İŞ Bankası’ndan 23 Nisan Kutlaması…
Teşekkürler İŞ BANKASI…
Atatürk’ün kurduğu banka, sağolsun..
Sevgi ve saygı ile.
24 Nisan 2014, Ankara
Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
İŞ Bankası’ndan 23 Nisan Kutlaması…
Teşekkürler İŞ BANKASI…
Atatürk’ün kurduğu banka, sağolsun..
Sevgi ve saygı ile.
24 Nisan 2014, Ankara
Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
Dostlar,
Ülkemizde işler giderek yolundan çıkmakta.
Gelişmeler kaygı vericidir.
Kuşkusuz bu olumsuz tablodan siyasal iktidar sorumludur.
Halen iktidarda olan kadrolar, en azından bu konumlarını da Atatürk Türkiyesine
borçlu olduklarını unutmamalıdırlar. Tersi vefasızlık değil midir?
Hükümetten bu bağlamda bir açıklama duymadık. Oysa derhal yüksek düzeyde bir kınama açıklaması yapılmalıdır. İçişleri Bakanı Efgan Ala‘nin ilk işi bu çirkin saldırının sorumlularını hızla bularak yargı önüne çıkarmak olmalıdır.
Br ölçüde zarar gören Atatürk yontusu hemen onarılmalı, gerekirse daha da görkemlisi yapılmalıdır. Kaideye Atatürk’ün halka dönük anlamlı sözleri yerleştirilmelidir.
“Saldırının önceden bilindiği” savları dehşet vericidir.
Türkiye’nin güvenlik güçleri – istihbarat birimleri son derece güçlüdür.
Benzer olaylar mutlaka önlenmekidir. Bunun için Başbakan R.T. Erdoğan‘ın
birkaç tümcesi bile yeterli olabilir. Erdoğan bu sorumluluktan kaçmamalıdır.
Bu tür olaylar sıradanlaştırılmamalıdır. Çünkü gerçekten basit olaylar değillerdir.
Örneğin ABD’de, kurucu önder General Washington‘un yontularına herhangi bir saldırı günümüze dek, 200 yılı aşan bir süredir (Dünyanın ilk Aanayasası, 1787’den
bu yana..) gözlenmiş midir? Olursa ABD’de sıradan bir olay sayılabilir mi? ABD ne tür önlemler almıştır bu bağlamda? Paralarda hala bu komutanın fotoğrafı vardır.. Ülkenin başkentinin adı da bu saygı komutanın adını taşımaktadır ve kimsecikerl bu tarihsel vefa örneği davranış ve uygulamalardan, yasalardan, Anayasadan rahatsız değildir.
AKP iktidarının el altından çanak tutucu hiçbir girişimi kesinlikle olmamalıdır.
Türkiye’yi germenin, kısa erim bir yana, orta-uzun erimde kimseye bir yarar sağlamaz.
AKP içinde sağlıklı kadroların bu tür olumsuz gidişleri engellemeleri gereklidir.
Aşağıdaki yazısı içinde Prof. Kemal Arı 2 yerde çaresizlikten ve acıdan kıvranarak mide spazmı (bereket koroner spazm değil!) geçirdiğini belirtmektedir.
Siyasal iktidarın buna hiç hakkı yoktur.
İktidar, ülke aydınlarının, insanlarının acıdan kıvranması için mi görevdedir?
Tam tersine, tüm yurttaşlarına güvenlik içinde sağlıklı – onurlu – gönençli – demokrartik – hukuka bağlı bir yaşam sağlamaktır siyasal iktidarların görevi. Bu yolu benimsemek, ülkemizde toplumsal huzur ve barış için temel olacaktır.
Türkiye iklimi haddinden fazla geilmiştir ve Başbakan R.T. Erdoğan bilerek
gerilim siyaseti izlemektedir.
Ne yazık ki, Ülkeyi saflara ayırarak insanımızı ötekileştirmekte ve bu yolla
oydaşlarını pekiştime peşindedir.
Bu politikayı sürgit götürme olanağı yoktur.
Ülkemiz ve insanımız, bu çok tehlikeli ve çok yanlış politikalar durdurulmazsa
büyük bedeller ödeyebilir..
Lütfen sağduyu, lütfen sağduyu, lütfen sağduyu..
Duyuyor musunuz AKP yetkilileri ve AKP’li yurttaşlar??
Sevgi ve saygı ile.
24 Nisan 2014, Ankara
Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
============================================
ATATÜRK HEYKELİNİ YAKMAYA ÇALIŞMAK NASIL BİR RUH HALİ?
(-Aldırma Gönül Aldırma)…
Prof. Dr. Kemal ARI
Yer Ankara, Gölbaşı…
Zaman; 22 Nisan’ı 23 Nisan 2014 tarihine bağlayan gece…
Kimliği belirsizmiş; kimi kişiler ellerinde benzin bidonları ile geliyor ve ayakta, elinde şapkası bulunan, alimünyum alaşımlı sarıya boyalı heykeli yakmaya çalışmışlar…
Heykelin yandığını görenler, polise ve itfaiyeye haber vermiş. Polis ekipleri, yanan heykeler ulaşınca, yangın tüpleri ile heykeli daha fazla yanmadan söndürmüşler…
Bak hele, hele!
Sonra da heykelin ayaklarında erimeler tespit edilmiş… Kapkara olmuş, dumanlar içinde yanan heykelin, bacak kısımlarında kimi yerlerde erime görülmüş…
Polis heykelin niye yakıldığı araştırmaya koyulmuş…
Bak hele, bak hele…
Laf ola beri gele…
Nedenini araştırıyormuş hee?
Gelinen nokta şu:
-Yuh…
Geçelim…
Birazdan geleceğiz de, şimdilik…
Bugün bir ilköğretim okulunda 23 Nisan izlemeye gittim. Güya orası,
Bornova’da seçilmiş merkezi kutlama yeriymiş.
Ne yalan, okul iyi hazırlık yapmış.
Çok beğendim…
Hele kim çocukların ellerinde pankartlar;
– “Çocuk Yaşta Evliliğe Hayır!”,
– “Çocuk İstismarına Hayır”,
– “Çocuk Yaşta Çalıştırılmaya Hayır!”
gibi yazılar içeren dövizler taşımaları çok hoşuma gitti…
Ama o da ne?
Tören başladı.
Resmi erkan yerini almış…
Kalabalık; eh, idare eder, derken;
Programın yarısından sonra ne protokolde doğru dürüst kimse kaldı; ne izleyiciler arasında… gelen en başta kaç kişiyse, yarısı bu aşamada geçip gitmişti…
Ve…
İlçenin resmi töreninde; garnizon komutanı değil, bir astsubay protokolde askeri erkanı temsil etti, iyi mi?
Ne diyeyim şimdi?
Askere “yuh” diyemeyeceğime göre; eh ben de mide kaslarıma yüklenirim;
sinirden her yanım diken diken olur, olur biter…
Hadi, bunu da geçelim…
Gelelim gene heykeler:
Ne oldu da o heykel orada yakıldı?
Ne istiyorlar Atatürk’ten, Atatürk heykellerinden?
Birilerine niçin batıyor, niçin böylesine antipati geliştiriyorlar ruh dünyasında Atatürk için, bu insan diyemeyeceğim yaratıklar?
Dertleri ne?
Hiç, Atatürk olmasaydıyı düşünmüyor mu bu cahil cühela…
Sanıyorlar ki galiba; her şey daha iyi olurdu;
Atatürk geldi, daha iyi olacak her ne ise onları engelledi, öyle mi?
Hay ben böyle aklın diyeceğim; kaba olacak;
Yine susuyorum ve mideme yükleniyorum…
Yine gelelim öteki törene:
Orada bir fotoğraf vardı…
Fötr şapkayla Atatürk…
İlerlerken öne doğru, yürüyüş halindeyken yani, dönmüş geriye doğru bakmış…
İçim acıdı.
Yüreğim yandı…
Bir hüzün hissettim yüzünde…
Ve baktım;
Ben de hüzünlüydüm…
Çok, çok hüzünlüydüm hem de…
Atatürk, bunu hak etmiyor.
Bunu biliyorum ve bu sorunun net yanıtı olduğu için, bu soruda bir sorun yok…
Pekâlâ, bizim sorunumuz ne?
Özgürlükler vermiş bize; yurt vermiş; varlığını bizler için harcamış; gelecek için uyarmış; akıl ve bilimden sapmayın, bağımsız olun, adam olun; dince kutsal değerleri gündelik siyasetin içine sokup yıpratmayın, aydınlanın; çağdaşlaşın; yoksa bu gericilik sizi yutar demiş…
Kötü mü etmiş?
Pekala bizim derdimiz ne ki; içimizde bu denli öfkeli, garip, anlaşılmaz yoğunluklar içinde kötü duygular geliştiriyoruz?
Ruh hastası mıyız?
Aklımızı mı yedik?
İçimizde bu öfkeyi nasıl yaşatabiliyoruz?
Bunların yanıtı var mı?
Yanıt:
Yok…
Yoksa demek ki bu düşünceyi içinde taşıyanların da bir değeri yok.
Zaten “yok” olanı; “yok” hükmünde sayıyorum ve hüzünlü iç dünyama bakıyorum ve kendi kendime mırıldanıyorum:
Dışarıda deli dalgalar;
Gelip duvarları yalar…
Seni bu dertler oyalar;
Aldırma gönül aldırma…
ADD Çanakkale Şubesi’nden :
14-20 Nisan Şehitleri Anma Haftası Açıklaması
Dr. Akyalçın’dan anma iletisi :
Atatürkçü Düşünce Derneği Çanakkale Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı Yrd. Doç. Dr. Necmi Akyalçın, Şehitler Haftası nedeniyle açıklama yaptı.
ADD Çanakkale Şube Başkanı Yrd. Doç. Dr. Necmi Akyalçın;
Sevgi ve saygı ile. |
Dostlar,
Av. Cemil Can‘dan oldukça sert bir ileti ulaştı..
Tonunu ve biçemini (üslubunu) epey ağır bulsak da, içerik büyük ölçüde doğru korkarız..
İlgililerinin bu eleştirilere de sabırla kulak kabartması bize göre yararlı olur..
(Anlama dokunmadan, bir ölçüde dilini arılaştırdık..)
Av. Can, ilgili anayasa ve yasa maddelerini de eklemiş..
Sevgi ve saygı ile.
17 Nisan 2014, Ankara
Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
===================================
Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde (1) yargılanmak da var!
İngiliz The Independet gazetesinden Robert Fisk’ten sonra (2), ABD’li gazeteci
Seymour M. Hersh, Suriye’de muhaliflerin kullandığı ve yüzlerce kişinin ölümüne
neden olan “sarin” gazı ile ilgili olarak Türkiye’yi işaret etti (3). B
atı’nın ünlü yazarları, savlarını 2 temel kanıta dayandırıldılar:
Biri, sarin gazının Moskova’nın daha önce Libya’ya sattığı stoklardan geldiğidir,
öbürü 10 El-Nusra militanı hakkında Türkiye’de açılan davanın 130 sayfalık iddianamesinde yapılan açıklamalardır… Pulitzer ödüllü gazeteci Hersh,
ABD Savunma Bakanlığı İstihbarat Teşkilatı Başkan Yardımcısı David Shedd’e hitaben yazılan raporda:
yazıldığını açıklamıştır…
El-Kaide’nin “sarin” gazını hayvanlar üzerinde denediği de yazılan raporda;
El-Nusra cephesi bağlantılı “Sarin Üretim Hücresi”nin 11 Eylül 2011 öncesindeki
El-Kaide bağlantılı hücreden bu yana en ileri sarin üretim merkezi olduğu belirtilmiş…
Görünüşe bakılırsa, ABD, Esat rejimini yıkma planının başarısızlıkla sonuçlanmasından Türkiye’yi sorumlu tutacak. O kadarla kalsalar iyi. Suriye’nin
daha önce, Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne Türkiye hakkında yaptığı başvurusu da hesaba katılırsa; birbirini tamamlayan bu süreç sonunda,
ABD’nin dostluk anlayışı böyledir işte. Arkasındaki halk desteğini çekemediği Erdoğan’ı, ancak bu şekilde saf dışı edebileceğini düşünmektedir!..
Anlayacağınız ABD yine bir taşla iki kuş vurma peşindedir. Şanghay İşbirliği Örgütü önündeki yenilgisini dünya kamuoyundan bu operasyonla gizlerken, bir taraftan bu operasyonla “başarı” gibi gösterecek, öte yandan da söz dinlemeyen “stratejik ortağı” Erdoğan’dan kurtulmuş olacaktır!.. Aynı zamanda Erdoğan’ın yerine gelecek olana (olasılıkla Kılıçdaroğlu olacaktır) da peşinen gözdağını vermiş olmaktadır…
***
Hacı Efendi! Dini kirli siyasete alet etmeye mecbur musun?
Diyanet işleri partisi (AS: DİB kastdiliyor..), eski bakan Egemen Bağış’ın
“Bakara-makara” sözlerini “Din ve dince kutsal sayılan değerleri alaya almak” olarak değerlendirdikten sonra, “Alaycılık kadar, yapılan konuşmayı teşhir etmenin de
gayri ahlakı olduğunu” vurgulayarak, eski bakanın eleştirilip kınanmasını dinsel açıdan yasakladı!.. Öyle ya, dince kutsal sayılan değerlerle alay eden birini
teşhir etmeden, kınamak olanaklı olamayacağı için, Diyanet’in yaptığı;
olayın üzerinin örtülerek, unutulmasını sağlamaktır.
Dİ Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, bizi temsil eden bakanların dinle alay etmelerinin gizli tutulmasını önermektedir. Böyle kişilerin gerçek yüzlerinin görülmesini acaba neden istemiyor? Halkın dinsel duyguları ile alay eden insanın
teşhir edilmesinin neresi ahlak dışıdır? Görmez, “İslam dini, kamu hukukuna tecavüz olmadığı müddetçe, kötülük ve günahın teşhirini kabul etmez..” diyerek, Bağış’ın sözlerinin kamu hukukuna tecavüz sayılmayacağını da savunuyor.
Bu şekilde, dinsel alandan çıkıp hukuk alanında da “fetva” veriyor…
Anayasamız, 24. maddesi ile koruma altına aldığı dinsel inanç ve duyguların
istismar edilip kötüye kullanılmasını da yasaklıyor. Aynı biçimde, dinsel değerler,
Türk Ceza Yasası’nın 115, 125, 153 ve 158. maddelerinde (*) belirtilen suçların ağırlaştırma nedeni olarak gösterilmektedir. Bunlara ek olarak 216. maddede (**) Egemen Bağış’ın sözlerinin doğrudan suç olduğu açıklanmıştır.
“Halkı kin ve düşmanlığa tahrik ve aşağılama” suçu “Halkın bir kesiminin benimsediği dinsel değerleri açıkça aşağılayan kimse” diyerek, “dinsel değerler” ile tanımlamış bulunmaktadır. Durumun böyle olmasına karşın Diyanet İşleri Başkanı’nın,
durumu “kamu hukukuna tecavüz” olarak görmemiş olması düşündürücüdür…
Diyanet İşleri Başkanı, Eski AB Bakanı Egemen Bağış için doğrudan “kamu hukuku” alanına giren (4) “ceza hukuku”nu bile bu alanın dışına çıkartmayı göze alabilmiştir. O’nun bu çabası, Devletin ve dinin kimlerin eline geçtiğini göstermek bakımından
oldukça anlamlıdır…
17 Aralık (AS:2013) rüşvet ve yolsuzluk operasyonları ile temel dini değerlerin sarsılmasını göremeyen ve bu konularda bir tek söz söylemeyen Diyanet’in, Egemen Bağış’ı korumak için böyle özel bir çaba içerisine girmesi, bu anayasal kurumun da yozlaşıp, temel görevlerinden uzaklaştığını, iktidarın hukuka ve ahlaka aykırı icraatlarını gizlemeyi üzerine bir görev olarak aldığının en çarpıcı kanıtıdır…
***
Bu denli de pişkinlik olmaz, insanda biraz yüz olur!..
Emniyet ve Jandarma’nın ortaklaşa hazırladıkları “Çözüm Süreci-PKK Raporu”ndan çıkan sonuç:
“PKK’nın silahlı unsurlarının sınır dışına çekilmesi 3 ayla sınırlı kaldı. PKK’lılar
yurt dışındaki kamplarında eğitilerek geri döndüler. Örgüte yeni 2000 katılım var.“
“Analar ağlamasın, şehit cenazeleri gelmesin” edebiyatı ile AKP-PKK planına payanda olan Kılıçdaroğlu, “Açılım kimsenin tekelinde değil” diyedursun,
atı alan çoktan Üsküdar’ı geçmiştir. Erdoğan’ın yerel seçimleri etkilemek amacıyla
PKK ile yaptığı anlaşma, istediği sonuçları vermiştir. AKP, geçen yerel seçimlerde %38 olan oy oranını, %44’e çıkartarak, Recep Bey’i deliğe süpürülmekten kurtarmıştır!..
Adeta CHP tabanı ile alay eden Kılıçların efendisi, “Sandıktan bize daha çok çalışın mesajı çıktı” diyerek, istifa etmeyi aklının ucundan bile geçirmediğini ortaya koymuştur. Tıpkı yardımcısı Gökhan Günaydın gibi, O da Yeni CHP’nin uyguladığı politikaların “doğru” olduğunda ısrarcıdır… Tabanın tepkisini boşaltmak için ayarlanmış gençlerden oluşan, sözde “CHP’yi işgal” planı da bir işe yaramamıştır!.. İnandırıcılıkları yok tabii ki. Yollarına kırmızı halılar serilen “Atatürk’ün yurttaşları”nı Yeni CHP’nin gerçek genel başkanı TR 705 numaralı Sezgin Tanrıkulu, döner-ayranla karşılamıştır…
Bu tür yapay gösterilerle, başarısızlıklarını gizleyeceğini sanan genel merkez yöneticilerinin, maskeleri düşmüş ve gerçek yüzleri iyice ortaya çıkmıştır…
Halbuki halkın Yeni CHP’ye verdiği ileti son derece açıktır:
Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’e karşı darbe yapılırken, Mustafa Kemal’in askeri olup direnme yerine, evlerinde oturmayı tercih eden, Gezi Direnişi’ni TV’lerden seyreden, Atatürkçülük yerine liberalizmi ve 2. cumhuriyeti savunan
Soroscu gençlik, Ulu Önderin “Ey Türk Gençliği” yine seslendiği gençlik değildir!..Dolayısıyla onlar, Aslanlı Yol’da buluşan Türk gençliğini
temsil edemezler!..
Yerel seçim sandığından çıkan iletiye gelince:
Türk halkı, Kılıçdaroğlu’nun sandığı gibi kendilerine “daha çok çalışın” dememiştir!.. Halkın iletisi son derece açık ve anlaşılır biçimdedir: Komployla ele geçirdiğiniz CHP’den istifa edip gidiniz, varlığınıza lanet olsun, sizin gibilerin oyu bile CHP’ye gerekli değildir!..
aynı zamanda denmiştir ki: Güvenilir bir lider değilsin!.. 12 yıllık AKP iktidarında; hükümeti sabun gibi eritip bitirecek bu denli olay yaşanmasına karşın, ana muhalefetin oy yitirmesine, iktidarın yükselmesine neden olmuşsun. Basiretsiz birisin. Demek ki,
bu halk seni Recep Tayyip Erdoğan’dan daha tehlikeli ve beceriksiz olarak görmektedir. O’na bile bir dönem daha katlanmayı göze almış ama seni elinin tersi ile deliğe süpürmek zorunda kalmıştır… Buna karşın, bütün bu olup bitenlerden
“daha çok çalışın” iletisini çıkartmışsın öyle mi?..
Kemal Efendi; şu gerçeği gör artık :
Erdoğan yerine, ABD’nin BOP’ne eşbaşkan olmaya istekli olan kişi, antiemperyalist mücadelenin karargahı olan CHP’de genel başkanlık koltuğuna oturamaz!..
Senin ve ekibinin varlığı, CHP’ye bir şey katmaz. Siz olmasanız da CHP tabelası bile
%25 oyu her zaman alır. Varlığınız her zaman eksi hanesine yazılır…
Yolunuz Atlantik ötesine kadar açıktır…
Haydi güle güle!..
Av. Cemil Can
(imzasıyla, gamzeyildirim61@gmail.com eliyle)
DİPNOTLAR
(1) http://tr.
(2) http://www.bbc.co.uk/turkce/
(3) http://www.lrb.co.
(*) Anayasa hükümleri :
MADDE 24- Herkes, vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir. 14 üncü madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet, dinî âyin ve törenler serbesttir. Kimse, ibadete, dinî âyin ve törenlere katılmaya, dinî inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dinî inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz.
Din ve ahlâk eğitim ve öğretimi Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır.
Din kültürü ve ahlâk öğretimi ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır. Bunun dışındaki din eğitim ve öğretimi ancak, kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanunî temsilcisinin talebine bağlıdır.
Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasî veya hukukî temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasî veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz.
Türk Ceza Yasası
İnanç, düşünce ve kanaat hürriyetinin kullanılmasını engelleme
MADDE 115. – (1) Cebir veya tehdit kullanarak, bir kimseyi dinî, siyasî, sosyal, felsefi inanç, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya veya değiştirmeye zorlayan ya da bunları açıklamaktan, yaymaktan meneden kişi, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
(2) Dinî ibadet ve ayinlerin toplu olarak yapılmasının, cebir veya tehdit kullanılarak ya da hukuka aykırı başka bir davranışla engellenmesi hâlinde, yukarıdaki fıkraya göre ceza verilir.
Hakaret
MADDE 125. – (1) Bir kimseye onur, şeref ve saygınlığını rencide edebilecek nitelikte somut bir fiil veya olgu isnat eden ya da yakıştırmalarda bulunmak veya sövmek suretiyle bir kimsenin onur, şeref ve saygınlığına saldıran kişi, üç aydan iki yıla kadar hapis veya adlî para cezası ile cezalandırılır. Mağdurun gıyabında hakaretin cezalandırılabilmesi için fiilin en az üç kişiyle ihtilât ederek işlenmesi gerekir.
(2) Fiilin, mağduru muhatap alan sesli, yazılı veya görüntülü bir iletiyle işlenmesi hâlinde, yukarıdaki fıkrada belirtilen cezaya hükmolunur.
(3) Hakaret suçunun;
a) Kamu görevlisine karşı görevinden dolayı,
b) Dinî, siyasî, sosyal, felsefi inanç, düşünce ve kanaatlerini açıklamasından, değiştirmesinden, yaymaya çalışmasından, mensup olduğu dinin emir ve yasaklarına uygun davranmasından dolayı,
c) Kişinin mensup bulunduğu dine göre kutsal sayılan değerlerden bahisle,
İşlenmesi hâlinde, cezanın alt sınırı bir yıldan az olamaz.
(4) Ceza, hakaretin alenen işlenmesi hâlinde, altıda biri;
basın ve yayın yoluyla işlenmesi hâlinde, üçte biri oranında artırılır.
(5) Kurul hâlinde çalışan kamu görevlilerine görevlerinden dolayı hakaret edilmesi hâlinde suç, kurulu oluşturan üyelere karşı işlenmiş sayılır.
MADDE 153. – (1) İbadethanelere, bunların eklentilerine, buralardaki eşyaya, mezarlara, bunların üzerindeki yapılara, mezarlıklardaki tesislere, mezarlıkların korunmasına yönelik olarak yapılan yapılara yıkmak, bozmak veya kırmak suretiyle zarar veren kişi, bir yıldan dört yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
(2) Birinci fıkrada belirtilen yerleri ve yapıları kirleten kişi, üç aydan bir yıla kadar hapis veya adlî para cezası ile cezalandırılır.
(3) Birinci ve ikinci fıkralardaki fiillerin, ilgili dinî inanışı benimseyen toplum kesimini tahkir maksadıyla işlenmesi hâlinde, verilecek ceza üçte biri oranında artırılır.
Nitelikli dolandırıcılık
MADDE 158. – (1) Dolandırıcılık suçunun;
a) Dinî inanç ve duyguların istismar edilmesi suretiyle,
b) Kişinin içinde bulunduğu tehlikeli durum veya zor şartlardan yararlanmak suretiyle,
c) Kişinin algılama yeteneğinin zayıflığından yararlanmak suretiyle,
d) Kamu kurum ve kuruluşlarının, kamu meslek kuruluşlarının, siyasî parti, vakıf veya dernek tüzel kişiliklerinin araç olarak kullanılması suretiyle,
e) Kamu kurum ve kuruluşlarının zararına olarak,
f) Bilişim sistemlerinin, banka veya kredi kurumlarının araç olarak kullanılması suretiyle,
g) Basın ve yayın araçlarının sağladığı kolaylıktan yararlanmak suretiyle,
h) Tacir veya şirket yöneticisi olan ya da şirket adına hareket eden kişilerin ticari faaliyetleri sırasında; kooperatif yöneticilerinin kooperatifin faaliyeti kapsamında,
i) Serbest meslek sahibi kişiler tarafından, mesleklerinden dolayı kendilerine duyulan güvenin kötüye kullanılması suretiyle,
j) Banka veya diğer kredi kurumlarınca tahsis edilmemesi gereken bir kredinin açılmasını sağlamak maksadıyla,
k) Sigorta bedelini almak maksadıyla,
İşlenmesi hâlinde, iki yıldan yedi yıla kadar hapis ve beşbin güne kadar adlî para cezasına hükmolunur.
(2) Kamu görevlileriyle ilişkisinin olduğundan, onlar nezdinde hatırı sayıldığından bahisle ve belli bir işin gördürüleceği vaadiyle aldatarak, başkasından menfaat
temin eden kişi, yukarıdaki fıkra hükmüne göre cezalandırılır.
(**) Halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama
MADDE 216. – (1) Halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik eden kimse, bu nedenle kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkması halinde, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
(2) Halkın bir kesimini, sosyal sınıf, ırk, din, mezhep, cinsiyet veya bölge farklılığına dayanarak alenen aşağılayan kişi, altı aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
(3) Halkın bir kesiminin benimsediği dinî değerleri alenen aşağılayan kişi, fiilin kamu barışını bozmaya elverişli olması hâlinde, altı aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
Dostlar,
Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Deneği,
Köy Enstitülerinin kuruluşunun 74. yılı nedeiyle bu yıl da etkinlikler düzenlemekte.
Planlarının büyük ATATÜRK döneminde yapılması, 1940’ta kıyametin ortasında
3008 sayılı yasa açılış, 2. Büyük Dünya Paylaşım Savaşı’nın cehennem koşullarında
çok ağır yokluk ve yoksunluk içinde serpiliş, ülke genelinde yayılarak sayıca
21 Aydınlık Enstitü‘ye ulaşma ve kalkınmayı kırsaldan başlatma tasarımı,
Hasan Ali Yücel – İsmail Hakkı Tonguç gibi efsane öncüler ve onlara
uygun politik iklim sağlayan CHP yönetimi – Cumhurbaşkanı İsmet İNÖNÜ…
Topu topu 14 yılda 20 bini aşkın GERÇEK AYDIN yetiştirme ve 1954’te
DP döneminde Menderes’in Başbakan olduğu hükümette,
MEB R. Şemsettin Sirer eliyle tarihin derinliklerine gömülme..
TBMM’de Van DP Milletvekili Kinyas Kartal‘ın kulak tırmalayan, tarihi yırtan sözleri :
Artı :
Veeee. geldik bu günlereee.
– Her yer İHO-İHL,
– Her yer Cemaat okulu ve dersanesi,
– Her yer Kuran kursu,
– Anayasal zorunlu din dersi (1982 Anyasası ile) ve
– okullarda “seçmeli” mantık – felsefe dersleri ile azaltılan matematik saatleri fakat bunların yerine Arapça, Peygamberin Hayatı… gibi dersler..
– PISA eğitim yarışmalarında nal toplayan Türkiye fakat okullarında akıllı tahtalar var, öğrencilerin de pad bilgisayarları.. İçilecek ayran yok ama atla gidiyoruz ……ye..
Encamımız hayrola..
Olağanüstü “Köy Enstitüsü” tasarımının ve yürütümünün tüm emekçilerine ve
sayıları çoook azalan yaşayan – yaşamayan bitirenlerine engin hürmet ve şükranla..
Türkiye, benzer bir Eğitim Devrimini yaşama geçirmek zorunda..
Derneğin etkinlik planı aşağıda..
Kolay gele ve çok başarılı ola dileriz..
Sevgi ve saygı ile.
15 Nisan 2014, Ankara
Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
Dostlar,
Bu gün “DÜNYA SAĞLIK GÜNÜ“!
2. Büyük Dünya Paylaşım Savaşı’nın ardından Birleşmiş Milletler sistemine geçildiğini biliyoruz. “Milletler Cemiyeti” başarılı olamamış, 2. Büyük savaşı engelleyememişti. Yeni sistem ,yeni ve etkin kurumlaşmalar ve düzenekler getirmeliydi kalıcı barış için. Bunların başında BM Güvenlik Konseyi uluslararası toplumun yaptırım gücü geliyor.. Yaptırımlar çeşitlendirilmiş durumda : Diplomatik, politik, ekonomik, ticari ve askeri.. “Koalisyon güçleri” oluşturarak sıcak çatışmalı
askeri müdahale dahil.
24 Ekim 1945’te NewYork’ta açılan BM örgütü, bir bakıma soğuk savaşın başlangıcını ve Dünyanın hegemon gücünün İngiltere’den ABD’ye, Londra’dan NewYork’a geçişini de tarihlemekteydi. Doğu ve Batı Blokları oluşmuş ve 2 kutuplu stratejinin geriliminde küresel siyaset mayalanmıştı. Ancak nükleer caydırıcılık (nuclear deterrance) ile frenlenebilen polarizasyon yaklaşık 45 yıl sürmüş ve SSCB’nin dağılmasıyla (26 Aralık 1991) bir ABD monopolüne dönüşmüştü.. Günümüzde ise bu kez çok kutuplu bir denge var..
Her neyse…
Yeni BM yapılanması bir Dünya Hükümetini andırmaktaydı. Örn. Dünya Sağlık Örgütü – DSÖ (World Health Organisation – WHO) Cenevre’de kurulmuş ve küresel sağlık sorunları onun yetki ve sorumluluğuna bırakılmıştı. Dünyaya dağılmış 6 bölgeliydi.
UNEP (United Nations Environmental Program) Kenya / Nairobi’de kurulmuş ve küresel çevre sorunları da onun yetki ve sorumluluğuna bırakılmıştı… UNESCO, UNICEF, FAO.. benzer yapı ve işlevli kurumlardı. ILO ise taa 1919’lardan gelmekteydi ve Türkiye, Büyük ATATÜRK döneminde 1932’de bu Örgüte üye olmuştu.
ILO (International Labour Organisation), Uluslararası Çalışma Örgütü olarak dilimize çevrildi ve bir tür küresel Çalışma – Sosyal Güvenlik Bakanılığı işlevi üstlenmişti.
Türkiye BM’nin kurucu üyeleri arasında yer aldı. Bu amaçla BM örgütünün ana sözleşmesini (anayasasını) ülke parlamentosunda onamak gerekiyordu, yapıldı.
Türkiye DSÖ’ye de üye oldu. Benzer yolla DSÖ’nün ana sözleşmesini (anayasasını) ülke parlamentosunda onamak gerekiyordu, bu da yapıldı. DSÖ Anayasası, 1947’de 5062 sayılı yasa ile TBMM’de onandı ve uluslararası andlaşma niteliği kazandı.
Bilindiği gibi Anayasa’nın 90. maddesi Mayıs 2004’te değiştirildi ve son biçimiyle şöyle (kısaltılarak):
D. Milletlerarası andlaşmaları uygun bulma
Böylelikle, “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar
kanun hükmünde” kılınmıştır. Bu bağlamda DSÖ Anayasası TBMM’de bir yasa ile uygun bulunduğuna göre, iç hukuktaki yasalarla eşdeğerdedir ve Anayasa’ya aykırılığı ileri sürülemeyecektir. Dahası, DSÖ Anayasası (Ana Sözleşmesi) = T.C.’nin 5062 sayılı yasası, “temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşma” olması nedeniyle de ek bir üstünlük sahibidir ve ulusal yasalarla çelişmesi durumunda bu Andlaşma hükümleri uygulanacaktır (üstün hukuk normu).
İlk sıra YAŞAM HAKKI’nındır. Bu hakkı anlamlı kılan, içini dolduran ise sağlıklı ve onurlu olmasıdır. Nitekim BM’den 3 yıl kadar sonra 10 Aralık 1948’de benimsenen ve Türkiye’nin de “taraf olduğu” (bu terim uluslararası bir teknik hukuk terimidir..)
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi (İHEB), 25. maddesinde SAĞLIK hakkını
apaçık tanımlamıştır :
*******
DSÖ, başlangıç yıllarında Dünya sağlığı için anlamlı hizmetler vermiştir.
Özellikle dünyanın gelişmemiş bölgelerinde, Afrika’nın derinliklerinde, G. Amerika’da
ve uzak doğu Asya’da bulaşıcı hastalıkların denetimi ve yönetimi için bu ülkelere yol göstermiş; teknik ve insangücü, lojistik desteği sağlamıştır.
Genişletilmiş Aşı Programları (EPI), daha sonra GAVI stratejisi özellikle anılabilir.
Dr. Halfdan Mahler‘in DSÖ Genel Başkanı olduğu yıllarda benimsenen “HFA-2000” projesi bizleri de ilk hekimlik yıllarımızda çok heyecanlandırmıştı. Kazakistan’ın başkenti Alma-Ata’da 1978’de toplanan DSÖ üyesi ülkeler, ünlü Alma-Ata Bildirgesi‘ne
imza koymuşlar ve “2000 Yılına Dek Herkese Sağlık” hedefini evrensel düzeye taşımışlardır.
Ne var ki, ilerleyen zaman, özellikle 1980’ler sonrası ve SSCB’nin dağılmasından sonra hızlanarak abanan KÜRESELLEŞ-tir-ME = Yeni emperyalizm süreci tüm akışı alt üst etmiştir. DSÖ hızla DB (Dünya Bankası) ve IMF güdümüne sokulmuştur ne yazık ki..
Alma-Ata Bildirgesi hedefleri unutturulmuş, “21. Yüzyıl İçin 21 Hedef” konmuş, ardından da “2020 Hedefleri” önerilmiştir.
DSÖ küresel sermayenin güdümünden çıkarılmalıdır..
Bu nasıl olacaktır??
2013 boyunca temel tema HİPERTANSİYON idi DSÖ için..
Sessiz katil (Silent killer)..
2014 için vektörlerle bulaşan hastalıklar öne çıkarılıyor..
Small bite – big threat.. Küçük ısırık – büyük tehdit..
Kolay gelsin ve sağlıklı bir 2014 dileyelim..
Sevgi ve saygı ile.
7 Nisan 2014, Ankara
Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
Kanser Haftası, Sürdürülemeyen Harcamalar ve Ne Yapmalı??
Dostlar,
Her yıl Nisan ayı başında Kanser Haftası etkinlikleri düzenleniyor..
9. Kanserli Hastalar Kongresi, bu yıl Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi
İbni Sina Hastanesi Hasan Ali Yücel Konf. Salonunda yapılacak.
Tarih 11 Nisan 2014 Cuma, sabahtan akşama dek gün boyu..
Programı görmek için lütfen tıklayınız..
9._Kanserli_Hastalar_Kongresi_11.4.14
Bu kongreler gerçekten çok yararlı oluyor. Kanserli hastalar ve yakınlarıyla bu alanın uzmanları bir araya gelerek gün boyu, çok boyutlu KANSER sorununu enine boyuna irdeliyorlar. Hastalar ve hekimler deneyimlerini paylaşıyorlar, duygudaş (empatik)
bir iletişim ortamı doğuyor.
“Kanser” artık neredeyse bir tür “kronik hastalık” niteliği kazandı.
2 nedenle :
– Çok yaygınlaştı
– Bu hastaların sağkalım (survival) süresi ve nitelikli yaşamı “epey” uzadı..
Bu arada bir şey daha oldu : Hastalığın sağaltımı giderek karmaşık ve pahalı olmaya başladı. “Kişiye özel” ve “hücre reseptörleri düzeyinde etkili” ilaçlar (Kemoterapötikler) ne yazık ki çok ama çok pahalı. Geçtiğimiz aylarda bir ilaç firması, “Zaten biz bu ilaçları yoksullar için üretmiyoruz..” bağlamında bir tümce kullandı ve epey eleştiri aldı.
Bu ilaçların geliştirilmesi ortalama 10 yıla varan bir süre alıyor ve yaklaşık 500 milyon $ dolayında harcama gerektiriyor. Bu AR-GE bedelini ancak büyük çokuluslu
(Multi-national) şirketler (ÇUŞ) karşılayabiliyor. Devletin Tıp / Eczacılık Fakültelerinin,
Gen ve Moleküler Biyoloji Bölümlerinin, Biyoteknoloji Enstitülerinin ya da hekim – eczacı meslek örgütlerinin (TTB – Türk Tabipleri Birliği ve TEB : Türk Ezacılar Birliği) bu tür bir yapılanması, girişim planı ve işleyişi yok.. Alan, -tıbbi tekonoloji gibi- tümüyle
küresel – uluslararası sermayeye devredilmiş durumda. Kamusal kurumlar
sınırlı denetim ve ruhsatlandırma işlevi görüyor. Türkiye’de Sağlık Bakanlığı İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu Başkanlığı, ABD’de FDA (Food and Drug Administration) gibi.
Üstelik kanser ölümlerin %60’ı ve yeni kanser tanılarının yarıdan çoğu gelişmekte olan ülkelerde gerçekleşiyor. Kimi kanser türlerinin sağaltımı olmasına karşın,
gelişmekte olan ülkelere girmesi gecikiyor.
Ülkemizde her yıl, yaklaşık yüz binde 200 dolayında bir kanser insidens hızı ile,
80 milyon nüfus için 160 bine yakın “yeni” kanser olgusu bekliyoruz. Dünyada ise,
7.5 milyar nüfus için bu rakam yaklaşık 15 milyon dolayında. Her yıl 8 milyon dolayında dünyalının da kanser nedeniyle öldüğü kestiriliyor (Globocan verileri). Toplam ölümler yaklaşık 60 milyon iken, hemen hemen her 7-8 ölümden 1’inin nedeni kanser..
Ölüm nedenleri içinde ilk sırayı çok utanç verici ama AÇLIK alıyor ne yazık ki.
Her yıl 11 milyon kadar dünyalı açlıktan ölüyor ve her 5-6 ölümden 1’i demek bu!
(DSÖ ve FAO verileri)
Sağaltım bedelleri öylesine tırmanıyor ki; neredeyse toplam sağlık giderlerinin %2-25’i bu sorun için yapılıyor. Yıllık harcama 1 Trilyon doları aşıyor. Türkiye’nin 2014 merkezi yönetim bütçesi 436 Milyar TL, yaklaşık 200 Milyar Dolar bile değil.. (33 Milyar TL’si de açık!). Dolayısıyla Dünyanın Kanser harcaması Türkiye bütçesinin 5 katını aşıyor. Türkiye’nin ise, elde güvenilir istatistikler olmamakla birlikte, benzer eğilimler içinde olduğu söylenebilir. Dolayısıyla, toplam ulusal gelirinin yaklaşık %6’sını sağlık için harcayan ülkemizde, kanser giderlerinin bu toplamın 1/4’ü ya da 1/5’i olduğu kestirilebilir. 2013 için yaklaşık 850 Milyar $ olan TUG’in (Toplam Ulusal Gelir – GSMH) %6’sı olan 51 Milyar $ toplam sağlık giderinin 1/4-1/5’inin kanser harcaması olabileceği hesabıyla (TUG içinde % 1,2 -1,5), 10.2 – 12,75 Milyar $ gibi bir rakam hesaplanabilir.
Salt SGK’nın harcamalarından kalkarak yaklaşık bir kestirim güçtür. Özel sigortaların
ve cepten harcamaların, kayıt dışı giderlerin de dikkate alınması gerekir. Türkiye’de
tüm sağlık giderlerinin uluslararası muhasebe kurallarına uygun muhasebeleştirildiğini söylemek olanaksızdır. 2-3 onyıl kadar önce Türkiye’nin toplam sağlık gideri ulusal gelirin %2,5’i dolayında idi. Günümüzde bu rakam 2,5-3 katına koşmaktadır.
Salt güncel kanser harcamalarının bile yakın geçmişin toplam harcamalarının
yarısına erişmesi çok düşündürücüdür.
SGK, kanser harcamalarının 2030’da 458 Milyar Dolar’a tırmanacağı
öngörüsünde bulunmaktadır!
Sağlık Ekonomisi bakımından kaldırılamaz bir kanser yükü ile karşı karşıyayız.
Bir yanda yeni sağaltım yöntemleri ve çok daha sınırlı olmak üzere korunma önlemleri;
öbür yanda giderek artan yeni kanser olguları ve türleri; çok pahalılaşan sağaltım..
2 olgu yalınkılıç savaştalar adeta…
İnsanlığın geleceği kime ve neye emanet??
Çokuluslu küresel sermaye şirketlerine mi??
Özelleştirilmiş – piyasaya terkedilmiş kar sigortacılığı temelli sözde liberal özde vahşi sağlık şirketlerine mi??
Savaşımın hem tıbbi hem de sosyo-ekonomik kulvarda halk yığınlarıyla sürdürülmesi gerek. Hem Devletler asli sorumluluğuna davet edilmeli, hem kürsel şirketler insani sorumluluğa.. hem de
Koruyucu sağlık hizmetlerini öne çekmeden başarı olanaksız!
Bu ise piyasaya terkedilmiş bir sistematikte hayal. Çünkü piyasanın tunç yasası MAKSİMUM KÂRDIR! İnsanlar daha çok hastalanmalıdır ki, hastalıklı yapı kâr etsin!
Sağlık hizmetlerinin kamu eliyle verilmesi, piyasanın çok sınırlandırılması ve önceliğin de kesin olarak KORUYUCU SAĞLIK HİZMETLERİNE VERİLMESİ GEREKİYOR.
Başka hiçbir çıkış yolu yok..
Bir an önce, hem de küresel boyutta bu politikalara yönelmemiz gerekiyor.
Zaten liberalizmin kurucu ideolojik babası Adam Smith de
aynen şöyle buyurmamış mıydı??
7 Nisan Dünya Sağlık Günü’nde “herkese sağlık” diliyoruz her şeye karşın..
Sevgi ve saygı ile.
7 Nisan 2014, Ankara
Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
5 Nisan Avukatlar Günü İçin Türkiye Barolar Birliği Basın Açıklaması
Önceki gün, 5 Nisan, “AVUKATLAR GÜNÜ” ydü.
Biz 4/5 Nisan gecesi CEVİZKABUĞU programında Sn. Hulki Cevizoğlu‘nun
konuğu idik ve Yeni AKİT Gazetesi İmtiyaz Sahibi Sn. R. F. Uğurlu ile
YEREL SEÇİM SONUÇLARINI tartışmakta idik.
Bu programın gösterimi bu günlerde yinelenecek..
Gecenin çok ilerleyen saatlerinde otelimize gelebilmiş ve birkaç saat uykudan sonra Ankara’ya dönüşe geçmiştik. O yorgunluk içinde atladık..
Dün, Sn. Nurullah Aydın’ın konuya ilişkin yazısını paylaştık.
Bu gün de Türkiye Barolar Birliği ve Baroların ortak basın açıklamasını
paylaşmak isteriz.
Tüm Avukat dostlarımızdan, başta Avukat kızkardeşimizden bağış diliyoruz..
Hukuksal yardım aldıklarımıza öncelikle olmak üzere, günleri kutlu ve mutlu olsun dileriz.
Ülkemizin şu çoooook zor günlerinde onlara çok gereksinimimiz var..
Her şey gönüllerince olsun ve hakka – adalete – hukuk devletine hizmet eden
tüm dürüst ve yürekli avukatlara bizden de selam olsun..
Sevgi ve saygı ile.
7 Nisan 2014, Ankara
Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
Dostlar,
Görünen o ki, 30 Mart 2014 gece yarısı saat 23.37’de AKP gene % 40’ın üzerinde oyla Türkiye genelinde 1. parti. Önceki genel seçimlerde %38 oy almıştı.
Oylarını hemen hemen koruyor.. Bunca olumsuz olaya karşın !??
Bu tablonun irdelemesi uzun boylu yapılacaktır elbette..
Önce sonuçları kesin olarak görmeyi beklemek gerekir.
Elektrik kesilmeleri dahil, iktidar bu gibi tehlikeli yöntemlere asla başvurmadan sonuçları adil, saydam ve güvenilir biçimde ilan etme sorumluğu altındadır.
YSK tarihsel ve ağır bir sorumlukla yüzyüzedir.
Biz tam da bu kesitte, yaklaşık 50 yıl önce, seçimlerde zafer sarhoşluğuna kapılarak
bir dizi demokrasi dışı eyleme sürüklenen DP iktidarının kritik hatalarını anımsatmak ve AKP’lilerin dikkatini çekmek istiyoruz ..
Sevgi ve saygı ile.
31 Mart 2014, Ankara
Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
==========================================
“ARTIIK İZİ BEN BİLE KURTARAMAM“
(-Siyaset, ölülerden medet ummak işi değil, ülke sorunlarına çözüm bulma sanatıdır…)
Kemal Arı
Hemen anımsayalım.
Bu sözler kimin?
Kurtuluş Savaşı’nın en önemli isimlerinden, Batı Cephesi Komutanı; Lozan kahramanı, Atatürk’ten sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin 2. Cumhurbaşkanı; 2. Dünya Savaşı’na Türkiye’yi savaşa sokmama hünerini gösteren ve savaştan sonra da Türkiye’de
Tek Parti yönetimine son vererek, Demokrat Parti’nin kuruluşunun önünü açan
İsmet İnönü’nün…
Daha Atatürk’ün sağlığında bile, doğrudan Atatürk’e söz edemeyenler,
İsmet Paşa’yı hedeflerine alırlardı. Bu yazgı, Atatürk’ün ve hatta İsmet Paşa’nın ölümünden sonra da değişmedi. Giderek daha geniş bir biçim aldı:
Kim Türk Devrimi’ne ve onun getirdiği aydınlanma sürecine vurmak istiyorsa;
buyurun İsmet Paşa ortadaydı…
Sanki günah keçisi olmuş, bedeni ve varlığıyla devrimi simgeliyordu.
Sanki bu ülkenin çocuğu değil; ve sanki O, ülkesinin bağımsızlığı ve özgürlüğü için savaşmamıştı… Bayrağını başının üstünde tutmamış; büyük özverilere katlanmamış gibi görülüyor ve öyle anlatılıyordu…
Rıza Nur gibi kırıklar bile kimi çevrelerce göklere çıkarılırken;
O, değişik kesimlere bir türlü yaranamamıştı.
Saçma sapan suçlamalarla karşı karşıya kalmıştı: Yok paradan puldan Atatürk’ün resimlerini kaldırmıştı; güya O’nun döneminde Kur’an yasaklanmış;
camilerin kapılarına kilit vurulmuş, kapısına jandarma dikilmişti…
Anlamadan, bilmeden, kulaktan dolma ön yargılardı bunlar…
Dinin gereklerini millet öğrenmesin diye düşünenler, koyu bir taassup içinde,
Kuran’ın çevirisine bile karşıydılar oysa…
Tanrı; “Beni anlayın” diyor, onlar Tanrı ile kul arasına duvar örmeyi
dindarlık sayıyorlardı.
İsmet Paşa yanlış yapmadı mı?
Her insan yanlış yapar.
O da yapmıştır elbet; tıpkı Menderes’in, Bayar’ın yaptığı gibi…
Ancak O’na bir “vatan haini” demeye getirmelerin anlaşılabilecek, vicdani bir yanı
var mıydı?
Hayır…
Ancak acı olan, tarihsel verilerin hamaset duygularında sıyrılıp yerli yerine konulamamasından ve farkında olarak ya da olmayarak siyasal duruşu
“tarafgir” bir noktaya koymaktı…
Günümüz siyasetçilerinin işi, ölüler üzerinden değil, ülkenin gerçek sorunları üzerinden siyaset yapmak; ülkenin içinde bulunduğu sorunlara çözüm üretebilmektir…
Ancak, vicdan terazisine vurduğunuz zaman; hem İsmet İnönü hem de O’nun
ezeli karşıtı gibi görülen Celal Bayar’dan biri değerli de öteki değersiz olabilir mi?
Biz gelelim O’nun ünlü sözüne:
Kime demişti bu sözü? Demokrat Parti’nin önde gelenlerine…
Çünkü Demokrat Parti, iktidarının sonlarına doğru o denli akıl almaz işlere yönelmişti ki; iş normal iktidar muhalefet ilişkisinin çok ötesine geçmiş; Anayasa’yı ihlal eden girişimlerde bulunulmuş; ülkede keskin bir ayırımcılık başlamıştı. Basına önemli sansürler getirilmişti. “Meclis Tahkikat Komisyonu” adıyla bir komisyon kurularak, demokrasinin vazgeçilmez özelliklerinden biri olan muhalefetin sesi kısılmaya çalışılmıştı.
Dünya görmüş, deneyimli; bu deneyimleri nedeniyle sezgileri yüksek bir kişilik olan İsmet Paşa, ülkenin bu gerilimli durumunu görüyor; son gelişmelerde yurttaşların “bizden olanlar ve olmayanlar”, “Vatan Cephesi’nden olanlar ve olmayanlar” diye ayırıma uğradığını görüyor; bu ayırımcılığın yaratacağı felaketi sezinleyerek
tarihsel uyarılarını yapmaktan geri kalmıyordu.
Bu noktaya nasıl gelinmişti?
Kimi anımsatmalarda bulunalım:
Demokrat Parti 14 Mayıs 1950’de iktidar olarak, Tek Parti yönetimine son verdi.
Tek Parti’nin başında olan İsmet İnönü ise bütün samimiyetiyle Demokrat Parti’ye sorunsuz biçimde iktidarı bıraktı. Demokrat Parti zaman içinde devrimi, devrimin gerçekleştirdiklerini küçümseme, kamuoyunun önemli aktörleri olan üniversiteye ve basına baskılar yapmaya başlamıştı.
Bu arada güzel işler de oluyor; örneğin kırsal alan daha çok siyasetin içine çekiliyordu.
Ancak bu yapılırken, gereksiz ajitasyonlarla ülkede ikilik çıkarmaktan ve
geçmişe amansız ve acımasız eleştiriler getirmekten de geri kalınmıyordu.
1954 yılında bu durum, kimi özgürlükleri kısıtlayıcı bir nitelik aldı. Örneğin basın özgürlüğünün önüne kimi engeller konuldu. Hükümet, devlet tekelinde olan
radyo yayınlarına istediği gibi müdahale edebilecek yetkiler aldı. Bu olayların yanlışlığını savunan on kadar Demokrat Partili milletvekili partiden kovuldu.
Bu olayların demokratik bir tavır olmadığını savunan öğretim üyeleri üniversitelerdeki görevlerinden alınarak, Milli Eğitim Bakanlığı’nın emrine verildi.
İşler bununla kalsa iyi:
Örneğin, Kırşehir daha önce il yapılmışken, Demokrat Parti’yi yeterince desteklemediği için, yeniden ilçe yapıldı.
Necip Fazıl Kısakürek Demokrat Parti’den aldığı paralar karşılığında, Türk Devrimi’ni ve onun kazanımlarını kötülüyor; kalemini bir siyasal dava uğruna satarak kullanmasında iktidardan gereken desteği görüyordu.
Gazeteciler; iktidar yanlısı ve karşıtı olarak ayrılmışlar; karşıt görenler en küçük bir gerekçeyle tutuklanırken, yandaş olanlar suç da işleseler, kimi gerekçeler gösterilerek tutukluluk durumundan kurtuluyorlardı. Başta Metin Toker’in “Akis” i olmak üzere, azıcık eleştirel bir tutum içine giren basına akıl almaz baskılar uygulanıyor;
gezeteciler tutuklanıyor; yıllara varan hapis cezaları alıyor; hatta gazetenin
düzenli çıkmasını engellemek için gereken kağıt bile gazetelerden esirgeniyordu.
Hukuk Fakültesi’nin önemli öğretim üyelerinden Prof. Bülent Nuri Esen,
Demokrat Parti yönetimi için; “Demokrasi değil kakokrasidir” diyordu.
Demokrat Parti, ilerleyen yıllar içinde basına olan baskısını daha da artırdı.
1956 yılında yeni bir düzenleme yaparak muhalefetin iyice sesini kıstı.
Bu düzenleme ile birlikte, basın mensupları için ağır cezalar öngörülüyordu.
İş burada da kalmadı..
Vatan Cephesi’nin kurulması, üniversitelerde özgürlüklere vurulan zincirler dolayısıyla başlayan hareketler ortamı iyice gerdi. Giderek Demokrat Parti ordudan ve üniversitelerden gelecek hareketlerden çekinen bir noktaya geldi. Üstelik Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1957 seçimleriyle birlikte gittikçe artan bir ivmeyle oylarını çoğalttığını görünce, iyice vehime kapıldı. 18 Nisan 1960 günü çıkarılan bir yasa ile Meclis Tahkikat Encümeni kuruldu. Bu yasa ve ilgili encümen çalışmaları ile, Mecliste olan biten şeylerin bile kamuoyuna sızdırılması yasaklar kapsamına alınıyordu.
Meclis görüşmeleri ile ilgili haber yapılamayacaktı. Bu kararın çıkmasından önce,
bütün deneyimleriyle İsmet Paşa Demokrat Parti sıralarına bakarak, şunları söylemişti:
Gerçekten de bu ölümcül düzenleme sonucunda, İsmet Paşa’nın bu sözlerine
yer veren Ulus gazetesi sabaha karşı basıldı. Basılan gazete nüshalarına el konuldu. Örneğin, artık bu karardan sonra gazeteler Türkiye’deki öğrenci hareketlerinden değil de Kore’deki öğrenci hareketlerini haber olarak verebiliyordu.
Yasakçı bir zihniyet, basın özgürlüğünün önüne ağır bir taş gibi oturmuştu.
Yasakçılık; yasaklama ve sansür…
Gerçekleri perdelemek, olanı olduğundan farklı gösterme uğraşısı…
Siyaset dünyasının en acımasız aktörü, sansür ve yasaklamalardır.
Çünkü bu tavır toplumsal muhalefeti artırır, kuşkuları daha da büyütür ve
hiç beklenmedik kimi etkenler devreye girerek; yasakçının dünyasını alt üst eder…
Tarih, geçmişin birikiminden yararlanabileceğimiz en büyük hazinedir…
Ne demişti İsmet Paşa, yeniden anımsayalım:
–“Artık sizi ben bile kurtaramam!”
Dostlar,
Sayın Prof. Dr. Ali Ercan‘ın Nüfus (Demografi) konularındaki duyarlık ve katkısını
bu siteden sizler de biliyor ve izliyorsunuz. Özellikle 2000 – 2007 arasında 7 yılda nüfusun toplam 2,8 milyon, yılda ortalama 400 bin artışını pek haklı olarak sorgulamakta. Bu 7 yılda nüfusun yaklaşık 1 milyon / yıl ortalama ile 7 milyon dolayında artışı beklenirken yaklaşık 4,2 milyon eksik verilişi ve sonraki sayımlarda bu
yitik nüfusun “yedirilmesi” (iadesi!) çabası elbette açıklanmak zorundadır.
Bu arada yerel – genel seçimler yapılmış ve Yüksek Seçim Kurulu bu verilere dayalı Seçmen Kütükleri hazırlamıştır.
Sorunu biz de, bu sitede yazdığımız yazılarda sorgulamıştık.
Sayın Prof. Ercan’ın TÜİK Başkan Yrd. Enver Taştı’ya mektubunu ve ekindeki
çok öğretici pp yansılarını paylaşmak istiyoruz.
TUIK_Bsk_Yrd._Enver_Tasti’ya_sunum_8.3.14
Emekleriniz ve paylaşımınız için teşekkürler Sayın Ercan..
*****
Sayın Enver Taştı
TÜİK Başkan Yardımcısı
Hatırlarsınız, Aralık 2013’te “Temiz Seçim Platformu” adına 5 kişilik bir heyetle sizleri ziyarete gelmiş, Türkiye’deki seçmen sayısı ve dolayısıyla nüfus konusunda yararlı bir görüşmede bulunmuştuk. Bu görüşmenin gerçekten çok yararlı olduğunu söylemeliyim, özellikle benim açımdan. Seçim, Enerji, Çevre konulu söyleşilerimde ister istemez nüfus konusuna değinmek zorunda kalıyordum; eski DİE verileri temelinde hesapladığım projeksiyonlarda Türkiye’nin nüfusu şimdi sizin ADNKS temelinde verdiğiniz rakamlardan ~5 milyon daha yüksek çıkıyordu.
2007 sonrası TÜİK bilgilerinin doğru ve güvenilir olduğu yönündeki açıklamalarınızı ikna edici buldum ve bu nedenle son zamanlardaki söyleşilerimde TÜİK nüfus verilerini bire bir kullanıyorum. Sizlerle yaptığımız bu toplantıdan sonra ben Demografi Daire Başkanınız Sayın Ş. Canpolat’ı da ayrıca ziyaret ederek görüş alış verişinde bulundum. Şebnem hanımla paylaştığım birtakım teknik ayrıntıyı sizinle de paylaşmak isterim.
Öncelikle “Ortalama ömür” konusundaki algı yanlışlığına dikkatinizi çekmek istiyorum. TÜİK bildiriminde yayınladığınız “yaş dağılım grafiği”nden görüldüğü kadarıyla
Türkiye’de Ortalama insan ömrü ~61 yıldır. Yani 2014 yılı içinde “ölen insanların
ölüm yaşlarının ortalaması” 61’dir. Tabii ki, bunun 2014 yılında doğanlar için “beklenen ömür”le bir ilgisi yok. 2014 yılında doğan çocuklarımızın bekledikleri ortalama yaşam süresi benim kestirimlerime göre ~ 80 yıldır; bir başka anlatım ile 2094 (2014 + 80) yılında Türkiye’de ortalama ömür 80 yıl olacaktır. Ancak pratikte önemli olan ömür süresi ‘beklenen’ değil, ‘gerçekleşen’ ömür süresidir ki bu da 2014’te 61 yıldır. Zaten yalnızca doğum-ölüm olaylarının gerçekleştiği normal dağılımlı bir popülasyonda, yani (yurt dışına-içine) göçlerin etkisi ihmal edilebilir düzeyde kaldıkça, Ortalama yaşam süresi (ortalama ömür) ortalama yaşın 2 katından büyük olamaz.
“Ortalama yaş” ise bildiğiniz gibi halen “yaşayanların yaşlarının ortalaması”dır ki,
yine bu grafiğin analizinden Ortalama yaşı ~31 yıl buluyorum (61<2×31).
Ortanca Yaş (medyan yaş) genelde ortalama yaştan biraz küçüktür.
Bir başka konu, “kadın başına çocuk sayısı” dır ki, Yıllık nüfus artış hızı c ve
ortalama yaşam süresi y ile basit bir şekilde bağıntılıdır;
d ≈ c x y + 2,05.
Örneğin yıllık nüfus artış hızı 0,011 ve ortalama yaşam süresi 61 yıl olduğuna göre 2014 yılında kadın başına (ömür boyu ortalama) çocuk sayısı 0,011×61+2,05=2,7 bulunuyor. Bu şu demektir: Türkiye’deki bütün kadınlara (yaşları ne olursa olsun!)
“kaç çocuğu olduğu” sorulduğunda verecekleri yanıtların ortalaması 2,7’dir.
Sizin hesaplamalarınızda bu algoritmanın kullanılmadığını; yalnızca doğurganlık dönemi 15-49 yaş arası kadınların dikkate alındığını biliyorum. Dolayısıyla
kadın başına çocuk sayısı, yıl içinde doğan çocukların doğurganlık dönemindeki
kadın sayısına bölünmesi ve doğurganlık süresine normalize edilerek elde edilen “doğurganlık (fertility)” kavramından farklıdır.
Ancak, yaş dağılım grafiğinizde, 15-49 yaş arası kadın nüfusuna baktığımda,
bu verilerin doğurganlık rakamıyla uyumlu olduğunu söylemek maalesef olanaklı değil.
Değerli Enver Bey,
Söyleşilerimde kullandığım nüfus konusuna ilişkin yansıları da ekte gönderiyorum. Çalışmalarınızda başarılar diliyorum.
Saygılarımla. 8.3.14
Prof. Dr. D. Ali Ercan
*****
Bu arada, TÜİK’in; nüfusun hızlı yaşlanıp yaşlanmadığı, Başbakan R.T. Edoğan‘ın
en az 3 çocuk isteyişinin ve açık – örtük teşvikler verişinin (pro-natalist demografi politikası) ve bu bağlamda Türkiye’nin halen içinde bulunduğu Demografik Fırsat Penceresi … gibi olguların tartışılması için bir,
ULUSAL NÜFUS SORUNLARI KURULTAYI toplaması önerimizi yineliyoruz..
Anayasa’nın AİLE PLANLAMASI hakkındaki 41. maddesini
aynen anımsatmakta büyük yarar görüyoruz.
Sevgi ve saygı ile.
9 Mart 2014, Ankara
Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net