Etiket arşivi: COVID-19

Koronavirüs: Salgın grafikleri ne anlama geliyor, salgın eğrisini nasıl doğru yorumlayabiliriz?

 

Covid-19 hastalığına yol açan yeni tip koronavirüs salgını devam ederken, her gün açıklanan vaka ve ölüm sayılarını gösteren grafikler, günlük hayatımızın adeta bir parçası.Salgının yayılımıyla ilgili eğriyi düzleştirmek, zirve (pik) noktası, plato, R0 gibi kavramlar sıklıkla karşımıza çıkıyor.

Örneğin, koronavirüs tedbirlerinin sıkılaştırılıp gevşetilmesi aslında R0 değeriyle doğrudan ilişkili. Peki R0 değeri nedir ve nasıl hesaplanır biliyor muyuz?

Gelişmeleri ve grafiklerin anlattıklarını doğru anlayıp yorumlayabilmek için öne çıkan kavramları derledik.

Salgının gidişatını gösteren SIR modeli

Onlarca milyon insanın hayatına malolan İspanyol gribi salgınının ardından bilim insanları, 1920’lerde bir istatistik modeli geliştirdi.

SIR modeli adı verilen bu model, nüfusu hastalıkla olan ilişkilerine göre üç gruba ayırıyor:

  • S: Hastalığa yakalanma potansiyeli sağlıklı kişiler
  • I: Hastalığa yakalanmış ve bulaştırıcı olanlar
  • R: İyileşerek bağışıklık kazanan veya hayatını kaybedenler

© BBC

Bu üç grubun zaman içindeki değişiminden yola çıkılarak, hastalığın ortalama ne kadar zamanda bulaştığı, bir kişinin ortalama kaç kisiye bulaştırdığı ve hastalık bulaşan kişilerin ortalama ne kadar zamanda iyileştiği tahmin edilmeye çalışılıyor.

© BBC

‘Üreme katsayısı’ denilen R0 ne anlama gelir?

Bu hesaplanan veriler arasında en kritik olanı R0 diye adlandırılan virüsün “üreme katsayısı”.

Bir kişinin hastalığı kaç kişiye bulaştırdığını ifade eden R0 her hastalığa göre değişiklik gösteriyor.

Zika virüsü icin bu değer 3-4 arasında iken; Ebola için 2, kızamık için ise 12.

© BBC

Örneğin Ebola virüsü bulaşmış bir kişiyi ele alalım.

Bu kişi 2 kişiye daha bu hastalığı bulaştırıyor, artık hasta olan bu iki kişi de bir diğer iki kişiye bulaştırıyor.

Böylece kısa bir süre içinde hastalık yüzlerce, binlerce kişiye yayılıyor ve aşağıdaki salgın eğrisi ortaya çıkıyor.

R0 değerindeki en ufak fark bile çok kritik.

Örneğin ebola 2 degil de 2.1 olsaydı bu fark aynı zaman diliminde enfekte olan kişi sayısıni binlerce kişi artırabilirdi.

© BBC

R0’ın 1’den büyük veya küçük olması ne anlama geliyor?

R0 değerinin 1’den küçük olması, her seferinde bulaşan kişi azaldığı için, salgının bir süre sonra sona ereceği anlamına geliyor.

İskoçya St. Andrews Üniversitesi’nden Enfeksiyon Hastalıkları ve Viroloji Uzmanı Dr. Müge Çevik R0 sayısının alınan önlemlerle doğrudan bağlantılı olduğunu söylüyor:

“R0 aslında ölüm oranları gibi bulunduğunuz yere özel. R0 şu anda Wuhan’da birin altında. Bu tamamen aldıkları önlemlerden kaynaklı. Eğer o önlemleri kaldırırlarsa birin üzerine çıkabilir. R0 birin üzerinde olduğunda, bir kişi birden daha fazla kişiyi enfekte ediyor demek ve bu enfeksiyonun yayıldığı anlamına geliyor.”

Koronavirüs için hala kesinleşmiş bir sayı olmamakla beraber, Dünya Sağlık Örgütü, virüsün R0’ının 2 ila 2,5 arasında olduğunu hesaplıyor.

Grafikleri nasıl okuyabilir ve yorumlayabiliriz?

Gördüğümüz salgın grafiklerinin çoğunda yatay eksen zamanı, dikey eksen ise vaka veya ölüm sayılarını temsil ediyor.

Sayıların en yüksek değere ulaşmasına zirve yapmak, (İngilizce “peak”ten türetilerek de “pik yapmak”) deniyor.

Grafiğin, zirve değerinden sonra durağan devam etmesine ise “plato çizmek” deniyor.

© BBC

Zirve noktasının önemi, o noktadayken tedaviye ihtiyaç duyan kişi sayısının mevcut sağlık sistemi kapasitesine göre ne durumda olduğunu görebilmek.

Eğer zirve noktasında tedavi gereksinimi olan hasta sayısı, ülkedeki yatak kapasitesinden daha fazla olursa bu kişilerin bir kısmı sağlık hizmetinden mahrum kalabilir ve aslında önlenebilecek can kayıpları yaşanabilir.

© BBCİşte bu yüzden, alınan önlemlerle zirve noktası aşağıya çekilmeye çalışılır.

Salgın grafikleri neden logaritmiktir?

Aynı ülkeye ait iki koronavirüs vaka sayısı grafiğini inceleyelim.

Soldaki grafik daha dik iken sağdaki daha eğik.

Bunun sebebi soldaki grafiğin doğrusal, sağdakinin logaritmik ölçek kullanması.

Dikey eksenleri karşılaştırdığımızda soldaki grafikte vaka sayılarının 10’un katları, sağdakinde ise 10’un kuvvetleri şeklinde arttığını görüyoruz.

© BBC

Matematikçi Dr. Salih Durhan, bunun sebebinin doğrusal grafiklerin ilk günlerdeki vaka sayılarını görmek ve zaman içerisindeki artış hızını doğru yorumlayabilmek için kullanışlı olmamasından kaynaklı olduğunu söylüyor:

“İlk günlerde bir günde yaşanan ufak artışlar, son günlerdeki binlerce artışla karşılaştırıldığında çok küçük ve önemsiz gelebilir. Ancak artış hızlarını karşılaştırdığımızda ilk günlerdeki vaka artış hızının son günlere göre çok daha yüksek olduğunu görebiliriz. Artış hızının nasıl değiştiğini kolayca görmenin yolu logaritmik tablolara bakmaktır. Böylelikle çok büyük sayılarla küçük sayıları aynı grafik üzerinde rahatça görebiliriz.”

Alınan önlemler grafikleri nasıl etkiliyor?

R0 hastalığın başladığı zamandakiyle aynı değerde giderse çok kısa sürede hastalık milyonlara ulaşabilir.

Ancak alınacak tedbirlerle bu gidişat değiştirilebilir.

Salgınlarınla mücadele ederken esas amaç; R0 sayısını, yani virüsün üreme hızını azaltmaktır.

Matematikçi Dr. Salih Durhan, grafiklerin hangi önlemlerin nasıl işe yaradığına dair bize fikir vererek önlemlerin arttırılması ya da kademeli olarak esnetilmesi gibi kararlarda faydalı olabileceğini söylüyor:

“Bütün bu modelleme çalışmalarının amacı R0 sayısını doğru şekilde ölçmek, alınacak önlemlerle R0 sayısını doğal değerinden daha küçük hale getirmek ve alınan önlemlerin R0 üzerindeki etkilerini gözlemleyebilmek.”

Evde kalmak kadar sosyal mesafe önemli

Dr. Durhan, BBC Türkçe için hazırladığı simulasyonlarda evde kalmak kadar, dışarı çıkıldığında sosyal mesafe kuralına uyulmasının da kritik önem taşıdığını ortaya koydu.

Dr. Durhan’ın çalışmaları, İstanbul’un Kadıköy ilçesindeki bir deney grubuna uyguladığı farklı kriterler sonucunda salgının nasıl farklı şekillerde yayıldığını gösteriyor.

© BBC

Salgını denetim altına aldığımızı nasıl anlarız?

Koronavirüs salgınının ne zaman biteceğini bilmek, şu an elimizdeki verilerle imkansız.

Bir salgının sona ermesi için ya aşısının bulunması ya da toplumun belli bir kısmının enfekte olarak bulaş zincirini yavaşlatması gerekiyor.

Bu aşamada, salgını ne zaman kontrol altına alabileceğimiz konusunda sadece tahmin yürütebiliyoruz.

Matematikçi Dr. Durhan bu konuda temkinli. “Sadece sayılara bakıp salgının neresinde olduğumuzu söylememiz mümkün değil. Sadece matematiksel değil, tıbbi boyutu da olan bir konu. Kliniklerdeki durum, halk sağlığı uzmanlarının tecrübeleri ve sayıları beraber incelemek lazım.”

Ne olursa salgın biter?

Enfeksiyon Hastalıkları ve Viroloji Uzmanı Dr. Müge Çevik, salgının tamamen kontrol altına alınması için toplumun %80’inin bir şekilde bağışıklık kazanması gerektiğini söylüyor ve ekliyor:

“Bu ya aşıyla yapılabilir ya da enfeksiyonu geçiren kişiler bu enfeksiyona karşı bağışıklık kazanmasıyla olabilir. Fakat şu anda elimizde hastalığı geçiren insanların tamamen bağışıklık kazandığına dair yeterli bilgi yok.”

Grafikleri incelerken bir diğer aklımızda tutmamız gereken nokta da grafiklerin aslında ülkelerdeki nihai vakaları değil, tespit edilmiş vakaları gösteriyor olması.

© BBC

Dünya çapında kabul gören yaklaşım, sayıların tespit edilenden daha çok olduğu yönünde.

İkinci dalga nasıl önlenebilir?

Birçok ülkede vaka eğrisi düzleşmeye hatta düşmeye başlamış olsa bile, tedbirlerin doğru şekilde düzenlenmemesi daha önceki salgınlarda olduğu gibi ikinci bir yükselmeye sebep olabilir.

Eğride böylesi bir yükselişe “ikinci dalga” deniyor.

ABD’nin önde gelen salgın uzmanları tarafından kaleme alınan bir raporda, koronavirüs salgınının 18 ay ile iki yıl arasında bir süre daha devam edebileceği, sonbahar ya da kış mevsiminde daha büyük ikinci bir dalganın gelebileceği uyarısı yapıldı.

© BBC

Tarihte böylesi bir dalga, yüzyılın başında İspanyol Gribi olarak bilinen salgınla ilişkili olarak yaşanmıştı.

Özellikle sosyal mesafe kurallarının uygulanmadığı Amerika Birleşik Devletleri’nin Denver, St. Louis ve Kansas City şehirlerinde yaşanan ikinci dalga, ilk dalgaya göre daha fazla hayata malolmuştu.

İkinci dalganın yaşanmaması için grafikler ve doğru gözlemlenen R0 sayısı, doğru zamanda doğru önlemleri alabilmemiz ve gerektiğinde gevşetebilmemiz için yardım etmeye devam edecek.

(0605.2020, https://www.msn.com/tr-tr/haber/gundem/koronavir%c3%bcs-salg%c4%b1n-grafikleri-ne-anlama-geliyor-salg%c4%b1n-e%c4%9frisini-nas%c4%b1l-do%c4%9fru-yorumlayabiliriz/ar-BB13GHJX?ocid=chromentp)

 

İstanbul’da iki ayda 3 bin 600 fazla ölüm var!

Mezarlıklar Müdürlüğü mart-nisan rakamlarını açıkladı:

  • İstanbul’da iki ayda 3 bin 600 fazla ölüm var!

Corona salgını ile birlikte özellikle vakaların % 60’ının görüldüğü İstanbul’daki ölüm oranları tartışma konusu oldu.

SÖZCÜ, İBB Mezarlıklar Daire Başkanlığı’nın tuttuğu merak edilen ölüm kayıtlarına ulaştı.

Özlem GÜVEMLİ
02 Mayıs 2020 sozcu.com.tr/2020/gundem/mezarliklar-mudurlugu-mart-nisan-rakamlarini-acikladi-istanbulda-iki-ayda-3600-fazla-olum-var-5787806/

Kayıtlarda, 2019 ve 2020 yılının mart-nisan aylarındaki ölüm rakamları karşılaştırıldığında son iki ayda bir önceki yıla göre ölüm oranlarında yükselme göze çarpıyor.

Ancak kayıtlar, İstanbul’da gerçekleşen tüm ölümleri kapsıyor. Corona virüsüne (Covid 19) bağlı olarak yaşamını yitirenlere ilişkin ayrı bir veri bulunmuyor. Çünkü hastanelerden gelen ölüm raporlarında “Covid-19” bilgisi yer almıyor.

Başkanlığın verilerine göre; geçtiğimiz yıl mart ve nisan ayında İstanbul’da toplam 12,745 kişi, 2020’nin mart ve nisan ayında ise toplam 16,345 kişi öldü. Yani bu yıl aynı dönemde 3,600 daha fazla ölüm gerçekleşti.

KARA GÜN 20 NİSAN

2019 mart ayında İstanbul’da 6,630 kişi yaşamını yitirdi. 2020 yılının mart ayına gelindiğinde bu rakam 7,281 oldu. Aradaki fark 651 olarak kayıtlara geçti.

2019 nisan ayında 6,115 kişi yaşamını yitirirken bu yıl kişi sayısı 9,064’e çıktı. Yani 2020’de yaşamını yitirenlerin sayısında 2,949 kişi arttı.

Günlük ölüm sayılarına bakıldığında nisan ayında en çok ölümün gerçekleştiği 20 Nisan günü 399 kişi yaşamını yitirdi. Bir önceki yıl aynı gün yaşamını yitiren kişi sayısı 203 olarak gerçekleşmişti.

OLGULARIN % 60’I İSTANBUL’DA

29 Nisan’da toplanan Bilim Kurulu sonrası açıklamalarda bulunan Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, Covid-19 vaka oranının %60’ının İstanbul’da olduğunu dile getirmiş, “İstanbul’la ilgili şu an özel tedbirimiz yok uygulanan tedbir dışında” ifadelerini kullanmıştı.

YILMAZ ÖZDİL KÖŞESİNDE GÜN GÜN ÖLÜM SAYILARINI YAZDI

Türkiye’nin en çok okunan yazarı Yılmaz Özdil, SÖZCÜ’deki köşesinde yıllara göre İstanbul’daki ölüm oranlarını yazmış konuya dikkat çekmişti.

Yoksa siz hekimlerimize güvenmiyor musunuz?

=============================================

Sayın Yılmaz Özdil‘in söz konusu yazısını biz de web sitemizde yayınladık..

http://ahmetsaltik.net/2020/05/01/yoksa-siz-hekimlerimize-guvenmiyor-musunuz/

Dr. Ahmet SALTIK

COVID-19 Tanısı veya Tedavisi Alan Sağlık Çalışanlarının Hastalıklarının Meslek Hastalığı Olarak Kabul Edilmesi Bir Haktır

COVID-19 Tanısı veya Tedavisi Alan Sağlık Çalışanlarının Hastalıklarının Meslek Hastalığı Olarak Kabul Edilmesi Bir Haktır

Türk Tabipleri Birliği (TTB) Merkez Konseyi, COVID-19 tanısı veya tedavisi alan sağlık çalışanlarının hastalıklarının meslek hastalığı olarak kabul edilmesinin bir hak olduğunu belirterek, sağlık çalışanlarından hastalıklarının meslek hastalığı olarak bildiriminin takipçisi olmalarını istedi.

TTB Merkez Konseyi, konunun daha fazla gecikmeden gündeme alınması talebiyle Sağlık Bakanlığı, Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı ile Sosyal Güvenlik Kurumu’na birer yazı gönderdi.

COVID-19 Tanısı veya Tedavisi Alan Sağlık Çalışanlarının Hastalıklarının Meslek Hastalığı Olarak Kabul Edilmesi Bir Haktır

Sağlık Çalışanları Hastalıklarının Meslek Hastalığı Olarak Bildiriminin Takipçisi Olmalıdır

Ülkemizde, meslek hastalığı, 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu’nda; “… mesleki risklere maruziyet sonucu ortaya çıkan hastalığı” ve 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nda da “… sigortalının çalıştığı veya yaptığı işin niteliğinden dolayı tekrarlanan bir sebeple veya işin yürütüm şartları yüzünden uğradığı geçici veya sürekli hastalık, bedensel veya ruhsal engellilik halleridir.” şeklinde tanımlanmaktadır.

Sağlık alanında (hastane, aile sağlığı birimi, işyeri hekimliği birimi, laboratuvar vb.) çalışanlar, ancak riskli bir iş yaptıklarında (entübasyon, aspirasyon vb.) ya da riskli bir durumla karşılaştıklarında (maskesiz olan COVID-19 hastasıyla, maskesiz olarak 15 dakikadan fazla süre temas gibi) COVID-19 açısından yüksek riskli sayılmaktadır. Oysa sağlık çalışanları, ister hasta naklinde, ister 1. Basamakta filiasyon çalışmalarında, aile hekimliği merkezlerinde hasta muayene ederken, ister hastanede hasta karşılama ve ayırma (triaj) alanlarında, ister test için sürüntü alma, ister laboratuvar analiz süreçlerinde, isterse salgın döneminde verilen eğitimlerde, fabrikalarda işçilerin peryodik muayenelerini gerçekleştirirken olsun; her an  virüs ile enfekte olma riski belirgin şekilde artan en önemli risk grubudur. Bu koşullar altında COVID-19’a yakalanmış olan sağlık çalışanları doğrudan meslek hastalığına yakalanmış sayılmalı ve meslek hastalığı için tazminat talep edebilir duruma geçmelidir.

Olağan koşullarda meslek hastalığına başvuru sürecinde işletilecek olan süreçler sağlık çalışanları açısından kolaylaştırılmalı; pandemi sürecinde “doğrudan kabul edilme” yönünde bir işleyiş uygulanmalıdır. Çünkü COVID-19 ile enfekte olmuş kişi sayısının bu kadar yüksek olduğu koşullarda mesleği, gerçekleştirdiği işi gereği yakın temasta dolayısıyla, yüksek risk altında olan sağlık çalışanlarının hastalığa yakalanması çevresel / toplumsal etmenlerden değil, doğrudan çalışma ortamlarından kaynaklanmaktadır.

Öyle ki Fransa’da Sağlık Bakanı Veran, 21 Nisan’da sağlık çalışanları için COVID-19’un “otomatik” olarak meslek hastalığı kabul edileceğini ve geçici ya da sürekli işgöremezliğe neden olduğunda da tazmin edileceğini duyurmuştur. Sağlık çalışanının “kim” olduğu, nerede çalıştığı (hastane, huzurevi vb.), özel ya da kamuda olmasının herhangi bir fark yaratmayacağını belirten Bakan, bu uygulama ile sağlık çalışanının işyerinde enfekte olduğunu kanıtlama gibi bir sürece girmeden iş kaynaklı olduğunun kabul edileceğini; bunun net bir politik emir olduğunu ve gereğinin yapılacağını açıklamıştır.

Mevzuatımızda da yeraldığı gibi, sağlık çalışanlarında görülen COVID-19 hastalığının meslek hastalığı olarak kaydedilme / kabul edilmesi, tüm sağlık giderlerinin %100 karşılanması, hiçbir katkı payının alınmaması ve geçici ya da kalıcı işgöremezlik durumunda tazminata hak kazanmak, geçici iş göremezlik süresince günlük geçici iş göremezlik ödeneği verilmesi demektir. Vefat durumunda, hak sahiplerine gelir bağlanması da bu koşullarda mümkün olacaktır.

  • COVID-19 ya da şüpheli COVID-19 tanısı alan ve buna göre tedavi gören sağlık çalışanlarının hastalığının meslek hastalığı olarak kabulü hekimler ve sağlık çalışanları için bir haktır.

Bunun herhangi bir tereddüte yer vermeden uygulanması, istemesek de hastalık görüldüğünde gerçekleştireceğimiz bildirim ve bu sürecin takibiyle çok yakından ilişkilidir.

Bu bağlamda hekim ve sağlık çalışanlarını dayanışma içinde bu sürece sahip çıkmaya ve bildirim belgelerini sağlık kurumu ile birlikte Türk Tabipleri Birliği ile de paylaşmaya davet ediyoruz.

Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi

Sağlık Bakanlığı’na gönderilen yazı
Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’na gönderilen yazı
Sosyal Güvenlik Kurumu’na gönderilen yazı 

https://www.ttb.org.tr/haber_goster.php?Guid=fe400c4c-8853-11ea-911b-f85bdc3fa683 29.4.20
======================================
Dostlar,

Sağlık Bakanı Dr. Fahrettin Koca, bu gün, 29 Nisan 2020 akşamı yaptığı “geleneksel” açıklamasında 7428 sağlık çalışanının COVID-19’a yakalandığını belirtti. Oran olark ise %6,5 rakamını verdi.

(7428 / .065) x 100 = 114,277.. Demek ki toplam 114,277 PCR (+) olguyu temel alıyor.. Dün açıklanan toplan olgu sayısı 114,653..

Çok büyük bir oran.. Avrupa’da bu oranın %10-11 olduğunu belirtti. Bu son verinin araştırılması gerek. Ne var ki, Çin’de, 82 günlük salgın sürecinde toplam 3000 sağlık çalışanı koronavirüs bulaşını aldı. Biz, 11 Mart 2020’den bu yana 50. günde Çin’in 2,5 katı sayıda sağlık çalılanını COVID-19’dan koruyamadık. Bakan Koca, ölüm sayışarnı vermedi. Rahmet diledi ölenlere, ailelerine sabır da..

Ancak bu oran son derece yüksektir ve baştan beri sağlık çalışanlarının koruyucu donanımı, çalışma ortam ve koşulları, nöbet ve dinlenme süreleri, beslenmeleri ve sosyal destek, uygun aralıklarla örneğin 5 günde bir düzenli test.. yapılarak erken tanı konması ne ölçüde uygulanmıştır??

Salgın ile savaşta cephedeki öncü birlikler = sağlık çalışanları gereğince lorunmazlarsa bu savaşı kazanmak çok güçleşir..

Öte yandan sağlık çalışanlarının COVID-19 TANISI ALMALARI TARTIŞMASIZ MESLEK HASTALIĞIDIR!

AKP İktidarının ayak  sürümeden bu hakkı yaşama geçirmesi gerekmektedir.

Hastalanan sağlık çalılanlarına, öbür hastalarımız gibi şifa diliyoruz hızla..

Yitirdiğimiz sağlık çalışanlarının acısını duyumsuyoruz yüreğimizde öbür insanlarımız gibi..

Ama salt bu duygusal söylemlerle kanlınamaz..

Herkese hak ettiğini vermek en temel insani değerlerden biridir.
Sevgi ve saygı ile. 29 Nisan 2020, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc

Hekim, Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı
Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (SBF-Mülkiye)

www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

 

Erken zafer ilan etmek istiyorlar

BİR YOĞUN BAKIM HEKİMİNİN GÖZÜYLE COVİD-19’UN SEYİR DEFTERİ
27.04.2020, https://www.birartibir.org/siyaset/692-erken-zafer-ilan-etmek-istiyorlar#.XqfQTvbm4XE.whatsapp
Söyleşi: İrfan Aktan

Covid-19’un Türkiye’deki seyri ne durumda, açıklanan sayılar gerçeği ne ölçüde yansıtıyor, hastanelerde neler yaşanıyor? İstanbul’da bir üniversite hastanesinde görev yapan ve Twitter’da müstear ismiyle Sağlık Bakanlığı’nın Covid-19 verileriyle ilgili politikasını mercek altına alan yoğun bakım hekimi Aleksandr Bogdanov’u dinliyoruz.

Covid-19 salgını başladığından beri yoğun bakım servisinde çalışan bir hekimsiniz. Bu süreci nasıl yaşadığınızı anlatır mısınız öncelikle?

Aleksandr Bogdanov: Çalıştığım üniversite hastanesinde üç yoğun bakım alanı var. Bunlardan en büyüğü 12 yatak kapasiteliydi. Bize ilk Covid-19 yoğun bakım hastası 17 Mart’ta gelince bu yoğun bakım alanını korona virüs hastalarına ayırdık. Ancak, hasta sayısı hızla katlanarak arttı ve orası doldu. Ameliyathaneyi yoğun bakıma çevirdik. Yani solunum cihazları, monitörler ve hasta yatakları koyduk. Hemşire ve diğer sağlık personelini buna göre düzenledik ve böylece 60 yoğun bakım hastasına bakabilecek kapasiteye ulaştık. Ameliyatları iptal ettik, acil ameliyatları da başka yerlere taşıdık.

İlk hastanın gelmesinden sonra salgın nasıl bir seyir izledi?

Yaklaşık 10 gün öncesine kadar ciddi bir artış söz konusuydu. Hasta sayımız günde 35-40 civarına sabitlenmişti. Hastalarımızın maalesef yaklaşık yüzde 40’ını kaybediyorduk. Durumu iyiye gidenleri de servise çıkarıyorduk. Yani bir denge vardı. Şimdi ise bir azalış söz konusu. Bugün (25 Nisan) itibariyle, 21 hastamız var. Yani yoğun bakım açısından bir haftadır biraz daha rahat olduğumuzu söyleyebilirim.

Yoğun bakıma yatırılan hastaların yüzde 40’ının yaşamını yitirmesi, Covid-19 salgını açısından genellenebilir bir oran mı, yoksa bu sizin hastaneniz için mi geçerli?

İtalyan bir yoğun bakım profesörünün aktardığına göre, bu oran hastanın bulunduğu yerin koşullarına, hastaların genel durumuna, yaş ortalamasına göre, yüzde 10 ila yüzde 90 arasında değişebiliyor. PCR testi pozitif çıksın çıkmasın, Covid-19 olduğunu düşündüğümüz bütün hastaları yatırıyoruz. PCR testi negatif çıksa bile tomografisi Covid-19 ile uyumlu olabilir veya biz klinik olarak hastanın Covid-19 olduğunu düşünürüz. Hastanın durumu kritikse o hastayı Covid-19 yoğun bakımına alırız. Hastalarımızın hepsinin PCR testi pozitif değil.

Covid-19 tanısı koyabilmek için elimizdeki yöntemlerden biri PCR testi. Bu test pozitif prediktif değer dediğimiz bir değer veriyor. Test pozitif çıkarsa, diyoruz ki, “hasta yüzde 99 Covid-19”. Ama test negatif çıkarsa, negatif prediktif değeri düşük olduğu için “hasta kesinlikle Covid-19 değildir” diyemiyoruz.

Sosyal medya hesabınızdan yaptığınız paylaşımlarda Sağlık Bakanlığı’nın açıkladığı günlük yeni vaka ve ölüm sayılarına PCR testi negatif çıkan Covid-19 hastalarını eklemediğini söylüyorsunuz, doğru mu?

Doğru. Bilim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Alpay Azap da bugün verdiği bir söyleşide bunu doğruladı. Covid-19 tanısı koyabilmek için elimizdeki yöntemlerden biri PCR testi. Bu test bize aslında pozitif prediktif değer dediğimiz bir değer veriyor. Yani test pozitif çıkarsa diyoruz ki, “hasta yüzde 99 Covid-19”. Ama test negatif çıkarsa, negatif prediktif değeri düşük olduğu için, “hasta kesinlikle Covid-19 değildir” diyemiyoruz. Covid-19 tanı kriterleri net konmuş bir hastalık değil, sürekli değişiyor. Bütün sağlık birimleri Sağlık Bakanlığı’nın Halk Sağlığı Yönetim Sistemi’ne (HSYS) giriş yapıyor. Biz Covid-19 şüphesiyle başvuran bir hastanın tüm sürecini bu sistem üzerinden Sağlık Bakanlığı’na bildiriyoruz. “Hastanın testi alındı, test pozitif geldi veya negatif geldi, hastanın ateşi var, öksürüğü var, bugün ateşi yükseldi, iki test daha aldım, ikisi de negatif geldi, hastayı yoğun bakıma aldım, tomografi çektim, tomografisi Covid-19 ile uyumlu veya bakteriyel pnömoni ile uyumlu, hastanın temas öyküsü var, yurtdışı öyküsü var, şu kişilerle temas etmiş, bugünkü oksijen satürasyonunun durumu…” Her hastayla ilgili tüm gelişmeleri bu kadar alt detayda HSYS üzerinden bildiriyoruz. Yani Sağlık Bakanlığı tüm bunları biliyor. Dolayısıyla, testi negatif gelen, ama bizim Covid-19 tanısı koyduğumuz hastalar hakkındaki her şey biliniyor. Fakat tüm bu bilgiler bakanlıkta olmasına rağmen, Sağlık Bakanı yalnızca testi pozitif olan hastaların sayılarını açıklıyor. Bu da eksik bir hasta popülasyonu yansıtıyor.

Bu eksiklik yaşamını yitirenlerin sayısı konusunda da geçerli mi?

Evet, hem hasta hem ölüm, ikisi de eksik gösteriliyor. Yani testi negatif gelen hastalar ne vaka sayılarının ne de ölüm sayılarının içinde yer alıyor.

Testi negatif çıkmış, ama Covid-19’dan dolayı yaşamını yitirmiş kişilerle ilgili bilgiler kayda nasıl geçiriliyor?

Bu salgından önce de kullandığımız bir Ölüm Bildirim Sistemi (ÖBS) var. HSYS’yi yalnızca salgında kullanıyoruz, ama ÖBS’yi zaten kullanıyorduk. Bu sisteme vefat eden hastaların ölüm nedeni yazılır, ölüm belgesi de buradan çıkar. Biz ÖBS’de ölüm sebebini U07.3 koduyla, yani yeni Covid-19 enfeksiyonu olarak girdiğimizde, ölüm belgesinin onaylanabilmesi için hastanın PCR testinin kesinlikte pozitif olması gerekiyor. Eğer yaşamını yitiren kişinin daha önce PCR testi negatif çıkmışsa, sistem ölüm belgesini onaylamıyor.

Her hastayla ilgili tüm gelişmeleri Halk Sağlığı Yönetim Sistemi’ne bildiriyoruz. Dolayısıyla, testi negatif gelen, ama bizim Covid-19 tanısı koyduğumuz hastalar biliniyor. Fakat tüm bilgiler bakanlıkta olmasına rağmen, Sağlık Bakanı yalnızca testi pozitif olan hastaların sayılarını açıklıyor. Bu da eksik bir hasta popülasyonu yansıtıyor.

Ölüm belgesine ne yazıyorsunuz?

Hastanın PCR testi negatifse ölüm nedenini Covid-19 enfeksiyonu değil, viral pnömoni, yani zatürre veya şüpheli hastalık olarak giriyoruz.

Sağlık Bakanlığı’nın web sitesinde 9 Nisan 2020 tarihinde yayınlanan “COVID-19 Klinik Kodlama Kuralı Hakında Duyuruda şu bilgiler yer alıyor:
“ICD-10 AM Avustralya Kodlama Standartlarına göre olası durumlarda COVID-19 ile ilgili vakalarda kodlama kuralları aşağıda yer almaktadır. Bu kapsamda U06.0 ve U07.3 kodu ülkemizde Covid-19 için kullanılması için atanmış iki kod olarak sistemde yer almaktadır. Test sonuçlarına göre uygun olan kodlamanın yapılması gerekmektedir. Hastanın yatış sırasında mevcut olan tüm ek tanıları (tütün kullanımı ve zararlı madde alışkanlıkları gibi öyküler mevcut ise bunlar da dahil) ile birlikte ana tanısı sisteme girilmelidir. Ekte yer alan örneklerde sadece solunum sistemi problemlerinin ana tanı olduğu COVID-19 vakaları gösterilmiştir. Diğer sistem problemleri (MI, apandisit, trafik kazası sonrası femur kırığı vb.) ile hastaneye başvuran hastaların ana tanısı kodlama standartlarına göre nasıl ise öyle kodlanmalı ve Covid-19 durumu ek tanılar ile gösterilmelidir. Tüm hastanelere ve klinik kodlayıcılara önemle duyurulur. Not: TİG Veri Sisteminde ICD 10 AM kapsamında kullanılan geçici ve acil bir kod olan U06.0 kodunun HBYSlere eklenmesi şimdilik gerekli değildir.”
Bu açıklama ve açıklamanın sonunda, U06.0’ın eklenmesinin gerekli olmadığına dair not ne anlama geliyor?

Öncelikle, Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) kullanılmasını istediği kodlardan bahsedelim. Testi pozitif olan Covid-19 kaynaklı ölümler için U07.1, testi negatif olan Covid-19 kaynaklı ölümler için de U07.2 kodlarını öneriliyor. Türkiye’de teknik olarak vakıf olmadığım bir gerekçeden ötürü biz U07.3’ü kullanıyoruz. Bu ayrıntı çok önemli değil. Kod 1 olur, 2, 3 olur. Sonuçta testi pozitif olanların bildirimi yapılıyor ve istatistiği tutuluyor. Burada asıl mesele testi negatif çıkan hastaların bildirimi. Bakanlık, okuduğunuz açıklamanın sonundaki notla bize aslında diyor ki, “testi negatif olan koronavirüs enfekte hastalar vardır, ben size bunun için U06.0 diye bir kod veriyorum, ama bu kodu şimdilik kullanmayın.

Madem bu kodun “şimdilik” kullanılmasına gerek yok, o halde neden sağlık birimlerine bu duyuru, üstelik bakanlığın web sitesinden yapılıyor?

Duyurunun yapılmasını DSÖ istiyor. DSÖ testi negatif gelen hastaların da bildirilmesini mart ayının ikinci yarısından itibaren istedi. Yani ocak, şubat aylarında ve martın ilk yarısında böyle bir kod yoktu. Türkiye ve birçok ülke ilk hasta bildirimlerine martın ilk yarısında başladı ve sonrasında kod değişikliğine gitmediler. İngiltere, Almanya, Avustralya ise testi negatif çıkan hastaları da artık dahil ediyor. ABD dahil etmiyor, ama New Yok eyaleti dahil ediyor. Türkiye’de ise azalış ivmesi görüldüğünde yavaş yavaş bu kodların da girilmesinin isteneceğini tahmin ediyorum.

Yani Türkiye’nin, testi negatif çıktığı halde Covid-19’dan dolayı hayatını kaybedenleri de ölüm sayılarına dahil etmesi yönündeki DSÖ direktifini sadece kâğıt üstünde kabul ettiği, ama bunu uygulamadığı söylenebilir mi?

Evet. Bizim yoğun bakımda üç gün öncesine kadar toplam 21 Covid-19 hastası vardı. Bu 21 hastanın 11’inin testi negatifti. Bu tabii ki tüm Türkiye için yapılabilecek bir genelleme değil, ama en azından bizde, hastaların yarısı testi negatif çıkanlardan oluşuyor. Tüm Türkiye’deki Covid-19 hastalarının ne kadarının testinin pozitif ne kadarının negatif olduğunu maalesef bilemiyoruz.

Sayıların az gösterilmesinin birçok sebebi olabilir, ama ana sebebin ekonomiye dayandığını düşünüyorum. Çünkü tedbirleri artırmak gerekiyorsa bunu istatistiki verilere dayandırmalısınız. Ama elinizdeki sayılar tedbirleri artırmanızı gerektirmiyorsa, fabrikaları, kargo şirketlerini, marketleri, AVM’leri kapatmazsınız ve ekonomik hareketlilik devam eder.

Prof. Dr. Alpay Azap katıldığı bir yayında bu oranın iki katı olabileceğini söyledi.

Doğru olabilir, evet. En azından bizim yoğun bakımdaki durum ile uyumlu.

Peki Sağlık Bakanlığı veya hükümet neden böyle bir şey yapıyor?

Anladığımız kadarıyla sayıları az göstermek için.

Sayıların az gösterilmesinin faydası nedir?

Sayıların az gösterilmesinin birçok sebebi olabilir, ama ben ana sebebin ekonomiye dayandığını düşünüyorum. Çünkü salgın yönetiminde tedbirleri artırmak gerekiyorsa, bunu istatistiki verilere dayandırmalısınız. Ama elinizdeki sayılar tedbirleri artırmanızı gerektirmiyorsa, o zaman ekonomiyle ilgili alanlarda daha rahat hareket edebilirsiniz. Fabrikaları, kargo şirketlerini, marketleri, AVM’leri kapatmazsınız ve ekonomik hareketlilik devam eder.

Sağlık Bakanı yeni vaka sayısının azaldığını ve ramazan bayramı sonrasında tedbirlerin gevşetilebileceğini açıkladı. Bu açıklama Türkiyenin salgını kontrol altına aldığı anlamına mı geliyor?

Hastaneler ve hastanelerde çalışan sağlık personeli adına söyleyebilirim ki, bu süreçte kontrol dışında bıraktığımız hasta olmadı. Yani, hastalar arasında tercih yapmak zorunda kalmadık. Ama tabii ki çok sayıda hastayla az sayıda sağlık çalışanı olarak ilgilendik ve zaman zaman verimimiz düştü. Biz bu açığı daha çok yardımcı sağlık personeliyle yürüttük. İşin klinik boyutu bir noktada kontrol altına alındı diyebiliriz. Ama bir salgın sadece hastanelerdeki süreçle kontrol altına alınamaz. Salgınlar birinci basamak hekimlikle yönetilir, yani koruyucu hekimlikle. Koruyucu hekimlik hastalıkların başlamasını, derinleşmesini veya salgınların yayılmasını engelleyecek şekilde sağlık sistemini düzenlemektir. Bu, insanlar hasta olmadan alınacak sağlık önlemlerine dayanır. Oysa tedbirlerin gevşetilmesi, koruyucu hekimliğe de ihtiyaç duyulmadığında söz konusu olabilir. Şu anda öyle bir durum söz konusu değil. Ama, erken zafer ilanına gitmek istiyorlar.

Türkiye’nin sağlık sistemi bu süreçte genel olarak nasıl bir sınav veriyor?

Türkiye’de bir yılda acil servise toplam başvuru sayısı 140-150 milyon arasındadır! Yani neredeyse herkes yılda iki kez acil servise başvuruyor. Fakat pandemi sürecinde acil servis yoğunluğu azalan az sayıdaki ülkeden biri olabiliriz. Şu anda da çalışma koşullarımız bütün yoğunluğun hastanelerin üzerinde olduğu bir şekilde organize edilmiş durumda. Sağlık sisteminin bütün olumlu ve olumsuz yönlerini hastane hekimleri ve diğer sağlık personeli üstleniyor. Gerektiğinde fedakârlıklar da yapıyoruz. Önceden de böyleydi, şimdi de böyle. Biz o yüzden kriz yönetmeye alışık bir sağlık personeliyiz. Tamam, bu krizden elbette çıkacağız, ama sonrasında sistem eskisi gibi mi devam edecek? Koruyucu hekimliği yine rafa mı kaldıracağız? Sağlık sisteminin bütün yükünü yine mi hastane hekimlerine yıkacağız? Bunları konuşmalıyız. Bunları asla birinci basamak hekimlerimizi hafife alarak söylemiyorum, çünkü onların kişisel olarak eksik bıraktıkları bir şey yok. Sorun sistemin organize ediliş biçiminde. İkinci basamak, üçüncü basamak dediğimiz sağlık hizmetlerini çok fazla ön planda tutuyoruz. Bu yükün nasıl dağıtılacağını konuşmamız lâzım.

Türk Tabipleri Birliğinin (TTB) bu süreçte Sağlık Bakanlığı’na yönelik çok sayıda eleştirisi oldu. Bu eleştirileri de dikkate alarak sağlık sistemiyle ilgili neler söyleyebiliriz?

Hükümet bu tarz krizlerden fırsat yaratmayı çok iyi biliyor. Bunu birçok örnekte gördük. Bugün Atatürk Havalimanı’na bir hastane yapılıyor. Bu hastanenin yapım süresi 45 gün. Ama hemen ardından, bayramda normalleşme sinyalleri veriliyor. Eğer öyleyse, Atatürk Havalimanı’nın pistinin ortasına o hastaneyi neden yapıyoruz? Bunu tartışabilmemiz lâzım. TTB bu çelişkileri tartışmaya açıyor. Şehir hastanelerinin birçok kadük yanı var. Nitelikleri, sağlık çalışanlarının özlük haklarının arka plana atılması, kâr amacı güden bir kuruma dönüştürülmüş olmaları üzerine kitaplar, makaleler yazıldı, paneller düzenlendi. Hasta sayısının garanti edildiği projeler olduğu söylenince hükümet buna “hayır, tetkik garantili” diyerek itiraz etti. Ama hasta olmayan insan gelip tetkik mi yaptıracak? Bu projeler hükümete yakın müteahhitlere paslandı.

Atatürk Havalimanı’na bir hastane yapılıyor. Bu hastanenin yapım süresi 45 gün. Ama hemen ardından bayramda normalleşme sinyalleri veriliyor. Eğer öyleyse, Atatürk Havalimanı’nın pistinin ortasına o hastaneyi neden yapıyoruz?

Bir salgın yönetimi başarısından söz etmek istiyorsak, başarı hastane açmak değil, 12 kişilik yoğun bakım kapasitesinin kısa süre içinde 40 kişiye çıkartılmasıdır. İkinci olarak, mevcut hastanelerin, örneğin üniversite hastanelerinin hali içler acısıyken yeni hastane açmanın mantığı da tartışılmalı. Üniversite hastanelerinde malzeme sıkıntısı var, teknik altyapı oldukça kötü, bu hastanelerde görev yapan bilim insanları bu şartlar altında görev yapıyor. Üniversite hastanesinde çalışmak teknik şartlar itibariyle de maddi olarak da handikaplıdır. Ama biz bilimde ısrar ederek üniversite hastanesinde kalmak istiyoruz. Bu bütçeyi üniversite hastanelerine ayırmak daha doğru olmaz mıydı? Şehir hastanelerine trajik bir örnek olarak Ankara’yı verebiliriz. Bir sürü hastane kapatılarak yerine yalnızca bir tane şehir hastanesi açıldı. Bunun kapasiteye etkisi ne oldu? Yoksul halka faydası ne oldu? İstanbul’da Başakşehir’e şehir hastanesi açmak için birçok hastane kapatılacak. Peki oraya ulaşmak yoksul insanlara maddi külfet getirmeyecek mi? Dünya standartları ölçütlerine göre, bir hastanenin büyüklüğü veya yatak kapasitesi o hastanenin iyi olduğunu göstermez. Hatta bunun aksini iddia eden bir sürü yayın var. Yani daha az kapasiteli daha çok sayıda hastaneyle daha nitelikli sağlık hizmeti yürütülebilir.

Özel hastanelerde koronavirüs hastalarının ücretsiz tedavi edildiği veya testlerin ücretsiz yapıldığı doğru mu?

Bakanlık pandemi sürecinde Covid-19 şüphesiyle gelen hastaların SGK geri ödeme kapsamında olduğuna dair bir genelge yayınladı. Yani ücretsiz olması gerektiğini söylüyor. Ama örneğin, yeşil alan, sarı alan ve kırmızı alan dediğimiz alanlar vardır hastanelerde. Özel hastanelerde kırmızı alana girmeyen hastalar mutlaka fark öder. Ateş, öksürük veya gribal semptomlarla kırmızı alana alınmazsınız. Bu nedenle, özel hastaneler sürecin başında hastalardan ücret alıyordu, testi de ücret karşılığında yapıyorlardı. Ama bakanlığın genelgesinden sonraki işleyişin nasıl olduğunu net olarak bilmiyorum.

Mülteciler salgının etkisini nasıl yaşıyor?

Sağlık hizmeti sunumunda mülteciler için bir değişiklik olmadı. Daha önce nasıl hizmet alıyorlarsa aynı şekilde alıyorlar. Daha önce nerede alamıyorlarsa veya sıkıntı yaşıyorlarsa aynı şekilde sıkıntı yaşamaya devam ediyorlar.

Salgının Türkiyedeki genel seyrini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Erken rehavete girdiğimizi ve bunun tehlikeli sonuçlar yaratabileceğini düşünüyorum. Kesin bir öngörüde bulunmak mümkün değil. En son istediğimiz şey, ikinci bir dalganın meydana gelmesi. Eğer gerçekte bir azalış trendi varsa, önlemler esnetildiğinde bu trend durur ve ikinci bir dalga gelir. Bu da biz sağlık çalışanlarını çok olumsuz etkiler. Evet, “biz süreci iyi yönettik, 12 hasta baktığımız yerde 40 hasta baktık” diyoruz, ama nasıl yaptığımızı gelin bir de bize sorun. Günler geceler boyunca uykusuz kaldık ve çok yorulduk. Aynı zorlukların tekrar yaşanmasını hem hastalarımız için hem de çalışanlar olarak istemiyoruz.

Nasıl yaşadınız en yoğun günleri?

Nöbetlerimizi olabilecek en insani koşullara göre düzenlemeye çalıştık. Çalışma sistemimiz değişti. Nöbet sisteminde normal mesai yapıyorduk, nöbetçi olduğumuz günler eve gitmeyip çalışmamızı ertesi güne kadar tamamlıyorduk ve ertesi gün tekrar mesaiye geliyorduk. Şimdi ise 12 saat, 24 saat, 36 saat şeklinde nöbet sistemi var. Sadece bizim hastane için söylemiyorum, Türkiye genelinden aldığım duyumlar bu yönde. Bizim iş yükümüz de kritik hasta sayısıyla orantılı olarak artıyor. Covid-19 hasta sayısı azalabilir, ama diğer hastalara da bakmaya başlayacağımız için iş yükümüz artabilir. Şu an bir belirsizlik söz konusu.

Hastalığa yakalanan arkadaşlarınız oldu mu?

Bizde 77 sağlık personeli hastalığa yakalandı. Vefat eden olmadı, ama durumu ağır seyredenler oldu. Çalıştığım yoğun bakımdan üç arkadaşım hastalığa yakalandı. Üçü de iyileşti.

Yeni vaka sayısı azalmışsa bu pik noktaya ulaştığımız ve salgının düşüşe geçtiği anlamına mı geliyor?

Bunu söyleyebilmemiz için verilerin şeffaf olması gerekiyor. Bir artış kesiti, bir de eksilten kesiti oluşturmanız gerekiyor. Nedir bu? Yeni vaka sayısı-ölen sayısı-iyileşen sayısı. Basit bir matematik.

  • Ama biz vaka ve ölüm sayılarını şeffaf vermiyorsak piki veya platoyu konuşmanın gereksiz olduğunu düşünüyorum.

Prof. Saltık : İktidar, “Toplumsal bağışıklığın yayılmasına oynuyor”

Prof. Saltık : İktidar, “Toplumsal bağışıklığın yayılmasına oynuyor”

https://artigercek.com/haberler/prof-saltik-iktidar-toplumsal-bagisikligin-yayilmasina-oynuyor

ARTI GERÇEK– Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Uzmanı Prof. Dr. Ahmet Saltık, Türkiye’nin Covid-19 ile mücadelesini İktidar “Toplumsal bağışıklığın yayılmasına oynuyor” sözleriyle değerlendirdi.

Artı Gerçek’e açıklamalarda bulunan Prof. Saltık, Sağlık Bakanı Dr. Fahrettin Koca’nın salgının yayılma hızının denetim altına alındığı açıklamasına ilişkin “Keşke doğru olsa” dedi ve şöyle devam etti:

TÜRKİYE’NİN NÜFUSUNA ORANLA 5 KAT KORONA HASTASI VAR

“Halkımızı tabii üzmek istemeyiz ama rakamlar öyle söylemiyor. Artış hızında azalma değil artma var. Dünya genelindeki günlük 75 bin 804 olgu (vaka, hasta) sayısının 3 bin 977’si Türkiye’de. Bu oran olarak yüzde 5,2’ye karşılık geliyor. Dünyada dün (19 Nisan) tanı konan yüz (100) hastadan 5,2’si Türkiye’de. Ama Türkiye dünya nüfusunun yüzde 1,1’ine sahip. Yani nüfusuna oranla 5 kat fazla sayıda insan hastalığa yakalanmış oldu dün.. önceki günlerde de benzer durum söz konusu”

Ayrıca ölüm sayılarının son 4-5 gündür yüzlerin üstünde seyrettiğini hatırlatan Saltık, “Dünya genelinde 165 bin 031 ölüm var toplamda. Türkiye’deki ölüm toplam 2 bin 17. Dünyada toplam vakalara göre ölümlere baktığımızda 2 milyon 407 bin içinde %6,85 oranında. Yani dünyada her yüz hastadan 6,85’i ölüyor. Fakat Türkiye’de yüzde 2,34. Dünyada ölüm hızı 6,86. Bizde ise %2,34!?

‘VAKA SAYISINDA 40 GÜNDE ÇİN’İ GEÇTİK!’

“Olgu sayıları bakımından toplamda dünyada 7. sıraya çıktık. Son 2 günde üst üste İran ve Çin’i geçtik! Çin’deki rakamlar 110 günlük, bizimki ise 40 günlük rakamlar. 40 günde Çin’in rakamlarını aştık. Onlar 82 bin 700’de, biz 86 bin 300’ü geçtik. Üstelik Çin 1,4 milyar, biz 88 milyon nüfusluyuz.”

Öte yandan, Prof. Ahmet Saltık, bu rakamların inandırıcı olmadığını ifade etti.

Yöneticilerin salgının Türkiye’ye girişini geciktirdiklerini söylediklerini belirterek, resmi olarak ilk vakanın, Dünya Sağlık Örgütü’nün küresel salgın (pandemi) ilan ettiği 11 Mart’ta açıklandığına dikkat çeken Saltık, “Bu bir rastlantı mı, bilmiyorum” dedi. Saltık, 11 Mart öncesinde de pek çok hekimin dört dörtlük korona hastaları gördüklerini ama Türkiye’de resmen “yok” denildiği ve test yapıl(a)madığı için korona virüs enfeksiyonu tanısı koy(a)madıklarını ifade ettiklerini anlattı.

‘11 MART ÖNCESİ VAKALARI BELİRLEMEK MÜMKÜN’

Saltık’a göre, geriye dönük bilgisayarlı tomografi çekimleri ve klinik bulgular hasta dosyaların incelenerek ya da sözel otopsi yöntemleriyle uygun sorular sorarak bu tanının sonradan da konabilmesi mümkün. Prof. Saltık, Çin’in bu yöntemlerle geçmişe dönük 1300 ölümü daha korona ölümü kabul edip ölüm sayısına eklediğini anımsatırken, Türkiye’nin ise tersi yöntemler izlediğini söyledi:

Acaba ne yaparız da korona hastası demeyiz, korona ölümü demeyiz’ diye birçok yönteme başvuruluyor. Türkiye’deki hasta ve ölüm sayıları gerçekçi olmaktan çok uzak. Vaka sayısı bakımından dünyada 7. sıraya gelmiş olacağız, günlük 75 bin vakanın 4 bini sizde olacak ama dünya nüfusuna göre nüfusumuz dikkate alındığında dünkü toplam yeni hasta sayısının %1,1’ine sahip olmamız beklenirken, 834 vakayı geçmememiz gerekirken vaka sayısı 3977 ve siz bütün bunlara karşılık ‘tedavide çok başarılıyız, çünkü erken tanı koyuyoruz’ vs. vs. diyeceksiniz. Türkiye’de ölümler bu yüzden az, diyeceksiniz. Ama her yerden haber alıyoruz, korona ölümlerinin kayıtlara düşmemesi için bütün çabalar gösteriliyor.”

‘ERKEN TANI HASTANEYE GİDEN HASTA DEĞİLDİR’

Ayrıca, erken tanı konusundaki açıklamalara da itiraz eden Prof. Saltık, “Erken tanı koyup koymadığımızı yoğun bakıma alınan hasta oranlarından da anlayabiliriz. Dünya genelinde yoğun bakıma giren hasta oranı, 20 Nisan günü %2,25. Türkiye’de bu oran % 3,4; epey yüksek. Erken tanı koyuyorsak neden yoğun bakıma daha çok hastamız düşüyor. Ayrıca erken tanı koyduğumuz konusunda da kuşkularımız var. Çünkü erken tanı hastaneye başvuran insan demek değildir. Erken tanı toplumun içinde, size gelemeyen insanları tarayarak, bulgu vermezken ya da ayakta hafif atlatırken, sizin kapı kapı dolaşarak aldığınız test örnekleriyle (aktif sürveyans) pozitif bulduğunuzdur. Hastaneye gelen insan için ancak popüler anlamda erken tanı diyebilirsiniz, bilimsel olarak değil.” dedi.

‘BULAŞTIRICI SAYISI SALGININ TIRMANACAĞINI GÖSTERİYOR’

Prof. Ahmet Saltık, Türkiye’deki yayılma hızının azalmadığının bir başka kanıtı olarak bulaştırıcılık katsayısını (R0) gösterdi. Sağlık Bakanı’nın açıkladığı verilerden hesapladığımıza göre, R0 değeri, yani bulaştırıcılık katsayısı 4,1 dolayında. Yani bir insan 4 kişiden biraz daha fazlasına hastalığı bulaştırıyor. Prof. Saltık, “Bulaştırıcılık katsayısı 1’e inerse salgın düz çizgi (plato) çizmeye başlar,
ne artar ne eksilir. Bulaştırıcılık katsayısının 4,1 olduğu bir yerde platoyu yakalıyoruz diyemezsiniz, bu Matematiksel ve biyolojik olarak olanaklı değildir. 4,1 düzeyindeki R0 değerini 1-2 hafta içinde 1’e getiremezsiniz. Bu, salgının birkaç hafta daha tırmanmaya devam edeceği anlamına gelir.” diye konuştu.

‘ÇOK AZ ŞEY BİLİYORUZ’

Salgın, değerlendirmelerinin “ihtiyatlı” olduğunu da sözlerine ekleyen Saltık, bunun nedenini Sağlık Bakanlığı’nın çok sınırlı veri paylaşmasına bağladı. “Çok az şey biliyoruz” diyen Saltık, şöyle devam etti: “Örneğin ben Paris’te, New York’ta, Londra’da sokak sokak kaç hasta var; yaşı, cinsiyeti, mesleği ne, hastaneye yatmış mı, kaç test yapılmış, tüm bunları görebiliyorum. Ama Türkiye’de göremiyoruz. Göremediğimiz için verilerimiz çok sınırlı ve analizlerimiz ihtiyatlı. Eğer yanılıyor isek bunun sorumlusu biz değiliz. Daha saydam ve yeterli veriler versin Bakanlık, ona göre konuşalım. Sonra dönüp bizi suçlamasınlar, felaket tellallığı yapıyorsunuz, diye. Hiç böyle bir derdimiz, niyetimiz yok. Biz de ülkemiz bir an önce bu sorunu çözsün diye çırpınıyoruz. İlk ricamız saydamlık, dürüstlük.. Halka masal anlatmaya son verilmesi..”

‘14 GÜNLÜK KESİNTİSİZ KARANTİNA DIŞINDA ÇARE KALMADI’

“Sanıyorum ki, en az 14 günlük kesintisiz bir şekilde Türkiye’yi kapatma dışında çare kalmadı.” diyen Saltık, her geçen gün ölü ve hasta sayısının arttığını, ulusal ekonominin yaklaşık 3,2 milyar dolar / gün (beklenen 2020 GSMH 800 milyar Dolar’ın %0,4’ü) daha ek yük altına girdiğini söyledi.

Saltık, “Buna (14 günlük karantina) zorunlu kalınacak sonuçta ama çok geç olacak, olmakta. Toplumsal bağışıklığın yayılmasına oynuyor iktidar, hastalıkla mücadelede şu anda kart bu. Ve bu siyasal tercihin bedeli ne yazık ki; daha çok hastalık, daha çok ölüm, daha çok ekonomik çöküntü oluyor” dedi.

Cumhurbaşkanlığı sözcüsü İbrahim Kalın’ın kesintisiz karantinanın ekonomiye maliyetinin ağır olacağı açıklamasını hatırlatmamız üzerine ise Prof. Ahmet Saltık, şunları söyledi:

“Bu konuda birkaç iktisat profesörünün makalesi yayımlandı. Koç Üniversitesi’nden Prof. Selva Demiralp, yurtdışından da iktisatçılarla bir takım çalışması yaptı. 16 Nisan’da yayımlanan makalenin adı ‘Tam karantina geciktikçe ekonomik maliyeti artıyor.’ (http://ahmetsaltik.net/wp-admin/post. php?post=54739&action=edit) Bu hocamız ve çalışma arkadaşlarının ortaya koyduğu bir grafik de var. Her geçen gün ulusal gelirin %0,4’ü kadar maliyet büyüyor. Türkiye’de 14 günlük karantina 16 Nisan’da, bu çalışma yayımlandığında ilan edilseydi ulusal gelirin %7,8’ine mal olacaktı. Bir gün gecikmeyle ilan edilseydi maliyet %8,2’ye çıkıyor. Bir sonraki güne, yani 18 Nisan’a kalırsa %8,6’ya çıkıyor ulusal gelirdeki yitik. Her gün %0,4 artıyor. Eğer 800 milyar dolarlık ulusal gelir elde edeceksek (?) yıl sonunda, bu varsayım ile 800 milyar doların %0,4’ü 3,2 milyar dolara denk düşüyor. Sayın Kalın, bunu neye dayanarak söyledi? Prof. Demiralp dışında başka iktisatçıların birkaç kestirim çalışması daha yayımlandı (http://ahmetsaltik.net/wp-admin/post. php?post=54753& action=edit). Bilimsel veriler bunları söylüyor.

“Bütçede para yok, tam takır. 14 günlük karantinanın bedelini ödeyemiyor iktidar ve ayak sürüyor. Bu parayı bulamadığı için de bedelini halkımız daha çok ölüm, daha çok hastalık, daha çok ekonomik çöküntü ile ödüyor.”

Tam karantina geciktikçe ekonomik maliyeti artıyor

Tam karantina geciktikçe ekonomik maliyeti artıyor

Selva Demiralp

Prof. Dr. Selva Demiralp, Koç Üniversitesi öğretim üyesidir ve para politikası ve merkez bankacılığı dersleri vermektedir. selvademiralp.com Ekonomi |  16.4.2020
https://yetkinreport.com/2020/04/16/tam-karantina-geciktikce-ekonomik-maliyet-artiyor/ 

Grafik, Türkiye’nin de 15 Nisan itibarıyla sınırına geldiği 70 bin hasta sayısı eşiğinde tam karantina uygulamasındaki gecikmenin can kaybının yanı sıra ekonomik maliyet ve toparlanmanın süresinin de artacağını gösteriyor. (Grafik: Demiralp)
Bir önceki yazımda, tam karantina uygulamasını geciktirmenin artan maliyetlerini araştıran çalışmamıza değinmiştim. Bu yazıda COVID-19’un Türkiye ekonomisi üzerindeki etkilerini ve çözüm önerilerini içeren araştırmamızın ilk sonuçlarını paylaşmak istiyorum.
Koç Üniversitesi’nden Cem Çakmaklı, Sevcan Yeşiltaş, Muhammed Ali Yıldırım ve University of Maryland’den Şebnem Kalemli-Özcan ile beraber yürüttüğümüz araştırmamızda, belirli varsayımlar altında elde ettiğimiz sonuçlar şöyle özetlenebilir:
Ekonomi üzerinde en az hasar, ülke çapında uygulanacak bir aylık tam karantina uygulaması ile mümkün.
  • Tam karantina uygulaması geciktiği sürece salgını kontrol altına almak zorlaşıyor ve karantinada geçmesi gereken süre (ve dolayısıyla ekonomik maliyet) artıyor.
Alternatif karantina senaryolarının GSYH üzerindeki etkileri şöyle:– İngiltere’nin krizin başında denediğine benzer şekilde, hiçbirşey yapılmadan virüsün doğal süreci ile yayılıp ömrünü tamamlaması durumunda GSYH %11 azalıyor. Ancak korona Covid-19 salgını nedeniyle ölüm sayısının en yüksek olduğu bu alternatif insani açıdan kabul edilebilir değil.
– Şu andaki uygulamaya benzer kısmi bir karantina uygulaması ile GSYH %17 azalıyor,

– Çin’deki uygulamaya benzer şekilde, tam karantina uygulaması bugün uygulamaya konduğu takdirde salgın 42 günde kontrol altına alınıyor ve GSYH % 7,8 azalıyor
-Tam karantina uygulamasında bir günlük gecikme olduğunda salgın 44 günde kontrol altına alınabiliyor ve GSYH’deki daralma % 8,2 oluyor.

Tam karantina ve kaynak aktarımı

Yukarıdaki rakamları karantinanın maliyetini kabaca gözler önüne seren ve bu dönemdeki zararları omuzlaması gereken bir destek paketinin asgari maliyeti olarak yorumlamak gerek. Bunun iki sebebi var:

1- Modelimizde karantina döneminde gelir akışı duran şirketlerin hayatta kaldığını ve karantina biter bitmez tekrar üretime geçeceklerini varsayıyoruz. Bu varsayımın doğrulanabilmesi için karantina döneminde üretimini durduran ekonomik birimleri ayakta tutabilmek gerekiyor. Bunun için ise bu dönemde yaşanan gelir kaybının transferlerle ekonomiye geri aktarılması, bu şekilde şirketlerin borçlarını ödeyebilmesi, çalışanların işlerini kaybetmemeleri gerekiyor. Yani geç kalmadan uygulanacak tam karantina durumunda GSYH’nın % 7,8’i kadar bir kaynak aktarımı ile ekonomik birimleri hayatta tutmak gerekiyor.

2- Modelde dış borç bulunmuyor. 2020 yılında ödenmesi gereken dış borcun GSYH’nin %23’ü olduğunu ve global kriz ortamında bu borcu serbest piyasada çevirebilmenin imkansız hale geldiğini düşünürsek, ekonomik destek paketinin TL ve döviz olarak iki boyutu olacağını söylemek mümkün.

Bir önceki yazımda bahsettiğim üzere, krizi kontrol altına almak için gereken finansmanın iki koldan sağlanması uygun olacaktır:*

Gereken kaynağın bir kısmının iyi açıklanmış, hedefleri çok net belirlenmiş bir plan dahilinde para basarak sağlanması, diğer kısmının da uluslararası bir kuruluştan döviz cinsinden temin edilmesi gerekir.

* Uluslararası bir kuruluşun devreye girmesi, sırf dış finansman açısından değil, para basılmasını gerektirecek olan programa olan güvenin sağlanması ve enflasyonist risklerin en aza indirilmesi açısından da kritiktir.

Modele ait genel çerçeve

Şimdi bu sonuçları elde ettiğimiz model hakkında bilgi vereyim. Modelde başlangıç noktası olarak salgının yayılma hızını aldık. Ekonomi üzerindeki hasarı tespit edebilmek için öncelikle salgının ne hızda yayılacağını tespit edip daha sonra bunun arz üzerindeki etkilerini ölçtük. Ekonomik bir modelde bazı varsayımlar yapmak gerekiyor. Bu varsayımlar gerçeğe ne kadar yakın olursa modelin gücü de artıyor. Pandemi yayılımının hızını tahmin etmek için Epidemiyoloji çalışmalarında da kullanılan SIR (Susceptible-Infected-Recovered – Şüpheli-Enfekte-İyileşmiş) (SIR) modelini çalışmamızda esas aldık. Hızla gelişmekte olan COVID-19 literatüründe yaygın olarak kullanılan bu model bize virüsün yayılma hızı hakkında bilgi veriyor. Modelde kullandığımız, salgının yayılma ve iyileşme oranlarına dair varsayımları diğer ülke örneklerinden hesaplayarak Türkiye’ye uyarladık.

İkinci aşamada sektör bazlı veriye inerek her bir sektörde gerekli olan insan ilişkisini hesaba katarak virüsün yayılma hızını sektörel düzeyde ayrıştırdık. Bu noktada, her bir sektör için hesaplanan vaka sayısına göre arzda yaşanacak düşüşü hesapladık. Arzdaki azalmayı hesaplarken modele sadece hastalığa yakalanan kişileri değil bu kişilere bakan yakınlarını da dahil ettik.

Salgının arz üzerindeki etkilerini hesaplarken sektörler arası iletişimi de göz önünde bulundurmak gerekiyor. Bu amaçla girdi çıktı tablolarından yararlanarak her bir sektörde yaşanacak arz kaybının o sektördeki çıktıyı kullanarak üretim yapan diğer sektörler üzerindeki etkisini belirledik. Bu çerçeveye ithalatı da ekleyerek ithal aramalı girdisinde yaşanan aksamaların yerli üretim zinciri üzerindeki etkilerini modele dahil etmiş olduk.
Salgının talep üzerindeki etkilerini hesaplarken kredi kartı harcamalarındaki değişimin sektörel dağılımından yararlandık. Son aşamada, talepteki düşüşü arzdaki düşüşe eklerken arz ve talepteki değişimleri karşılaştırıp en çok hangi taraf değişmişse üretimin o kadar değişeceğini varsaydık. Mesela bir sektörde arz 100 birim, talep 50 birim düştüyse toplam üretimin 100 birim azalacağını varsaydık.

Neden tam karantina?

Araştırmamızdan çıkan en önemli sonuçlardan birini tekrarlayacak olursak:

  • Başarılı bir şekilde uygulanacak tam karantina uygulaması, virüsü en hızlı şekilde kontrol altına almak sureti ile en düşük ekonomik maliyeti sağlıyor.

Tam karantina” senaryosunda sadece en gerekli olan sektörlerin açık olduğunu varsayıyoruz. Karantinanın başarılı olması için Güney Kore benzeri bir uygulama ile hasta olanların sıkı bir şekilde takip edilmesi gerekiyor. Toplam vaka sayısı 3000’e indiği zaman salgının kontrol altına alındığını, mevcut vakaların başarıyla takip edilebileceğini ve hayatın normale dönebileceğini varsayıyoruz.

Gecikmenin maliyeti çok büyük

  • Tam karantina uygulamasında geç kalınan her gün, vaka sayısını ve dolayısı ile salgının kontrol altına alınması için geçecek süreyi artırarak beraberinde gelecek ekonomik maliyeti de artırıyor.

Örneğin bu gün (16.4.20) itibariyle, toplam vaka sayısı yaklaşık 70,000 iken tam karantina uygulandığında 42 günlük bir sürede salgın kontrol altına alınabildiğinden GSYH’daki düşüş %7.8 ile sınırlı kalıyor.

Sadece bir günlük gecikme olduğunda vaka sayısı 10,000‘den fazla artıyor.

Modelde vaka sayısındaki artışın sadece test edilmiş rakamları gösteren resmi vaka sayısındaki artıştan daha hızlı olduğunu varsayıyoruz.

Bu durumda 42 günlük tam karantina salgını kontol altına almaya yetmiyor.

Virüs 100 gün sonra tekrar artmaya başlıyor. Prematüre şekilde karantinayı vaktinden erken sonlandırmak hiçbir işe yaramadığı gibi o süre içindeki üretim kaybı da boşa gidiyor.

Bu nedenle bir günlük gecikmenin bedeli olarak ekonomiyi fazladan 2 gün kapatmanız gerekiyor ki bu da ekonomik maliyeti bir anda GSYH’nın % 8,2’ine çıkarıyor.

Eğer iki günlük gecikme olursa bu sefer karantina süresi 46 güne çıkarken GSYH’daki düşüş %8,6’ya çıkıyor.

Yani gecikme olan her gün GSYH üzerinde yaklaşık %0.4 ek kayıp doğuruyor.

Bilimsel çalışma, Türkiye’nin de sınırına geldiği 70 bin hasta sayısı eşiğinde tam karantina uygulamasının ekonomik kayıplar bakımından da gerekli olduğunu gösteriyor.
Tam karantina uygulamasındaki gecikmenin maliyetini gösteren bu üç senaryoyu şekilde vaka sayısı üzerinden gözlemlemek mümkün. Mavi çizgi, vaka sayısı 70,000’e çıkar çıkmaz uygulamaya konacak olan tam karantina durumunda (ki bu durum ilk vakadan 33 gün sonra başlıyor) salgının ne kadar sürede kontrol altına alınabileceğini gösteriyor.
Şekilde gri ile gösterilen bölge bu senaryo altında karantina süresini gösteriyor. 74. gün itibariyle salgın sona eriyor. Kırmızı çizgi, karantinanın bir gün gecikme ile gelmesi halinde süresinin uzayarak 44 güne çıktığı senaryoyu, yeşil çizgi de karantinanın iki gün gecikmesi durumunda toplam süresinin 46 güne çıktığı senaryoyu gösteriyor.
Burada ana hatları ile anlattığım çalışmamızdaki sayıların bazı varsayımlar altına elde edildiğini ve kesin rakam verebilmenin mümkün olmadığının altını çizmek gerek.
Ancak rakamlar yaklaşık değerler olsa da bir şey çok net:
  • Beklemek ekonomik maliyetleri katlanarak artırıyor ve finansman bulma imkanları da o ölçüde zorlaşıyor.
Çalışmamıza ait detayları yakın zamanda paylaşacağımız araştırma raporumuzdan takip etmek mümkün olacak.

Türk Tabipleri Birliği, Sağlık Bakanı Koca’nın açıklamalarının aksine salgınla mücadelede geç kalındığını söylüyor

TTB: Bakanlık salgınla mücadelede geç kaldı, filyasyon ekipleri şubatta kurulmalıydı

Türk Tabipleri Birliği, Sağlık Bakanı Koca’nın açıklamalarının aksine salgınla mücadelede geç kalındığını söylüyor.

* “Filyasyon ekipleri şubatta kurulmalıydı

Prof. Dr. Sinan Adıyaman | Fotoğraf: TTB
Türk Tabipleri Birliği (TTB) Merkez Konseyi Başkanı Sinan Adıyaman, Sağlık Bakanlığının, salgınla mücadelenin Epidemiyolojik (salgın bilimi) yöntemlerle yapılacağını altıncı haftada söylemesini eleştirerek “Geç kaldınız” dedi.
Adıyaman, 5 haftadır “karantina – izolasyon – ayrı tutma” ve “filyasyon-sürveyans” yöntemleri uygulanmadan salgın durdurulamaz dediklerini hatırlatarak “Filyasyon ekipleri şubatta kurulmalıydı” değerlendirmesini yaptı.

“SAĞLIKTA GÖRSELLİK VE SİYASİ GEREKSİNİMLER ÖN PLANA ÇIKARILDI”

Adıyaman, açıklamasına salgında yaşamını yitiren sağlık çalışanları ve hekimleri anıp, iyileşmeyi bekleyen hasta ve çalışanlara da sağlık dileyerek başladı.

Sağlık politikalarında yapılan değişikliklerle kişiye ve çevreye yönelik koruyucu sağlık hizmetlerinin bir kenara itildiğini belirten Adıyaman, sistemin tedavi edici hizmetler ve hastanecilik üzerine kurulduğunu ve toplumun gereksinimlerinin hesaplanmadığını söyledi.

Adıyaman, “Görsellik, sağlık alanındaki büyük şirketlerin kazançları, siyasal gereksinimler, popülizm aklın ve bilimsel bilginin önüne geçti. Büyük başarılarla tarihe geçmiş olan sağlık ocakları önce bilinçli biçimde çökertildi ve apar topar kapatıldı” dedi.

  • Salgını karşılayabilmek için bölge ve nüfusa dayalı Birinci Basamak örgütlenmesine ihtiyaç olduğunu vurguladı.

Bu eksiklikleri doldurmak için, Birinci Basamakta hiçbir deneyimi olmayan hekim ve sağlık çalışanlarının filyasyon uygulaması için görevlendirildiğini belirten Adıyaman, “Oysa salgına hazırlıklıyız diyebilmeniz için bu alanda çalışma geleneğinin kazanılmış olması gerekirdi. Ancak böyle kurulmuş sistemlerde salgınla mücadele yurttaşların yaşam ve çalışma alanlarında, alev bacayı sarmadan yürütülebilir.” dedi.

 

“HÂLÂ ÇOK SAYIDA EKİPMAN EKSİĞİ VAR”
Tüm dünyada ve Türkiye’de yaşanan başarısızlığının temel nedeninin salgın yönetimine uyulmamak olduğunu söyleyen Adıyaman,
  • “Siyasal irade, bu gerçekliği görmezden gelmiş ve salgın yönetiminin gereklerine uymamıştır. Test gerekliliklerini ve tıp fakültelerinin de pandemi sürecine dahil edilmesi uyarılarımızı geç başlatmıştır” dedi.
Kişisel koruyucu malzemelerde hâlâ çok sayıda eksiklik olduğunu ifade eden Adıyaman, “Sağlık Bakanlığı, kamu sağlık kurumları dışında, özel sağlık kurumlarında, fabrikalarda, OSGB’lerde çalışan hekim ve sağlık çalışanlarının koruyucu ekipman (AS: donanım) eksikliği de salgının başlangıcından bu yana giderilememiştir.” diye belirtti.
Salgının yükünün hekimler arasında eşit dağıtılması ve özlük haklarının korunması gerektiğini vurgulayan Adıayaman, “Kimi Bakanlık ve üniversite hastanelerinde asistan hekimlerin çok ağır şartlar altında çalıştırıldığı görülmekte ve konuyla ilgili olarak örgütümüze çok sayıda başvuru yapılmaktadır.” dedi.
Güvenlik soruşturması nedeniyle atama bekleyen yüzlerce genç hekim ve sağlık çalışanının da bir an önce atamalarının yapılması istemini dile getiren Adıyaman, ihraç edilenlerin işe iade edilmesini istedi.

“İŞÇİLER BİR AN ÖNCE ÜCRETLİ İZNE AYRILMALI”

Zorunlu olmayan üretimin sürmesinin salgının genişlemesine ve can kayıplarının artmasına nrden olduğunu vurgulayan Adıyaman,

“Fabrikalarda, atölyelerde çalışan milyonlarca işçi, hem risk altında hem de hastalığın yayılmasında önemli kaynak niteliğindedir. Salgının yayılımının durdurulması için işçiler bir an önce ücretli izne ayrılmalı ve sağlık kurumları tarafından aileleri ve temas ettikleriyle birlikte düzenli kontrolleri yapılmalıdır.” uyarısını yineledi.

“ŞEFFAF OLMAZSANIZ 10 NİSAN GECESİNDEKİ GİBİ PANİK VE KORKU OLUŞUR”

Sağlık Bakanlığının ayrıntılı test sonuçlarını açıklamadığının, vaka ve ölüm olgularının Dünya Sağlık Örgütü ICD kodlamalarına uygun yapılmadığının ve sağlık çalışanlarının durumunun paylaşılmadığının altını çizen Adıyaman,

“Salgının yönetiminde şeffaflık vazgeçilmezdir. Aksi uygulamaların 10 Nisan gecesinde olduğu gibi korku ve panik ortamına yol açtığı unutulmamalıdır.” dedi.

“BAKANLIK SORULARIMIZA YANIT VERMİYOR”

Pandemi kurullarında da demokratik bir süreç işlenmediğine değinen Adıyaman, “Sağlık Bakanlığını Türk Tabipleri Birliğinin sorularına yanıt vermeye çağırıyoruz. Bakanlığa sorduğumuz sorulara yanıt alamıyoruz ancak alacağımız yanıtlar ve geliştireceğimiz öneriler halk sağlığı için önemlidir.” diyerek şu soruları yöneltti:

  • Tanısı doğrulanmış olguların ikamet ettikleri il ve ilçelere göre, yaş ve cinsiyete göre dağılımları nasıldır? Yurt dışı temas öyküsü olanların ülkelere göre dağılımı nedir?
  • Türkiye’de kaç ilde ve kaç merkezde test yapılmaktadır? Her bir tanı/tarama testinden toplam kaç adet yapılmıştır? İlk testi negatif olup ikinci kez test yapılanlarda pozitiflik oranı nedir? Kaç tip testi kullanılmaktadır özellikleri nelerdir?
  • Tanısı doğrulanmış olgulardaki bulguların (ateş, öksürük, nefes darlığı, ishal, vb.) dağılımı nasıldır? Ne kadarına akciğer grafisi ve/veya bilgisayarlı tomografi yapılmıştır?
  • Bugün itibarıyla illere göre tanısı doğrulanmış ya da olası/kuşkulu COVID-19 hasta yatırılan hastane sayısı kaçtır? Tanısı doğrulanmış olgularda bugüne kadar hangi ilaçlar kullanılmıştır? Bu ilaçlarla tedaviye yanıt oranı nedir? Yan etki ve komplikasyonlar ile bunların sıklığı nedir? Bu ilaçların mevcut stokları yeterli midir?
  • Yurt çapında illere göre yoğun bakım birimlerindeki yatak ve ventilatör sayısı nedir? Kişisel koruyucu malzeme stoğumuz ve üretim kapasitemiz öngördüğünüz ihtiyacı karşılayabilecek düzeyde midir? Bu malzemelerin hastanelere dağıtılmasında yeterli organizasyon sağlanabilmekte midir?
  • Sağlık Bakanlığı neden Dünya Sağlık Örgütü tarafından COVID-19 hastalığı için önerilen uluslararası tanı kodlarını kullanmamaktadır?

“BİZE GELEN VAKA VE ÖLÜM ORANLARI DAHA YÜKSEK”

Adıyaman, gazetecilerin sorularına da yanıt verdi.

Bir soru üzerine “Filyasyon uygulamaları için Bakanlığın yazısı mart ayı sonunda yazılmış görünüyor. Oysa sağlık sistemimizde şubat ayının başında bu ekipler kurulmalıydı.” dedi.

Adıyaman ayrıca klinik ve radyoloji bulguları olduğu halde PCR testleri pozitif olmadığı için hastaların ölümünün normal gösterildiğini de belirtti.

 

Bakanlığın açıklamalarına karşın salgının denetim altına alınması için erken olduğunu söyleyen Adıayaman, “Duyarlılığın en iyi ihtimalle %55-60 oranında olduğunu biliyoruz. Bakan’ın açıkladığı vaka ve ölüm verilerine oranla bize gelen gelen oranlar daha yüksek.” dedi.
https://www.evrensel.net/haber/402284/ttb-bakanlik-salginla-mucadelede-gec-kaldi-filyasyon-ekipleri-subatta-kurulmaliydi

Kamusal sağlık yoksa evde ölüm var: ABD’lilerin koronavirüs çaresizliği

Kamusal sağlık yoksa evde ölüm var:
ABD’lilerin koronavirüs çaresizliği

Kamusal sağlık hizmetinin olmadığı ABD’de,
ciddi koronavirüs semptomları göstermesine karşın hastaneye gidemeyen 3700 kişinin yaşamını yitirdiği
ortaya çıktı. Koronavirüs tedavisinin yaklaşık 35 bin doları bulduğu ülkede, 40 milyon insanın geliri, 4 kişilik aile için yoksulluk sınırı olan 25,100 doların altında

(https://www.birgun.net/haber/kamusal-saglik-yoksa-evde-olum-var-abd-lilerin-koronavirus-caresizligi-296666, 15.4.20)

Dünyada koronavirüsün merkez üssü haline gelen kapitalizmin simge ülkesi ABD’de, salgın günden güne ülkedeki sağlık sisteminin ne denli acımasız ve adaletsiz olduğunu gözler önüne seriyor.

New York City Sağlık Departmanı’ndan yapılan açıklamada, koronavirüsün tedavi süreciyle ilgili oldukça çarpıcı bir bilgi paylaşıldı. Yapılan açıklamada, tahmini 3700’den çok kişinin, ateş, öksürük ve nefes darlığı gibi ciddi Covid-19 belirtileri göstermesine karşın hastaneye yatırılmadığı ve evlerinde yşamını yitirdiği belirtildi.

İNSANLAR EVDE ÖLÜYOR ÇÜNKÜ TEDAVİ PAHALI
ABD’de genelinde worldometers sitesinin paylaştığı verilere göre, 614,246 kişide koronavirüs belirlenirken, 26 bini aşkın kişi de yaşamını yitirdi. Koronavirüs salgınınn darbe vurduğu ülkede, yüksek tedavi giderleri en çok konuşulan konuların başında geliyor.
* ABD’de yaşayan 27 milyon kişinin herhangi bir sağlık sigortası yok.
Ülkede tümüyle kâr odaklı olan sağlık sistemi, sigortası bulunmayan ABD vatandaşlarına yaklaşık 35 bin dolarlık bir tedavi faturası çıkarıyor.
Mart ayında Time dergisinde yayımlanan bir haberde, Danni Askini adında sigortasız bir kadının koronavirüs testi ve tedavi ücretinin 34,927 doları bulduğu bilgisi yer almıştı.
Olaya ilişkin açıklama yapan Askini, “Tümüyle şoka uğradım. Kişisel olarak bu kadar paraya sahip birini tanımıyorum..” diyerek duruma tepki göstermişti.
Ülkede, sigortası olan hastaların komplikasyonları olmaması durumunda bile, koronavirüs tedavisi için en az 9 bin dolar ödemesi gerektiği ifade ediliyor.
BBC Türkçe’nin Temmuz 2018’de yaptığı bir habere göre, ABD genelinde 4 kişilik bir ailenin ortalama geliri 91 bin dolar. 326 milyon nüfusa sahip ülkede,
* 40 milyon insanın geliri, 4 kişilik aile için yoksulluk sınırı olan 25,100 doların altında!
EVSİZLERE ‘OTOPARKTA YATIN’ DENDİ
Evsizlerin durumu ise ülkedeki bir başka önemli sorun başlığı. ABD’de 550 binden çok evsiz insan (homeless) bulunuyor.
detay
Almanya’da koronavirüs:
Merkel’in beklediği ‘normalleşme planı’ yayınlandı
Ancak ne merkezi ne de yerel hükümetler bu konuda kalıcı bir çözüm sunmuyor.

ABD’nin kumarhaneleriyle meşhur kenti Las Vegas’ta bir açık otopark, koronavirüs salgınının yükselişe geçtiği ilk günlerde evsizler için sığınağa dönüştürülmüş ve bu uygulama insan onuruna aykırı olduğu için büyük tepki çekmişti.

Las Vegas Belediye Sözcüsü Jace Radke, kentteki öbür evsiz barınağı olan Courtyard Evsizler Barınağı’nın neredeyse tam kapasitesiyle hizmet verdiğini ve Katolik Hayır Kurumu’nun kapatılmasıyla ‘başka bir seçenekleri kalmadıkları için’ bu barınağı oluşturduklarını söylemişti.

MOBİL MORGLAR VE KORİDORLARDA CENAZELER

kamusal-saglik-yoksa-evde-olum-var-abd-lilerin-koronavirus-caresizligi-717242-1.

Öte yandan evlerde yaşanan ölümler, ABD’nin koronavirüs salgını konusunda yaşadığı ilk kaygı verici gelişme değil.

Ülkede daha önce de New York’ta kurulan mobil morglar oldukça tartışılmıştı. Brooklyn Hastanesi’nde de ölümlerin daha da artması nedeniyle konteyner morglar kurulmuştu. New York’ta morg kapasitesinin ek çadır ve mobil morglarla yaklaşık 4 kat artırıldığı bildirilmişti. Bununla birlikte

  • New York’taki hastanelerde normalin üzerindeki ölümler nedeniyle koridorlarda
    ceset torbaları bekletilmeye başlanmıştı.

SAĞLIK ÇALIŞANLARI DA BÜYÜK BASKI ALTINDA

Tüm bunların yanında, ülkedeki sağlık çalışanları tek amacın kâr etmek olduğu sağlık sisteminin varlığı nedeniyle oldukça zor günler geçiriyor.

Birkaç hafta önce, ABD’deki kimi hastanelerin Covid-19 salgını nedeniyle zorlaşan çalışma koşullarını ve tıbbi donanım eksikliğini dile getiren sağlık çalışanlarını işten çıkartmakla tehdit ettiği basına yansımıştı.

ABD medyasında yer alan haberlere göre, Washington Eyaleti Hemşireler Derneği Sözcüsü Ruth Schubert,

Hastaneler imajlarını korumak için hemşireleri ve öbür sağlık çalışanlarını susturuyorlar. Bu kabul edilemez..” sözleriyle sağlık çalışanlarının yüz yüze kaldığı zorlukları kamuoyuna anlatmıştı.

NASIL OLMALI

NASIL OLMALI

Mithat Kiyak - Prof.Dr. - Okan University | LinkedIn

PROF. DR. MİTHAT KIYAK
Halk Sağlığı Uzmanı
Cumhuriyet, 02 Nisan 2020

Salgın (epidemi) yönetiminin temel kuralları var. Bu kuralların ilk adımlarını geçtik. Bu adımlar: Hastalığa tanı koyma, salgın olduğuna karar verme, olağanüstü durumla ilgili örgütlenmeyi gerçekleştirme. Salgın çok sayıda ülkeye yayıldıktan sonra, hatta kıtalarüstü pozisyona geldikten sonra (pandemi) ülkemize gelmesi de kaçınılmazdı. Bize gecikmeli gelecek olması açısından ülke olarak çok şanslıydık, bir fırsat penceresi vardı. Salgına hazırlanmak için neredeyse iki aylık bir zamanımız oldu. Medyanın da yardımıyla toplumun COVID-19 için daha bilinçli davranması, bunun için davranış değiştirmesi (su ve sabunla doğru el yıkamak, tokalaşmamak, sarılmamak, sosyal mesafeyi korumak gibi) kolay olacaktı. Öyle de oldu. Ülke çapında Bilim Kurulu oluşturuldu. Sağlık Bakanlığı, Bilim Kurulunun önerileri doğrultusunda olduğunu belirterek kararlar almaya başladı. Salgın olan ülkelerle sınırlar kapatıldı, ulaşım durduruldu. Komşu ülkelerin hemen tümünde salgın kendini gösterirken bizde vaka saptanmadı, pandeminin ülkemize girişini geciktirmiştik. Ancak daha sonra, salgın yönetimi kuralları içinde yer alan örgütlenme ve planlama için çok zamanımız olmasına karşın, bunun yeterince yapılıp yapılamadığı konusunda toplumda kaygılar oluştu. Bilim Kurulu üyelerinin medyada yaptıkları açıklamalar ile alınan tedbirler arasında zaman zaman çelişkiler görüldü. Toplumun tecrit edilmesi gerekliliğinin söylenmesine karşın böyle bir karar alınmadı.

Kararları bilmiyoruz 

Oluşturulan bilim kurulunun yapısını incelediğimizde salgın yönetimi eğitimini almış yalnızca bir Halk Sağlığı öğretim üyesi olduğunu biliyoruz. Bildiğimiz kadarıyla öbürleri enfeksiyon hastalıkları uzmanları. Yani bireysel olarak hastaları tedavi edenler, hastalık akciğerleri tuttuğunda (pnömoni oluştuğunda) göğüs hastalıkları uzmanları, daha ileri devrede yoğun bakım gerektiğinde de yoğun bakım uzmanları (anestezi ve reanimasyon uzmanları) devreye giriyor. Bu uzmanlık alanlarında olanlar, ne yöneticilik için ne de toplumsal sağlık sorunlarının çözümü için eğitim almış değillerdir. Toplumsal sağlık sorunlarını analiz etme, çözüm yolları bulma ve yönetme eğitimini alanlar, Halk Sağlığı Uzmanlarıdır ve daha da uzmanlaşan Epidemiyologlardır. Kaç kişi olduğu, kimlerden oluştuğu tam açıklanmayan ama bazılarını medyada gördüğümüz Bilim Kurulu’nun kararlarını da tam olarak bilmiyoruz. Sağlık Bakanlığı’nda COVID-19 pandemisine karşı çalışmaları kim yürütüyor? Sağlık Bakanı diyebilirsiniz. Elbette, Sağlık Bakanı olacak ama aslında salgın sürecinin denetimi ve yönetimi için Epidemiyolog, Halk Sağlığı Uzmanlarından oluşan bir ekip olmalı. Sağlık Bakanlığı’nda deneyimli Halk Sağlığı Uzmanı yok mu? Aslında var olduğunu biliyoruz. Ayrıca üniversitelerden destek alınabilirdi.

Hazırlık döneminde alınan kararları değerlendirmeyi başka bir zamana bırakarak hastalık ülkemizde görülmeye başladıktan sonra neler yapıldığına bakalım. Bilimsel kural; sürveyans, tarama ve filyasyon çalışmalarının yapılması gerekliliğidir. Hasta olanlar belirlendikçe verilerin doğru girilmesi, temaslıların saptanması, tüm temaslılara ve tüm semptom gösterenlere testler yapılarak yeni hastaları ve bulaştırıcı olanların saptanıp izole edilmesi gerekir. Girilen veriler düzenli olarak değerlendirilir ve etkenin üreme hızı (R0*), hastalığın insidans hızı (yeni vakaların görülme hızı), prevalans hızı (toplam vaka hızı) hesaplanır, salgın eğrileri yapılır, matematik modellemelerle gelecek günlerde, gelecek aylarda olası sayılar hesaplanır ve hangi önlemlerle bu sayıların düşürüleceği öngörülerek karar vericilere bu bilgiler aktarılır. Karar vericiler, bu bilgiler ışığında ne yapılacağına karar verir.

Zamanımız vardı 

Bunlar yapılırken toplum desteğinin mutlaka alınması gerekir. Toplum bu ekibe güvenmelidir, bunun için de denetimli bir şekilde saydam bir yönetim gösterilmelidir. Görüldüğü gibi ne hastanelerden ne yoğun bakımlardan söz ettik. Bütün bu işler Birinci Basamak örgütlenmesiyle yapılır. İlçe sağlık müdürlükleri, aile hekimleri ve ekibi (ne yazık ki Sağlıkta Dönüşüm sonrası aile hekimlerinin ekibinden söz etmek zor), test örneklerini alıp laboratuvara gönderecek ya da hızlı testleri bizzat yapacaklar, pozitif çıkan kişilerin evde izolasyonu ve izlemini sağlayacaklar, hastane tedavisi gerekenleri hastaneye sevk edecekler. Hastaneye sevk edilen hastalar için kamu hastaneleri yetmeyecek ise özel hastaneler, onlar da yetmeyecek ise yeni kurulacak geçici hastaneler hazır olmalı. Bu organizasyonu hazırlamak için de zamanımız vardı. Birinci Basamakta ve hastanelerde çalışacak sağlık çalışanları için koruyucu giysileri (AS: donanımı) hazırlamak için de zamanımız vardı. Özel hastanelerin pandemi hastanesi olduklarında ekonomik sürdürülebilirliklerini sağlamak için de zamanımız vardı.

İki çözüm

Deneyimler ışığında toplumsal izolasyon için iki çözüm var:

Yavaşlatma veya baskılama.

Sağlık Bakanlığı iki çözümden yavaşlatmayı tercih etti. Ulaşımın kısıtlanması, sınır kapılarının kapatılması, okulların tatil edilmesi, 65 yaş üzeri sokağa çıkma yasağı gibi kararlar alındı. Adım adım ilerleyen ve gittikçe radikalleşen “evde kal” çağrıları yapıldı. Böylece hastalık kısa sürede en üst düzeyde engellenerek zamana yayıldı. Ama dar gelirli çalışan kesim, üretimin aksamaması için çalışmaya devam etti. Eleştirilebilir, bu bir tercihtir. Bu tercihte bizler durumu ortaya koyar ve önerilerimizi yaparız. Gerisi karar vericiye aittir. Ama bu salgında görülen, ne yaparsanız yapın sonuçta tümden bir üç haftalık izolasyona ihtiyaç olduğudur.

16 Mart 2020’de Imperial College’in COVID-19 ile ilgili yaptığı çalışmada, yavaşlatma ve baskılama tercihleriyle ara tercihler sonucunda yüz bin kişiye yatak kapasitesi yaratmanın nasıl da sorun olduğu yukarıdaki şekilde gösterilmektedir.** Hastalık en üst düzeye yükseldiğinde hiçbir ülkenin sağlık sistemi bu yükü kaldıramadı. Bu nedenle Birinci Basamakta en yetkin çalışmayı yapmak gerekiyor. Pandeminin ülkede her kente yayılıp yayılmadığını öğrenemedik. Henüz vaka görülmeyen illeri kurtarabilir miydik? Çin’in bölgesel tedbirleri gibi biz de kentsel tedbirler alabilir, yayılımı kimi bölgelerde kesebilirdik. İllerde Pandemi Kurulları daha yeni oluşturuldu. Böylece il bazında da (AS: ölçeğinde de) inisiyatif kullanılması sağlanmış oldu. Bunun, sorunun çözümüne yönelik olarak ileri bir adım olduğunu düşünüyorum.

Üç haftalık izolasyon 

  • Dünya Sağlık Örgütü, sürekli olarak test, takip, izolasyon ve karantinadan söz ediyor.

Sonuç olarak; ilk başvurunun aile hekimlerine yapılması, en küçük bir kuşkuda aile hekimlerinin test yapması, temaslıların izlenmesi (ki yapılmaya başlandı) ve gerekli görülenlerin hastaneye sevkini sağlamalıyız. Aile hekimleri, hafif belirtiler gösteren pozitif tanı almış hastaları ve temaslıları izliyor. Ancak hafif belirtiler gösteren herkes hastanelere koşuyor, gidenlerin çok az bir bölümüne test yapılıyor. Hastaneler artık bu yükü kaldıramayacaklar. Bütün verileri değerlendiren ve gelecekteki olası vakalara göre önlemler öneren bir ekip için çok da geç değil. Bunun için Sağlık Bakanlığı üniversitelerden, meslek odalarından, uzmanlık derneklerinden de destek alabilir.

  • Unutmayalım; bu pandemi kısa sürede bitmeyecek, aşı için 12-18 ay gibi bir süre veriliyor.

Herkese değil, hastalığın semptomlarını (AS: belirtilerini) gösterenlere ve hasta olanların temaslılarına test yapıp üç haftalık tümden bir izolasyona ihtiyacımız var. Geriye kalan, aşının bulunmasını beklemek olacak.

*R0, etkenin üreme hızı, Bir infeksiyon etkeninin insandan insana yayılma potansiyelini gösterir. Tümüyle duyarlı bir toplulukta bir hastanın bulaştırıcı olduğu dönemde infekte ettiği insan sayısıdır. Ro>1 ise salgın oluşacaktır.
**https://www.imperial.ac.uk/media/imperial-college/medicine/sph/ide/gida-fellowships/Imperial-College-COVID19-NPImodelling-16-03-2020.pdf

Devlet ve salgınlarla savaş

Devlet ve salgınlarla savaş

Ahmet Yavuz
E. Tümg.
Cumhuriyet
, 28 Mart 2020

Ülkemizde gündem çok sık değişiyor. Birkaç ay geriye gittiğimizde İdlib vardı. Öncesinde Libya. Araya Elazığ depremi girdi. Daha evvel Doğu Akdeniz… Şimdi de Covid-19 ile yatıp kalkıyoruz. Bütün bunlar çok duyarlı bir kamuoyu yarattı. Çok faydalı bir tartışma konusunu da gündemin ilk sırasına koydu:

  • Devletin işlevi. Ne olmalı ve nasıl yapmalı?

Salgınla birlikte artık hayat farklılaştı. Her şey değişecek. Kendiliğinden olur mu? Asla… Arayış her zaman olumlu şekilde sonuçlanmaz. Önümüzdeki kavşak bizi ya daha iyiye ya da daha kötüye götürecek. Bizim elimizde.

Devletten beklenen üç temel işlev olmalı    :

1. Beka,
2. refah ve
3. demokratik yaşamın sürdürülmesi.

Bekadan kasıt bugün ve yarın ayakta kalabilmektir. Bu anlamda devlete düşen:

1. Günlük yaşamın aksaksız yürütülmesi.
2. Yarınlarda olabilecek savaş, salgın, deprem vb. olağanüstü durumlar için özel bir hazırlık içinde olunması.

Ülkemizde siyasi iktidarlar devleti kendi ideolojik hegemonyalarını kurmanın aracı olarak gördüğü için devletin ilk işi olan günlük işleri yürütme çabası ağır aksak ancak yürütülebiliyor. Çünkü önceliklendirme siyasileşiyor. İktidar, kurulu devlet yapısını daha iyi çalıştırmak yerine kendine uygun devlet yaratmaya çabalıyor. Mesela Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bütçesi (2020-11.5 milyar TL – Gazeteler) sekiz Vakanlığın bütçesini aşabiliyor. Kızılay ülkede daha çok ilaçlama yapmak varken Endonezya’da korona mücadelesinde destek verebiliyor (1).

Bunlar bir yana, 2017 referandumuyla “devlet hızlı çalışacak” gerekçesiyle “başkanlık sistemi”ne geçildi. Ancak devletten beklenen, etkin çalışmasıydı. Hızlı çalışmak ancak bunun bir parçası halinde anlamlı olabilirdi. Olmadığı görüldü…

Beka nasıl sağlanır?

Devletin günlük işleri yürütürken olağanüstü durumları da düşünmesi, tedbir alması gerektiğine yukarıda temas etmiştik. Bu nasıl olacak? Yanıtı basit: HAZIRLIKLA.

Büyük harfle yazdım, çünkü hazırlığın büyük ve kapsamlı olması gerekli.

“Devlet bugünün işini tam yapamıyorsa, yarına nasıl hazırlıklı olabilir?” diye sorabilirsiniz. Haklısınız. Bütün bunlar toplumsal bilinçle bağlantılı. Ben de bu yazıyı yaşanan krizden sonrasına ilişkin yazdım: Devlet günlük işleri eksiksiz yapacak şekle sokulmalı. Yetmez. Olağanüstü hallere de hazırlıklı olmalı. Yoksa bu topraklarda geleceğimizi güvence altına alma olanağı olmaz.

Nasıl?

Önce devleti doğru yapılandırarak, yeterli ve yerinde kaynak kullanarak, insanımızı eğiterek… Bu yazıyı yazarken devlet İstanbul Kanalı için ihale yapıyordu. Gerekli mi? Değil. Mevcut koşullarda uygun mu? Hiç değil.

Geçmişe doğru gidelim. Bir savaş halinde geri bölgede halkı işgalciye karşı örgütlemek maksadıyla TSK’nin Seferberlik Tetkik Kurulu vardı. Kozmik Oda aramasından sonra lağvedildi.

Deprem anında sivil halka yardım konusunda eğitilmiş birlikler vardı. Yeni Askerlik Kanunu yürürlüğe girdikten sonra artık yeterli düzeyde olduğunu sanmıyorum.

Daha eskiden, savaş halinde Kızılay tarafından kurulması öngörülen sahra hastaneleri; Ordunun kendi seyyar cerrahi hastaneleri vardı, devre dışı bırakıldı. Hastane haline getirilmesi planlanan yolcu vapurları vardı. Sanırım gündemden düşmüştür. Oysa günümüzde ABD ordusu New York’ta sahra hastaneleri kurmaktadır.

Yakın geçmişte TSK sağlık ordusu ortadan kaldırıldı; askeri sağlık sistemi bozuldu. Kamuoyunda maalesef konu askeri hastanelerin açılması talebi düzlemine indirgendi. Oysa askeri hastaneler, sistemde sondan bir önceki halkadır. Yaralı bir Amerikan askerinin şunu söylediği hikâye edilir:

“Seyyar Cerrahi Hastane levhasını gördüğüm anda yaşama bağlandığımı anlamıştım”.

Bu örneklerin eksiğini-yanlışını gidermek ve öbür kurumlara yaymak yerine olanları da ortadan kaldırdık.

İdeolojik yıkım

Geride kalan 15-20 yılda Türkiye ideolojik bir saldırının tutsağı oldu. En akıllı insanlar bile “savaş karşıtlığı” tercihleri nedeniyle Ordu düşmanı haline geldi. Bu yönelim, siyasal İslamcı iktidarı besledi. İktidar da her şeyi kendi varlığı temelinde ele aldı. Kendi varlığını ülke varlığına eşdeğer kıldı. “Kendisi için varlık” haline geldi. Zayıflaması bundan dolayıdır.

Ordu, onun için “darbe yapabilecek her türlü vasıtadan” soyutlanmalıydı. O yüzden Orduyu budadı. Oysa Ordu demek, aynı zamanda gelecekte Ulusun yaşamını tehdit edebilecek unsurları ortadan kaldırmanın kalesi, güvencesi, kaldıracı, omurgası demektir. Mevcut devlet teşkilatı günlük işleri yapmaya odaklı olacağına göre, olağanüstü durumlara hazır bekleyen bir yapıya her zaman ihtiyaç vardır. Bu yapı, Ordudur. Ya da barıştan itibaren ona eklemlenmeye hazır kuruluşlar olmalıdır. Devreye anında girecek şekilde…

Senaryolar

Milli Güvenlik Kurulları ve Ordular, senaryolara dayalı planlar yaparlar. Büyük-küçük demeden tehlikeler sıralanır. Sonra bunlar öncelikli kılınır. Gerekli istişarelerden sonra devletlerin “Kırmızı/Beyaz Kitaplar”ı bunları yasal zemine oturtur. Ardından her birine karşı koyacak planlar hazırlanır. Bunlar tatbikatlarla da denenir. Geriye dönüp bu tatbikatlardan komplo teorileri üretmek de eğlenceye dönüşür! Bugün olduğu gibi…

Günü geldiğinde bu planlar küçük düzeltmelerle, güncellemelerle yaşama geçirilir; çünkü planlananla karşı karşıya kalınan arasında her zaman bir fark olur.

Örneğin devletlerin “angajman kuralları” vardır. Orduların da “alarm planları” olur. İkisi birbiriyle bağlantılıdır. Hangi gelişmede hangi önlemin alınacağı yazılıdır. Savaş olursa yeni planlar devreye girer.

  • Eğer Sağlık Bakanlığı’nın elinde önceden hazırlanmış bir salgınla mücadele planı olsaydı, maçlar oynanmaz, camiler de ibadete anında kapatılırdı.

Eskilerde hükümetlerin elinde “savaşın acil ödeneği” olarak adlandırılan bir kaynak olurdu. Şimdi var mı, bilmiyorum. Harp ekonomisi diye bir kavram vardı. Bu kaynak onun bir parçasıydı. Fabrikaların, alanlarına göre ellerindeki işleri daha önceden belirlenmiş ürünlere yönlendirmesi mecburiyeti vardı. Sanırım özelleştirmelerden sonra bunlar hayal olmuştur.

Amerikan Ordusunun bir bölümü 1929 dünya büyük ekonomik buhranında tarım ordusuna, inşaat ordusuna dönüştürülmüştü. Acaba köylerin boşaldığı bir ortamda benzeri yapılamaz mı? İşsiz gençlerimizden bir hizmet ordusu kurulamaz mı? Kurulabilir. Eğer hazırlıklı olunursa…

Olağanüstü durum tedbirlerinin hazırlığı yapılmazsa felakete davetiye çıkarılmış olur. 1. Dünya Savaşı’nın öncesinde ve içinde iktidar sahiplerinin birçok yanlış kararı vardı. Bunların stratejik sonuçları olmuştur. Sarıkamış faciası bunlardan biriydi. Yine Kafkas Cephesi’nde bazı birlikler, yeterli idari hazırlık yapılmadan verilen sefer emirleri yüzünden hayvanlarını keserek yemek zorunda kalmıştır. Yetersiz beslenme yanında giyecek, temizlik malzemesi yokluğu tifüs salgınına, firarlara yol açmış ve bunlar çatışmada verilen zayiatın önemli bir parçasını oluşturmuştu (2).

Rehber: Akıl ve Bilim

Savaş yalnızca silahlı kuvvetlerle yapılan bir faaliyet değildir. Alanı da yalnızca askeri olmaktan çıkmıştır. Savaş, bekaya yönelik her şeye karşı yapılır. Salgınlara, yangınlara, depremlere, paralel devlet yapılanmalarına, darbecilere, hatta ideolojik saldırılara…

Ayakta kalmamızı sağlayan her şeyi yaşatmak, yıkılmamıza yol açacak her şeye karşı koymak için…

Evet, “bir şey değişir, her şey değişir” söylemi doğrudur. Ama her şeyin nasıl şekilleneceği tercihlerimize, içten çabalarımıza ve kendi irademize bağlıdır.

O irade ise aldığımız mirasta gizlidir:

  • Aklı ve bilimi merkeze koymak ve onu rehber edinenleri iktidar kılmak

Siyasetin bizleri içine hapsettiği dar kalıpları kırma becerisi gösterilmeden çıkış yok…

(1) sozcu.com.tr, 24 Mart 2020.
(2) Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi, II. Cilt, 2’nci Kısım, Kafkas Cephesi, 2’nci Ordu Harekâtı, 1916-1918, Genelkurmay, 1978, s. 269 vd.