Yazar arşivleri: Ahmet SALTIK

Ahmet SALTIK hakkında

Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet SALTIK’ın özgeçmişi için manşette tıklayınız: CV_Ahmet_SALTIK Hekim (Halk Sağlığı Profesörü), Hukukçu (Sağlık Hukuku Uzmanı) Mülkiyeli (Kamu Yönetimi - Siyaset Bilimci)

BEKÇİ MURTAZA ATATÜRKÇÜLÜĞÜ ÜSTÜNE-1

BEKÇİ MURTAZA ATATÜRKÇÜLÜĞÜ ÜSTÜNE-1

Rıza GÜNER (ALEVİ YAZAR ve DÜŞÜNÜRÜ)
Eylül 2007, Malatya

“Her kim, Fatih Hilmioğlu’nu öldürürse; sorgusuz sualsiz Cennet’e gider!”
(Anonim Fetva)

Y A R A S I N L A İ K L İ K ! . .

Fatih Hilmioğlu, Malatya İnönü Üniversitesi’nin rektörüydü. Görevde olduğu süre içinde; Üniversite’yi, Halife-i Azam Fethullah Gülen Hocaefendi Hazretlerinin, “ele geçir, ye!..” dediği ölçüde geliştirmiş, cümle Tarikat ve Hilafet erbabının iştahını kabartmıştı. Ama koltuğunu, bir Hilafetçi’ye bırakıp görevden ayrılmamıştı. Ayrılmaya da niyeti yoktu. Fethullahçıların dokundurmaları, herkesi aleyhine çevirmeleri, hakkında karalayıcı kampanya açmaları ve nihayetinde aleyhinde “sorgusuz sualsiz Cennetlik olunan ölüm fetvası çıkarmaları,” boşa gitmişti. Üniversite, Fatih Hilmioğlu’nun kişiliğinde Atatürkçülerin elinde kalmış ve Fatih Hilmioğlu’nun kuyusu kazılmaya başlanmıştı.

Bir Atatürkçü’nün kuyusu da herkesin kuyusu gibi kazılır. Önce, Yusuf Halaçoğlu’nun ortaya attığı cinsten bir yalan atılır. Sonra Müslümanların, “nasıl ve ne kadar büyük bir haksızlığa uğradıkları,” kanıtlanmaya çalışılır. Sonunda; ya kuyu kurbanı yutacak kadar büyür ya biri kuyu kazmaktan yorulur; gelir, işi kökünden bitirir.

Fatih Hilmioğlu’nun kuyusunu kazma yalanı; “Üniversite’de Müslüman bırakmadı!..” biçiminde düşünülmüştü.. Kız öğrencilerin, başörtüsü ile okula gidememesi ise “RAFIZİLİK” sayılarak; bu yalana kuyruk bağlanmıştı. Bu sıfat, başlangıcından bu yana her türlü Engizisyon Kararını, ve Halifeliğin Beş Şartı’nı reddeden Alevilere verilen sıfattı; affı da yoktu. Rafızilik’le damgalanan kişinin bertaraf edilmesi, en büyük ibadetti. Bir Rafızi’yi bertaraf eden kişinin bütün günahları bağışlanır ve sorgusuz sualsiz Cennet’e giderdi.

Fatih Hilmioğlu’nun kuyusunun kazılmasına her çevrenin katılması için; “başörtüsü ve Rafızi sıfatı” yeterliydi. Başörtüsü konusunda “dik durmak,” Rafızilik konusunda, “Yavuz Sultan Selim gibi acımasız olmak,” esastı. Herkes Fatih Hilmioğlu’na karşı, hem dik durdu; hem Üniversite Hastanesine bile kadro vermeyerek, “hastadan doktor ve ilacı esirgeyecek ölçüde acımasız,” davrandı.

Son yıllarda; devlet, belediye, özel sektör ve özellikle üniversite kadrolarının “YARISININ FETHULLAHÇILARLA, YARISININ TALİBANLARLA (İmam-Hatipliler ve Diyanet’ten gelenlerle) doldurulması YÜZDE YÜZ YEZİTLİK biçiminde kural haline gelmişti. Artık, Aleviler hiçbir işe alınmıyordu. Fatih Hilmioğlu, bu kurala uymamış, yüzde dört-beş oranında Alevi personel alarak, Yüzde Yüz Yezitlik İlkesi’ni kırmıştı. Yani, Rafızi denilmeyi de, Rafızilere yapılan ‘tarihi’ muameleyi de hak etmişti.

1915’te Aleviler, Fatih Hilmioğlu’nun bu durumundaydılar; hem 1514 tarihli İbni Kemal Soykırım Fetvası’nın tehdidi altında, hem 1895’te Alevileri ortadan kaldırmak üzere kurulan Hamidiye Alaylarının tehdidi altında…

Üstelik de; Aleviler aleyhinde Fetva, yani Engizisyon Kararı, değiştirilmesi, kaldırılması, uygulanmaması mümkün olmayan ve İLAHİ BİR KARAR da sayılan; Sünni Mezhebi’nin omurgası kabul edilen, İCMA-İ ÜMMET KARARI vardı. Alevilere; “hepsini öldürmekten başka, bir hak ve hukuk da tanınmıyordu;” Ermeniler, aleyhinde ise, geçici bir “Hükümet Kararı” vardı. Alevilerin aksine Ermeniler, hiçbir zaman gizlenmek, varlıklarını inkar etmek zorunda kalmamışlardı.

1839’daki Tanzimat Fermanı ile “başı önünde utanç içinde, Müslümanlara haraç vermekten kurtulmaları,” Sünni Engizisyon Alimlerinin ve Sünni Din Adamlarının içini kemirse de; aleyhlerinde 1514 tarihli İbni Kemal Fetvası gibi Engizisyon Kararları çıkarılamamıştı. Ama dünyada bir örneği daha olmayan “Anayurt’un Dışına Tehcir Kararı,” ile devlet güvencesi, devlet koruması ve her türlü hukuk ortadan kaldırılmış, insan canı cellatlara emanet edilmişti.

Gene de, 1514 tarihli İbni Kemal Fetvası’nda açıkça söylendiği gibi, “Alevilerin durumu, Kitaplı kafirlerden daha kötüydü”… Bu topluluğun öldürülmekten ve böylece bazı Müslümanları Cennetlik yapmaktan başka bir hakkı yoktu… Başka bir hak ve hukukları olamazdı…” Alevi kelimesini kullanarak, “ben Aleviyim,” demek de, “şu kişi Alevi!..” demek de günahtı… Bu durumda; bazı Ermenilerin, “ben Aleviyim,” diyerek “Anayurt’un Dışına Tehcir Kararı”ndan kurtulması, mümkün değildi. “Ben Aleviyim,” demek, “ben Ermeni’yim,” demekten daha kötüydü… .

Sünni Engizisyonu; dünyadaki bütün insanları dört grupta toplar: Müslümanlar, Kitaplı Kafirler, Kitapsız Kafirler, Dinsiz Kafirler… Kitaplı Kafirler, Hıristiyanlarla Yahudiler; Kitapsız Kafirler, dünyadaki diğer dinlerin mensupları; Dinsiz Kafirler, Alevilerle hiçbir dine inanmayan insanlardır. Yani Aleviler, hiçbir dine inanmayan insanlarla bir tutulmakta ve yaşama hakları dahi kabul edilmektedir. Eğer, birde; Rafızi diye suçlanma ihtiyacı duyuluyorsa, yaşamaları mümkün de değildir.

Ama Osmanlı’da Sünni Din Adamları, Engizisyon Kararlarını uygulayacak güce hiçbir zaman erişememişlerdi. Üstlerinde, çok güçlü bir devlet kontrolü vardı. Kitapta okudukları her şeyi gerçekleştirmeye çalışmalarına izin verilmezdi. Din adamı olmak, çok ağır şartlara ve kendini mutlak kanıtlamaya bağlanmıştı. Bazı okulları bitirmekle, birkaç kitap okumakla din adamı olunmuyordu. Padişah’ın Halifelik Makamını işgal etmesi ve kimsenin Halifelik yapmasına izin vermemesi nedeniyle; GERÇEKTE MÜÇTEHİT İMAMI, TARİKAT ŞEYHİ VE MÜFTÜ DE OLUNAMIYORDU.

Padişah, kimse Halifelik yapmasın diye Halifelik Makamını işgal edince; kimse Halifelik yapamıyordu. Halifelik, yapılamayınca Müçtehit İmamlığı; Müçtehit İmamlığı yapılamayınca, Tarikat Şeyhliği; Tarikat Şeyhliği yapılamayınca Müftülük yapılamıyordu. İmam bildiğini okumakla sınırlı kalıyor; devlet Engizisyon Kararlarını uygulamaya istek duymuyor ve bu bağlamda örgütlenmiyordu.

1514’te çıkarılan İbni Kemal Fetvası; Yavuz Selim tarafından titizlikle uygulanmış ve yüz binlerce Alevi; yaşlı, genç, çoluk çocuk demeden kılıçtan geçirilmişti. İki aylık Alevi bebeğini, törenle boğup öldüren Köprülü Mehmet Paşa tarafından da, titizlikle uygulanmış ve gene yüz binlerce Alevi kuyulara doldurularak, evleri ateşe verilerek, kılıçtan geçirilerek, elden gelen diğer öldürme biçimleriyle katledilmiştir. 1895’te kurulan Hamidiye Alayları da; bu fitneyi Yavuz gibi, Köprülü gibi ezmek üzere kurulmuştur.

    * Köprülü Mehmet Paşa, iki aylık Alevi bebeğini, kamuoyu karşısında, törenle boğup öldürürken;

Yavuz Sultan Selim’in ezdiği fitneyi ortadan kaldırmanın ‘hayırlı’ bir başlangıcını yapıyordu. Haksızlık yapmıyordu, adaletsizlik yapmıyordu; hele hele soykırım hiç yapmıyordu!..

Yalnızca, bir fitneyi ezip; memlekete huzur getirmek istiyordu.
1895’te, kurulan Hamidiye Alayları, memlekete bu anlamdaki huzuru getirmek için kuruldu.

Bu alaylar; çok kan dökücü ve çok zalim olan Asur soyundan gelen Sünni Kürtlerden oluşturuldu ki, memlekete soykırım yoluyla huzur getirmekten başka bir şey düşünmesinler… Köprülü Mehmet Paşa gibi elleri titremeden, vicdanları rahatsız olmadan, canla başla bu Engizisyon görevini yerine getirsinler!..
Türkiye’de, Cumhuriyet de bu kafayla kuruldu!.. Eşit Yurttaşlık İlkesi, kabul edilmedi. Önce Türk olma mecburiyeti, sonra Sünni olma mecburiyeti getirildi. Bunlarla çelişen insan gruplarına, kuşkuyla, hoşgörüsüzlükle ve düşmanca yaklaşıldı; temizlenmeleri gereken ayrık otları gibi, hor ve hakir görülerek teşhir edildi.

Devletler Hukuku Profesörlerinin Nazım Hikmet’in deyimiyle cahil olması gibi, Tarih Profesörleri de aptal değilse; Yusuf Halaçoğlu’nun Alevi Kürtlerin, ANAYURT’UN DIŞINA TEHÇİRDEN, “Aleviyim…” diyerek kurtulan ERMENİLER olduğunu iddia etmesi, bir hedef göstermedir.

Alevilere, “Ermeni Dölü, Ermeni Tohumu!..” denilerek saldırılması ve Alevilerin hedef tahtasına konulması için verilmiş, bir alçaklık fetvasıdır. Mübadeleyle Rumlardan, ‘Tehcirle’ Ermenilerden kurtulan “Aptal Ulusalcılar,” BU ANLAYIŞLA DA Alevilerden kurtulmayı ümit etmektedirler.

Anayurt’un Dışına Tehcir, bir ülkenin dış bölgelerinden iç bölgelerine ya da bir ucundan diğer ucuna yapılan BİR ZORLA YER DEĞİŞTİRME değildir; bir temizlik harekatıdır. Ve İlhan Selçuk’un; “Mübadele’yle Rumlardan, Tehcir’le Ermenilerden kurtulduk,” demesinde olduğu gibi bir insan topluluğundan kurtulmadır. Bu nedenle; “ben Aleviyim,” demek şöyle kalsın, “ben Sünni’yim,” demekle bile kurtulmak mümkün değildir. Ayrıca; “ben Aleviyim,” demek; “beni sağ bırakmayın!..” demeye de eşittir.

Halaçoğlu’nun Alevilerden Kurtulma Fetvası, Laiklik iddiasına rağmen, Türkiye’nin Osmanlı’nın bile çok gerisinde kaldığını göstermiştir. Laiklik iddiasına rağmen Türkiye, Yezid’in Yedinci Yüzyıl’daki din anlayışında kalmış ve Yezid’e Biat Mecburiyeti’ni, 600 İmam-Hatip Okulunda, 30 İlahiyat Fakültesinde biçilen bilimsel kılıfa bağlamıştır. Sünni-Yezitçi Mezhepçiliği, hayatın biricik gerçeği olmuş; Alevi olmak da, Yezid’e Biat etmemek gibi, çok büyük bir suç kabul edilmiştir.

Laiklik; Sünni Yezitçi Din Adamlarına, “İlahiyatçılar ve İmam-Hatipliler,” diye iki büyük din adamı sınıfı eklemekten başka bir işe yaramamıştır. Diğer din adamları, üç yüz kat, etkili din adamları bin kat, Kurân Kursçuları on bin kat, Alevi ve bilim düşmanları ise, bir milyon kat artmıştır.

Laiklik iddiasına rağmen; Alevilere, Halifeliğin beş şartını yerine getirmedikleri için, gene “Rafızi” denilmiştir. Kimseye; “artık Laiklik var, … Halifeliğin beş şartını yerine getirmedikleri için Alevileri Rafızi diye suçlayamazsın… Devlet ve toplum içindeki çıkarlarına dokunamazsın… Devlet ve toplum içinde yükselmelerine engel olamazsın…” denilmemiştir.

Laiklik iddiasına rağmen; Hırıstiyan ve Yahudilere gene “Kitaplı Kafir…” denilmiştir. Kimseye; “artık Türkiye’de Laiklik var… Hıristiyan ve Yahudileri, kitaplı kafir diye, gavur diye, misyoner diye; ya da Sünni-Yezitçi Mezhepçiliğine özgü başka bir Engizisyon terimi ile suçlayamazsın…” denilmemiş; aksine, Sünni Yezitçi Din Adamlarının, bütün ideallerini gerçekleştirmeleri istenmiş; emirlerine devletin bütün imkanları verilmiştir.

Hepsi istisnasız aylığa bağlanan, devlet bütçesinden aslan payı alan Sünni Yezitçi Din Adamlarının etkili olması için; Laiklik de; “din işlerini dünya işlerinden ayırmak,” diye tanımlanmıştır. Sünni İslam’ın; “din işlerinden ayıracağı dünya işleri olmadığı,” ya görmezlikten gelinmiş, ya idrak edilmemiştir… “Artık, Laik bir ülkede yaşıyorsunuz, şu işler dünya işidir; bunları Kur’an’la, Sünnet’le, İcma ve Kıyas’la anlatamazsınız; kabul ya da reddedemezsiniz…” demek kimsenin aklına gelmemişti. Türkiye’nin Laikliği, bu kadar anlamsız, yöneticileri Laiklikte bu kadar isteksizdir. Sünni Yezitçi Din Adamlarının, önüne hiçbir engel konulmamış; aksine, Alevilik başta olmak üzere diğer din ve mezhepleri ortadan kaldırabilecek çapta güç ve olanak sahibi olmaları için gereken her şey titizlikle yapılmıştır.

Sünni Yezitçi Din Adamları, Diyanet İşleri Başkanlığı adıyla, dünyanın en büyük Halifelik Örgütü’nü kurmuşlar, dünyanın en büyük Halifelerini yetiştirmişlerdi. “Müslüman olmayanları öldürün,” diye Kur’an tefsiri yapabiliyorlar; “Aleviler, bizden olmayan küçük bir azınlıktır, Yasal ve Anayasal, hiçbir hakları, hukukları yoktur,” diyebiliyorlardı. Yalnızca şimdilik; İbni Kemal Fetvası’nın hükümlerini açıkça söyleyip, “bir tek ferdi canlı bırakılmaya,” diyemiyorlardı.

Sünni Yezitçi Din Adamları, Yezid’in Halifelik dönemindeki gibi Fetvalar veriyorlar. Şiilere ve Vehhabilere, “Bidat Ehli,” diyerek, “sert ve hoşgörüsüz,” davranılmasını istiyorlar; Fatih Hilmioğlu gibi kişilerin, Alevilerin müstehak olduğu muameleyi görmesi gerektiğini her fırsata dile getiriyorlar… İslam dininden çıkarak başka bir dine girenlere ya da yetkili olduğu bir makamda “başörtüsü ve tesettürü reddederek İslam dışına düşenlere,” mürted denileceğini, bu kişilerin her türlü hakkını yitireceğini, Dar-ül İslam’da yaşayamayacağını söylüyorlar ve konuda personel (cellat) yetiştiriyorlardı.

Malatya’da 17 Nisan’da, “bir kitaplı kafirle, iki mürted’in öldürülmesi,” de; bir ibadet olarak yapılmıştı. “İslam’da adam öldürmek yoktur, İslam Barış dinidir,” gibi sözlerin yöneticilere söyletilmesi başarıldıktan sonra, böyle cinayetlerin işlenmesi eşyanın doğası gereğidir. “Falanca Ayet de şöyle, filanca Hadis’te böyle denildiğinin,” iddia edilmesi de, Engizisyon terimleriyle gereken mesajın verilmesi içindir.

Bu nedenle; Laiklik, Sünni Yezitçi din adamlarına yaramıştır. Ne Bidat Ehli, ne Dalalet Ehli, ne Sapkınlık Ehli, ne Rafıziler, ne Mürtedler, ne Kitaplı Kafirler, ne Kitapsız Kafirler, ne Dinsiz Kafirler, Türkiye’nin Laikliğinden bir şey kazanmıştır. Sünni olmayan herkes, “batılda ve yanlış yolda,” kabul edilmiş, doğru yola girmeye davet edilmiş ya da Tevhid-i Tedrisat’la eğitilerek mecbur ve mahkum edilmiştir. Alevilere ise; önce Hıristiyan olmaları, sonra Hıristiyanlık’tan dönmeleri istenerek; ‘bu kurtuluş yolu’ da kapatılmıştır. Bu sözde, bu tamamen yalan Laiklik Alevilere, doğrudan Sünni olma hakkını bile vermemiştir.

Şimdi, bazı kişilerin; Laikliğin tehlikede olduğunu söylemeleri saflık ve zekice düşünmemektir..

Hiç kaygılanmasınlar… Sünni Din Adamları, bu Engizisyonu ve Hilafeti yasaklamayan, Aleviliği ve Dedeliği yasaklayan Laikliktn asla vazgeçmezler. Çünkü her Sünni Yezitçi Din Adamı, Engizisyon ve Halifelik çalışmalarının serbest, Alevilikle Dedeliğin yasak olmasını ister… Üstüne de devlet memuru olarak hazineden beslenmenin yolunu bulmuşlarsa!…

Sünni Engizisyonu, gelişme ve yükselmesinin temel kaynağını Türkiye’nin Laikliğinden almıştır.

Bu kaynağı kurutmayı hiçbir Sünni din adamı düşünmez…

Bu nedenle; Sünni Din Adamlarına helal olsun ve yarasın Laiklik!… (2010-05-10)

ATATÜRK’e Göre Yasa Koymak…


Dostlar,

Mustafa Kemal Paşa salt bir asker ve pragmatik bir uygulama adamı değil.

Yer yer derinlemesine bir düşünür de..

Yaşamın hemen her alanına ilişkin son derece yerinde değerlendirmeleri var..

Yasama işlemi ve bu önemli sürecin yüklenicilerie ilişkin, bu kişilerin sahip olması gereken niteliklere ilişkin irdelemesi bir hukuk felsefesi kitabında rahatlıkla yer alabilecek klasik bilgi niteliğinde.

Aslında bu sözleri yazıp altına da örn. bir yabancının adını koysak, hemen peşin kabulle onaylamaya ne denli yatkınızdır değil mi?

Atatürk söylediğinde neden birileri dudak büker, anlamak zordu.

Koşullanmalar ve her türlü bağnazlık (fanatizm) özgür aklın bağlarıdır.

Şimdi, koşullanmadan bakalım Mustafa Kemal Paşa bu bağlamda ne söylemiş ??

ATATÜRK’e Göre Yasa Koymak…

Günümüz Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın

    “Bundan böyle hastalar müşteri olarak kabul edilecek ..”

veciz sözünün (!) (26.07.03, Milliyet) Cumhuriyetimizin kurucusu Yüce ATATÜRK ile ne denli ters düştüğünü not etmek gerekir.

IMF-DB güdümünde ulusalcı olmayan sağlık politikalarını ulusa dayatmak için TBMM’de yürütülen yasama işlemi ne denli soylu, etik acaba ??

Büyük Atatürk‘ün Cumhuriyetimiz daha 2 yaşını doldurmadan, 1925’te Ankara’da bir “Hukuk Mektebi” (günümüz Hukuk Fakültesi) açısşı da düşünceden eyleme somut adım değil mi?

Üstelik Mustafa Kemal Paşa, bu Mektebin açılışında yaptığı konuşmada, o ana dek hiçbir etkinlikte o denli heyecen ve mutluluk duymadığını vurgulamıştı :

    * “Cumhuriyetin yaptırımı olacak bu büyük kurumun açılışında duyduğum mutluluğu hiçbir girişimde duymadım ve bunu açığa vurmakla ve belirtmekle hoşnutum.”

Son olarak, Büyük Fransız Devriminin düşünsel emekçilerinden Diderot‘dan 2 alıntı yapmak istiyoruz.. Dikkat buyurulsun, tarih 1774’tür.. Fransız Devrimi’nden 15 yıl, günümüzden ise tam 238 yıl öncedir!

Eski Cumhurbaşkanlarından Turgut Özal’ın,

    “Anayasayı 1 kez delmekle birşey olmaz.”

sözü dehşet vericidir!

Benzer biçimde Başbakan R.T. Erdoğan’ın “TÜBİTAK Başkanını ‘1 kezlik’ kendisinin atamak isteyişi” de aynı biçimde çok ağır hukuk çiğnemidir (ihlal).

Diderot’nun 238 yıl önce bile günümüz tepe yöneticilerinden öte bir hukuk anlayışına, saygısına sahip olduğu görülüyor..

Şanlı 1789 Fransız Devrimi’ni bu 1. sınıf kadro hazırlamadı mı?

Sonuç :

Hukuk sistemi yaz boz tahtası olmadığı gibi, birilerinin oyuncağı ve kişisel hesaplarının basit aracı hiç değildir!

Anayasa’nın 67. maddesinde yapılmak istenen değişiklikle yerel seçimleri yalnızca 5 ay öne çekebilme amaçlı “istisna” hükmü koyma girişimi hukuk düzenine karşı büyük bir saygı kusurudur. Hukukun kalıcı, istikrar sağlayıcı normatif dokusuna güveni sarsacak son derece ciddiyetsiz bir girişimdir.

    Anayasa md. 67/son : (Ek: 3/10/2001-4709/24 md.) Seçim kanunlarında yapılan değişiklikler, yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bir yıl içinde yapılacak seçimlerde uygulanmaz.

Denis Diderot’nun 238 yıl önce yazıp DÜŞÜNCELER adlı yapıtında yazdıklarının bile çok çok gerisindedir.

En açık terimiyle çağdışıdır..

Hadi AKP’yi anladık, tek adamın güdümünde sosyal psikolojik bağlamda “sürü psikolojisi” egemendir..

Ya MHP??

Geleneksel işlevi mi acaba??

Yazınımızdaki (Edebiyatımızdaki) ünlü deyimi ile “mutada inkiyad” ile mi gene ??

Yazık, çok yazık ülkeye..

Son sözü Atatürk’ün yakın dostu, ünlü ÇANKAYA kitabı yazarı Falih Rıfkı Atay’a bırakalım.. Tam da durumumuzu betimliyor..

Sevgi ve saygı ile.
15.10.12

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

DİNDE REFORM..

DİNDE REFORM..

“Ateist laiklik” ve “sapkın dincilik”; birbirinin ikiz kardeşi olarak gelişmiştir, özünde ikisi de”din düşmanı”dır.

Laiklik, toplumun din adına baskı altına alınmasına karşı çıkmaktır; esas olarak.

Aynı zamanda toplumun, başka “kutsallıklar” adına da baskı altına alınmasına karşı çıkmaktır.

Bu haliyle, laiklikte din adamı veya dindar; toplumu, kendi dini adına baskı altında tutmaya kalkışamayacaktır.

Aslında, bu tür bir laiklik anlayışı; “Senin dinin sana benim dinim bana” sözleri ile Kuran’da da bulunmaktadır.

    Kısacası, laikliğin amacı; dini yok etmeye çalışmak değil, din adına kurulan veya kurulmaya çalışılan baskıya izin vermemektir.

Laiklik; birilerinin, kendi dininden olmayanları, kendi dinini farklı yorumlayan veya icra eden mezhepleri ya da hiçbir dine inanmayanları, hatta Tanrının varlığına karşı çıkanları, baskı altına alıp, aşağılamak hatta yok etmek yoluna gitmesi nedeniyle ortaya çıkmıştır.

Bu baskının sebebi, din adına söz söyleme hakkı bulanların cesaretidir.

Laiklik; bu cesareti kırmak, bu insanların kendilerini Allah’ın vekili yerine koymalarına engel olmaktır.

Laikliğin ilk çıkışında, dinci yönetim sistemlerine duyulan tepki olduğu gibi, bir süre sonra dinsel yönetimlerle ve yapılarla dinin kendisi özdeşleştirilmeye başlanmıştır.

Laiklik adına dinsel baskı değil din yok edilmeye, bu defa din aşağılanmaya başlanmıştır ki, biz buna “ateist laiklik” diyoruz.

Bu da, Fransız Aydınlanmacılığı‘nın bir sonucu ve türevidir.

Ateist laiklikte; gerçek laikliğin sınırı aşılmış, dindarı ya da din adamını yaratan madem ki dindir, dinsel baskıyı ortadan kaldırmanın en iyi yolu da
dini ortadan kaldırmaktır, mantığına geçilmiştir.

Bu defa da, tıpkı Rusya’da olduğu gibi, sıradan inananlar bile büyük bir baskı altına alınmıştır.

Rusya Müslümanlarının ya da Balkan Müslümanlarının çektikleri acılar bilinir.
Her ikisinde de Kuran okumak veya bulundurmak bile suç olmuştur.

Ateistler istemiştir ki; toplum dini ve Kuran’ı bilmesin, okumasın, öğrenmesin!

Oysa ki laiklik; dinsel metinlerin yok edilmesi değil, dinsel metinler üzerindeki tekelin kırılması mücadelesidir.

Bunun için ise birkaç temel şart vardır:
Birincisi; her kul, temel okuma yazmayı öğrenmelidir.

İkincisi, kullar arasında kız-erkek ayrımı yapılmadan herkes okuma yazma öğrenmelidir.

Üçüncüsü, kutsal kitaplara herkes ulaşabilmelidir.

Dördüncüsü; ulaşılan bu kutsal kitap, okuyacak olanın kendi ana dilinde olmak zorundadır.

Ve beşincisi olarak da, bu okuma işlemi sırasında veya öncesinde-sonrasında, din adına birilerinin yönlendirmesi olmamalıdır.

Aslında, Hıristiyan dininde reformla İslam dininde reform tartışmaları açısından son derece önemli bir noktadır bu.

İncil, çok uzun yıllar boyunca sadece Latincede yazılmış ve okunmuştur.
İncil’i koruyan bir teokratik sistem, yani Papalık olduğu için İncil diğer dillere çevrilememiştir.

Papalık, kendi dilleri olan Latince ile İncil üzerinde bir tekel kurmuştur.
Böylece İncil’i kendileri okuyup, yorumlayacak ve din adına sadece kendileri karar vereceklerdi.

İncil’in yazılı hale gelişi, Hz. İsa’nın ölümünden tahminen en az 60 yıl sonra gerçekleşti. Bu tarihten sonra 1.500 yıl boyunca da İncil, Roma’nın tekeli altında kaldı ve diğer dillere çevrilemedi.

Luther’in dinde reform dediği şey ise, dinde yani kutsal kitapta yazılanları değiştirmek değildi; O, bu kitabı Alman diline tercüme etmek istiyordu.

Yani İncil’de yazılanların reforme edilmesi değil, İncil’in ana dile çevrilmesi dinde reform denilen şeydi.

İslam açısından ise, bu tür bir reforma ihtiyaç pek olmadı.

Kuran, Arapça geldi.

Sahabeler bu Kuranı ezberlediler, daha sonra Arap dili ile yazılı hale geldi.

Ama Kuran üzerine bir Arap tekeli ve Arapça tekeli ilk başta oluşmadı.

Kuran, kısa süre içinde Fars diline çevrildi.

Türkler, Müslümanlığı benimsemeye başladıklarında da Arapça öğrenmediler; bunun yerine, Kuran’ı kendi dillerine çevirdiler.

Topluca Müslümanlığı benimseyen Karahanlı devrinde Kuran, Karahanlı Türkçesi’ne çevrildi.

Yine Anadolu Selçukluları ve Osmanlılar döneminde, Kuran’ın dönemin Türkçesine çevrildiği bilinmektedir.

Kısacası, İslam’da reform diyebileceğimiz şey, zaten her devirde gerçekleşmiştir.

==========================================

Dinde Reform 2

Ama bu modern din, yani İslam, İngiliz ajanı Vahabiler tarafından yozlaştırılmış ve Kuran ve din üzerine bir Arap tekeli kurulmaya çalışılmıştır.

Vahabi sapkınlar, Kuran’ın dilinin Arapça olduğunu ve başka dilde ibadet edilemeyeceğini iddia ederlerken, aslında Hz. Muhammed ve ardıllarına da ihanet ediyorlardı ama asıl hedefleri Türklerdi.

Çünkü Türkler, Müslümanlığın hem kurtarıcısı, hem koruyucusu, hem de geliştiricisiydi.

Tarih boyunca kurulan Türk devletlerinde İslam üzerinde tekel kurulmamış, halkın dinini yaşamasına karışılmamış, dinsel hoşgörü hakim kılınmıştır.

Vahabi ırkçıları, Türkleri Müslümanlıktan temizlemek istemiş, bu nedenle Arap dilini ön plana çıkartmışlardır.

    Vahabiler aynı zamanda Türk’ün Allah’a ulaşma yöntemi olan tasavvufa savaş açmışlardır.

Bir süre sonra bu Vahabi sapkınlığı Türk ülkelerinde de egemen olacak ve Türkçe ibadet ve Kuran okumak yanlış bulunacaktır.

Ta ki Atatürk gelene kadar.

    Mustafa Kemal, Hıristiyan işgalcileri ülkeden attıktan sonra, Kuran’ın Türk diline çevrilmesini de sağlamıştır.

Yine dönemin ideologlarından Ziya Gökalp Türkçe Kuran ve ezanın önemini şu şiiriyle halka anlatmaya çalışacaktır:

    “Bir ülke ki, camiinde Türkçe ezan okunur,
    Köylü anlar manasını namazdaki duanın..
    Bir ülke ki, mektebinde Türkçe Kur’an okunur,
    Küçük, büyük herkes bilir buyruğunu Huda’nın;
    Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!”

Bu noktada çok güncel bir meseleyi de laiklik ve dincilik açısından tartışabiliriz.

AKP’nin tümüyle gerici ve de bölücü amaçlarla hazırladığı 4+4+4 eğitim sistemi, ilk öğretimden başlayarak seçmeli Kuran ve Hz. Peygamber’in hayatı derslerini müfredata soktu.

Bu uygulama çok tartışıldı.

Eğitimi verecek hocaların hangi zihniyette olduğunu elbette biliyoruz, üstelik henüz dinsel eğitim yaşına varmayan çocuklara bu eğitimin verileceğini görüyoruz ve bunun laiklik açısından bir yanlışlık olduğunu tespit ediyoruz.

Biz böyle dedikçe, kimi uyanık dincilerse; görüyor musunuz Kuran okunmasına karşı çıkıyorlar diyor!

Aslında ülkemizdeki laiklik gündeminin en önemli düğüm noktası tam da burasıdır.

Türkiye gibi, dinsel sapkınlığın örgütlendiği ve iktidara yerleştiği ülkelerde, en iyi laiklik mücadelesi, tam da Kuran okuyarak ve Kuran okutarak yapılır!

Kuran artık bu ülkede evlerin vitrinlerinden insin, çocuklar, gençler onu eline alsın, okusun ve tam da Ziya Gökalp’in dediği gibi Tanrı’nın buyruğunu bilsin!

Eğer bu yapılırsa, buyruk verme yetkisinin Allah’ta olduğunu, Allah’ın peygamberi Hz. Muhammed’e bile emretme yetkisi vermediğini, sadece tebliğ görevi verdiğini görürler.

İddia ediyorum, bu ülkede laikler Kuran kursu açsınlar, iyi din ve tarih eğitimi almış hocalarla çocuklara Kuran öğretsinler, dinciler o zaman Kuran kursları kapatılsın diyecektir.

Ve yine en önemli eksiğimizi vurgulamaktan kaçınmayalım.

Bu ülkede de, diğer Müslüman ülkelerde de, halk Kuran okumaz, Kuran’ı okuyanlar gelir ve halka Kuran’da ne yazdığını söylerler.

Elbette kendi işlerine geldiği gibi.

Ve elbette Allah’ın da Hz. Muhammed’in de en fazla karşı çıktıkları gibi.

    Laikliğin önündeki engel, Kuran üzerindeki dinci tekeldir.

Din üzerinde, Hz. Muhammed üzerinde hak iddia edenler, Hz. Muhammed’in mirasçısı değildirler; çünkü İslam ne dinsel teokrasi ne de ırksal sultanlık getirmiştir.

Peygamber tektir ve onun takipçisi onun ümmetidir.
Yani tüm Müslümanlar…

İşte dinci sapkınlık; aslında halkın dini, imanı, Kuran’ı öğrenmesine karşıdır, çünkü buradan ekmek yemektedir.

Ve yine bilelim ki dinci sapkınlar, aslında Arapçayı da bilmemektedir.
Onlar sadece Kuran’ı hatmederler.
Kuran’ı hatmetmek, Hz. Muhammed döneminin uygulamasıdır ama zaten hatmedenler Arapça biliyordu.

Oysa bizde Arapça bilmeyenler onu hatmettiğinden, hiçbir anlamı olmamaktadır, çünkü ezberlediğini tekrarlayan, ne dediğini bilmemektedir!

Ve yine laiklik peşinde koşanlar; çocuklarını Fransızca, İngilizce kursları yerine, Arapça kurslarına gönderseler, yine büyük bir laik adım atarlar.

Böylece çocuklarımız Kuran’ı orijinalinden okumayı ve anlamayı öğrenir.
İşte o zaman dinci sapkına hiç ekmek kalmaz.

Sonuç olarak, dinde reform meselesi; dinin değiştirilmesi, yumuşatılması meselesi olarak yanlış tarif edilmiştir.

    Dinde reform, dini halka vermektir.

Zaten Allah da dini halka göndermiştir, aracılara değil.

Laiklik bu şekliyle konulduğunda, dinci gericilik elindeki tüm sömürü araçlarını kaybedecektir.

Laiklik için bu büyük adımı atmaya, Kuran okumaya ve okunması için kampanya açmaya var mısınız?

http://www.ulusalparti.net
Cesuryorum
3.10.12

Cesuryorum
www.cesuryorum.com


Bu sayfa; Atatürk’e, Türk Toplumu’na, Türk Devleti’ne zarar verenlerin, hakaret edenlerin, Türkiye’nin kaynaklarını sömürenlerin, Atatürk’ün kurduğu çağdaş, laik, demokratik ve tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmak isteyenlerin açıkça ifşa edildiği ve gerçek yüzlerinin gösterilmek istendiği bir sayfadır!

Cesuryorum

“Benim en büyük hasletim, TÜRK olarak doğmamdır!..”
Mareşal Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

”Bizler;
Gözünde Vatanını,
Gönlünde ATATÜRK ilke ve İnkılaplarını tutabilen,
Vicdanında dinini saklayabilen,
Milliyetçilik ve laiklik düşüncesi içinde görev yapanlardanız…”
Nusret DEMİRAL

“Şerefle bitirilmesi gereken en ağır görev, HAYAT’tır!”
Nusret DEMİRAL

Prof. Dr. Hilmioğlu’nun oğlu yaşamını yitirdi..

Dostlar,

Çok değerli meslektaşım ve dostum Sayın Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu‘nun oğlu Emir’in trafik kazasında yaşamdan ayrılması bana tarifsiz bir acı verdi..

16.10.12 günü cenaze törenine (Ankara’da Kocatepe camisinde) katılacak ve kardeşim Fatih’i özlemle kucaklayacağım, ölçüsüz acısını paylaşmaya çabalayacağım…

Yurtseverlerin, yiğit Atatürkçü, 3,5 yıldır Silivri tutsağı Sayın Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu’nun bu acı gününde mutlaka yanında olması gerek..

16 Nisan 2012, Salı, öğlen namazı zamanı, Ankara Kocatepe camisi avlusu..

Genel geçer sözler söylemek istemiyorum ama başkasına da dilim dönmüyor..
Sözün tükendiği yerdeyiz..

Bu arada :

Fatih hocanın karaciğer bozukluğu oldukça ileri aşamada.

Cezaevi koşulları hastalığının iyileşmesine engel olduğu gibi, geçelim yaşam kalitesini,
hızlı ilerleyerek yaşamının kısalmasına neden olmakta.

Bu bakımdan, Fatih hocanın tutukluluğunun devamı kararı, O’nu hızla ölüme taşımaktadır;
açıkçası dolaylı ya da doğrudan zamana yayılmış ölüm kararı infazıdır.

Pozitif hukukumuzda tutuksuz yargılamaya elveren yeterince düzenleme (norm) vardır.
Fatih hoca bırakın kaçmayı, zorla kaçırmak isteseniz kaçacak insan değildir.

Kanıtları etkileme -karartmaya gelince :

1. 3,5 yıl önce yeterli kanıt olmadan mı tutuklandı Fatih hoca ??
2. 3.5 yıldır kanıt toplama işlemi daha tamamlanamadı mı?
3. Fatih hoca denetimli serbestlik altında, diyelim her gün semt karakoluna imza vermeye giderek, iletişim kanalları izlenerek vs. kendi aleyhinde nasıl ve hangi kanıtları etkileyip değiştirebilir ki?

Dolayısıyla, burada tutukluluğun devamı kararında nesnellik ve adalet, yasanın muradına uygunluk söz konusu değildir.

Ceza Muhakemeleri Yasası md. 16/2 :

    Hapis cezası ve güvenlik önlemleri temel ilkelerini düzenleyen 13.12.2004 tarih 5275 sayılı CMK (Ceza Muhakemeleeri Kanunu) yasası md. 16/2’de, sanığın hastalığı nedeniyle uygulanacak süreç şöyledir: “… öbür hastalıklarda cezanın infazına resmi sağlık kuruluşlarının mahkûmlara ayrılan bölümlerinde devam olunur. Ancak bu durumda bile hapis cezasının infazı mahkûmun yaşamı için kesin bir tehlike oluşturuyorsa, cezasının infazı iyileşinceye dek geri bırakılır.”

Sevgi ve saygı ile.
15.10.12

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

=========================================================================

Prof. Dr. Hilmioğlu’nun oğlu yaşamını yitirdi..

Silivri Cezaevi’ne bir evlat acısı daha düştü.

3,5 yıldır Silivri’de tutsak olan eski İnönü Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu‘nun oğlu Emir Hilmioğlu geçirdiği trafik kazasında yaşamını yitirdi.

Silivri Cezaevi’ne bir acı haber daha ulaştı.

Ergenekon davasında 3,5 yıldır tutuklu yargılanan Eski Malatya İnönü Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu da evlat acısıyla Silivri Cezaevi’nde tanıştı.

Emir Hilmioğlu dün gece geçirdiği trafik kazasında yaşamını yitirdi.

Arkadaşlarıyla Ankara’ya giden Hilmioğlu, Çubuk İlçesi’nde aynı yönde seyreden halk otobüsü ile çarpıştı.

Emir Hilmoğlu kaza yerinde yaşamını yitirdi. Otomobilde bulunan Pınar Ertaç ve Burhan Bahadır da yaralandı.

Yaralılar ambulansla Dışkapı Yıldırım Beyazıt Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne kaldırıldı.

Karaciğer kanseri olan ve Ergenekon Davası’nda 3.5 yıldır tutuklu bulunan Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu’na acı haberi kardeşi ve avukatı olan Hayati Hilmioğlu verdi.

Hilmioğlu, yarın sabah kara yoluyla Ankara’ya gidecek. Emir Hilmioğlu,
16 Ekim Salı günü Ankara Kocatepe Camisinde kılınacak öğle namazının ardından defnedilecek.

Yaklaşık bir ay önce de Ergenekon tutuklularından Emekli Yarbay Mustafa Dönmez,
oğlunun ölüm haberini duruşma salonunda öğrenmişti.

ulusalkanal.com.tr, 14.10.12

Mustafa Kemal Atatürk.. A Brief Presentation in English..

Dostlar,

Cumhuriyetimizin kurucusu, büyük kurtarıcımız Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK hakında kısa bir İngilizce tanıtım yazısını sitemize koymamızı hoş göreceğinizi hatta yararlı bulacağınızı umarız..

Herkes okusun ve o büyük insanı ve eylemini yakından tanısın..
Daha çok insan okusun.. Öğretisi KEMALİZM tüm insanlığa ışık olsun..

Sevgi ve saygı ile.
14.10.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

================================================

Mustafa Kemal Atatürk
Dates: 1881-1938

A seasoned veteran of the Balkan Wars, Kemal fought a tenacious defensive campaign at Gallipoli in 1915 which forced the Allied invasion force to withdraw. He would later become the ‘Father of modern Turkey’


Mustafa Kemal Atatürk, c1923

    “I don’t order you to fight, I order you to die. In the time it takes us to die, other troops and commanders can come and take our places.”

Mustafa Kemal at Gallipoli, April 1915

Mustafa Kemal was born in Salonika in 1881 and began his military career as an Ottoman Army cadet, studying at the Harbiye military college in Istanbul from 1899 until 1905. His initial service was with a cavalry regiment in Syria. During this period he joined the reformist Motherland and Liberty secret society in opposition to Sultan Abd al Hamid II. Although he believed in the separation of the military from politics, Kemal was a member of the Committee of Union and Progress and played a role in the ‘Young Turk’ Revolution that ended the sultan’s absolutist rule and restored parliament.

Kemal served with distinction in Tripolitania (Libya) during the Italo-Turkish War (1911-12), repelling the Italians at Tobruk and successfully defending Derna despite being wounded in an air raid. During the Balkan Wars (1912-13), he took part in the Turkish amphibious landing in Thrace and the capture of Erdine from the Bulgarians. In 1913 he was made Ottoman military attaché to all Balkan states and promoted to colonel.

Despite opposing Ottoman involvement in the First World War, once it had started he threw himself wholeheartedly into the conflict. During the Dardanelles campaign Kemal commanded the 19th Division before being made chief of staff of the 5th Army. He displayed great leadership and tactical acumen, reacting immediately to the Allied landing at Anzac Cove in April 1915. He launched successful counter-attacks against the Australians and New Zealanders as they attempted to take the high ground surrounding the landing areas. By nightfall on 25 April they had suffered over 2,000 casualties and remained stuck on the beaches.

In the weeks that followed he led his men at many of the campaign’s fiercest engagements, including the Battle of Sari Bair (6-21 August), the Battle of Chunuk Bair at Anzac (7-19 August) and the offensive from Sulva at Scimtar Hill (21 August). Following these battles he was granted the title of ‘Pasha’. Personally brave, Kemal expected the same from his men, declaring: ‘I don’t order you to fight, I order you to die. In the time it takes us to die, other troops and commanders can come and take our places.’

Following these triumphs, Kemal was sent to command XVI Corps on the eastern Anatolian front. In August 1916 he launched a successful counter-offensive against the Russians, capturing Bitlis and Mus. When the Russian Army of the Caucasus collapsed during the Revolution of 1917, Kemal was transferred to Palestine. He was given command of the 7th Army, but following the loss of Baghdad, he became increasingly fearful that the war was lost.

He also expressed anger at a government that was unable to supply his men with adequate weapons and supplies, and resented the transfer of supreme command from Turkish generals to the German Erich von Falkenhayn and Otto Liman von Sanders. After resigning his command in protest he accompanied the Crown Prince to Germany, visiting the Western Front and concluding that the Central Powers were defeated. Restored to his command by the new sultan, Mehed VI, he ended the war in Aleppo after his army was forced to retreat following the Battle of Megiddo.
With the Ottoman capital occupied by the Allies, most of the Balkans gone and Turkey bereft of its Arab provinces, Kemal felt a personal duty to fight for the integrity of the remaining Turkish heartland of Anatolia. Posted in 1919 as inspector general of the army in northern Anatolia, he quickly started to act independently, resigning from the Ottoman Army and helping to arouse nationalist feeling in the aftermath of the Greek landing at Smyrna. The First Great National Assembly at Ankara, now a rival power bloc to the Ottoman government in Istanbul, gathered in spring 1920 with Kemal as speaker. It later elected him president.

In 1921 the Greeks advanced from Smyrna, but were held before Ankara at the Battle of Sakarya in August-September. Following this success, Kemal was made commander-in-chief with the rank of marshal. He went on the offensive the following year, capturing Smyrna in September and forcing the Greeks to evacuate Anatolia.

A skilled statesmen as well as a great soldier, at the subsequent Treaty of Lausanne (1923) Kemal was given a Turkey in Anatolia free of foreign troops and full control of the straits. Anger at the weakness and defeatism of the sultan in Istanbul led him to work for the abolition of the sultanate in 1922, the proclamation of a republic in 1923, and the abolition of the caliphate in 1924. As ‘Atatürk’ (Father of the Turkish Nation), Kemal steered Turkey through a period of turmoil, but it emerged as a modern secular state, with a neutral foreign policy, planned economy, westernised education system and a strong army.
Hard in battle, Kemal was nevertheless gracious to his enemies, later writing of the Allied soldiers killed at Gallipoli: ‘Those heroes that shed their blood and lost their lives… You are now lying in the soil of a friendly country. Therefore rest in peace. There is no difference between the Johnnies and the Mehmets to us where they lie side by side now here in this country of ours… you, the mothers, who sent their sons from faraway countries wipe away your tears; your sons are now lying in our bosom and are in peace. After having lost their lives on this land. They have become our sons as well.’

The state funeral of Mustafa Kemal Atatürk, November 1938

http://www.nam.ac.uk/exhibitions/online-exhibitions/enemy-commanders-britains-greatest-foes/mustafa-kemal-ataturk, 14.10.12

Bedri Baykam : Silivri Zindanı, İnsanlık Adına Tarihe Gömülecek!

Dostlar,

Çok değerli meslektaşım ve dostum Sayın Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu‘nun oğlu Emir’in trafik kazasında yaşamdan ayrılması bana tarifsiz bir acı verdi..

16.10.12 günü cenaze törenine (Ankara’da olacak sanıyorum) katılacak ve kardeşim Fatih’i özlemle kucaklayacağım..

Değerli ressam, yazar Bedri Baykam‘ın 18 Eylül 2012 tarihli Cumhuriyet’te çıkan (Yakamoz köşesi) yazısını koymak istedim bu duygulanımla.

Sevgi ve saygı ile.
14.10.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===========================================

Silivri Zindanı, İnsanlık Adına Tarihe Gömülecek!

Bedri Baykam

Hafta sonum, Silivri zindanına atılmış aydınların durumuna tepki vermekle geçti. Cuma günü, CHP vekilleri ve aydınlarla beraber Çağlayan’a gittik ve tutsak gazetecilerin fotoğrafları önünde Ayşenur Arslan’ın yaptığı konuşmadan sonra kalemlerimizi bıraktık. Bunun ardından Odatv davasını izledik.

Soner Yalçın 14 kilo vermiş, ama kararlı ve umut doluydu.

Hasretle sarıldık. Ertesi gün, CKM’de “Tuncay Özkan’ın 5. Tutsaklık Yılı” ile ilgili düzenlenen toplantıda konuşmalar yaptık, ardından Özkan’ın kitaplarını imzaladık. Günün hediyesi, bir gün önce davalarını izlediğimiz Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu’nun serbest kalarak etkinliğe katılmalarıydı. Onlarla kucaklaşırken pek yakında bir gün “özgür”(?) dünyada, abileriyle de bunu yaşayabilecek miyiz sorusu geldi aklıma…

Doğu Perinçek: 5 yıl,
Tuncay Özkan: 5 yıl,
Ergün Poyraz: 5 yıl,
Mustafa Balbay: 4 yıl,
Mehmet Haberal: 4 yıl,
Fatih Hilmioğlu: 4 yıl,
Hikmet Çiçek: 4 yıl,
Soner Yalçın: 20 ay,
Yalçın Küçük: 20 ay,

Silivri’den cenaze olarak veya “ağır hasta” haliyle çıkan tutuklu sayısı ayrı bir acı konusu. Empati kurun; sizi 5 gün odaya hapsedip sevdiklerinizden ayırsam ne derdiniz?

Silivri’de yazarlar, gazeteciler, akademisyenler, televizyon sahipleri dışında, onca asker, subay ve yüksek rütbeli general, hatta Genelkurmay Başkanı var.

Açık konuşmak gerekirse, onlara karşı daha da büyük bir haksızlık yapılıyor. Gazetecilere, yazarlara, kolayca sahip çıkılırken TSK ile ilgili davalarda, tutarsızlık ve mantıksızlık ne kadar ortalıkta gezerse gezsin, sanki “askere sahip çıkmak riskli alan” olarak değerlendiriliyor ve insanlar bu konuya bulaşıcı hastalık varmış gibi mesafeli durmayı tercih ediyorlar. Bu sendrom “yalnız Nedim Şener ile Ahmet Şık’a sahip çıkalım” şeklinde ortada dolanmış yüzer-gezer medyacı tavrından çok da farklı değil! Bunun dışında konuşmamda yaptığım diğer bir hatırlatma şuydu:

“Normal” bir hukuk devletinde, şayet “sanıklar” hakkında ortaya atılan delillerin uydurma olduğu ortaya çıkarsa, mahkeme iki şey yapar:

Önce sanıkları serbest bırakır ve aklar, ardından “bu komployu tezgâhlayan çete hangisi” sorusunu gündemine alır, üstüne gider! Ülkemizde böyle bir gözleminiz olursa, lütfen bana da bildirin!

Ülkede medyanın yandaşlarını, hükümeti dinleseniz, ülkede “dindarlara” karşı büyük baskı var.

    Gerçeklere bakarsak, Atatürkçü kesim son çeyrek asırda öldürüldü, hapislere atıldı, çalıştığı kuruluşlardan kovuldu, saldırılara uğradı, demokratik haklarını hiçbir şekilde kullanamasın diye kıskaca alındı!

Yani bedel ödeyen bir kesim var iken ortada, sürekli gözyaşları eşliğinde durumunu şikâyet edense bambaşka birileri!

Merdan Yanardağ, yine Goebbels’in ünlü taktiğini hatırlattı:

“Bir yalan ne kadar büyük olursa, o kadar çok inanan olur.”

Odatv davasında, Yalçın Küçük o kendine has teatral sunumuyla yine 2-3 saat boyunca konuştu:

“Burası suçsuzlar mahkemesi. Bize suçumuzu bulun. Cezamızı verin. Burada dezenformasyon var. Artık ortada ‘suç lokantaları-suç otelleri’ var. Engizisyonda da suç yoktu. Sizleri tenzih ediyorum: Kimin ne zaman tutuklanacağına veya serbest bırakılacağına, bir merkezi planlama ile karar veriliyor. Siz kendiniz karar verdiğinizi düşünüyorsunuz. Bizi affedin. Hukuk mantıktır, vicdandır. Benim Öcalan’ı yönettiğim söyleniyor. Bunu ciddiye alamazsınız. Bizler burada ‘Ancien Regime’, yani Atatürk döneminin eski Cumhuriyeti’nin rejimini savunmaktan yargılanıyoruz. Bu nedenle suç gerekli değil. Çünkü artık onlar benden sonra ‘Yeni Türkiye’ dediler. Biz Kemalist Cumhuriyetin sahipleriyiz, onu kimseye vermeyeceğiz.

TÜBİTAK artık bir yobaz yatağıdır. Raporunda teknik olarak her şey görülmüş ama dil, bürokratik olarak yazılmış. İhbarlar yapılıyor. Ardından ‘bu adama suç bulun’ diye emir geliyor. O da bulunuyor: ‘İzinsiz toplantı yapmak’ (!). Sayenizde Ertuğrul Özkök bile ‘seviyorum o çılgını’ diyor hakkımda! Artık erkeklerin bile ilanı aşk ettiği adam olmuşum!”

Sonunda “tadımlık” bir Özkök esprisi verdiğim Yalçın Küçük savunması, aslında Cem Yılmaz’a taş çıkaracak müthiş incelikli, nüktedan öğelerle dolup taşıyor. Eminim ileride, onları yalnız mizah adına analiz eden kitaplar bile çıkacak. Oradan okursunuz, ama tabii Küçük’e has ses vurgularını da ihmal etmemeli! Mesela “L’Etat, c’est moi” (Devlet benim) diye haykırdığında! Tabii o acı gülümsemeli günlere varabilmemiz için, önce her açıdan her gün yeni insani dramlar yaşadığımız bu çirkin tabloyu geride bırakmamız gerek.

Çetin Doğan : Fişleme BÇG’nin değil emniyetin işidir

Fişleme BÇG’nin değil emniyetin işidir

Çetin Doğan
Aydınlık, 13 Ekim 2012

29 Nisan 1997 BÇG rapor sistemi

Öncelikle bir hususu açıklığa kavuşturalım.

Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) 2937 sayılı yasasının 5. maddesi’nde;

Bütün Kamu kurum ve kuruluşlara kendi ilgi alanlarına ilişkin istihbarat toplayabilirler.” hükmü bulunmaktadır.

Genelkurmay Başkanlığı’nın iç istihbarata yönelik kaynakları, kuvvet komutanlıkları ile İçişleri Bakanlığı ve MİT’tir.

Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri teşkilat yapılarında iç istihbarata yönelik herhangi bir teşkilatları, birimleri bulunmamaktadır.

Kuvvet komutanlarının kaynakları yurt sathındaki garnizon komutanlıklarıdır.

İllerde valilerin, ilçelerde kaymakamlıkların başkanlıklarında toplanan “Aylık Asayiş Koordinasyon toplantılarına” MİT, Emniyet ve Jandarma temsilcilerinin yanı sıra Garnizon Komutanı kendisi veya temsilcisi katılır, bilgileri bu toplantıya katılan kurumlardan temin eder.

Çalışma Grubu’nun “ilgilileri ve yetkilileri uygun ve yasal platformlarda bilgilendirmeye yönelik çalışmaları” bir rapor sistemine bağlamak için 29 Nisan 1997 tarihli bir emir yayınlanmıştır.

Emirde “Türkiye’nin irticai taktik resminin ortaya çıkarılması maksadıyla İl bazında irticaya müzahir dernek, tarikat, dergâh, tekke, zaviye, türbeler, kuran kursları hakkında bilgilerin bir defaya mahsus olmak üzere Genelkurmay Başkanlığına gönderilmesi” istenmiştir.

Verilen bilgilerde meydana gelen değişikliklerin belirtilen tarihlerde periyodik olarak gönderilmesi esasa bağlanmıştır.

Ayrıca emrin 6. maddesi’nde, “Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı’nca, ilgili bakanlıklar, kamu kurum ve kuruluşları ile istihbarat teşkilleri gibi çeşitli kanallardan elde edilen bilgilerin gecikmeksizin, Batı Çalışma Grubuna aktarılması” istenmektedir.

BÇG fişleme yapmamıştır

Rapor sisteminde şahıslar hakkında iddia edildiği gibi fişlemeye yönelik bir istek bulunmamaktadır.

Fişleme her zaman “Ciheti Emniyetin” işi olagelmiştir.

İddia edildiği Çiller, veya başka birileri için Batı Çalışma Grubunda fişleme yapılmamış, dosya tutulmamıştır.

Batı Çalışma Grubunda eyleme, icraya yönelik hiçbir emir-talimat hazırlanmamış, yayınlanmamıştır.

Yapılan çalışmalar ilgilileri ve yetkilileri bilgilendirme amacıyla yapılmıştır.

Peki, bu durumda 28 Şubat soruşturmasını yürüten Cumhuriyet Savcılarının ellerindeki belgeler nelerdir?

28 Şubat’ı yürüten Cumhuriyet savcılarının ellerindeki belgeler

Cumhuriyet Savcılarının soruşturma dosyalarındaki belgeler bu yazının kaleme alındığı 03 Ekim 2012 itibariyle, her nedense henüz sanıklara ve avukatlarına verilmedi. Yukarıda BÇG’nun çalışma ve rapor sistemine ilişkin gerçek belgeler dışında, 28 Nisan 2012 tarihinde Ankara Cumhuriyet Savcılığı’nda ifademin alınması esnasında bazı belgelerden pasajlar okunarak, sorular soruldu.

Bu vesileyle belgeleri okuma ve incele fırsatım olmadıysa da ifade zaptına geçtiği için içerikleri hakkında bilgi sahibi oldum.

Yasallaştırılmış işkence

Bu belgeleri irdelemeye geçmeden önce, 72 yaşındaki sanık Çetin Doğan’ın savcılıkta ifadesinin alınma ve hâkim karşısına çıkarma serüveni hakkında, parantez açarak kısa bilgi vermem uygun olacaktır.

Ben buna yasallaştırılmış “işkence” diyorum.

28 Nisan 2012 Saat 03.00’da koğuşumdan alındım.

Ankara Cumhuriyet Savcılığına ulaştığımda sabah Saat 09.00 olmuştu.

Savcılık ifadem tamamlanıp Hâkim karşısına çıktığımda saatler 01.00’i (29.04.2012) gösteriyordu.

Hâkim grup halinde topluca yargılama yaptığı için, tutuklama kararını bize imzalattıklarında saatler 02.30’u bulmuştu.

Silivri’deki “malikâneye” döndüğümde Saat 07.38’di.

Demirkapılı, bol parmaklıklı beton kampusun 27 saat uykusuzluk ve yorgunluktan sonra benim için neden gerçekten bir malikâne gibi göründüğünü bilmem anlatabildim mi?

Şimdi gelelim savcılık sorgusu esnasında bana gösterilen belgeler ve içeriklerine.

04 Nisan 1997 tarihli Batı Çalışma Grubu oluşturulması konulu belge ve eki

406 No’lu MGK kararı ile 14 Mart 1997 tarihli Başbakanlığın talimatının yayınlanmasından sonra, Genelkurmay Başkanlığı Karargâhı’nda Türk Silahlı Kuvvetlerinin de irtica ile mücadelenin organize edilmesi, 03 Nisan tarihinde düzenlenen toplantıda gündeme taşınmıştır.

Bu toplantıda başta BÇG’nun kurulması olmak üzere alınan kararlar, Genelkurmay Genel Sekreterliğince, 04 Nisan tarihli bir emir ile yayınlanmıştır.

Yukarıda açıklamasını yaptığım 10 Nisan 1997 tarihli emrin dayanağı 03 Nisan tarihinde yapılan toplantı ile Genelkurmay Genel Sekreterliği’nin hazırladığı Gnkur. II. Bşk’ı tarafından imzalanan 04.04.1997 tarihli emirdir.

Bu emir gerçek olmakla beraber, savcılıkta bana belge ekinde olduğu söylenen ancak gösterilmeden okunan “Özel Oturum İle İlgili Görüş ve Öneriler” başlıklı el yazısı notun uydurma ve sahte olduğu kesindir.

Özel Oturum İle İlgili Görüş ve Öneriler Başlıklı El Yazısı Notu, Neden Yukarıdaki Emrin Eki Olamaz?

Genelkurmay Genel Sekreterliğince hazırlanan 04 tarihli emir tek sayfalıktır ve eki olsaydı imza hanesinden sonra ekin varlığı ve isminin yer alması gerekirdi.

Resmi nitelikli bir evrakın el yazısı ile imzasız bir ekinin olması düşünülemez.

Savcının bana okuduğu söz konusu el yazısı not hakkında kısa bir açıklama yapmanın yerinde olduğunu sanırım.

Bunun birinci nedeni, Balyoz Davasında çokça rastladığımız, özel Görevli Savcıların atılı suça dayanak arama, yaratma gayretkeşliğinin, 28 Şubat soruşturmasında da varlığını bir örnekle göstermektir.

İkinci nedeni ise, bu iğreti belgenin Sayın Tansu Çiller’e de Cumhuriyet Savcılığında gösterildiğinin güçlü bir ihtimal olarak ortaya çıkmış olmasıdır.

Sayın Çiller’in Savcılıktan çıkar çıkmaz kendisini, 28 Şubat’ın gerçek hedefi, mağduru olarak kendini ilan etmesindeki dayanak, bu belge olmalıdır.

Adı geçen belge içeriğine bir göz atanların bu kanımızı paylaşacağından eminim.

Belgenin içeriğinde, noktalar dâhil “Sorgulama Tutanağına“ geçen şekliyle, şu hususlar yer almaktadır:

“Özel Oturum İle İlgili Görüş ve Öneriler AMAÇ; Bugünkü ortamda öncelikli hedef DYP’nin çökertilmesi, dolayısıyla hükümetin derhal iktidardan çekilmesini sağlayıcı önlemleri almaktır. DYP’nin Hükümetteki oy potansiyelini kırmak örtülü yapılmalıdır. ACİL TEDBİRLER; Hükümetin, RP’nin yumuşak karnını tespiti, Menfaat çatışması yaratmak, Söylenen ve yapılanlar arasında çelişkiler, Ahlaki anlayışların çürüklüğü, Hükümetin ortağı olarak DYP ile ilgili olarak; Liderlerinin sağladığı menfaat, DYP liderinin düşürülmesi, Liderden kurtulmanın parti için kazançlı olacağı ……. ……………………………………… ÇALIŞMA ŞEKLİ 1. Kurul, 2. Kurul, 3. Kurul, kimlerden oluşacağı …………………………………….. Eylem planı……………”

Bu el yazısı notun, yayınlanan emrin konusu ile hiçbir bağı olmadığı açıktır.

Birbirinden kopuk, yarım yamalak kelime ve cümlelerden oluşan söz konusu notu, bir emrin eki olarak kabullenmenin ardındaki akıl ve feraseti anlamak için, Ergenekon, Balyoz ve benzeri davaların şüphelisi veya tecrübeli sanığı olmak gerekeceğini belirtmeliyim.

Tartışmalara engel olmak için Savcılıkta gösterilen soru işaretli diğer belgeler

Sorgulamayı yapan savcının 28 Şubat davasına ilişkin bütün belgeleri gösterip bana soru sormadan önce, her seferinde uzunca bir girizgâhta (açış konuşmasında) bulunması dikkatimi çekti.

Sayın Savcı neredeyse yarım sayfayı bulan açış konuşmasında “Şüpheli Çevik Bir’in 15.04.2012 günü, Şüpheli İdris Koralp’ın 14.04.2012 günü vermiş olduğu ifadesinde söz konusu belgenin doğru olduğunu, imzanın kendisine ait olduğu…..” yolunda açıklamalarda bulunmayı hiç ihmal etmedi.

Bunu belgelerin gerçekliğinin tartışma konusu yapılmasına mani olmak için yapıldığını sanırım.

Bizim gibi özel yetkili savcılarla tanışıklıkları olmadığı için ve de zarfı resmi olunca mazrufun içeriğini kontrol gereksimi duymadıklarını sanırım.

Tanıdığım kadarı ile her ikisinin de savcının niyetini kendi iyi niyetleri ile karıştırmış olmalarının yanı sıra iyi niyetlilikleri ile hemen inanmaya meyilli oldukları için gösterilen belgelerin kendine ait olduğunu teyit etmiş, doğruluğunu kabullenmiştir.

Bu bağlamda Sayın Savcının gösterdiği ve bana soru yönelttiği iki belge öne çıkmaktadır.

Bunlara kısaca değinerek şimdilik konuyu kapatmak istiyorum.

Şimdi Sayın Çevik Bir ile Sayın İdris Koralp’in gerçekliğini kabullendikleri belirtilen belgelerin irdelenmesine:

06 Mayıs 1997 tarihli ‘Batı Çalışma Grubu Batı Harekât Konsepti’ konulu belge

Bu belgenin başlangıcında doğru olabileceğini düşünmüşüm.

Çünkü “İrticai (Siyasi İslam) Faaliyetlere Karşı Yürütülecek Mücadele Stratejisi” konusunda bir çalışmanın varlığını hatırlıyordum.

Ecevit imzalı belge

Nitekim Silivri Kampusu’na döndüğümde “İnternet Davası” yazışmalarını tarayarak; bu çalışmanın MGK’na sunulduğunu ve 18 Mayıs 2000 tarihinde merhum Başbakan Bülent Ecevit tarafından onaylanarak Başbakanlık belgesi olarak yayınlandığını belirledim.

Sorgulama Tutanağını tekrar incelediğimde belgeye ilişkin ortaya çıkan gerçekleri şu şekilde özetleyebiliriz.

Söz konusu belgenin “taslak” ve gerçek isminin “Batı Harekât Konsepti” olduğunu, belgeye ilişkin, Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Başsavcılığının soruşturmasına (Hz. 1997/285) Genelkurmay İKK. ve Güv. D. Başkanı Tümg. Fevzi Türkeri’nin cevabi yazısından anlaşılmaktadır. (Bu bilgi Sayın Savcının belgeye ilişkin soru sormadan önce yaptığı girizgâhta yer almaktadır.)

Genelkurmay Başkanlığından Devlet Güvenlik Başsavcılığına gönderilen evrakın tarihi 29 Temmuz 1997’dir.

Sayın Erbakan Başbakanlıktan istifasının 18 Haziran 1997 tarihinde vermiştir.

Taslak olduğu için yayınlanmadığı aşikâr olan söz konusu “Batı Harekât Konseptinin”, “T.C. Hükümetini cebren devirmek, hükümetin görevlerini kısmen veya tamamen engellemek, engellemeye teşebbüs etmek, darbeye teşebbüs etmek” gibi eylemlerle ne ilgisi olabileceğini anlamak için, işinizin Özel Görevli Savcılara ve de Özel Yetkili Mahkemelere düşmesi gerekir.

Söz konusu belgeye ilişkin Cumhuriyet Savcının sorduğu sorulardan belgenin içeriğinin bir harekât konsepti olmaktan çok bir istihbarat dokümanı olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim DGM Cumhuriyet Başsavcılığının soruşturmasına Genelkurmay İstihbarat Başkanlığını kuruluşunda bulunan bir Daire Başkanının imzası ile yanıt verilmesi bu hususu teyit etmektedir.

Sayın Çevik Bir ile Sayın İdris Koralp’in evrakın gerçekliğini evrakın ıslak imzalı dosya suretini görmeden kabullenmeleri, Özel Görevli Savcılarla ilk defa tanışıyor olmalarından kaynaklandığını düşünüyorum.

Belgenin kim tarafından imzalandığı da açıkça belirtilmemiştir.

Genelkurmay Başkanlığı “İmza yetkileri Yönergesine” göre, Genelkurmay Başkanlığından yayınlanan bir “Konsept” dokümanı Genelkurmay Başkanı tarafından imzalanır. Bu belgenin aslının tasdikli bir sureti Cumhuriyet savcılığından istenmiş, ancak şimdiye kadar bu konuda olumlu bir sonuç alınamamıştır.

Adı geçen belge 29 Temmuz 1997 tarihinde taslak olduğuna göre içeriğinin Refah-Yol Hükümeti ile bir bağ kurulması akıl karı değildir.

Bana okunan kadarı ile söz konusu belgede hükümetin düşürülmesine yönelik herhangi bir eyleme ilişkin emir niteliğinde bir ifadenin de yer almadığını belirtelim.

27 Mayıs 1997 Tarihli Batı Eylem Planı ve Eki isimli belge

Her ne kadar bu belge ve ekinin gerçekliğini, 15 Nisan 2012 tarihinde Sayın Çevik Bir, 14 Nisan 2012 tarihinde Sayın İdris Koralp ifadelerinde kabul etmiş iseler de savcılıktaki ifademde samimiyetle “Bu belgeyi hatırlamıyorum. Böyle bir ciddi belgeyi hatırlamam gerekir. Dosya suretinde parafım varsa benim dönemimde hazırlanmış olabilir. Ancak hatırlamıyorum” şeklinde beyanda bulundum.

Bu emir mahkemece konan kısıtlama kararı nedeniyle sanıklara hala verilmemiştir.
Bu belge ile ilgili iki önemli hususu vurgulamak isterim:

Bu belgeye ilişkin bana yöneltilen sorulardan belgenin irtica ile mücadele kapsamında hazırlandığı ve içerisinde mevcut hükümetin düşürülmesine yönelik herhangi bir eylemin yer almadığı açıkça görülmektedir.

Sorgu Tutanağından geçtiği şekilde “Eylem Planının 26 No.lu faaliyet planı (d) bendinde, Hükümet değişikliği fırsatından yararlanmak ve 31 No.lu faaliyet planında Yeni hükümete mevcut durum hakkında teferruatlı bilgi vermek” ifadesi bulunmaktadır.

Bundan anlaşılan, İrtica ile mücadele için hazırlanan “Batı Eylem Planının”
Erbakan Hükümetinin istifasından sonra hazırlandığını ortaya koymaktadır.

(http://www.gazetevatanemek.com/, 14.10.12)

Srelçuk Erez : Savcılara tabanca

Prof. Dr. Selçuk EREZ

Prof. Dr. SELÇUK EREZ
www.selcukerez.com

14.10, 12, Cumhuriyet Pazar eki

Savcılara tabanca

Bir savcımızın kısa bir süre önce öldürülmesi, savcılara koruma ve silah istenmiş olduğu halde bunların sağlanamadığını ortaya koydu. Adalet Bakanı’na soruldu. Bakan, “Savcıya, hâkime silah yok tartışması doğru değil. Hâkim ve savcılarımıza uygun fiyatla silah temin edilecek. Satış, fiyatının üçte biri olacak.” dedi.

Savcılara ucuza silah vererek onların emniyetinin sağlanacağı varsayımı çok doğrudur! Düşünülmesi gereken, onları arkadan vuracak, bir arabanın, ağacın vb. ardında mevzilenip kurşunlayacaklara ne yapılması gerektiği gibi önemsiz ayrıntılardır. Bütçeye yük olmadan alınacak bu tür ucuz maliyetli önlemlerle başka sıkıntılarımıza da çare bulunulabilir:

Dolmuşa, taksiye binemeyenlere ucuz kaykay: kargo bizden, 39 TL.

Kasaba gidemeyenlere: Dişinizi az sıkın; Kurban Bayramı’na ne kaldı ki? Bayramın ardından nasıl olsa kış gelecek, kar yağacak. O zaman bir tabağa kar doldurun, üstüne az pekmez katın: Parmaklarınızı da yersiniz. Sadece Bitlis’te filan değil, Karadeniz kıyılarında da rağbettedir: “Ben Samsun’a gidemiyom kar olmayınca / Samsun bana haram olsun yâr olmayınca” türküsü, bu gerçeği dile getirir.

Bodrum’a gidemeyenlere: Bol havuç yerseniz içindeki beta-karoten, sizi güneşte uzun süre kalmış gibi tunçlaştırır. Herkes sizi Bodrum’a gitti sanır. Havuç pahalıysa, sararmış sonbahar yapraklarında da bol karoten olduğunu unutmayın.

“Sebze pahalı” diyenlere ağaç yaprağından sarma: Az pirinci suda kaynatın. Ihlamur ya da dut (devetabanı bile olurmuş) yapraklarını kaynar suda haşlayın ve içine eser miktarda pirinç doldurup sarın. Bir çay kaşığı yağ katıp tencerede kaynatın. Bol tuzlarsanız daha kolay yersiniz.

Bu ülkede Kalaşnikoflar neden bu kadar pahalı?” diyen Suriyeli sığınmacılara: Duyduğumuza göre Çin malı olanlar Irak’ta çok daha ucuzlarmış. İlk ayı ödemesiz 12 ay taksitle veriyorlarmış.

Eczaneye gidemeyenlere: Hangi Evliya’nın, hangi hastalığa iyi geldiğini araştırmaktayız. Liste, pek yakında başbakana sunulacak, son sözü o söyleyecektir.

Korunamayan ve ayrıldığı eşinin saldırısına uğrayan kadınlara: En ucuz tekvando dersleri İpsala’da verilmektedir.

Parfüm alamayanlara hacı yağı tarifi: Hindistan’a gidenlere paçuli tohumu ısmarlayın. Güneşli odanızda yetişecek bitkinin yapraklarını, dibi musluklu iri bir cam kavanoza doldurun. Üstüne bir eritici döküp yağını alın. Bunu başka bir kapta ısıtıp eriticiyi buharlaştırın. Geride kalan yağ, yedi sülalenizi yıllarca misk gibi kokutacaktır. (Temsilcilik verilir )

2023’e varıncaya kadar göreceksiniz biz akla durgunluk veren daha ne çok şey düşüneceğiz! l

=======================================

Dostlar,

Selçuk hocamız deyim yerinde (özellikle genç insanlar “tabiri caizse” deyince cinlerim tepeme çıkıyor..) ise yine “döktürmüş”..

İnce kara mizah..

Derin derin düşündüren ve dersler veren..

Uyaran..

Bu siyasal kadro ile Türkiye, 2023’e dek gericiliğin batağına tanınamayacak denli batabilir..

Halkımızın uyanması ve ülkeye bir an önce sahip çıkması
giderek daha yakıcı bir gereklilik durumuna geliyor..

Ulusumuza güveniyoruz.. Tarihsel sağduyusunu gecikmeden sergileyecektir..

Ama ÖRGÜTLEYİCİ ÖNDERLİK zorunlu..

Sorun da burada..

Sevgi ve saygı ile.
14.10.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Gelir dağılımı ve Gini katsayısı..

Dostlar,

Yoğun rutinlerimiz nedeniyle son 2 gün sitemize yeterli yazı sunamadık.
Hoşgörünüzü dileriz..

Kaldığımız yerden devam edelim..

Prof. Dr. Ali Ercan hocamız, Milliyet yazarı Sn. Prof. Güngör Uras‘a yazdığı mektubu bizlerle paylaştı.

Gelir dağılımındaki adalet ülkemizde can yakmayı, kitleleri yoksul tutmayı, yoksullaştırmayı dürdürüyor..

30 yıl kadar önce Başbakan S. Demirel’den, gelir dağılımı eşitsizlğinin eleştirilmesi üzerine şu sözleri duyardık hep :

– Durun bakalım, ortada doğru dürüst pasta yok ki, paylaşımını adşlleştirelim. Hele bir pasta büyüsün bakalım..

Aradan 3-4 onyıl geçti..Ülkemizin ulusal gelir dağılımı giderek bozuluyor.
Demirel kitleleri bilerek oyaladı, sorunun çözümünü erteledi. Sermaye belli ellerde birikti. Ancak ülkemiz gene de temel kalkınma sorunlarını çözemedi. Kapitalist kalkınma modeli Türkiye’yi esenliğe ulaştırmadı.

Zaten doğası buna elvermez ki.. Dönemsel bunalımlarla hastalıklı yapı sürüyor. Kimi kez kaçınılmaz bunalımların içinden çıkılamıyor ve savaşa başvuruluyor.

AKP iktidar olduğunda Gini katsayısı 0,38 dolayında idi.. Bugün, TÜİK’in makyajlamaları ve yandaş politik düzeltmelerine karşın 0.40’aşkın.
10 yıldır iktidardaki partinin adına dikkat : Adalet ve Kalkınma Partisi.
Bu kadrolar Erbakan’ın çocukları ve kendilerince ciddi biçimde Müslümanlar.
Politik tercihlerine yol veren inanç dünyaları..
Ne var ki, AB-ABD güdümünde politikaların varacağı başkaca yer hayal edilebilir mi?

Türkiye, Büyük Atatürk döneminde olduğu gibi “TAM BAĞIMSIZ” politikalar izlemek zorunda. Günmüzde Atatürk’ün ekonomi politikasını Güney Amerika ülkeleri, Çin, Hindistan.. gibi ülkeler büyük benzerlikle izliyorlar. Başarıları da ortada.

Tam bağımsızlık, ancak mali bağımsızlık ile mümkündür. Bir devletin maliyesi bağımsızlıktan yoksun olunca, o devletin bütün hayat ışıklarında bağımsızlık felç olur. (Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK)

TÜİK‘in en son verileriyle gelir dağılımı aşağıdaki gibi :

Biz buna “LANETLİ ÇEMBER” diyoruz.. Atılacakher adımın bu olağanüstü adaletsiz gelir paylaşımını düzeltici olması stratejik bir ön koşul saılmalı..

Sözünü ettiğim 2 yazı aşağıda..

Sevgi ve saygı ile.
14.10.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

========================================================

Sayın Güngör Uras,

Bundan bir süre önce “Gini Katsayısı” üzerine Milliyet’te yayımladığınız aşağıdaki yazınızda, müsaade ederseniz, küçük bir düzeltme yapmak isterim. Yazınızda “A alanı, alanın Lorenz Çizgisi altında kalan alana (B alanına) bölünüyor. Ortaya çıkan katsayıya Gini Katsayısı deniliyor.” diyorsunuz; Oysa Gini Katsayısı A/B değil, A/(A+B) dir..

Bu vesile ile Gini katsayısının pratik hesaplanmasını bilmek isteyenlere sizin aracılığınızla çok basit bir hesaplama yöntemi önermek isterim.. “Trapez toplama” dediğimiz bu yöntem, karmaşık fit ve integral hesaplarıyla bulunan sonuçtan % 1-2 hata payıyla farklıdır. (küçüktür)

A+B=1/2 olduğundan Gini katsayısının g=1-2B olduğu kolayca görülür..
a1 a2 a3 a4 ve a5 en aşağıdan en yukarıya doğru gelir gruplarının toplam gelirdeki paylarını göstermek üzere, B yerine Lorenz eğrisi altında kalan alanın trapez toplamı yazıldığında aşağıdaki basit eşitliği elde ederiz :

g = 1 – 0,2 ( 9a1 + 7a2 +5a3 + 3a4 + a5 )

Buna göre 2009 yılı Gini Katsayısı

g = 1-0,2 (9 x 0,056 + 7 x 0,103 + 5 x 0,151 + 3 x 0,215 + 0,476) ≈ 0,380 bulunur; maksimum %2 hata payını da eklesek, en fazla 0,387 olur.. (%9’luk bir farkı kabul etmek mümkün değil) dolayısıyla 2009 yılı için Gini katsayısını 0,415 almak doğru değil ! Aynı şekilde 2010 yılı için hesapladığımızda Gini katsayısını 0,370 buluruz, (maksimum 0,377) 0,402 değil..

Başarılarınızın devamı dilerim. Saygılarımla.

Prof. Dr. rer.nat. D. Ali Ercan
10.10.12

Not : Gelir dilimlerinin ulusal gelirdeki paylarının da doğru hesaplandığından emin değilim. Ben en üst gelir diliminin ulusal gelirden %50 üzerinde pay aldığını tahmin ediyorum; Türkiye’de gelir dilimlerinin payları kabaca şöyle olsa gerek;

a1 % 3,2
a2 % 6,5
a3 %12,9
a4 %25,8
a5 %51,6 (en üst gelir grubu en alt gelir grubunun 16 katını alıyor)
%100

Buna göre g faktörü hesaplanacak olsa

g = 1 – 0,2 (9 x 0,032 + 7 x 0,065 + 5 x 0,129 + 3 x 0,258 + 0,516)
g = 0,46 bulunur ki, çok daha makul geliyor.. Gini katsayısı 0,45 olan Çin’den daha adil bir gelir dağılımımız olduğunu sanmıyorum. æ

***

Olayların içinden (Milliyet)

Güngör Uras

Türkiye’nin Gini katsayısı 2010 yılı hane halkı kullanılabilir gelir dağılımına göre 0.402 olarak açıklandı. Gini katsayısı, Lorenz eğrisine dayalı olarak hesaplanır. Ülkelerin Gini katsayısı birbirininki ile karşılaştırılarak gelir dağılımının nasıl olduğu konusunda bilgi edinilir. Sayın okuyucularıma basitleştirerek Lorenz Eğrisi ile Gini Katsayısı’nı anlatacağım.
Böylece neyin ne olduğunu daha iyi izleyebilirler.

TÜİK (Devlet) her yıl milli gelirin hane halkı arasında (en fakirinden en zenginine) nasıl dağıldığını gösteren bilgileri yayınlıyor. 2010 yılı hane halkı gelir dağılımı tablosuna göre nüfusun ilk yüzde 20’lik dilimi (14 milyon kişi) milli gelirin yüzde 5.8 ini paylaşırken, yüzde 20’lik en zengin dilim (14 milyon kişi) milli gelirin % 46.4’üne sahip oluyor.

İşte bu gelir dağılım tablosundaki oranlara dayalı olarak Lorenz Eğrisi çiziliyor. Bir kareyi çaprazlama bir köşeden öbür köşeye bağlayan çizgiye tam gelir eşitliği çizgisi deniliyor. Eğer her %20’lik nüfus dilimi milli gelirin yüzde 20’sini almış olsa gelir dağılımı çizgisi, tam eşitlik çizgisi ile birleşecek. Halbuki birikimli olarak nüfus dilimlerinin milli gelirden aldıkları pay farklı. İşte onun için tam eşitlik çizgisi altında bir çizgi oluşuyor. Buna da Lorenz Eğrisi deniliyor. Lorenz Eğrisi tam eşitlikten ne kadar uzaklaşır ise (A alanı ne kadar büyür ise) gelir dağılımı o kadar bozuk demektir.

Tam eşitlik olsa, Lorenz Eğrisi ile tam eşitlik eğrisi birbiri üzerine binecek. 1/1 Eşitlik ortaya çıkacak. Lorenz Eğrisi tam eşitlik çizgisinden uzaklaşıyor da ne kadar uzaklaşıyor? İşte bu da Gini Katsayısı ile ölçülüyor. Eşitsizlik alanı olan A alanı, alanın Lorenz Çizgisi altında kalan alana (B alanına) bölünüyor. Ortaya çıkan katsayıya Gini Katsayısı deniliyor.
Madem ki tam eşitlik 1:1=1 idi. O halde Gini Katsayısı 1’e ne kadar yakın ise gelir dağılımı o kadar iyidir, 1’den ne kadar uzak ise o kadar kötüdür.
Bizim Gini Katsayımız 2002’de 0.44 idi. 2003’te 0.42 oldu. 2004’te 0.40 oldu. 2005’te 0.38 oldu. 2007’de 0.43 oldu. 2008’de 0.405 oldu. 2009’da 0.415 idi. 2010’da 0.402’ye geriledi.

Gini Katsayısı’nın küçülmesi, gelirde eşitsizliğin düzeldiğini gösteriyor. Gini Katsayısı ne kadar küçük ise ülkede gelir dağılımı o kadar iyi demektir.

Gini Katsayısı’nda dünya ortalaması 0.399, OECD ülkeleri ortalaması 0.310, AB ülkeleri ortalaması 0.304’tür.

Gelir dağılımı en iyi olan Kuzey Avrupa ülkelerinden İsveç’te katsayı 0.25, buna karşı İsviçre’de 0.34, Fransa’da 0.33, Almanya’da 0.28, İngiltere’de 0.34, ABD’de 0.41’dir. Görülüyor ki, kişi başı gelir rakamının yüksekliği ile gelir dağılımının bozukluğu farklı konular. ABD’de kişi başı gelir yüksek ama gelir dağılımı Türkiye’dekinden daha bozuk.

Melih Aşık: 18’lik milletvekili…

Melih Aşık
18’lik milletvekili…
12.8.12, Milliyet

Başbakan Tayyip Erdoğan, ne partisinden ne muhalefetten ne de toplumdan
herhangi bir talep gelmemişken… Ortaya yeni bir öneri attı:

“18 yaşındakilere seçilme hakkı verilsin.
Böylece 18 yaşında da milletvekili olunabilsin.”

Malum olduğu üzere milletvekili seçilme yaşı birkaç yıl önce 25’e indirildi. İyi de liderler son seçimde bu yaşta bir tek genci aday gösterdi mi? Meclis albümüne bakınca görüyoruz ki göstermemişler. Halen Meclis’in en genç milletvekili doğum tarihi 11 Eylül 1984 olan AKP’li Bilal Macit 2011’de Meclis’e milletvekili olarak adım attığında yaşı 27 idi. AKP’li Mehmet Muş 29, CHP’li Faik Tunay ve Emre Köprülü ile AKP’li Mustafa Akış ise 30 yaşındaydı…

Seçilme yaşını liderler 27’nin altına indirmemiş, şimdi 18’den dem vuruyorlar. Laf… Diyelim ki 18 yaşındaki bir genç milletvekili seçildi. Askerlik yaşı geldiğinde ne olacak? Memuriyet için bile askerlik yapma koşulu aranırken bu koşulun milletvekilliğinde aranmaması olacak şey mi? Bugün 18 yaşında olup lisede okuyan bir sürü genç var. Onlardan biri milletvekili olursa okulu mu bırakacak? Bırakmazsa öğretmenleriyle ilişkisi öğrenci – öğretmen ilişkisi mi yoksa milletvekili – öğretmen ilişkisi mi olacak? Böyle bir öğrenci arkadaşlarına veya öğretmenlerine sataşırsa polis kendisine dokunamayacağından okuldaki disiplin ne hale gelecek? Öğretmenleri öğrencisine nasıl hitap edecek? Kim kimin astı, üstü olacak? vs. vs.

İlk anda akla gelen bu sorular bile konunun bir hayli düşünülmesi gerektiğini gösteriyor.

Çüngüş’e doğru…

Vatandaş Mehmet Durmuşoğlu’nun, Diyarbakır Müftüsü Nimetullah Erdoğmuş’a gönderdiği mektubu birlikte okuyalım:

Sayın Müftüm…

Çüngüş ilçesi Üçpınar köyünde çok güzel bir cami inşaa edildi, emeği geçen herkese teşekkür ederim. Ben de bu köy halkının bir ferdiyim, uzun yıllardır İstanbul’da yaşıyorum, ancak köyümü ihmal etmeden her yaz ziyaret ederim. Bu cami inşaatına başlandığında ileride benim de ismimin geçmesi ve orda yaşayan köylülerimize dini konuda katkı sağlaması için dini yayınlar hazırladım (satın aldım) ve camiye hediye olarak gönderdim. Camimizin açılışı Eylül 2012’nin ilk haftasında yapıldı, ben katılamadım daha sonra 25 Eylül’de ben de gittim.
Camiye gönderdiğim kitaplar Milliyet gazetesinin okuyucularına armağanı olan değerli yazarlarımızın hazırladığı 10 ciltlik ‘Hak Dini Kuran Dili’ ve Hürriyet gazetesinin verdiği çok güzel bir Kuran-ı Kerim idi. Köye gittiğimde bu gönderdiğim kitaplarımı camide göremedim cami hocasına sorduğumda:

– Evet kitaplarınız geldi ancak ben siyonist ve şeytan gazetelerin kitaplarını camime sokmadım, dedi…

Kitapların nerede olduğunu sorduğumda evinde olduğunu söyledi. Peki dedim,
camiye sokmadığın bu kitapları evine nasıl koyuyorsun, ona da cevap veremedi…

Kitaplarımı geri istediğimde ertesi günü alabileceğimi söyledi. Ertesi günü kitaplarımı aldırdığımda Milliyet ve Hürriyet gazete isimlerinin tükenmez kalemle karalandığını ve bantla kapatıldığını gördüm. Hocaya şunu da sordum :

‘Senin görüşün doğrultusundaki gazetelerin kitapları olsa onları da kabul etmez miydin?’, yine cevap yok…”

Bu hoca acaba hangi eğitimden geçti? Bu eğitimi kimler veriyor Türkiye’de?
Din bu mu?

Başbakan son grup konuşmasında dedi ki:

“ABD’ye karşı İran’ın yanında yer aldık.”

Önceleri öyleydi ama daha sonra ne olduysa ABD’nin İran’a karşı geliştirdiği
füze kalkanını lök diye Kürecik’e yerleştirdiler

Bayram

Atatürkçü Düşünce Derneği’nin çağrısıyla toplanan 16 demokratik kitle örgütü, Vatan ve Cumhuriyet Birlikteliği adıyla, 29 Ekim’de Ulus’ta bulunan Birinci Meclis önünde başlayacak tarihi bir eyleme hazırlanıyor.

“Vatan ve Cumhuriyet İçin Halk Buluşması” adıyla düzenlenecek olan etkinlik saat 11:00’de başlayacak ve burada yapılacak basın açıklamasının ardından Anıtkabir ziyareti gerçekleştirilecek. Vatan ve Cumhuriyet Birlikteliği, ADD, ÇYDD, TGB, Eğitim-İş, Birleşik Kamu İş, CKD, THD gibi kitle örgütlerinden oluşuyor.

Tayyip Erdoğan, CHP’lilere “Siz Amerika’nın karşısında el pençe divan duran adamlarsınız” demiş.

Şeeeyyy… Bu lafı söylemek için Amerika’dan izin almış mı acaba!

NATO

Birçok gazete haberi: “NATO Türkiye’nin arkasında” diye verdi…
Oysa NATO Genel SekreteriRasmussen sadece:

– Türkiye’yi desteklemek için tüm planlar hazır, diyor…
Planın hazır olması başka… Planı uygulamak başka…

NATO Savunma Bakanları toplantısında gazetecilerin önüne çıkan Rasmussen NATO’nun böyle bir savaşa bulaşmasına karşı olduğunu da kaydediyor.
NATO Türkiye’yi nasıl savunur? Türkiye saldırıya uğrar, NATO ülkeleri toplanır, 28 ülke istisnasız evet derse 5. madde yürürlüğe girer. Yani… 5. maddenin işletilmesi pek mümkün değildir. Rasmussen bu sözleri moral destek amacıyla sarf ediyor belli ki…
* * *
Başbakan Erdoğan “Top atışlarına karşı kendimizi savunmayacak mıyız?” diye soruyor.
Kimse, “kendimizi savunmayalım” demiyor.

AKP’ye yönelik eleştiri:

“Neden ilişkiyi bu duruma taşıdınız, neden silahlı muhaliflere yataklık ederek ülkeyi hedef haline getirdiniz?”dir.

NATO Genel Sekreteri Rasmussen

“Türkiye’yi savunmak için planlar hazır” diyor.
Bravo!

40 bin kişinin ölümüne neden olan PKK için 30 yıldır hazırlanamayan planlar
Esad’ı devirmek için 3 ayda hazırlandı…