlerle direnişi daha da güçlendirmek ve ne yapıp edip
AKP’siz bir koalisyon hükümetine kavuşmak zorundayız…

Sevgi ve saygı ile.
12 Temmuz 2015, Tokat

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

========================================

ULUSAL EĞİTİM DERNEĞİ
Necatibey Cad. No: 13/13 Sıhhiye/Ankara
Tel: (0312) 229 43 25 Belgeç: (0312) 229 45 26
e- ileti: ogdunyasi@gmail.com
Web: ulusalegitimder.org.tr

2014-2015 ÖĞRETİM YILI BİTERKEN… 
ÇÖKÜŞ: TAMAM MI, DEVAM MI?

Güzel beklentilerle, iyi dileklerle başladığımız; ama ne yazık ki yine karşıtıyla
yüz yüze geldiğimiz bir öğretim yılını geride bırakıyoruz. Yaklaşık 18 milyon anaokulu, ilk ve ortaokul, lise öğrencisinin üç aylık yaz dinlencesi başlarken, geriye bakıldığında görünümü özetleyecek fotoğraf şudur:

1. Yaşadıkları ve karşılaştıklarına bakarak, okul denen yer demek ki böyleymiş diyen öğrenci,

2. Programıyla, kitabıyla, sınavıyla, garip uygulamalarıyla kafası allak bullak olmuş öğretmen,

3. Çocuğunun geleceğini kurtarmak için hangi yola başvuracağını bilemeyen,
şaşkın gözlerle sağa sola bakan veli,

4. Kimisi olup bitenden memnun, kimisi olanı biteni izlemekten öteye gidemeyen
eğitim örgütleri,

5. Bunlarla bir ilgisi yokmuş pişkinliği içinde bir Milli Eğitim Bakanlığı…

Yeni sonuçlanan genel seçimlerle (AS: 7 Haziran 2015) 13 yıllık yükselişi durup artık inişe geçen bir iktidarın hemen her yılı, bir öncekini aratacak biçimde sonuçlandı.
2014-15 öğretim yılı, 2. Dünya Savaşı sonrası koşullarında başlatılan bağımlı, gerici,
bilim dışı ülke ve toplum oluşturma programının 3 Kasım 2002’de yola konmuş
yeni kadrolarla yaratılan yıkımın yeni bir halkası oldu. Bu yıl boyunca da, nitelikten yönteme, araçtan uygulamaya yapılacak bir artılar-eksiler toplamından olumlu, güzel,
iç ferahlatıcı hiçbir kazanımın olmadı.

Özetle             :

  • Bilimi dışlayan, hatta en üst temsilcisi aracılığıyla aşağılayan bir bakışla bu yıl da
    “dinci-kinci nesil” hedefi, iktidarın en çok ilgilendiği meslek olmuştur. Alandaki etkilerini gizlilikten açıklığa çeviren dinci sendika – vakıf ve derneklerin 4+4+4 programıyla başlattıkları az zamanda çok imamhatipli amacına beklenen süreden önce ulaşılmıştır (AS: Bu ders yılında İmamhatiplerde öğrenci sayısı, RTE’nin açıklaması ile 1 milyonu bulmuştur!). Bilal Erdoğan (AS: RTE’nin oğlu), özellikle geçen öğretim yılında, sınırsız iktidar gücünün cesaretiyle okul yöneticilerine doğrudan hükmeder, buyruklarıyla okulları birinci elden yönlendirir/yönetir olmuştur. Yöneticisi olduğu vakfın yeni kurulan üniversitesi, hedefleriyle ilgili son kazanımlarından biridir.
  • Bu çerçevede, din adına içi hurafelerle doldurulmuş “değerler eğitimi”ne hız verilmiştir. Bu adla yürütülen etkinlikler kimi okullarda cami imamları eliyle, kimi okullarda öğrencileri camilere taşıma yoluyla yürütülmüştür. Eğitim sürecine doğrudan dahil edilen bir başka devlet kuruluşu, Diyanet İşleri Başkanlığı, din eğitimini 4-6 yaş dilimine
    indiren uygulamaları başlatmıştır. Mescit açmanın bütün okul binaları için zorunluluğa dönüştürülmesi de bu yoldaki çalışmaların bir parçası olmuştur. (AS: Tümüyle bilim ve hukuk dışı beyin yıkma girişimi olup, bize göre İNSANLIĞA KARŞI SUÇTUR!)
  • Sonbaharda toplanan Milli Eğitim Şûrası’na damgasını vuran, fakat kamuoyu tepkisi nedeniyle karara dönüştürülemeyen “karma eğitime son verme” isteği, yıl boyunca
    kimi okullarda uygulamaya dönüşmüştür. Kız ve erkek öğrencilerinin koridorları, bahçeleri ayrılan okullara bu yıl yenileri eklenmiştir.
  • Önceki yıllarda gerçekleşen kadrolaşma operasyonlarıyla zaten önemli ölçüde “yandaş”laştırılan okul yönetimleri, bu öğretim yılı boyunca sürdürülen yeni operasyonlarla bütünüyle iktidarın yerel örgütlerine dönüşmüştür. 12 Haziran günü Danıştay’ın bu konuyla ilgili verdiği yürütmeyi durdurma kararı, bugüne dek hiçbir yargı kararı ve hukuk kuralı tanımayan iktidarın tutumuna itirazdır. Yönetici atamada
    tek ölçüt, yıllardır olduğu gibi, iktidar yanlısı olup olmamaktan ibarettir.
    Geride bıraktığımız öğretim yılında bunun en somut yansıması, iktidar mensuplarının seçim meydanlarını doldurmak için her düzeydeki eğitim yöneticilerince gizli-açık yürütülen çalışmalardır.
  • Dershanelerle ilgili dönüştürme kararı her ne denli önümüzdeki öğretim yılında uygulamaya geçecekse de, bu işlemin tam anlamıyla eğitimi özelleştirme-kolejleştirme kanalını genişleteceği ortadadır. Üst ve alt gelir dilimleri arasında hızla açılan makas, gelecek öğretim yılında daha çok özel okul-kolej seçeneği olarak karşılığını bulacaktır. Sınav odaklı eğitim süreçlerinin yeni dershaneleri, artık daha fazla maliyetle işleyecek olan özel okullar olacaktır.
  • Sayıca artan, ama niteliği ve işlevi geriletilen öğretmenlik mesleği, bu yıl da birçok olumsuzlukla sürdürülmüştür. Örgütlenme, karar ve yönetim aşamalarında gücü kalmayan öğretmenin sayısal ağırlığının bir işe yaramayacağı, bu öğretim yılında da okullardan yansıyan irili ufaklı olaylarla gözlemlenmiştir. Ataması yapılmayan 300 bini aşkın genç meslektaşımız ise yılı, karın tokluğuna başka işlerde çalışma arayışıyla geçirmiştir.
  • Üzerinde en çok oynanan, sürekli çalınan soruları ve uygulamada karşılaşılan yığınla acemiliklerin sergilendiği alan olan sınavlarla ilgili durumda da olumlu anlamda atılmış herhangi bir adım yoktur. Genel karışıklığın içinde öğrencileri en çok zarara uğratan sınavlarda artık bir “sistem”in değil, sistemsizliğin örnekleri bu yıl da sıkça yaşanmıştır. Bakanlık, giderayak, bu alanda yeni değişikliklere, yani yeni karmaşaya hazırlandığını da duyurdu.

Ana çizgileriyle özetlemeye çalıştığımız 2014-15 öğretim yılıyla birlikte görevi sona eren mevcut hükümet ve bakanlığın yerine gelecek hükümet ve bakanlığa, öncelikle eğitimimizi bu kirden arındırma, bilim ve sanatın ışığına yeniden kavuşturma görevi düşüyor.

Cumhuriyetin laik, aydınlanmacı ve halkçı yurttaş yetiştirme yolunun, bağımsızlığı ve çağdaşlaşmayı amaçlayan yönetimler için her çağ ve koşulda vazgeçilmez yol olduğunu bir kez daha anımsatarak öğrencilerimize ve meslektaşlarımıza iyi bir yaz dinlencesi diliyoruz. (13.06.2015)

Nazım Mutlu
Yönetim Kurulu Başkanı

Prof. Örsan K. ÖYMEN : İSLAM; KUR’AN ve ŞİDDET

İSLAM; KUR’AN ve ŞİDDET

Dostlar,

Felsefe Profesörü Sn. Prof. Örsan K. ÖYMEN,  AYDINLIK Gazetesi’nde
11, 15 ve 18 Ocak 2015 günlerinde son derece önemli 3 makale kaleme aldı..
Bu 3 makaleyi birlikte aşağıda sunuyoruz.
Öymen hocamızı da gönülden kutluyoruz.
Söz konusu 3 yazı, İSLAMCI KANLI TERÖRÜ çözmede çok önemli katkılardır.
Birlikte, dikkatle okunmalıdır.

Bir de “AKP’LİLER MÜSLÜMAN MI?” başlıklı yazısı var Öymen hocanın.
Eğer bu sorunun yanıtı “evet” olsaydı, Türkiye için iyimser olabilirdik.
(Bu son yazı da mutlaka okunmalı.. okumak için lütfen tıklayınız :
AKP’liler_MUSLUMAN_mi.pdf

Son olarak, bu sitede bizim kaleme aldığımız önemli bir yazı daha var :
(http://ahmetsaltik.net/2014/08/23/canlar-kimin-icin-caliyor-islamda-reform-kapiya-dayandi/)

ÇANLAR KİMİN İÇİN ÇALIYOR ??
İSLAMDA REFORM KAPIYA DAYANDI

AYDIN DİN BİLGİNLERİ; İHANETİNİZE ARTIK BİR SON VERİN
VE

İSLAMDA REFORMUN KAPISINI AÇIN!..
İSLAMDA REFORM KAPIYA DAYANDI!

Yoksa bu bataklık sizi de yutar, ne din bırakır ne de iman..

Sevgi ve saygıyla.
23.8.2014, Çanakkale

******

Yukarıdaki gibi bir çağrı ve feryat var yazımızda..
Dileriz bu aşamadan sonra olsun bir işe yarasın..

SORUN İVEDİDİR…
SORUN CİDDİDİR..
HEM DE ÇOK CİDDİ VE İVEDİ BİR KANLI SORUN İLE YÜZEYİZ..
ACELE EDİLMELİ..

Sevgi ve saygı ile.
18.01.2015, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Son not : Yine dün (18.1.15) sitemizde Deniz Kavukçuoğlu’nun bir makalesine yer vermiştik.
O makalede Yeni AKİT’ten Faruk Köse’nin dehşet veren bir yazısına gönderme yapılmaktaydı :

KİM DEMİŞ İSLAM BARIŞ DİNİDİR DİYE??
Erişkesi (linki) aşağıda..
Kim_demiş_Islam_baris_dinidir_diye_Faruk_Kose_YENI_AKIT_12.1.15

========================================================

İSLAM; KUR’AN ve ŞİDDET

portre

 

Prof. Örsan K. ÖYMEN
AYDINLIK, 
11, 15 ve 18 Ocak 2015

 


İSLAM ve ŞİDDET

(11 Ocak 2015, AYDINLIK)

Fransa’nın başkenti Paris’te “Charlie Hebdo” adlı mizah dergisinin ofisine İslamcı teröristler tarafından düzenlenen saldırıda, derginin ve Fransa’nın önde gelen karikatüristleri de dahil,
12 kişinin yaşamını yitirmesi, tüm dünyada şok etkisi yarattı. Teröristler, “Allahu ekber” ve “Muhammed’in intikamını aldık” sloganları eşliğinde, İslam dininin peygamberi Muhammed hakkında alaycı ve eleştirel yayınlar yaptıkları gerekçesiyle, katliam gerçekleştirdi ve
masum insanları öldürdü.

Bu eylemle, sadece bir katliam gerçekleşmedi, aynı zamanda Avrupa’daki düşünce, ifade ve basın-yayın özgürlüğü ilkesine de bir darbe vuruldu. Düşüncelere düşüncelerle, yayınlara yayınlarla karşılık vermek ilkesinden uzak İslamcı yabaniler, sık sık yaptıkları gibi, düşüncelere ve yayınlara öldürmekle karşılık verdiler.

İslam dini adına terör ve şiddet uygulanması, yeni bir şey de değil. Onlarca yıldır, yüzlerce terör örgütü ve yapılanması, İslam adına katliam gerçekleştirdi, masum insanları öldürdü.
Hamas, Hizbullah, Taliban, El Kaide, El Nusra, IŞİD gibi köktendinci radikal örgütler,
İslam dinini savunmak adına, mağduriyet edebiyatı üzerinden, dünyayı kana buladı.
Bu örgütlerin eylemleri sonucunda on binlerce insan yaşamını yitirdi.

Söz konusu örgütlerin ortak özelliği, mağduriyet üzerinden zulüm yapmaları…
İslamcı siyaset nasıl mağduriyet gerekçesi üzerinden despotizm uyguluyorsa,
aynısını İslamcı terör örgütleri de yapıyor. Vahşilikleri, yabanilikleri ve şiddet tutkuları, oluşturdukları mağduriyet senaryoları tarafından besleniyor. Bu mağduriyetler bazen sahte, bazen gerçek oluyor. Ancak gerçek de olsa, hedef genellikle, onları mağdur edenler değil, masum insanlar oluyor.

Türkiye’de de, özellikle 1990’lı yıllarda, bunların birçok örneği yaşandı :

– Muammer Aksoy,
– Çetin Emeç,
– Bahriye Üçok,
– Turan Dursun,
– Ahmet Taner Kışlalı,
– Uğur Mumcu

gibi gazeteciler, yazarlar, akademisyenler, İslam adına katledildi.

Aynı yıllarda Sivas’ta onlarca şair, müzisyen, sanatçı yakılarak öldürüldü.

İslamcı siyasete sorarsanız, o yılların mağdurları kendileriydi. Çünkü başörtüsüyle üniversiteye giremiyorlardı! Atatürk devrimlerini ve laiklik ilkesini savunanların can güvenliği bile yoktu, ama nasıl oluyorsa en büyük mağdur onlardı!

Bu sadece İslamcı terörün değil, İslamcı siyasetin de bir hastalığıdır. Onlar her zaman mağdur oldukları sanısıyla yaşarlar ve kendileri gibi olmayanların gerçek mağduriyetleriyle hiçbir zaman ilgilenmezler. İlgilenseler, kendi uyguladıkları zulümlere, vahşetlere ve şiddete bir gerekçe bulamazlar. Her zalimliğin, vahşetin ve şiddetin bir mağduriyet senaryosuna ihtiyacı vardır!

“Charlie Hebdo”, ağırlıklı olarak sosyalistlerden, anarşistlerden ve ateistlerden oluşan bir dergi. Yazılarında ve karikatürlerinde de, sadece Muhammed değil, İsa ve Musa hakkında da alaycı ve eleştirel yayınlar yapıyorlar. Eleştiri odaklarında, siyasetçiler, bürokratlar, iş adamları,
din adamları, Hristiyanlık, İslam, Musevilik, hepsi var. Ama nasıl oluyorsa, bir Hristiyan,
İsa’ya hakaret ettikleri gerekçesiyle veya bir Musevi Musa’ya hakaret ettikleri gerekçesiyle dergiyi makineli otomatik tüfeklerle basıp ortalığı kan gölüne çevirmiyor!
Avrupa’da ve Amerika’da Hristiyanlığa ve Museviliğe sert eleştiriler getiren birçok kitap ve yazı yayınlanır, birçok film yapılır, ama hiçbirisi Hristiyan ve Musevi terör örgütlerinin
hedefi olmaz!

Bunun nedeni nedir? Asıl soru budur?
Neden İslam ve şiddet sürekli yan yana gelen unsurlar olarak karşımıza çıkıyor?
Neden Müslüman nüfustaki şiddet, vahşet ve terör eğilimi, Hristiyan ve Musevi nüfustan
çok daha fazla?

Bunun bir nedeni kuşkusuz ki, Avrupa’daki ve Amerika’daki demokrasi geleneğidir,
bu bölgelerde tarihte yaşanan siyasal devrimlerdir. Bunun başka bir nedeni de kuşkusuz ki,
bu ülkelerdeki ekonomik gelişmişlik seviyesidir. Ancak konu sadece bununla ilgili değildir. Sonuçta siyasi ve ekonomik açıdan Avrupa ve Kuzey Amerika kadar gelişmiş olmayan
Orta Amerika’da, Latin Amerika’da, Afrika’da ve Asya’da yaşayan yüzlerce milyon
Hristiyan var. Ancak burada insanlar bir terör örgütü kurup, İsa’yı eleştirenleri veya
İsa’ya hakaret edenleri veya dinsizleri veya dindar olup aynı zamanda laiklik ilkesini savunanları katletmiyorlar.

Bu nedenle, konuya sadece siyasi ve ekonomik açıdan bakmak olanaklı değildir.

  • Kur’an’daki ayetler ve ona ek olarak hadisler incelenmeden
    ve bu inceleme sonucunda 
    İslam dininde ciddi bir reform hareketi gerçekleştirmedenİslam dininin şiddetten, vahşetten ve terörden kurtulması olanaklı değildir.

===========================================

KURAN ve ŞİDDET

BİRİNCİ BÖLÜM, (15 Ocak 2015, AYDINLIK)

Prof. Örsan K. ÖYMEN
AYDINLIK, 
15 Ocak 2015

Fransa’nın başkenti Paris’te, İslamcı teröristlerin, yayınlarında Muhammed’e hakaret ettikleri gerekçesiyle Charlie Hebdo” dergisini basarak on iki kişiyi katletmeleri, ardından başka bir İslamcı teröristin, Musevi mahallesinde bir süpermarketi basarak üç Museviyi öldürmesi,
İslam ve şiddet konusunu yeniden gündeme getirdi.

İslamcı terör aslında onlarca yıldır süren bir olgu.

  • Hamas, Hizbullah, Taliban, El Kaide, El Nusra, Bako Haram
    ve IŞİD gibi terör örgütleri, bugüne kadar İslam adına
    on binlerce masum insanı katletti.

Avrupa’da da böyle bir eylemin gerçekleşmesi ilk değil. Daha önce Hollanda’da,
Theo van Gogh adlı yönetmen, bir filminde İslam’a hakaret ettiği gerekçesiyle İslamcı teröristler tarafından Amsterdam’da öldürülmüştü. Türkiye’de,1990’larda Muammer Aksoy,
Bahriye Üçok, Turan Dursun, Çetin Emeç, Ahmet Taner Kışlalı, Uğur Mumcu gibi gazeteci, yazar ve akademisyenler, Atatürk devrimlerini ve laiklik ilkesini savundukları için katledilmişlerdi.

  • Sivas’ta 30’u aşkın vatandaş, Alevi veya dinsiz oldukları gerekçesiyle, diri diri yakılarak öldürülmüştü.

Avrupa’da ve Amerika’da, Hristiyanlık, Musevilik, Musa ve İsa aleyhinde de birçok yayın yapılır, ancak Hristiyanlar ve Museviler bu yayınları yapanları katletmezler. Buna dair örnek bulmak çok zordur. Bunu sadece Avrupa ve Amerika’daki demokratik yapıya ve ekonomik gelişmişlik düzeyine bağlamak olanaklı değildir. Latin Amerika, Asya ve Afrika’da yüzlerce milyon Hristiyan yaşamaktadır, ancak bu ülkelerin halklarından da, bu tür terör eylemlerini gerçekleştiren kişiler nadiren çıkmaktadır.

Bu nedenle İslam dininin kendisine bakmak kaçınılmazdır.

İslam’ın temel kitabı da Kur’an’dır.
Oysa İslam ve şiddet tartışılırken kimse Kur’an üzerinden bir tartışmaya girmiyor.
Kur’an’ı tartışmak adeta bir tabu haline gelmiş durumda.
Kur’an’daki ayetler tartışılmadığı için, hiçbir yere varılamıyor,
herkes başkalarını ve kendisini kandırmaya devam ediyor, sorunun üzeri örtülüyor.

Dogmatizm ve despotizm, sorgulayıcı düşünceyi, özgür tartışma ortamını ve
İslam’da olası bir reform hareketini esir alıyor.

Her şeyden önce şunu ortaya koymak gerekir:

Kur’an bir terör ve şiddet kitabı değildir. Bu son derece toptancı bir anlayış olur.
Şiddet içerikli bazı ayetleri cımbızla çekip, Kur’an’ın amacının şiddeti teşvik etmek olduğunu söylemek doğru değildir. Kur’an’da hoşgörü, barış, adalet, merhamet, iyilik, yardımseverlik, zulüm yapmamak, insan öldürmemekle ilgili birçok ayet vardır.

Ancak bu ayetlerle birlikte, şiddet unsuru içeren, şiddeti teşvik etmeye yönelik ayetler olarak yorumlanabilecek birçok ayet de vardır.

Bu konularda yorum yapanlar, Kur’an’ı okumadıkları için veya okudukları halde yalan söyledikleri için ve Kur’an’daki bazı ayetleri gizlemeyi marifet saydıkları için,
İslam dünyası da, dünya da, Türkiye de, bu konuda hiçbir yere varamıyor.

Şiddet içerikli söz konusu ayetlerin birçoğu, cehennemdeki cezalarla ve çekilecek acılarla ilgili ayetlerdir. Aslında bu da başlı başına tartışılması gereken bir konudur. Çünkü Kur’an’da, Tevrat’a ve İncil’e göre, cehennem ve ahiret üzerinden insanları caydırmaya ve korkutmaya yönelik ayet sayısı çok daha fazladır. Kur’an’da belli şeylerin yapılması veya yapılmaması durumunda cehennem azabı çekileceğine dair yüzlerce ayet vardır. Söz konusu ayetlerin birçoğunda da çekilecek azap ayrıntılı bir biçimde, şiddet unsurlarını da betimleyecek biçimde ortaya konur. Kur’an, en azından nicelik olarak, cehennem azabı konusunda, Tevrat’tan ve İncil’den çok daha fazla ayet içerir.

Ancak onun dışında, ahiretten önce, cennet-cehennem yolundan önce, belli olaylar karşısında, bu dünyada insanların insanlara vereceği cezalarla ve yapacakları şeylerle ilgili şiddet ve savaş unsurları içeren birçok ayet de vardır.

Nisa Suresi, Ayet: 34, 84; Maide Suresi, Ayet: 33, 38, 51; Enfal Suresi, Ayet: 60, 65, 66;
Tevbe Suresi, Ayet: 5, 29, 41, 73, 123; Nur Suresi, Ayet: 2; Furkan Suresi, Ayet: 52;
Ahzab Suresi, Ayet: 60, 61 bunlara dair örneklerdir.
İslam adına terör ve şiddet uygulayanların birçoğu bu tür ayetlerden esinlenmektedir.

  • Bu kategorideki ayetler, ilahiyatçılar, dini liderler, müftüler, imamlar,
    İslam üzerinden siyaset yapanlar tarafından, dönemin tarihsel koşulları
    ve olayları bağlamında yeniden yorumlanmadan,
    İslam ve şiddet sorununu çözmek olanaklı değildir.

===================================

KUR’AN ve ŞİDDET

Prof. Örsan K. ÖYMEN
İKİNCİ BÖLÜM
(18.1.15, AYDINLIK)

Paris’teki terör olayları nedeniyle, İslam ve şiddet tartışmaları devam ederken, İslam’da reform ve Kur’an’daki ayetlerin günümüz koşullarına göre yorumlanması konuları, her zaman olduğu gibi, yüzeysel bir biçimde geçiştiriliyor. Medya, ilahiyat ve siyaset camiası, Kur’an’da konuyla ilgili ayetleri görmezden gelerek, halkı uyutmaya devam ediyor.

Kur’an’da hoşgörü, barış, adalet, merhamet, iyilik, yardımseverlik, zulüm yapmamak ve
insan öldürmemekle ilgili birçok ayet vardır. O nedenle Kur’an’ı bir şiddet ve terör kitabı olarak yansıtmak doğru değildir. Ancak Kur’an’da bu ayetlerle çelişen ve/veya şiddeti ve hoşgörüsüzlüğü teşvik eden ayetler olarak yorumlanabilecek ayetler de vardır. İslam adına
şiddet uygulayanlar da zaten bu ayetlere sığınıyorlar.

Söz konusu ayetlerin,
dönemin tarihsel koşullarına ve olaylarına göre yorumlanması gerekirken,
birçok Müslüman, tüm ayetlerin, tüm zamanlar ve koşullar için geçerli Allah’ın buyrukları olduğunu savunuyorlar ve bu varsayım üzerinden terör ve şiddet içerikli eylemleri meşrulaştırmaya çalışıyorlar.

Üç maymunu oynamak yerine, söz konusu ayetlerin somut bir biçimde ortaya konması gerekir:

Nisa Suresi: 84. Ayet: “Ey Muhammed! Allah yolunda savaş; sen ancak kendinden sorumlusun; inananları teşvik et; umulur ki Allah inkar edenlerin baskısını önler…”

Maide Suresi: 33. Ayet: “Allah ve peygamberleriyle savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuğa uğraşanların cezası öldürülmek veya asılmak yahut çapraz olarak el ve ayakları kesilmek
ya da yerlerinden sürülmektir. Bu onlara dünyada bir rezilliktir…”.

Maide Suresi: 51. Ayet: “Ey inananlar! Yahudi ve Hristiyanları dost olarak benimsemeyin, onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onlara dost olursa o da onlardandır.
Allah zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez.”

Enfal Suresi: 59-60. Ayet: “İnkar edenler, asla üstün geldiklerini sanmasınlar, çünkü onlar sizi aciz bırakamayacaklardır. Ey inananlar! Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar -Allah’ın düşmanı ve sizin düşmanlarınızı ve bunların dışında Allah’ın bilip sizin bilmediklerinizi yıldırmak üzere-kuvvet ve savaş atları hazırlayın. Allah yolunda sarfettiğiniz her şey size haksızlık yapılmadan, tamamen ödenecektir.” 65-66 Ayet: “Ey Peygamber! Müminleri savaş için coştur.
Sizin sabırlı yirmi kişiniz, onlardan iki yüz kişiyi yener.
Sizin yüz kişiniz, inkar edenlerden bin kişiyi yener…”

Tevbe Suresi 5. Ayet: “Hürmetli aylar çıkınca,

puta tapanları bulduğunuz yerde öldürün;

onları yakalayıp hapsedin; her gözetleme yerinde onları bekleyin. Eğer tevbe eder, namaz kılar ve zekat verirlerse peşlerini bırakın. Doğrusu Allah bağışlar ve merhamet eder.”

29. Ayet: “Kitab verilenlerden, Allah’a, ahiret gününe inanmayan, Allah’ın ve peygamberinin haram kıldığını haram saymayan, hak dini din edinmeyenlerle, boyunlarını büküp kendi elleriyle cizye verene kadar savaşın.”

41. Ayet: “İsteyen, istemeyen hepiniz savaşa çıkın.
Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla cihad edin. Bilirseniz bu sizin için hayırlıdır.”

73. Ayet: “Ey Peygamber! İnkarcılarla, iki yüzlülerle savaş; onlara karşı sert davran…”

123. Ayet: “Ey inananlar! Yakınınızda bulunan inkarcılarla savaşın;
sizi kendilerine karşı sert bulsunlar…”

Furkan Suresi: 52. Ayet: “Sen, inkarcılara uyma, onlara karşı olanca gücünle savaş.”

Ahzab Suresi: 60-62. Ayet: “İkiyüzlüler, kalblerinde fesad bulunanlar, şehirde bozguncu haberler yayanlar, eğer bundan vazgeçmezlerse, and olsun ki, seni onlarla mücadeleye
davet ederiz…Lanetlenmiş olarak, nerede bulunurlarsa yakalanır ve hem de öldürülürler. Allah’ın geçmişlere uyguladığı yasası budur ve Allah’ın yasasında bir değişme bulamazsın” *

Yukarıda belirtilen ayetler, tarihteki belli topluluklar arasındaki belli savaşlar ve çatışmalar bağlamında Kur’an’da yer alır. Ancak günümüzde İslam adına terör uygulayanlar,
kendi işlerine geldiği gibi bu ayetlerin içini doldurup, kendilerine göre bir “inkarcılar”, “putperestler”, “zalimler”, “Müslümanlarla savaşanlar”, “fesadçılar”, “bozguncular”
kitlesi kurgulayıp, bu kurgu üzerinden masum insanları katlediyorlar.

Çağdaş hukuk, adalet, demokrasi, insan hakları, düşünce ve ifade özgürlüğü kavramlarından yoksun bu barbarlar, mafya zihniyetiyle, 7. yüzyılda yazılan bir din kitabı üzerinden,
kendi adaletini kendisi sağlamaya çalışıyor.

Bu zihniyetin alt yapısını da, İslamcı siyaset hazırlıyor!

(* “Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı (Meal)”, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları,
Ankara, 1961; Çeviri: Hüseyin Atay ve Yaşar Kutluay)

ÇANLAR KİMİN İÇİN ÇALIYOR ?? İSLAMDA REFORM KAPIYA DAYANDI


Türker ERTÜK :
ÇANLAR KİMİN İÇİN ÇALIYOR ??

Çanlar Kimin İçin Çalıyor

Dostlar,

İSLAMDA REFORM KAPIYA DAYANDI!

Sözde İslam Dünyasından gelen yeni bir “fetva” ya bakar mısınız??
Erkeğin “niyeti iyi” ise, bir kadın ile evlenecekse, kadının kendisine göstermediği yerlerini gizlice, duş alırken dikizleyebilir ve kararını buna göre verebilirmiş!?..

Bu insancıklar – insan müsvetteleri akıllarını uçkurları ile bozmuşlar anlaşılan.
Nerede aklı başında İslam bilginleri?
Nerede Laik T.C.’nin muazzam parasal kaynaklarını tüketen devasa
Diyanet İşleri Başkanlığı örgütü ve onun Din İşleri Yüksek Kurulu??
Neden ağızlarını açıp yüksek perdeden bu tür saçmalığın saçması zırvaları yalanlayıp, kaynağını da dışlayıp – lanetleyip açık karşı tutum almazlar??
Sayıları 30’u geçen İlahiyat Fakülteleri neden gıkını çıkarmaz?

Yobazların kalleşçe katlettiği aydın din bilgini rahmetli Turan Dursun soruyordu :
Din Bu mu? Ve yanıtını da veriyordu : DİN BU!

Biz de bilelim, Din bu mu?

Peygamberden önce Arabistan çöllerinde egemen kültür olan Vahabi gelenekleri ile Muhammet Peygamber az mı uğraştı bu ilkelliği bir parça olsun düzeltmek için ?
1400 yıl sonra Vahabi gelenekleri İslam dini adına Muhammed’in dinini bastıracak mı?
Tehlikeli alametler belirdi ve çoğaldı :
Bu yobaz ve tarih öncesinden kalma kafalar, Suriye’de “ulül emr”e (Esad yönetimine) isyan eden cihadcıların cinsel gereksinmelerini karşılamak üzere
Suriyeli kadınlara ciğer söken kanlı katillerle yatmalarını fetvalamadı mı?
Aynı iğrenç kafalar, taaa Tunus’tan bu amaçla Türkiye üzerinden genç kızlar
getirtmedi mi? Bu kızlar / kadınlar gebe kalıp, canlarını kurtarabilirlerse,
babaları belirsiz biçimde Tunus’a dönmediler mi??

********

Anlatması bile kasvet veriyor..
AYDIN DİN BİLGİNLERİ;
İHANETİNİZE ARTIK BİR SON VERİN
VE
İ S L A M D A   R E F O R  M U N   K A P I S I  N I   A Ç I N !..

İSLAMDA REFORM KAPIYA DAYANDI!

Yoksa bu bataklık sizi de yutar, ne din bırakır ne de iman..

Sevgi ve saygıyla.
23.8.2014, Çanakkale

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net