Etiket arşivi: SESSİZ ÇIĞLIK Eylemi

E. Amiral TÜRKER ERTÜRK’e Hapis Cezası Veren Yargıç (?) Meslekten Atıldı!

E. Amiral TÜRKER ERTÜRK’e
Hapis Cezası Veren Yargıç (?) Meslekten Atıldı!

portresi_sade


Tekirdağ’da 31 Mayıs 2014’de düzenlenen Sessiz Çığlık Eyleminde yaptığım konuşmada zamanın Başbakanı Erdoğan’a hakaret ettiğim iddiası ile Tekirdağ’da yapılan yargılanmamda 11 ay 20 gün hapis cezası almıştım.

 

Bu cezayı bana, yaptığım savunmayı dinlemeyen, ben savunma yaparken devamlı
başka işlerle uğraşan, sürekli terleyen, gözümün içine bakamayan ve
Fetocu olduğu yolunda istihbarat aldığımız hakim Recep Baş vermişti!

Bugün öğreniyoruz ki Recep Baş, FETÖ nedeniyle HSYK kararı ile hakimlikten atılmış. Yine de oh olsun demiyorum.

Tekirdağ’da hakkımızda verilen karadan sonra mahkeme çıkışında yaptığımız kısa açıklamanın videosuna aşağıdaki erişimden ulaşabilirsiniz.

Saygıyla duyurulur. 25.08.2016

Türker Ertürk
https://www.youtube.com/watch?v=fDvV5-uZe-Y

============================================

Dostlar,

Ülkenin yurtsever Atatürkçü aydınlarına işte böylesine düşmanca, hukuk ayaklar altına alınarak, yargıç – savcı kılıklı kimi tarikat müritleri hatta kullarınca uzun yıllar ağır bedeller ödetildi.. Hatta can pahasına çiçeklerimiz aramızdan kopartıldı..

İnsan sevinemiyor gene de görevden atılan yargıç Recep Baş‘ın durumuna..
Fakat gene de adalet bir parça olsun yerini buluyor mu diye iyimser olunuyor.
Keser dönüyor, sap dönüyor ve günü gelince hesap da dönüyor galiba..
Sayın Ertürk elbette gereğini düşünür ancak dostça paylaşmakta yarar var :

  • Yargılamanın yenilenmesi“nin koşulları doğmuştur. 2004’te yenilenen 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Yasası‘nın 311-323. maddeleri (3. Bölüm) konuyu ayrıntılı düzenlemektedir.

Yalnız Sn. Ertürk değil, benzer durumdaki mağdurlar bizce bu hukuksal yolu izlemeli ve Türk hukukunda örnek (emsal) kararlar oluşmasını sağlamalıdırlar. Aydın sorumluluğu bitmiyor..

Sevgi ve saygı ile.
25 Ağustos 2016, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

TBB Paneli : “TÜRKİYE’DE İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ” ve Son İhlaller..


TBB Paneli : “TÜRKİYE’DE İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ” ve Son İhlaller..

Dostlar,

Ülkemizde gün geçmiyor ki, insan hakları en kaba ve kapsamlı – derinlemesine çiğnenmesin.. 10 Aralık günü başlayan İNSAN HAKLARI HAFTASI‘nda web sitemizde epey yazıya yer verdik. Hafta öncesinde 25 Kasım 2014 günü Ulusal Kanal’da
“halkımızın sağlık hakları” konusunu işledik (Püf Noktası, Gülgun Feyman,
programı YouTube’da yayımladık; http://youtu.be/dcq1it_Nz-4). 21 Aralık 2014 günü Alevi yurttaşların haklarını bir açık oturumda yine Ulusal Kanal’da 2 uzman ile birlikte paylaştık. AKP iktidarı, AİHM’nin zorunlu din derslerinin kaldırılması kararlarını (2. kez) görmezden gelerek temyize gidiyor.. Çocuklara zorla Sünni İslam öğretisi dayatılıyor!
(http://ahmetsaltik.net/2014/12/22/akp-alevi-haklarini-ve-aihm-kararlarini-neden-gormezden-geliyor/) 116. Sessiz Çığlık eyleminde Ankara’da net mesajlar verdik (http://youtu.be/zicxeKzYGLg)

Ancak AKP iktidarı dur durak bilmiyor..  17-25 Aralık Yolsuzluklar haftası içinde yeryüzünün belki de en büyük yolsuzluğu kapatıldı. Şüpheli 4 Bakan bir türlü
TBMM Komisyonundan Anayasa Mahkemesi’ne (Yüce Divan’a) yollan(a)mıyor.
AKP – RTE ve şüpheli Bakanlar da var güçleriyle Yüce Divan’dan kaçıyorlar.
Çıkıp yiğitçe, “veremeyeceğimiz hesap yok.. yargılanmak istiyoruz..” diyemiyorlar.
Başlı başına bu tablo, kamuoyunda aklanmalarını olanaksız kılıyor..

20 Aralık 2014 günü bizim de üyesi olduğumuz EĞİTİM-İŞ üyesi öğretmenlere
Tandoğan Meydanı’nda uygulanan hukuksuz ve çok ağır polis şiddeti ülkemiz adına bizleri ve uluslararası kamuoyunu kaygılandıran bir başka olay olmuştur.

Son olarak dün (25.12.14) günü Konya’da tutuklanan 16 yaşındaki lise öğrencisi..
Cumhurbaşkanı’na hakaret (?!) suçlaması ile okulu basılarak sınıfından arkadaşlarının
gözü önünde alınıp götürülen ve jet hızıyla sorgulanıp yargıç kararı ile tutuklanıp
hapse konan çocuğun – gencin durumu.. Yasalar 18 yaşını bitirene dek herkesi kural olarak (evlenme gibi erginlik kazandıran durumlar dışında) “çocuk” kabul ediyor.. BM Çocuk Hakları Sözleşmesi md. 1 de! Bu “sanık”, yasal deyimiyle “suça itilen çocuğun” ve okuldaki arkadaşlarının uğrayacağı ruhsal travmayı Konya’daki ilgili C. Savcısı ve güvenlik güçleri değerlendirmekten aciz midirler? Hiç çocuk psikolojisi bilmezler mi?
2 saat gecikmeden doğacak ne sakınca olabilirdi acaba bu “şüpheli yapılan çocuk”
anne-babası aracılığıyla Karakola / Savcılığa davet edilse idi, psikolog eşliğinde?
Bir hekim olarak yapılanların tıbben çok yanlış ve hukuk dışı olduğunu vurguluyoruz!

Yasal deyimi ile “Suça sürüklenen bu çocuk M.E.” kaçar mıydı, kanıtları mı karartırdı, başkaca suç mu işlerdi?? Hangi zorunluluk tutuklama gerektirmiştir?
“Kuvvetli suç şüphesi” gerekçesine dayanan mahkeme / Sulh ceza yargıçlığı kararı
hukuk dışıdır. Bu tutuklama için salt koşul ön koşuldur. Ek olarak kaçma / kanıtları karartma olasılığı – kuşkusu olmak zorundadır. Ayrıca eylemin karşılığı olarak öngörülen cezanın ağırlığının da (üst sınırının) tutuklama kararında dikkate alınması gereklidir.
Üst sınır 4 yıldır (TCK md. 299). Bunun 1/3’ü zaten “çocuk” olduğu için indirilecektir.

Yargıçlık görevi böylesine fütursuzca keyfi olarak kullanılamaz!
HSYK mutlaka gerekli yasal işlemi yapmalıdır.

“Tutuklama” kararı veren mahkeme / sulh ceza yargıcı, neden güvenlik önlemleri ile
tutuksuz yargılamayı seçmemiştir? Aynı soruları soralım :

16 yaşındaki Lise öğrencisi M.E. “suça itilen şüpheli çocuk” kaçar mıydı, kanıtları mı karartırdı, başkaca suç mu işlerdi?? Kamu düzenini tehdit mi ederdi tutuklanmasaydı?
Hangisi, hangisi? BM Çocuk Hakları Sözleşmesi hükümleri Anayasa md. 90 / son fıkra uyarınca iç yasalardan (TCK md. 299) üstün hukuk normları değil midir?
Hatta bu yasal hükümlerin Anayasaya aykırılıkları bile öne sürülemiyor.

Çok ama çok vahim biçimde, temel kişi hak ve özgürlükleri bu olayda çiğnenmiştir.
Topluma, en barbar biçimde gözdağı verilmek istenmektedir. Tandoğan’da sayıları yüzü aşan öğretmenimiz yerlerde sürüklenerek, kış ortasında basınçlı soğuk suyla ıslatılarak, yüzlerine bolca biber gazı püskürtülerek yaka paça gözaltına alınması da gözdağı amaçlıdır. İktidar terörüdür..

Olayda yer alan savcı da, polis de, yargıç da bize göre görevlerini kötüye kullanmış, hukukun buyurucu nesnelliği yerine iktidara siyasal yaranma dürtüsüyle davranmışlardır. Ağır suç işlemişlerdir.

Yargıç ve savcının bu hukuk dışı ve yasa tanımaz eylemlerinin ivedilikle HSYK tarafından soruşturulması gerekmektedir. Polisin de yasal – idari soruşturulması / kovuşturulması gereklidir..

Önce “şüpheli”, ardından jet hızıyla “sanık ve tutuklu” yapılan gerçekte “suça itilen çocuk” 16 yaşındaki Konya’lı M.E. derhal serbest bırakılmalı ve yargılanacaksa bile
mutlaka tutuksuz yargılanmalıdır.

Başka türlü kamuoyunun adalet duygusunu tatmin etme ve yerle bir edilen hukuka güven duygusunu onarma olanağı yoktur.

*****

2. Abdülhamit 1876-1909 arasında saltanat sürmüş bir despottu. 1876 Anayasası ile getirilen Meşrutiyet’i, 2 yıl sonra Osmanlı – Rus savaşı gerekçesiyle askıya alan
Osmanlı Padişahı (Kızıl Sultan!), ancak İttihat Terakki‘nin silah zoruyla 30 yıl sonra 1908’de 2. Meşrutiyet’i ilan etmek zorunda bırakılmıştır. Kısa süre sonra da tahttan  indirilmiştir.

Benzer sonuçları şimdiki AKP iktidarı da yaşayacaktır;
sağduyulu halkımız 2015 seçimlerinde gereğini mutlaka yapacaktır.
Kadim Türkiye Cumhuriyeti 3-5 AKP’li tarafından teslim alınamaz!
Bu harami – bezirgan dönemi parantezi de mutlaka kapatılacak ve
ülkemiz tarihteki onurlu yoluna yüce Atatürk’ün ışıklı çizgisinde devam edecektir..

Bu gerekçelerle, TBB’nin (Türkiye Barolar Birliği) 2 hafta önce düzenlediği

“TÜRKİYE’DE İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ”

panelinin özet notlarını da özellikle paylaşmak istedik..

Özenle okunması dileğiyle..

Türkiye artık apaçık AKP – RTE’nin İslami Faşist diktatörlüğü altındadır ve
uluslararası kamuoyu katında özellikle Bay RTE alay konusudur,
ağır biçimde aşağılanmaktadır.

Bu tablo, her şeye karşın ulusal onurumuzu zedelemektedir.
AKP – RTE’nin sağduyuları kalmamış gibidir.
Bir öfke seli ve suçluluk kompleksi içinde içinde gözleri kararmıştır ve sürekli,
giderek ağırlaşan hatalar yapmaktadırlar..

Bu gidişin sonu “hayırlı” değildir.
Bu siteden hep ama hep, büyük sabırla yaptığımız gibi
AKP – RTE’yi sağduyuya ve hukuk içine bir kez daha çağırıyoruz..

Değeri anlaşılsın; AKP – RTE’ye büyük bir katkıdır ülkemizin bunca sabrı.

Sevgi ve saygıyla.
26.12.2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

Tüm yazıya pdf olarak erişmek için lütfen tıklayınız:
Konya’da_tutuklanan_16_yasindaki_cocuk_sorunu..

===============================================

Türkiye Barolar Birliği’nce
İNSAN HAKLARI GÜNÜ ETKİNLİKLERİ KAPSAMINDA

“TÜRKİYE’DE İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ”

BAŞLIKLI PANEL GERÇEKLEŞTİRİLDİ

10 Aralık İnsan Hakları Günü etkinlikleri kapsamında düzenlenen
“Türkiye’de İfade Özgürlüğü” başlıklı panel, 13 Aralık 2014 tarihinde Türkiye
Barolar Birliği’nde gerçekleştirildi.

Panelin açış konuşmalarını Türkiye Barolar Birliği Yönetim Kurulu Koordinatör Üyesi Av. İzzet Varan ile Türkiye Barolar Birliği İnsan Hakları Merkezi Başkanı
Av. Serhan Özbek yaptı.

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 58 yıl önce (AS: 66 yıl önce 10 Aralık 1948) kabul edilen, insanların doğuştan ve eşit bir biçimde sahip oldukları hakları belirleyen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin insanlık tarihinin önemli bir dönüm noktası olduğunu söyleyerek sözlerine başlayan Av. İzzet Varan şöyle konuştu:

10 Aralık 1948 tarihinde “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” ile adıyla Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nca kabul edilen bu beyanname, ülkemiz tarafından 6 Nisan 1949’da imzalanarak onaylanmıştır. Atılan bu imza ile insan haklarının güvence altına alınması, geliştirilmesi, bu konuda ülkemizde ki her bireyin bilgilendirilmesi ve
insan hakları bilincinin yaygınlaştırılması açısından verilmiş bir taahhüttür.
Bu taahhüt nedeniyle 10 Aralık, Dünya İnsan Hakları Günü’nü ülkemizde de kutlamaktayız.

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne imza atarak, tüm insanların hiçbir ayrım gözetilmeksizin yalnızca insan oluşlarından dolayı eşit, özgür ve onurlu yaşama hakkına sahip olduğunu ülke olarak kabul etmiş ve herkesin, ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal
ya da başka bir görüş, tabiiyet ya da benzeri başka bir statü gibi herhangi bir ayrım gözetilmeksizin Beyannamedeki tüm hak ve özgürlüklerden eşit bir şekilde yararlanacağını kabul ettik.

Küreselleşen dünyada, insan haklarının korunması ve geliştirilmesi sözleşme tarafı ülkelerin bir iç sorunu olmaktan çıkmış, tüm insanlığın ortak bir sorunu haline gelmiştir. İnsan haklarının korunması ve geliştirilmesi konusundaki sorumluluk öncelikle devletlere ait olmakla birlikte, bu görev medyadan, sivil toplum örgütlerine kadar
tüm kuruluş ve bireylerin de işbirliğini gerektirmektedir.

İnsan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü ilkelerinin her ülkenin kabul etmesi ve uygulaması gereken evrensel değerler olduğu halde, bu gerçek ülkemizde de maalesef
tam anlamıyla içselleştirilmemiştir. Dünya ülkelerinin yıllar süren deneyimlerinden
insan hakları ile ilgili ciddi sorunları olan ülkelerin, ekonomik ve sosyal sorunlarının da buna paralel olarak doğru çözüme kavuşturulamadığıdır. Bir ülkede halen insan hakları ihlalleri yaşanıyorsa o ülkenin ekonomisi, siyasal yapısı sancılı ve demokrasisi ile hukukun üstünlüğü kavramları da tartışılır noktadır.

2014 yılında; kadın erkek eşitliğini bir fıtrat meselesi olarak gören, gebe kadının caddede yürümesini ayıplayan, eğitim kurumlarında daha çocuk yaştaki bu ülkenin gelecekteki kuşaklarını cinsel tema üzerinde ayrıştıran ve ayırmaya çalışan, çocuk yaştaki gelinleri
örf ve adet olarak benimseyen, yıl içinde iki yüzün üzerindeki kadın cinayetlerini önleyemeyen, artık ilkokulların önüne inen uyuşturucu trafiğini engelleyemeyen
bir anlayışın egemen olduğu Türkiye’de yaşıyoruz. Kadınların ve çocukların
yaşam haklarını ve özgürlüklerini hiçe saydık.

2014 yılında; vatandaşımızı bir torba kömüre oy versin diye aşağıladık,
vahşi kapitalizmin sömürü mekanizması daha iyi çalışsın diye yüzlerce madencimizi toprağa verdik. Soma’da, Ermenek’te, Zonguldak’ta ve diğer küçük ölçekli maden ocaklarında emeği ve yaşam hakkını hiçe saydık.

Yargıya yapılan müdahaleler ile adil yargılanma, bağımsız yargıç güvencesini
hiçe saydık. Bunlar yalnızca pencereden bakarken gördüklerimiz, ya da görmediklerimiz.

İnsan hakları savunucularını, kamu güvenliğini tehdit eden bir öge olarak gören anlayış hiçbir zaman demokrat olamaz. Asıl demokratlık, insanlara onurlu bir yaşamın
tüm koşullarını sağlanması toplumsal barış için bir güvencedir.

İçimiz buruk olsa da, insan hak ve özgürlüklerinin herkes için yaşama geçirildiği
bir dünya yaratılması umuduyla Dünya İnsan Hakları Günü’nü kutlarız.

Daha sonra kürsüye gelen Av. Serhan Özbek ise şunları söyledi:

İnsan haklarının tanınması, yaygınlık kazanması ve korunması için önemli bir kaynak oluşturduğu bilinen “İnsan Hakları Evrensel Bildirisi”, BM Genel Kurulu tarafından
– 66 yıl önce – 10 Aralık 1948 günü kabul edilmişti.

İnsan Hakları Günü olarak kutlanan bu günde, TBB İHM olarak, gündemde yer alan
ya da yer alması olası konularda bilimsel etkinlikler düzenlemeye özen gösteriyoruz.

Bu yıl toplantımızın konusu, Türkiye’de güncelliğini hiç yitirmeyen (son birkaç günkü operasyon haberleri ile yakıcılığı açığa çıkan) “İfade Özgürlüğü” konusu olarak belirlenmiştir. Düşünce özgürlüğünün bir görünümünü oluşturan ifade özgürlüğü;

– düşünce / görüş sahibi olma,
– düşünceye/bilgiye ulaşma,
– düşünceyi/bilgiyi açıklama/yayma özgürlüklerini içermektedir.

Bireyin maddi ve manevi varlığını geliştirme hakkının güvencesi olan bu özgürlük
aynı zamanda toplumun demokratikleşmesinde de temel bir rol oynamaktadır.

Alman Anayasa Mahkemesi ifade özgürlüğünün önemini şöyle vurgulamaktadır:

“İnsan kişiliğinin toplum içindeki en doğrudan ifade biçimi olan düşünceyi açıklama özgürlüğü, insan haklarının en önde gelenlerinden biridir.”

Bu özellik, ona başlı başına bir ağırlık kazandırır. Alman Anayasası’nın 5. maddesiyle güvence altına alınan, düşünceyi (söz, yazı ve resimle) serbestçe açıklama ve yayma, basın, radyo – TV ve film özgürlükleri, özgürlükçü demokratik bir devlet düzeni için doğrudan kurucu bir niteliğe sahiptir. Çünkü düşünceyi serbestçe açıklama özgürlüğü, kendi yaşamsal ögesini oluşturan sürekli zihnî hesaplaşma ile düşüncelerin mücadelesini sağlar. Bu anlamda her özgürlüğün de temelidir.

AİHS’nin girişinde sözü edilen insan haklarına saygılı gerçek siyasal demokrasilerde
ifade özgürlüğü, yalnızca bu madde kapsamında değil, koruma altına alınan

– “Özel Hayatın ve Haberleşmenin Korunması (m. 8)”,
– “Vicdan ve Din Özgürlüğü (m. 9)”,
– “Örgütlenme ve Toplantı Özgürlüğü (m. 11)”

gibi haklar açısından da etkili bir role sahip bulunmaktadır. Bu bağlamda AİHS, ifade edilen bilgi ya da düşünceyi, içerik yönünden (sosyal, siyasal, hukuksal, ekonomik vd.) olduğu gibi ifade yolu /yöntemi /aracı yönünden de korumaktadır. Böylelikle ifadenin kamuoyuna ulaşmasında kullanılan yöntem sözlü, yazılı, görsel ya da eylemsel olabileceği gibi, bunun için radyo, yazılı ve görsel basın, elektronik bilgi sistemleri, sanat eserleri gösteri, toplantı gibi araçlar da kullanılabilmektedir.

İfade özgürlüğünün her biri ayrı değerlendirme ve tartışma konusu olabilecek
bu başlıklarından güncellikleri ve özellikleri nedeniyle “Siyasi Eleştiri Özgürlüğü”, “İnternette İfade Özgürlüğü”, “Üniversitede İfade Özgürlüğü” bu yıl gerçekleştireceğimiz etkinliğin alt başlıkları olarak düşünülmüştür.

İnsan hakları kavramının gelişiminde, toplum kavrayışının, devlet odaklı toplum anlayışından, bireye ve doğal haklarına odaklı toplum kavrayışına dönüşmesinin
önemi bilinmektedir. Devam eden gelişmelere, bilimde ve teknolojide atılan dev adımlara karşın insanlığın refah ve barış özlemleri ne yazık ki yüzyılımızda da gerçekleşmiş değildir. Ancak her şeye karşın, özellikle son 50- 60 yıl içinde insan haklarının bir yandan yaygınlık kazanırken, yeni kuşak haklarla zenginleşmesi ve insan haklarının korunmasına ilişkin mekanizmaların oluşturulması kuşkusuz, insanlık adına önemli kazanımlar olmuştur. Bu evrimleşme süreci halen devam ediyor.

Günümüz Türkiye’si açısından ise, insan haklarının günümüzdeki modern yansımaları olan yeni kuşak haklar bir yana, 1. kuşakta yer alan en temel insan haklarına ilişkin kazanımların, karşı karşıya bulunduğu tehlikeler üzüntü vericidir.

“Özgürlüğün tarihinin devlet gücünün sınırlandırılmasının tarihi olduğu” söylenmiştir (Woodrow Wilson). Ancak günümüz Türkiye’sinde, devlet gücünün ve siyasal iktidarın sınırlandırılmasının en etkili aracı olan anayasal ilkeler bir kenara bırakılmıştır.

Bir hukuk devletinin amacı, yurttaşlarının hak ve özgürlüklerini korku ve endişeden uzak bir şekilde kullanabilmeleri için, keyfilik riskinin en aza indirgendiği “hukuk güvenliği”ni sağlamaktır. Bu ilke, hukuk normlarının öngörülebilir olması kadar, devletin yasama faaliyetlerinde yurttaşlardaki güven duygusunu zedeleyici yol ve yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılmaktadır. Günümüzde yaşanan olaylar karşısında bu ilke ve kavramlardan bahsedebilmek olanağı kalmış mıdır?

Günümüzde tüm konularda olduğu gibi, hak ve özgürlükleri ilgilendiren konularda da, çoğulcu demokrasinin saydamlık ve katılımcılık kurallarından yoksun olarak “torba”
ya da “münferit” yasal düzenlemelere gidilmektedir. Bu düzenlemeler içerik yönünden olduğu kadar yöntem olarak da hukuk güvenliği ve öngörülebilirlik ilkelerine aykırıdır. HSYK Yasası’nda olduğu gibi, Anayasa Mahkemesi tarafından iptali öngörülmesine karşın, salt geriye yürümezlik “avantajından” yararlanmak amacıyla yapılan
yasal düzenlemeler ve buna bağlı gerçekleştirilen idari tasarruflar da
bu anayasal ilkelere aykırıdır.

Tüm bu süreçlerin kaynağında kamusal değil, konjonktürel siyasal ihtiyaçların
ya da “güvenlik” kaygılarının yer aldığını olaylar doğrulamaktadır:

Özgürlüklerle doğrudan ilgili koruma önlemlerine (arama, el koyma, gözaltı, tutuklama gibi) soruşturma evresinde karar veren sulh ceza mahkemelerinin konjonktürel nedenlerle kaldırılmasının ardından, bu yetkilerin takipsizlik kararına itirazları karara bağlamak gibi kritik yetkilerle birlikte, yeni konjonktürde yapısı değişen HSYK tarafından atanan
sulh ceza hâkimliklerine verilmesi de birçok yönden haklı olarak eleştirilmiştir:
Kaldırılan ÖYM yetkilerinin ikame ediliyor olması; alt yapısı hazırlanmış keyfi kararlara kapı aralanması ve doğal yargıç ilkesine aykırılık bu eleştirilerden yalnızca birkaçıdır. Atanan yargıçların basına yansıyan özellikleri, öznel ve nesnel yansızlık ilkesi açısından güvensizlik kaynağıdır.

Bir köşe yazarı, birbiri ardına gelen 2 torba yasada, kimi koruma tedbirleri (dinleme, arama) konusundaki yasal düzenlemelerin “konjonktüre göre” birbiri ile çelişmeleri konusunda; “15 Şubat Yasası’nın gerekçesiyle, 14 Ekim Teklifinin gerekçesini hangi hukukçu, nefesi daralmadan yan yana koyarak okuyabilir?!” diye sormaktadır.

Yaşanan birçok olayda kamu görevlileri tarafından işlenen suçlar yaptırımsız kalırken yalnızca hak ve özgürlüklerini kullandıkları için insanlar haksız yaptırımlara uğramaktadırlar. Günümüz Türkiye’sinde “devletin tarafsızlığı” ilkesi bağlamında, ayrım gözetmeksizin tüm yurttaşların hukuk önünde eşit olduğu savunulabilir mi?

Örneğin hukuk devletinde hiç kimseye ayrıcalık tanınamayacağı için, yaşananlar karşısında artık, adaletin, – iktidar gücünü kullananlar dâhil olmak üzere – suç işlediğine dair kuşku bulunan herkese dokunabileceğini varsayabilir miyiz?

Yine – yaşanan trajik örnekler karşısında – siyasi, ideolojik ve ayrımcı nedenlerle haksız olarak kimseye dokunulmayacağına emin olabilir miyiz?
Ya da adaletin “dokunduklarının” keyfiliklere kurban gitmediklerini ya da bundan böyle gitmeyeceklerini savunabilir miyiz?

Özellikle devleti ilgilendiren ayrımcılık yasağı “dil, ırk, renk, cinsiyet, engellilik, siyasi düşünce, felsefi inanç, din veya mezhep, ulusal veya sosyal köken farklılıklarını” kapsamaktadır. Hak ve özgürlüklerden, kamu hizmetinden ve kamuya arz edilen mallardan yararlanmayı, işe alınmayı, ekonomik etkinlikte bulunmayı vb. kapsamaktadır. AİHS tarafından düzenlenen yasak, bireyler açısından iç hukukumuzda “Nefret Suçu” olarak da düzenlenmiştir.

Eğitimde, anaokullarından üniversitelere kurgulanan ve yapılan düzenlemelerde sayılan ayrımcılık nedenlerinin etkili olmadığı düşünülebilir mi?

İşe alımlardan iş teminlerine, kamu mallarının satışından ihalelere uzanan siyasi ve ideolojik kayırmacılık ve yolsuzluk olgusu adeta bir “siyasi hak” olarak görülmeye başlanmışken, çıkar eşitliğinden söz edilebilir mi?

Devletin en üst katlarının söylemine yerleşen ayrımcı üslubun,
nefret uyandırmaya yönelik olmadığı savunulabilir mi?

Hukuk devletini, otoriter rejimlerden ayıran en temel özelliklerinden birisi,
hak ve özgürlüklere ilişkin uygulamasının etkili olarak denetleniyor olmasıdır.
Günümüzde hak ve özgürlüklere bağlılıktan ve bu bağlılığın yargısal, yönetsel,
sivil denetiminden söz edebilmek olanağı var mıdır?

Türkiye için insan haklarına ilişkin olarak, bu sorunlar ve sorular dizisinin çok uzatılması olanaklı olsa da konuşma çerçevemiz buna izin vermemektedir

Sonuç olarak    : Çoğunluk dayatması ile birbiri ardına gelen yargı paketleri ve
yasal düzenlemelere karşın, Türkiye’de insan haklarında gözlenen yaygın ve yoğun ihlâllerinin ortaya koyduğu gerileme, bağımsız ulusal ve uluslararası raporlarca da doğrulanmaktadır. Hukuksal güvenceden yoksun olan bir ülkede toplumsal, ekonomik
ve siyasal yönetimin de sürdürülebilir olamayacağı açıktır.

Nitekim Anayasa Mahkemesi Başkanı da bir değerlendirmesinde;

  • “Hukuk güvenliğine olan talebin her zamankinden daha fazla seslendiriliyor olmasının, yaşanan hukuk güvenliği krizine işaret ettiğini… yasama, yürütme ve yargı organlarının bu gerçeği göremezlikten gelmesinin düşünülemeyeceğini..” dile getirmiştir.

Açış konuşmalarının ardından Av. Prof. Dr. Rona Aybay başkanlığındaki oturumda; “Siyasi Eleştiri Özgürlüğü” konusunda Yeditepe Üniversitesi Öğretim Üyesi
Prof. Dr. Oktay Uygun, “İnternette İfade Özgürlüğü” konusunda Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Kerem Altıparmak,
“Üniversitede İfade Özgürlüğü” konusunda Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Dr. Tolga Şirin sunuş yaptılar.

Panelin ardından her yıl İnsan Hakları Günü nedeniyle Karikatür Vakfı işbirliğiyle hazırlanan karikatür sergisinin açılışı yapıldı.

Yargıtay’dan adalete balyoz!


Yargıtay’dan adalete balyoz!

ertanurunga
ERTAN URUNGA
Emekli Askeri Yargıç

AYDINLIK, 01 Haziran 2014

17.12.2013’te yapılan ve 4 bakanla çocuklarının da adının karıştığı yolsuzluk operasyonu üzerine, AKP ile kendisine başından beri destek olan cemaatler arasındaki çıkar ilişkileri bozulup ipler kopunca, kamuoyunun esef ve şaşkınlıkla izlediği karşılıklı suçlamalar arasında kimi “sırların” da dallarından kapan sonbahar yaprakları gibi sokaklara döküldüğü görülmüştür.

Tam da bu sırada, Başbakan RTE’nin siyasal danışmanı olduğu bilinen Yalçın Akdoğan’ın, 24.12.2013 tarihli Star gazetesindeki köşesinde; ülkenin milli ordusuna, milli istihbaratına, milli bankasına kumpas yapıldığını yazdığı, bundan birkaç gün sonra da Başbakan’ın kumpas olayını doğrulayıcı açıklamalarda bulunduğu ibretle izlenmişti.
Ne var ki, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) mensuplarının yargılandığı Ergenekon ve
Balyoz gibi davaların, öteden beri planlanarak yapılan bir kumpasın sonucu olduğu gerek sanıklar ve vekilleri, gerekse duruşmaları izleyen tarafsız basın mensuplarınca da dile getiriliyordu zaten.

Öte yandan, yapılan kumpas ve tertipler nedeniyle kendilerini tutuklu değil tutsak sayan TSK’nin değerli mensupları ve aileleri ile onlara yapılan haksızlığı yüreğinde duyumsayan yurttaşların; yıllardan beri her cumartesi günü Vardiya Bizde Platformu çerçevesinde bir araya gelerek yaptıkları “Sessiz Çığlık” eylemi halen sürmektedir. Ayrıca kumpasın yetkili kişilerce de kabulünden sonra, Anayasa Mahkemesi önünde başlatılıp, kesintisiz olarak sürdürülen “Adalet Nöbeti” ile uğranılan mağduriyetlerin
bir an önce giderilmesi için seslerini kamuoyuna duyurmaya çalıştıklarını da
bilmeyen kalmamıştır.

İnsanlık sorunu

03.11.2002 tarihinden beri AKP ve cemaatler koalisyonunun sultası altında,
kinci ve gerici bir anlayışla yönetilmekte olan ülkemizde ortaya çıkan toplumsal kargaşanın, yine Soma’da meydana gelen ve yüzlerce insanımızın ölümü ile sonuçlanan “işçi kıyımı” yüzünden yaşanan onulmaz acıların sorumluluğunun da tümüyle siyasal iktidara ait bulunduğu yadsınamaz.

Yine bu iktidar tarafından daha önce polis ve yargı organları da kullanılarak yapılan kumpas ve tertipler sonucu yıllarca tutsak edilip inanılmaz ağırlıkta cezalara çarptırılan askerlerin durumu ise en yetkili kişilerin kumpas itirafından sonra, artık yargısal bir yanılgı olmaktan çıkıp halk arasındaki adalet duygusunu da yok eden bir insanlık sorunu haline gelmiştir.

Nitekim kumpas itirafının üzerinden yaklaşık altı ay geçmesine karşın; onun sahiplerinin tam bir sessizliğe gömülmesi ve yargı erkinin de iktidara bağımlı bir duruma getirilmesi haksızlığı daha da ağırlaştırırken, toplumsal tepkilerin de bir çığ gibi büyümesine
neden olmaktadır.

Hukuksal durum

Bu durum karşısında, sorunun ivedilikle çözümü için daha önce kimi hukuk çevrelerince de belirtildiği gibi Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın, 5271 sayılı CMK’nın 308. maddesinin kendisine tanıdığı itiraz hakkını kullanarak, dosyanın Yargıtay
Ceza Genel Kurulu
’na göndermesinden başka yasal bir yol olmadığını biliyoruz. Ancak Yargıtay C. Başsavcılığı, sanık vekillerince açıklanan hukuksal gerekçeleri yerinde ve haklı görmediği için bunlara katılmıyor olsa bile, yine de bu yola adalet için başvurması gerektiği, ülkenin önde gelen seçkin hukukçuları tarafından dile getirilmesine karşın; sanki adaleti sağlamak görevi değilmiş gibi,
bunu yapmaktan ısrarla kaçındığı dikkatlerden kaçmamıştır.

Nitekim Başsavcılığın, Kumpas itirafından sonra ortaya çıkan kuşkular nedeniyle
sanık vekillerince yapılan suç niteliğine ve sübuta (AS: kanıtlanma) ilişkin itirazların,
“…mahkemece kabul edilen diğer delillerin sıhhatini etkilemeyeceği,
delillerin bütünü karşısında, bu iddianın suçun sübutuna ve vasfına
bir etkisinin olmayacağı…”
gibi ciddiyetten uzak ve yüksek yargı organına yaraşmayan zorlama gerekçelerle reddine karar verildiğini 17.05.2014’te
içimiz sızlayarak basından öğrenince,
asıl balyozun yargı eliyle adalete vurulduğu da anlaşılmıştır.

Ceza yargılamasının amacı

Oysa ceza yargılamasının soncul amacının maddi gerçeği ortaya çıkararak
adaleti sağlamak
olduğuna, yargılama sırasında ortaya çıkan kuşkuların da sanıklar lehine yorumlanmasında yasal zorunluk bulunduğuna göre, Başsavcılığın kendisine tanınan hak ve yetkileri adaletin önünü tıkayacak ve aleyhe sonuç doğuracak biçimde kullanamayacağı izahtan varestedir (AS: açıklaması gerekmez).

Öte yandan, anılan yasa hükmünün açık sözünden de anlaşılacağı üzere;
Daire kararlarına karşı Yargıtay C. Başsavcılığına tanınan itiraz hakkının, eski yasadaki gibi yalnızca kararlardaki maddi hatalara karşı değil; usule ve esasa ilişkin hatalar için de mevcut olduğuna kuşku yoktur. Kaldı ki, Başsavcılığın itirazı ile bağlı olmayan
Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun, bu yönlerden de resen (AS: kendiliğinden)
inceleme yapıp bir karar vereceği anılan maddenin gerekçesinde açıkça belirtilmiştir.

Kilitlenen adalet

Bu durum karşısında, Yargıtay C. Başsavcılığı savunmanın sübuta ilişkin itirazlarında, kendisine tanınan takdir hakkını kullanırken; bu takdirin kişiye, zamana ve duruma göre değişebileceğini ve esasen sanıklar lehine kuşkuların da ortaya çıktığını gözeterek, dosyanın adalet adına bir karar verilmesi için doğrudan Yargıtay Ceza Genel Kurulu’na göndermesi gerekirken, ne yazık ki bu yapılmadığı için bir çözüm de sağlanamamış; adaletin bu aşamada kilitlendiği görülmüştür.

Sonuç

Bu gelişmelerden sonra, artık bütün gözler Anayasa Mahkemesinin vereceği karara çevrilmiştir. Bilindiği üzere, sanıkların hukuksal güvenliğinin ve adil yargılanma haklarının ihlal edilmesi nedeniyle, hak ve özgürlüklerin iç hukukumuzdaki son kalesi olan bu Mahkeme nezdinde daha önce yaptıkları bireysel başvuruları hakkında
henüz bir karar verilmemiştir. Bu yüzden de umutsuzluğa kapılmadan,
adalet arayışlarının kararlılıkla sürdürülmesi gerekir.

Çünkü adaletin gözleri kapalı olsa da kılıcı keskin, terazisi hassastır.
Zamanı geldiğinde çözemeyeceği bir düğüm, açamayacağı bir kilit yoktur.
Kaldı ki, zulmün ve haksızlığın, adalete galebe çaldığı da (AS: üstün geldiği)
tarihte daha görülmemiştir.

Sonuç olarak, sanıklar hakkında bilerek yapıldığı açık seçik ortaya çıkan
haksız uygulamalar yüzünden uğradıkları ağır hak ihlallerinin yüksek Mahkemece de saptanmasından sonra verilecek adil bir kararla, sorunun -her şeye karşın-
yine yargı eliyle çözüleceğine
; adaletin de er ya da geç yerini bulacağına inanıyoruz.

Çünkü onlar, lütuf ya da merhamet değil yalnızca adalet istiyorlar.

İktidarın çeteleşmesi ve kurtuluşun yolu


Dostlar,

Sayın Merdan Yanardağ’ın YURT Gezetesi genel yayın yönetmeni olarak bu gazetede yazdığı başyazılar, gerekse SOKAK TV’deki yorumları tam anlamıyla 4 – 4’lük!
Tam bir yetkinlik ve derinlikle üstelik yüreklilik ve yurtseverlikle kalema alınmakta.

Aşağıdaki yazısında TSK’ya dönük eleştirilerini daha kısa ve daha diplomatik olarak
biz de sitemizde yazmış (
AKP’nin SURİYE İLE SAVAŞ ÇIKARMA OYUNLARI;
http://ahmetsaltik.net/2014/03/29/akpnin-suriye-ile-savas-cikarma-oyunlari/, 29.3.14)
ve 29 Mart 2014 günü 79. Ankara SESSİZ ÇIĞLIK eyleminde konuşmamızda da
dile getirmiştik..

Evet, TSK çok ama çok özenli omak zorunda.
Mustafa Kemal Paşa’nın ocağı, Peygamber Ocağı TSK, 2200 yıla varan
kadim geçmişiyle “önemli” hatalar yapma lüksüne hiç mi hiç sahip değil.
12 Mart, 12 Eylül kamburları ve ek olarak Ergenekon – Balyoz ve öbür kumpas davalardaki kabul edilemeyecek sinik tutumlarının kamburu gözler önünde ve belleklerde çok taze iken..

Türkiye’nin politik yönetimi, ülkemizi, uluslararası hukuk deyimiyle “Haydut Devlet” tanımına sürüklemektedir ne yazık ki.

TSK bu süreçte nerede duracaktır?

Eleştirileri kategorik olarak ve “in toto” (toptan!) reddetmek, yanıt yetiştirmek..
TSK’ya ne kazandırır ve de acı gerçekleri zerrece değiştirir mi?

TSK’nın önünde, bir bölüm personeli ve geniş halk yığınları olmak üzere,
değinilen nedenlerle “oluşan” güven bunalımını onarmak başlıca gündem – tasa olmak gerekirken…

Sevgi ve saygı ile.
31 Mart 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=========================================

İktidarın çeteleşmesi ve kurtuluşun yolu

portresi_olgun

 

 

Merdan Yanardağ
merdan.yanardag@yurtgazetesi.com.tr

YURT Gazetesi, 30 Mart 2014

Bir Suriye savaş uçağının, geçen hafta sınır ihlali yaptığı gerekçesiyle Türkiye tarafından vurularak düşürülmesi üzerine, 25 Mart 2014 tarihli Yurt Gazetesi’nde yazdığım yazıya, Genelkurmay Başkanlığı, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) adına yaptığı bir açıklama ile yanıt verdi. Ancak TSK’nın bu resmi açıklaması, gerçekte benim eleştirilerimi doğrulamaktan başka bir anlam taşımıyordu. Genelkurmay açıklamasında özetle, benim yazıma yanıt vermeye çalışırken, önceki gün ortaya çıkan ve yalanlanmayan yeni ses kayıtları, eleştirilerimin hafif kaldığını ortaya koydu.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun makamında yapılan bir toplantının kayıtlarından oluşan bu ses bandı, devletin adeta bir çete tarafından ele geçirildiğini gösteriyordu.

Türkiye’nin 5. sınıf bir provokasyonla Suriye ile savaşa sokularak,
Türkiye’nin bir olağanüstü hal (AS: OHAL) rejimine sürüklenmek istendiği anlaşılıyordu. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Bakanlık Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu, MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Yaşar Güler arasındaki konuşmada;

  • Suriye’ye 4 kişi gönderilerek oradan Türkiye’ye 8 füze atttırma yoluyla
    bu ülke ile savaş çıkarılabileceği konuşuluyor.

Deyim uygunsa bu konuda neredeyse “geyik” yapılıyor.

Bu tabloda en vahim olanı ise, TSK komuta kademesini elinde tutan kadronun da
bu “halk ve cumhuriyet düşmanı” siyasal ekibin bir parçasına dönüşmeye başladığını dramatik biçimde ortaya çıkarıyor.

Bu ülkenin çocuklarının yaşamları üzerinden kumar oynanıyor.

Bölgeyi kan gölüne çevirecek bir tertibin nasıl kurulacağı konuşuluyor ve
böylece hem iç hukuk hem de uluslararası hukuk çiğneniyor. Suç işleniyor.

Ben de adı geçen yazımda tam da bu konuyu, TSK’nın iktidar partisinin iç politik gereksinimlerinin bir aracı durumuna gelmesinin yaratacağı sonuçları gündeme getirdim. Ancak, bu kışkırtma (provokasyon) hazırlığı yalnızca benim tezlerimi doğrulamakla kalmadı, deyim uygunsa her şeyin üstüne bir de tüy dikti.

İsterseniz önce adı geçen yazımdan bir bölümü özetleyerek buraya alıp,
ne söylemiştim onu anımsayalım:

Cumhuriyetin ordusu !..

  • “TSK, Suriye’de Esad’a karşı El Kaide’ye destek veren Erdoğan Hükümeti’nin yanlış ve gerici politikalarına alet olmamalı. Suriye jetini düşürmek bu oyuna alet olmaktır. Erdoğan’ın bu tür komploları TSK’nin zaten yıpranmış olan saygınlığını (itibarını) daha da zedeler.“

AKP Hükümeti ve Başbakan Erdoğan kirli bir oyun oynuyor.

İktidar meşruiyetini yitiren, Türkiye’yi eskisi gibi yönetemeyen Erdoğan Hükümeti, sindirdiği ve teslim aldığı Türk Silahlı Kuvvetleri’ni, kendi siyasal geleceğini kurtarmak için bir araç olarak kullanıyor.

“Hızla yalnızlaşan, daha açık bir ifadeyle içeride ve dışarıda kendisini destekleyen güçlerde büyük bir daralmayla karşı karşıya kalan AKP, bir çıkış arıyor.
Bu nedenle AKP Hükümeti, Türkiye’yi karanlık operasyonlarla bir “olağanüstü hal rejimi” yönetimine doğru sürüklemeyi planlıyor.

“İşte AKP’yi bu yönetme krizi ve tecrit durumundan çıkaracak gelişmelerden biri de ülkeyi Ortadoğu’da sürükleyebileceği bir macera olacaktır. Daha somut bir anlatımla, düşük yoğunluklu olsa da Suriye ile girişilecek bir savaş, AKP’ye hem bir olağanüstü hal ilan etme olanağı sağlayacak hem de bu gerekçeye ve hukuka yaslanarak cumhurbaşkanlığı ve genel seçimleri erteleme olanağı sunacak.

“Bu kirli senaryonun yaşama geçirilebilmesi için Erdoğan’ın elindeki tek araç
Türk Silahlı Kuvvetleri’dir. Yani komutanlarını ve en parlak personelinin bir bölümünü sahte kanıtlar ve darbe suçlamalarıyla tutukladığı, dolayısıyla saygınlığını
beş paralık ettiği TSK, Erdoğan’ın elindeki tek araçtır.

“Görüldüğü kadarıyla TSK’nın verili (mevcut) komuta kademesi AKP Hükümeti ve Erdoğan’ın bu kirli planının bir parçası durumuna geliyor. Suriye’de dinci gericilere ve emperyalist saldırganlığa karşı, deyim uygunsa bir ‘nefsi müdafaa’ savaşı veren Esad kuvvetlerine karşı TSK’nın haksız bir operasyon düzenleyerek bir uçağı düşürmesinin başka bir anlamı bulunmuyor.

“Suriye uçağını düşüren TSK, gerçekte kendi değerlerine, geleneklerine ve bağlı olduğu Cumhuriyetin ilkelerine aykırı hareket ediyor. Siyasal İslamcı teröristlere karşı savaşan Baas rejimine karşı pratikte dinci gericilerle aynı çizgiye savruluyor.

Suriye’de kirli savaşın bir parçası olmak TSK’ya onur kazandırmayacaktır.

“TSK’nın 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 gibi Amerikancı, gerici ve faşist darbelerle sicili zaten yeterince kirliydi. Suriye’de içine sürükleneceği bir haksız savaş,
daha da bozacaktır. Onu Ortadoğu’nun kıytırık bir hurma cumhuriyeti ordusuna çevirecektir.

“Erdoğan’ın bölgede El Kaide’ye ve Esad’a karşı savaşan her türlü cihadçı güce
destek veren politikalarına alet olmak TSK’nın işi değildir.

“TSK ya Cumhuriyet’in ve Ulusun Ordusu olacaktır ya da AKP’nin ve dinci gericiliğin silahlı gücü…”

Yukarıya geniş bir özetini aldığım bu yazıya 26 Mart 2014 tarihli Genelkurmay Başkanlığı açıklamasıyla verilen yanıtta ise, “TSK’nın siyasete çekilmek istendiği” belirtilerek bu girişime izin verilmeyeceği vurgulanıyor. Açıklamada ayrıca, TSK’nın
ilan edilen “angajman kuralları” nın gereğini yaptığı ve Suriye uçağını düşürmekten “mutluluk duymadığı” da özellikle belirtiliyor.

Öncelikle şunun altını çizelim :
TSK eğer angajman kuralları ve sınır ihlalleri konusunda bu denli duyarlı ise,
ayda ortalama 3-4 Yunanistan uçağını düşürmesi gerekiyordu. Yüksek hız yeteneğine sahip bir jetin bir ülke sınırını birkaç dakika süreyle 1-1,5 kilometre geçmesi sınır ihlali diye değerlendirilemez. Dinci militanlara karşı kendi sınırlarında meşru bir operasyon yapan Suriye uçağını uyarmak yeterliydi. Kaldı ki, uçak Suriye topraklarında düşürüldü.

Şimdi sormak gerekiyor : Genelkurmay 2. Başkanı Yaşar Güler’in de dahil olduğu “provokasyon toplantısı” ile uluslararası hukuk çiğnenerek düşürülen bu uçak arasında bir ilişki var mı?

Ayrıca altını çizelim : TSK doğrudan mevcut siyasal iktidar tarafından siyasetin içine çekilmiş durumda, hem de kirli bir siyasetin. ..

Öte yandan dünyanın bütün orduları gibi TSK da dar anlamda “partici” olmasa bile
son çözümlemede siyasal bir kurumdur. Öyle de olmak zorundadır.

BİR KEZ DAHA ‘YARATICI YIKICILIK’ ÜZERİNE

Türkiye’de herhangi bir iktidar değişikliği, on yıllara yayılan, tarihin akışını ve toplumun genetiğini deforme eden bozulmayı ortadan kaldıramaz.

Köklü bir dönüşümü yapacak, toplumu yeniden tarihin aktığı yatağa taşıyacak
bir iktidar değişikliğine gerek var.

Eski rejime, zihniyet dünyasına, ortaçağ değerlerine ait olan bütün kurumları ve değerleri bir kez daha ve bu kez köklü biçimde yıkmadan yeni bir gelecek kurmak olanaksızdır. Gereksinimimiz olan şey; felsefi bir atılım, yenilenme ve yıkıcılıktır.

Yalnızca özgürlükçü, eşitlikçi ve toplumcu değil;
temiz, aydınlık ve modern bir gelecek kurmak, insan aklını ve onurunu
yeniden iade etmek için bile bütün karşı devrim kurumlarını yıkmak,
başta dinci yobazlık olmak üzere her türden gericiliği tasfiye etmek gereklidir.

Dolayısıyla, bugünlerde çokça sözü edilen “uzlaşma” kavramının, içinde taşıdığı
bütün iyi niyete karşın bir anlamı bulunmuyor.

Vergi kaçırmadan çıkarılacak bir tarihsel ara bilanço olmadan,
insanlığın bütün ilerici birikimine karşı savaşan gericilikle kesin bir hesaplaşmaya gitmeden ve bu defteri kapatmadan, Türkiye’nin huzura kavuşması olanaklı değil.

Başka bir anlatımla Osmanlı-Türk modernleşmesi ve Aydınlanma atılımıyla gericiliğin giriştiği yüz yıllık tarihsel hesaplaşma tamamlanmadan Türkiye’nin 21. yüzyılda
yoluna devam etmesi çok zor.

İkiyüzlü bir toplum ve ülkenin daha çok ayakta kalması neredeyse olanaksız.

İşte bu büyük tarihsel eylemin ve insan etkinliğinin adı yaratıcı yıkıcılıktır.

Türkiye ya bu hesaplaşmayı yaşayacak ya da ufalanacak…
Ya dinci bir karanlığın içine gömülerek içine kapanacak ya da yeni bir tarihsel atılım yapacak. Ya acı çekerek kıytırık bir Ortadoğu hurma cumhuriyetine dönüşecek
ya da yaratıcı bir yıkıcılıkla yeni ve aydınlık bir gelecek kuracak.

İşte Türkiye böyle bir tarihsel koridorun içinden geçiyor.
Tarih bizi yeni bir yaratıcı yıkıcılığa çağırıyor.

(http://www.yurtgazetesi.com.tr/iktidarin-cetelesmesi-ve-kurtulusun-yolu-makale,7617.html)

SESSİZ ÇIĞLIK EYLEMLERİ ve BAŞBAKAN’IN SESSİZ ÇIĞLIKLARI


SESSİZ ÇIĞLIK EYLEMLERİ ve BAŞBAKAN’IN SESSİZ ÇIĞLIKLARI

Dostlar,

SESSİZ ÇIĞLIK eylemi yurt içinde ve dışında 20’ye yakın merkezde sürdürülüyor..

Bu Cumartesi, 29 Mart 2014 günü, Ankara Sakarya Cd. de 79. kez insanlar

  • özgürlük ve adalet için “sessiz çığlıklar atmak üzere”

gene toplanacaklar..

Balyoz sanıkları – kurbanları hala (ortalama 5 yıldır!) tutsak..

Başbakanın bile itiraf ettiği iğrenç “Kumpas” hala sürüyor..
Olacak gibi değil…
Vicdanlar isyanda..
Vicdanı isyan edenlerden biri de 80’lik delikanlı Em. Öğretmen Seher Yıldırım..
Tarihe not düşmek üzere fotoğrafı aşağıda..

Seher_Yildirim_21.12.13_Sessiz_Ciglik_Mamak
 

 

 

 

 

 

 

 

 

Türkiye artık bu rezil ortaoyununa, Şark kurnazlığı ve ikiyüzlülüğüne son vermeli.

Fakat AKP iktidarından kurtulmadıkça zor görünüyor..

İlk hedef 30 Mart 2014 Pazar günü seçim sandıklarıdır..
Türkiye’ye bunca acı ve zarar veren siyasal kadrolardan kurtulmak üzere.. Demokrasinin restorasyonu dönemini başlatmak üzere..
Başbakan RTE 27 Mart 2014 günü Van ve Diyarbakır  mitinglerinde sesini yitirmişti.. Tuhaf ama çok tuhaf bir ses seçim konuşması yapıyordu TV’de..
Önce “Kim bu kadın??” dedik.. NTV ekranına bakınca malum RTE’yi gördük..
İtiraf edelim, gözlerimize ve kulaklarımıza inanamadık.
TV’mizi silkeleyip – sarstık ses düzeninde bir soru mu var diye..

“Sorun” (!) düzelmeyince bu kez “Kamera şakası” sandık..
Oysa sözler, tarz, saldırı, aşağılama, tehdit-şantaj- korkutma, bağırma, azarlama.. ve bir yığın gerçek dışı propaganda.. Her şey tanıdık ama ses çok ama çok tuhaf bir..
Kadın – çocuk sesi! Kulakları tırmalıyor.. İnanılmaz rahatsızlık veriyor..
Bu ne hırstır, Allah ıslah eyleye.. Bu bir ölüm – kalım seçimi iktidar için..
Çünkü ucunda hesap verme – Yüce Divan var. Korku sağları sarmış..

Son tapelere göre, ülkemizi resmen savaşa sokmanın aşağılık planlarını
doğrudan Devletin tepesindeki yetkililer yapıyor!..
Bu denli gözler kara ve pervasızca. Bu denli utanmazca..
Zerre vatan sevgisi duymaksızın.. Her şey ama her şey iktidar için..
Haydi AKP’nin bakanını ve 2 müsteşarını anlıyoruz..
TSK’nın Gn.Kurmay 2. Başkanı’na ne demeli?
Türk Ordusu, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın Peygamber Ocağı nasıl böylesine halkına ihanet eden iğrenç planların içinde yer alabilir??

Bize göre Genelkurmay bu paşanın görevine hemen son vermeli ve
Halkımızdan kurmsal olarak özür dileyerek, ölümsüz başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın izinde olduğu güvencesini Ulusumuza vermelidir. Ya da bu paşa özeleştiri vererek yüce Türk Ulusu’ndan af dilemeli ve emekliliğini istemelidir; artık orada oturamaz ve hele hele daha üst görevlere istekli olamaz, getirilemez; getirilmemelidir.

****

AKP ve RTE çaresiz..
Her diktatör gibi bunlar da gidici..
Yolun sonu göründü. Uzatmalar oynanıyor.
30 Mart 2014 Pazar günü bilinç ve sorumlulukla oy kullanmak
ve sandıklara, oylara, tutanaklara sahip çıkmak üzere..

Türkiye hem kimsenin oyuncağı değildir; hem de sahipsiz değildir!

Kendisine bu kahpece oyunları tezgahlayanlardan yasal hesap sormasını da bilecektir.

Hiç kimse bunları aklından bir an bile olsun çıkarmasın..

Sevgi ve saygı ile.
29 Mart 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

MASUM TUTSAKLAR ve AKP’nin SİYASAL KUMARI


MASUM TUTSAKLAR ve AKP’nin SİYASAL KUMARI


Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net


Başbakan R.T. Erdoğan’ın siyasal başdanışmanı ve AKP Ankara milletvekili Yalçın AKDOĞAN, 24 Aralık 2013 günü STAR Gazetesi’ndeki köşesinde son derece önemli bir makale yazmıştı.. Akdoğan’ın söz konusu yazısında vurgu yaptığı ilginç bir bölüm vardı.

Türk Ordusu’na kumpas kurulduğunu ileri süren Akdoğan,

  • Kendi ülkesinin milli ordusuna, milli istihbaratına, milli bankasına,
    milletin gönlünde yer edinen sivil iktidarına 
    kumpas kuranların
    bu ülkenin hayrına bir iş yapmış olmayacağını çok iyi bilir.
    Amaca ulaşmak için her yolu mübah görenlerin nasıl hastalıklı anlayışlar ürettiğini çok iyi bilir.”
     diye yazmıştı.

    (Ellerinde nur mu var, topuz mu?” başlıklı makalenin tümü için
    http://haber.stargazete.com/yazar/ellerinde-nur-mu-var-topuz-mu/yazi-820061)

Bu ağır ve ciddi suçlama ve itiraf yazısının üzerinden 62 gün geçti ve masum tutsaklar hala zindanlardan salıverilmedi.. Üstelik Başbakan dahil üst düzey AKP yöneticileri de benzer yönde demeçler verdiler bu süre içinde. Oysa 62 dakika daha “içeride tutulmaları” bile hukuksal olarak olanaksız! Bu bağlamda onlarca ulusal ve uluslararası hukuk metni gerekçe olarak sıralanabilir. Tersine tutum ve eylem için ise hukuka uygun tek bir gerekçe, hukuk normu gösterilemez!

Masum Tutsaklar Niçin Salıverilmiyor??

Kulağımıza, mide bulandıran söylentiler ulaşmakta..

Çirkin pazarlıklara bu masum ve gururlu insanların onuru ve yaşam hakkı alet edilmek istenmekte.

Tutsak kahramanların asla böyle bir pazarlığa ödün vermeyeceklerini biliyoruz.

Bir an önce serbest bırakılıp, “yeniden ve adil yargılama” yolu,
ayak sürüyerek kasten açılmamakta.

  • Süreç bilerek ve istenerek tıkanmakta ve bir
    “genel af” fa sürüklenmektedir.

RTE’nin Başdanışmanı Akdoğan’ın söz konusu yazısında yerden yere vurduğu Cemaat’in dine – vicdana –ahlaka- erdeme… sığmayan, her yolu mübah gören
zulüm ve saldırısını bu kez AKP, masum tutsakları salıvermeyerek sürdürüyor.

Oysa bu arada AKP, 17 Aralık 2013’te ortaya saçılan devasa yolsuzluklarını
örtbas etmek üzere en az 3 yasa değişimi tasarladı; utanç verici internet sansürü yasası ile HSYK’yı kökten ele geçirme yasasını Komisyonlardan ve TBMM’den tekme tokat gece yarılarında geçirdi.

MİT yasası değişimi ile de Tayyip Özel Örgütü kurarak adeta bir OHAL ilanı gerçekleştirecek. Ödleri kopuyor 30 Mart 2014 yerel seçimleri öncesinde gerçeklerin ortaya çıkmasından!

Bir türlü göremiyorlar ki artık RTE’nin ipi Atlantik ötesinde çekildi,
miadını doldurdu. Çırpındıkça daha çok batıyorlar ve ülkeye daha çok zarar veriyorlar..

  • Son 2 ayda %20’yi aşan enflasyon yaşandı, ulusal gelir bu oranda düştü,
    dış borçlar aynı oranda büyüdü ve 1/5 oranında yoksullaştırıldık! 

“Tayyip bey gitmemekte direnirse” kendisine ve ülkemize faturası daha da kabaracak. Kimi büyük uluslararası istihbarat örgütleri, kuşku yok RTE’nin tüm kirli çamaşırlarını biliyorlar..

Ya da yetenekli birileri, ilgili verilere internetten erişerek ortalığa döküverirler..
Bu yüzden internet sansürü yaşamsal önemde idi ve Cumhurbaşkanı A. Gül’e, söylentilere göre şantajla imzalattırıldı.

  • Kirli çamaşırlar, gün gelir burnunuzda metal halkaya dönüşür.. 

Ülkenizle ilgili yaşamsal ödünler dayatılır.. Kıbrıs gibi, Güneydoğu gibi..

Kıbrıs’ta 1974’ten beri 40 yıldır sağlanan barış, ancak 2 egemenlikli – 2 devletli –
2 bölgeli yapı ile sürdürülebiliyordu. Ne oldu da yeniden tek egemenlikli federal yapı gündeme taşındı??

Ne oldu da Erdoğan bir kez daha “Tek devlet – tek bayrak – tek dil – tek ülke” söylemini, yapıp ettiklerinin tam da tersine diline iğreti olarak doladı??
Tam tersinin tasarlandığı öylesine belirgin ki..
Yeter ki 30 Mart 2014 yerel seçimlerine dek bir ciddi yol kazası oluşmasın..

***

Yerel seçimler sonrası, hatta gerekirse -AKP oyları kritik derecede düşerse- öncesinde AKP’nin bir siyasal kumarıyla;

  • “Yep yeni bir beyaz sayfa açıyoruz.. Genel af…”

demagojisiyle İmralı, PKK ve KCK sanıkları – suçluları…. toptan tahliye edilmek istenmekte.

Masum kurbanlar bu iğrenç af planının piyonları yapılmak istenmekte. “

1974 Rahşan affı” nı anımsayalım.. Kimi tutuklu – hükümlüler kapsam dışı bırakılmış ve Anayasa Mahkemesi’nden 10. maddedeki “yasa önünde eşitlik” bağlamında
iptal kararı çıkarak kapsam genişlemişti.

Şimdi de benzer oyun masada..

“Tasarlanan af yasasında” görünürde belki de İmralı ve suça karışmış tutuklu PKK’lılar – KCK’lılar danışıklı olarak kapsam dışı tutulacak ama ardından bir Anayasa Mahkemesi iptal başvurusuyla (110 milletvekili nasılsa uygun kombinasyonlarla bulunur) kapsam genişletilecek..

  • AKP’nin böylesi tehlikeli siyasal kumarı geri tepip hızla tükenişe de
    yol açabilir; ateşle oynamaktır!

Bu bakımdan, böylesi basit ayak oyunlarını bir yana itip, halkı aptal yerine koyarak,
masum insanlara yıllardır sürdürülen zulme derhal son vermeleri tek yoldur.

AKP’yi daha fazla direnmeden sağduyuya bir kez daha çağırıyoruz.

İçeride ölümün eşiğinde ağır hasta 150′yi aşkın tutuklu – hükümlü vardır.

Bu insanların ise saat bile geçirilmeden tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılmalarından başka hukuksal – siyasal – stratejik – politik… çözüm yoktur!

Her ölüm, Anayasa Mahkemesi’nin Hilmioğlu kararında dayandığı gibi
“en temel insanlık hakkı olan yaşam hakkını engelleme” bağlamında
AKP’yi bir kez daha katil yapacaktır!

  • Elleri zaten yeterince kanlıdır; Gezi direnişinde çok cana kıymış,
    çok can yakmışlardır. En küçük bir demokratik protesto eylemine karşı
    polis var güçle halkın karşısına dikilmektedir.

Oysa makul güvenlik önlemi alarak insanların şiddet kullanmadan barışçıl protesto eylemlerini sergilemelerini, Anayasal (Md. 34 : Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.) ve AİHS’ne dayalı (Md. 11 : Herkes asayişi bozmayan toplantılar yapmak…
haklarına sahiptir.) 
haklarını kullanmalarını sağlamak iktidarın görevidir.

Sonuç                     :

Bu arada Genelkurmay Başkanlığı, kumpas savları karşısında suç duyurusunda bulunmuştu ancak bu girişimi ne aşamada, izliyor mu??
Bir açıklama yapabilir mi Sayın Özel Paşa??

Ergenekon – Balyoz vb. düzmece davalarda yurtseverler kumpasla
kodese tıkılırken, aslında son çözümlemede tasarlanan kapsamlı bir PKK affıdır. Zindandaki masum asker – sivil yurtsever tutsaklar; gerçekte bu lanetli planın REHİNELERİDİR!

Ancak; “içeride” yaşamını yitirecek her masum tutsağın katili 1. derecede AKP ve siyasal iktidar olacaktır ve bunun da hukuksal hesabı er ya da geç mutlaka ama mutlaka sorulacaktır.

Azıcık yakın ve uzak tarih bilgisi, bu yargımızın çok sayıda somut, şaşmaz örneği ile dolu.

Sevgi ve saygı ile.
24 Şubat 2014, Ankara

(Notlar :
1. Makale içeriğini bir bölümü, 22.2.14 günü Ankara’da 74.
SESSİZ ÇIĞLIK eyleminde dile getirilmiştir.

2. Makale 904 sözcük olup pdf olarak indirilebilir : MASUM_TUTSAKLAR_ve_AKP’nin_SIYASAL_KUMARI)

Naci BEŞTEPE : VARDİYA KİMDE?


VARDİYA KİMDE?

Naci_Bestepe_portresi


Naci BEŞTEPE

BALYOZ Davası sanıklarının eşlerinin başlattığı VARDİYA BİZDE PLATFORMU bir yıldır SESSİZ ÇIĞLIK eylemi yapmakta.

 

21 Eylül 2012 Cuma günü 10. Ağır Ceza Mahkemesi kararını açıklamıştı.

324 kişiye ağır cezalar verdi.

  • Haksız, hukuksuz, dayanaksız, sahte dijital verilere ve kanaate dayanan
    bir karardı.

Vicdanları rahatlatmak şöyle dursun karar verenlerin vicdanlarını da karartan bir karar.

Yargıtay temyiz duruşmasını yaptı. Kararını 9 Ekim’de (2013) açıklayacak.

Umutlu olanlar da var, yargının siyasete bağlı oluşumundan dolayı hiç ümidi olmayanlar da.

SESSİZ ÇIĞLIĞIN AMACI

VARDİYA BİZDE PLATFORMU,
kararın verildiği gün SESSİZ ÇIĞLIK eylemlerini başlattı.

Askerlerin de asker eşlerinin de alışık olmadıkları bir eylem türü idi.

Sokağa çıkılacak, afiş-pankart taşınacak, ağızlar bantlanacak, konuşmadan durulacak, bildiri dağıtılacak vs.

Amaç; kamuoyunun ilgisini çekerek davanın hukuksuzluğunu, kararın haksızlığını
daha geniş kitlelere anlatmak, böylece adalet arayışına destek sağlamaktı.

İstanbul’da Beşiktaş’ta başlatılan eylem, ertesi hafta Ankara’ya sonra değişik tarihlerde 11 merkeze sıçradı.

KİMLER KATILDI? KİMLER DESTEKLEDİ?

Eylemler birkaç kişi ile başladı, zamanla arttı.

Katılanlar çoğunlukla sanık askerlerin aile bireyleri idi.

Toplumda sevilen, sayılan aydınların katılımı ilgiyi daha da artırdı.

Sanık yakını olmayan duyarlı asker ve vatandaşlardan da katılım oldu.

Ancak katılım hiçbir zaman arzulanan düzeye ulaşamadı.

Sanık yakınlarından bile hiç katılmayanlar var.

Onları hoş görebiliriz.

Çok çeşitli sıkıntılar içindeler.
Ailenin bir direğinin eksik olması onları zora sokmuştur. Kabul edilebilir.

Yurttaşların ilgisi düşük düzeyde kaldı. Olayı tam sahiplenmediler.

Geçmişteki olaylara, kırgınlıklara sığındılar.

Siyasal partilerden İP en yoğun desteği sağlarken CHP de özellikle bazı vekilleri ile
katkı verdi.

Beklenin aksine davranış MHP’den geldi.

Sıfır ilgi ve destek.

Yetmezmiş gibi, genel başkan düzeyinde “O karılar evlerinde otursun,
biz gereğini yaparız..” şeklinde aşağılayıcı tarzda ağır bir mesaj gönderildi.

Medya ise YANDAŞ’lığına ve BAĞIMSIZ’lığına bağlı olarak kendini gösterdi.

SORUN “VATAN” DIR

Bu ve benzeri eylemlere destek vermeyenlerin anlayamadığı;
ülke üzerinde oynanan oyunun bir parçası olarak TSK’nın şekillendirilmesidir.

Konu bireysel değil kurumsaldır.

Zaman;  “SORUN VATANSA GERİSİ AYRINTIDIR” sözünün eyleme geçirilme zamanıdır.

YILMAK YOK, MÜCADELEYE DEVAM

Bu yola baş koyanlar kararlıdır.

Küsmek, darılmak, durmak, yenilgiyi kabullenmek yoktur.

Koşullar ne olursa olsun mücadele devam edecektir.

Tek kişi kalsa da. Bir değil on yıl geçse de.

Haklı olan güçlüdür; sonunda mutlaka kazanır.

VARDİYA AMAZONLARINA SELAM OLSUN.

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

HALK AYAKLANMASININ SOSYAL PSİKOLOJİK İRDELEMESİ


SESSİZ ÇIĞLIK EYLEMLERİ, KOLLUK VAHŞETİ ve R.T. ERDOĞAN ÜZERİNDEN;
HALK AYAKLANMASININ SOSYAL PSİKOLOJİK İRDELEMESİ


Prof. Dr. Ahmet SALTIK
ADD Bilim – Danışma Kurulu
Ankara Üniv. Tıp Fak.
www.ahmetsaltik.net

“Sessiz Çığlık” eyleminde bu Cumartesi de katıldık.
Kitle sayısal olarak önceki haftadan daha küçüktü.
Ankara tatile çıkıyor galiba.. diye düşündük. Ama tekerlekli sandalyesinde bir kadın da oradaydı! Hasdal’da, Hadımköy’de, Maltepe’de, Silivri’de, Sincan’da… zindanlarda tutsak ya da rehin alınan asker – sivil yurttaşların yakınları idi gene bir avuç..

Ellerinde “sevdiceklerinin” fotoğrafları vardı.. Yer yer kollarının var gücüyle
yukarı kaldırıyor, yorulunca da sıkı sıkı göğüslerine bastırarak tutuyorlardı.

Kadınlar, ağızları bağlı örgü örüyorlardı. Hava çok sıcaktı..

Bir gezgin (mobil) sesbüyütürden (hoparlör) marşlar çalınıyordu..
Güzelim Harbiye Marşı da!
Basın olarak Ulusal Kanal ve Başkent TV dışında mikrofon görmedik
ama en az 5-6 kamera üçayaklarının (tripod) üzerinde çekim yapmaktaydı.

Geçen hafta, birşeyler söylemek istediğimizi düzenleyiciye belirtmiştik. O hafta tümüyle
“sessiz çığlık” idi yapılan.. Ağızlar bağlı, kadınlar eşlerine çorap – hırka vb. örüyor;
fotoğraf ve posterler de zaten dilsiz..

Siyasal iktidar belki bu “dil” den anlardı !? Ama olumlu gelişen bir şey olmuyordu..

Bu hafta ilk sözü, Hukukun Egemenliği Derneği Başkanı Sayın Av. Erdem Akyüz aldılar. Bırakalım hukukun özünü, yani her somut olayda gerektiğinde hukuk yaratarak adaleti gerçekleştirmeyi; apaçık, net, pozitif hukuk kurallarının (normlarının) bile nasıl ayaklar altına alındığından örnekler verdi. Uluslararası normların da.. Dehşet verici bir tablo idi. Çünkü Hukuk içinde kalarak hak arama ve adaletsizliği dışlama (bertaraf etme) olanağı kalmamıştı.. Peki ne yapılacaktı?

Karşımızda hukuku pervasızca çiğneyen, yargıyı büyük ölçüde siyasallaştırmış bir iktidar vardı. Nasıl savaşım verilecekti? Silahlar denk değildi.. Hukukun Egemenliği Derneği Başkanı Sayın Av. Erdem Akyüz’ü dinlerken kafamızda bu acı çağrışımlar dolaşmaktaydı.

**************
Mikrofon bize uzatıldığında aşağı – yukarı şunları söyledik (yazarken eklemeler yaptık) :

Ülkemizin değişik zindanlarında yıllardır tutsak / rehin alınan asker – sivil yurttaşlarımızı
saygı ve sevgi ile selamlıyoruz. Verdikleri ulusal dava savaşımının (mücadelesinin) ortaklarıyız. Bu günler de elbet bitecektir. Onurlu ve dik duruşları nedeniyle onlarla övünüyoruz..

Biz bu gün burada salt bilimsel bir değerlendirme yapacağız. 40 yılı aşan tıp birikimimizi
öne çıkaracağız. Politik söylemler iktidarı çok rahatsız ediyor. Belki bilimsel gerçekler işe yarar??

Pekii.. Bir canlı, bir toplum neden ÇIĞLIK atar?

Tehlikede olduğunu, yardıma gereksinimi olduğunu başkalarına duyurmak için..
Bu davranışın Tıpta, Psiko-biyolojide karşılığı, Hans Selye’nin STRES KURAMI’dır.
Canlılar strese sokulduklarında ÇIĞLIK atarlar. Bu çığlık doğası gereği seslidir ve hatta olabildiğince yüksek şiddette (dBA) ve tizdir ki, duyulma olasılığı artsın.

Ne var ki, 1 yıla varan süredir bu eylemler SESSİZ ÇIĞLIK olarak yürütülüyor.
Hem çığlık atılacak hem de bu eylem, doğasına aykırı olarak SESSİZ olacak!
Aşkolsun bu halka, helal olsun bu insanların sabır, olgunluk ve yaratıcılıklarına!
Ancak bu sessiz çığlıkları da duyan yok! Oysa seslisinden etkili olur diye umulmuştu!

Çare neydi? Çare, hükümeti rahatsız edecek eylemlerde.. Bu belirlemenin de payı
olsa gerek ki, 1 aydır bu kez “İNTİFADA” (sesli mi sesli çığlık!) sergilenmekte.
İşte bu tablo siyasal iktidarı epey ürküttü ve o ölçüde de orantısız şiddet hatta vahşet kullanmaya başladı.

Oysa sağduyu, bu insanların ne dertleri olduğunu anlamaya çalışmayı gerektiriyordu.
Ardından da demokratik uzlaşma kültürünün gereği olarak istemleri olabildiğince,
hukuk içinde karşılamak..

Ne ki, tam tersini gözlüyoruz.. Gittikçe artan kolluk şiddeti..
Bu bir kısır döngüdür ve Sistem Kuramı’na göre yıkım doğurur.
Yıkılacak olan Halk değilse kimdir? Elbette siyasal iktidardır!

  • 5 insanımız öldü! 13 insan gözünü yitirdi, çok sayıda insanın yüzünde sabit izler kalacak (Adli tıp deyimi ile Çehrede sabit eser).. 60 dolayında ağır yaralı var. Kafatası kırılanlar, kaburgaları kırılanlar, halen yoğun bakımda olanlar.. 8 bini aşkın resmi kayıtlı yaralı var..
  • Bir de milyonlarca gönlü kırıklar.. Yani psişik travma alanlar ki; olumsuz etkileri bırakın yaşam boyu sürmeyi, kuşaklar boyunca aktarılabilecek olanlar.. Özellikle can yitikleri!

Ne oluyoruz?? Ülkede iç savaş mı var??

Ve araçlarını bu denli ölçüsüz, orantısız, hukuk dışı ve yaralama – öldürme erekli kullanan polise parasal ödül (Osmanlı Ulufesi?) 2 anlama gelebilir :
Ya açık bir psikolojik savaş ya da tam bir düşünsel karmaşa – şaşkınlık (mental konfüzyon)! İki seçenek de birbirinden sakıncalı AKP yönetimi ve ülkemiz için.

Çok talihsiz bir saptama ki, ülkenin tepe yöneticisi “kör gözüm parmağına” tutumu içinde. Hem de inatla, gözü kara biçimde.. Kolluk tek tutamağı gibi, tek koruyucusu gibi, öylesine bir algı içinde. Halkının en az yarısını kendisine “düşman” görmekte. Oysa demokraside ötekileştirme yoktur, çoğunluk baskısı olamaz, çoğulculuk temeldir. En az sayıdaki insanların bile hakları korunur. İktidarınız değil %50 (ki gerçekte matematiksel olarak hiç %50 olmadığı gibi halen çok daha düşük, AKP azınlık iktidarı!), % 80 bile olsa, mutlak sınırlarınız vardır. Onlar TEMEL İNSAN HAK ve ÖZGÜRLÜKLERİ’dir! Bunun da çerçevesi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi – AİHS ve İnsan hKları Evrensel Bildirgesi (İHEB)‘dir ve Türkiye her 2 Sözleşmeye de taraftır, hukuksal olarak bu üstün hukuk normlarıyla bağlıdır (Anayasa md. 90)! Mahkemelerimiz yer yer referans almaya başlamıştır.

  • Bu olaylar AİHM’ne taşınacak ve Türkiye çok sayıda davada ciddi mahkumiyetler alacaktır. AKP iktidarının 10,5 yıllık siyasal – tarihsel ömrü ve işlevi tamama ermiştir.

Toplumsal olaylarda kolluk, güvenlik önlemi alırken, sağlık hizmetleri için de koridorlar açmak zorundadır. YAŞAM HAKKI kutsaldır ve her şeyin üzerindedir. Devletin de 1. görevi yurttaşın can – mal güvenliğini sağlamaktır. Polis bunu becerememekte, Sağlık Bakanlığı da görevini gereği gibi yapmamaktadır. Oluşan kabul edilemez hizmet boşluğu, gönüllü hekimler tarafından Türk Tabipleri Birliği örgütlemesi ile kapatılmaya çalışılmış ve çok sayıda acil sağlık hizmeti gereksinimi yerinde karşılanmıştır. Bu yapılmasa idi tablo çok daha ağır olabilirdi.

Hükümet en azından bu katkıyı şükranla karşılamak yerine, bir başka irrasyonel davranışla sağlık personelini ellerini arkadan kelepçeleyerek gözaltına almıştır! Yetkili Cumhuriyet savcısı bu açık yasa dışı davranışa nasıl göz yumabilir? Bırakın arkadan kelepçelemeyi, normal kelepçenin de koşulları yoktur! Bu kişilerin kaçma olasılığı, kendisine ya da çevresine zarar verme olasılığı.. Hangisi vardı?
Üstelik elleri arkadan kelepçelenen insanın özel olarak korunması gerekir..

Gözaltına alınırken itilir kakılırsa ve düşerse kendisini ciddi – ağır yaralanmalardan nasıl korur? Yoksa amaç – murat tam da bu mudur? Tam da bu tür vahşet midir parasal ödül (başa bela Yeniçeri ulufesi!) getiren? Oysa sağlık çalışanlarının savaşta bile dokunulmazlığı vardır. Kendilerine ateş edilmez, tutsak alınmazlar.. Hipokrat yemini ve Tıbbi Deontoloji Tüzüğü (md. 3), hekimleri her durumda gereksinim sahiplerine
tıbbi yardımla yükümlü kılar.

Bir de Sağlık Bakanlığı’nın soruşturma işlemi.. Tam bir trajik-komedi! Türkiye Barolar Birliği Sağlık Bakanlığı hakkında, çok yerinde bir girişimle suç duyurusunda bulundu. Türk Tabipleri Birliği de bugünkü kongresinde Bakanlığı kınadı ve bu yardımın gerektiğinde sürdürüleceğini açıkladı (Başkan, Hacettepe tıbbiyesinden sınıf arkadaşımız sevgili Prof. Özdemir Aktan’ın ağzından).

  • Biz de diyoruz ki; BARİ SAVAŞ HUKUKU UYGULAYIN!

Polisin kullandığı basınçlı suya gelince : Bir kez basıncı çok yüksek, çarptığı insanları savurup yere seriyor.. Bu ciddi yaralanma, sakatlanma hatta ölüm riski demektir. Gözünüze gelirse kesin olarak parçalar ve kör edebilir. Bu bakımdan basıncının azaltılması ve 45 derece açı ile yere sıkılması gerekir. En fazla diz altı düzeyinde insana sıkılabilir çok zorunlu kalınırsa..

İçine “ilaç” koymaya gelirsek.. İstanbul Valisi beyefendi “Suya kimyasal değil ilaç konuyor” buyurmuş. Özürü kabahatini öyle aşkın ki.. Bir kez ilacı yalnız hekimler kullanır. Böylesi bir amaçla kullanımı hekimlerin de yetkisinde değildir. İlaç kullanımı hekimler için ciddi tıbbi – yasal yükümlülükler de doğurur. Vali bey güya “kimyasal kullanmıyoruz” demeye getiriyor ama bilgisi her ilacın bir “kimyasal” olduğunu ayırt edemeyecek düzeyde! AKP’nin valisinin bu hallerini art alana itersek, tablo vahimdir. Kolluk, basınçlı suyu hatalı ve vahşice kullanmakla yetinmemekte, boyalı kimyasal katarak insanları damgalamaktadır. Ayrıca bu boyalı kimyasallar deride yangı tepkimesi oluşturarak insanların canlarını ek olarak yakmaktadır. Beklenen, her aracı mübah sayarak protestocuları dağıtmaktır. RT Erdoğan’ın asabı fena bozulmakta, tahammül edememekte, kalabalıkları zaafiyeti olarak görmekte ve İçişleri Bakanına kesin talimat vermektedir : DAĞITIN!

  • Halkın vergisi Ulufe ile ödüllendirilen Polis de “DAĞILIN LAN DAĞILIN!” buyurmaktadır.

An gelir, Halepçe vb. örneklerdeki gibi halkına kimyasal silah kullanma eşiğine gelirsiniz, uyaralım.. Bu sulara hiçbir kimyasal madde katılMAmalı ve yukarıda belirttiğimiz kısıtlarla kullanılmalıdır.

BİBER GAZI sorunu.. Başbakan habire “olağandır, polis kullanır..” deme zorunluğunu neden duyuyor? Danışmanları O’na, AİHM’nin Nisan 2012’de Ali Güneş davasında Türkiye’yi mahkum ettiğini, 10 bin € tazminat ödendiğini neden söylemiyor?? Ya da R.T. Erdoğan bilmezden mi geliyor? Bu gazların içeriği nedir? Bir hekim olarak bunları bilmemiz gerekir ki, etkilenenlere uygun sağaltım verebilelim, varsa özgül antidotunu kullanalım. TTB İçişleri Bakanlığından içerik bilgilerini sordu ancak yanıt yok. Oysa Anayasa md. 74 dilekçeye “gecikmeden” yanıt edimi yüklüyor İdareye!

BİBER GAZI kapalı mekanlara asla sıkılmamalı, kitleler uyarılmadan kullanılmamalı!
Ya uygulama?! Düşük yoğunlukta ve havaya 45 derece açı ile atılmalıdır. Bu koşullarda bile insanlar zarar görürse, AİHM kararı uyarınca Devlet – Kolluk zincirleme sorumludur ve Devletin, zararı hatalı kamu görevlisine rücu (geri yükleme) zorunluğu vardır (Anayasa md. 40).

40 yılı aşan tıbbi birikimimizle rahatlıkla söyleyebiliriz ki;

  • Başbakan R.T. Erdoğan’ın ruhsal duygudurumu (mood)
    ülkemizi yönetebilecek durumda değildir.

Her gün yazılı basın ve TV’lerden bu durum açık ve net olarak izliyoruz.. Başbakan, yineleyelim, zorunlu bir “mola” almalıdır. Bir yurttaş olarak, tam donanımlı bir Üniversite hastanesinden “görevini sürdürebilir” raporu almasını istiyoruz. Başbakan buna zorlanmalıdır. Türk Tabipleri Birliği, Türk Psikiyatri Derneği, Adli Tıp Uzmanları Derneği, Halk Sağlığı Uzmanları Derneği HASUDER, Türk Psikologlar Derneği..
bu bağlamda demokratik baskı kümesi olmalıdırlar.

TÜBA, TÜBİTAK, Üniversiteler etkisizleştirilmiştir
, sesleri çık(a)mamaktadır!
Başbakanın sağlık raporu almaya yanaşmayacağı kesin gibidir. O zaman “yokluğunda” (gıyabında) rapor düzenlenebilir.. Bu rapor istemi, bir demokratik meşru direniş yöntemidir. Çünkü bu kişinin davranışları kamuoyu önündedir. Panik bozukluğu içindedir. Bilerek ve isteyerek gerçek dışı açıklamalarda ve tahriklerde bulunmakta, halkını yanıltmaya ve ayrıştırmaya çalışmaktadır. Realiteden kopmuş gibi bir görünümü vardır, bu durum çok tehlikeli bir dissosyasyona neden olabilir. Dissosyatif sendromlar tıpta ağır tablolardır, kişilerin hak (ve fiil!) ehliyetlerini ciddi düzeyde sınırlamak gerekebilir. Ayrıca Erdoğan’ın mental kapasitesinde apaçık bir regresyon izlenmektedir; geçen hafta Kayseri mitinginde kalabalıklara 2 kez “kadanızı alırım sizin” gibi üzerinde tıp literatüründe çooook durulması gereken aşırı abartılı atipik bir duygusal tepki göstermiştir. Regresyon, puerilizm eşiğinde ciddi midir?

Bu kritik soruların yanıtını merak ediyoruz. Gerçek durum bu ise, R.T. Erdoğan‘ın
tıbbi raporla en azından bir süre görevinden ayrılması ve tedavi edilmesi gerekebilir. Durumun ortaya konması ise, 5 kişilik bir Psikiyatrist kurulunun raporunu gerektirir.
Bunu istemeliyiz. Bu arada Devletin başı olan kişi, Çankaya’da neden bu denli atıldır neden, neden, neden?

Sonuç olarak :İktidar ağır panik bozukluğu içindedir, halk, deyimi yerinde ise “teneke çalmaktadır”. Eylemler tüm dünyada haklı, meşru ve de çooook yaratıcı bulunmaktadır! Sağduyu, herkesten çok R.T. Erdoğan’a ve AKP yöneticilerine düşmektedir. Bürokrasi, yasadışı emirleri uygulamamalıdır. Allah’tan ümit kesilmez; Çankaya’da oturan AKP’li zat da, hidayete erişir mi acaba?? Göreceğiz.

Siyaset kurumu, bu inanılmaz güzellik ve incelik (zarafet) taşıyan halk direnişine benzer yaratıcılıkla önderlik etme yükümü altındadır. Bu, dayanılmaz, karşı konulmaz, ertelenemez asal bir tarihsel sorumluluktur. Aksi takdirde dere, akacağı yatağı kendi potansiyeli ile bulacak ve çok kapsamlı bir politik tasfiye kaçınılmaz olacaktır. Adnan Binyazar‘ın söylemiyle;

  • “Son sözü, tarihin en kritik yerinde hep direnenler söyleyecektir!”..

Direniş şehidi, polis kurşunu kurbanı Ethem Sarısülük de bu dövizi taşıyordu vurulduğunda.. Elinde başkaca hiçbir şey yoktu.. Ama mahkeme, katil sanığı
polis Ahmet Şahbaz‘ı “nefsi müdafa” bağlamında salıverdi!? Dayan yüreğim dayan.. Dayanacak ve örgütlü savaşımla (mücadele) ile bu deli gömleğini de mutlaka yırtacağız.

Herkese ama herkese sabır, kolaylık ve kesin bir sağduyu diliyoruz.

  • Umutsuzluk, ATATÜRK’ün devrimci halkına yakışmaz, bilimsel değildir, duygusaldır.

Felsefeci Prof. Ahmet İnamUmutsuzluk Ahlaksızlıktır diyor aynı adı taşıyan kitabında!

Önümüzde “3 D modeli” duruyor :

1. Diren Türkiye!

2. Dik dur Türkiye!

3. Dev-ri-le-cek-ler !!!

Sevgi ve saygı ile.
6.7.2013, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK

ADD Bilim – Danışma Kurulu
Ankara Üniv. Tıp Fak.
www.ahmetsaltik.net

===============================

Değerli meslektaşlarım,
(Türkiye Psikiyatri Derneği)

Ekte bir yazım var.

  • SESSİZ ÇIĞLIK EYLEMLERİ, KOLLUK VAHŞETİ ve R.T. ERDOĞAN ÜZERİNDEN; HALK AYAKLANMASININ SOSYAL PSİKOLOJİK İRDELEMESİ

Web sitemdeki erişimi de aşağıda..

http://ahmetsaltik.net/sessiz-ciglik-eyleminde-neler-soyledik/

Zaman ayırabilir ve okursanız çok sevinirim..

TPD açısından da eylem planları üretilebilir.

TPD’ye çağrım ve önerilerim var.

Değerlendirilmesi ve yüz yüze tartışabilmek dileği ile.
4.7.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
AÜTF Halk Sağlığı AbD
profsaltik@gmail.com

Sessiz Çığlık Sürüyor..

Dostlar,

Bu gün de 22.6 13 günü 13:00 – 14:00 arasında Ankara Sakarya Caddesinde
“SESSİZ ÇIĞLIK” eylemine / eylemsizliğine katıldık.

Artık kimi kavramlar tek başlarına kullanıldıklarında karşıtlarını (mefhum-u muhalif) çağrıştırmakta tembelleştiler.

Çığlığın da “sessiz”i olur muymuş?

Türkiye’deki faşist yönetim, -ki malumları “ileri demokrasi” yaftası ile
halk afsunlanmaktadır,- “durumdan” görev çıkarmayı ve kimi hatta pek çok
kitlesel eylemde yaratıcı olarak fincancı katırlarını ürkütmemeyi gerektiriyor.

“Yaratıcı” olmak gerekiyor, toplumsal eylemlerdeki diktatör(ler) rahatız olmasınlar.

5-6 yıldır uydurma kanıtlarla (sözde delillerle), sanal ortam hileleriyle Atlantik ötesi destekli kumpaslarla kodese tıkılan yurtseverlerin acısı içimizde dinmiyor.

Asker – sivil yüzlerce toplum önderi ulusalcı savunma hattından böylelikle geriye çekilmiş durumdalar.. Balyoz’da “Balyoz” kararı verildi, dosya Yargıtay’da.. Oradan birkaç ayda çıksa bile, Silivri ÖYM (Özel Yetkili Mahkeme) kararı kısmen bozulsa bile yeniden sürecek birkaç yıllık bir sözde “yargılama” süreci daha başlayacak.

Becerilebilirse de bu arada Türkiye’de sözde AÇILIM paketi içinde saçılım gerçekleşecek ve Bölücü anayasa, başkanlık vb. anayasal düzenlemeler nafile çabayla kotarılmaya çalışılacak..

Ama artık mevsim başka bir mevsim.

RTE Kayseri’de, kendisine çölün susamışlığını kandıran su gibi gelen “kalabalıkları” (?!) görünce, adeta kendinden geçercesine “kadanızı alırım” sizin dedi!

Hem de 2 kez..

Ünlü Anadolu deyimidir; size gelecek beka, felaket (“kada”!) ‘bana gelsin’ demektir.

Öylesine yalnız, çaresiz ve aciz görmektedir ki kendisini Türkiye’nin Başbakanı RTE, narsisistik (Kendine aşırı severlik) eğilimlerinin – takıntısını çırılçıplak dışa vuran yukarıdaki sözcüğü hem de 2 kez, kalabalık kitlelere karşı kullanmıştır. Tabii iç dünyasını ele verdiğinin ayırdında olmaksızın. Sıradan medikal psikoloji bilgisi bu yalın gözlem için çok fazla bile..

Regresyon, hatta puerilizm düzeyinde..

Yardım edilmesi gerek.

Türkiye Psikiyatri Derneği’nin bir girişimi, çağrısı gerek.

Belki de TTB’nin (Türk Tabipleri Birliği) gıyapta bir yetersizlik tıbbi raporu.

*******

Bu gün de tertip davaların kurbanları ve yakınları ile yurtseverler Sakarya Caddesinde sessiz çığlıklarını attılar.. O kadar ki, ağızlarında maske vardı. Ola ki bir sesli çığlık çıkmasın!

Ellerinde posterler, anlamlı sözler içeren dövizler ve hüzünlü – acılı ama dimdik aileler..
Tutsakların fotoğrafları ellerde.. Türk bayraklarımızla da.. Her ne denli dün Kayseri’de RTE bayrakları “sade” buyurdu ise de.. Açık açık diyemedi, Atatürk fotoğrafı ile
ay yıldızın kucaklaşmasından rahatsızlığını..

“Sessiz çığlık” eylemcileri “örgü örmekte” idiler..

Sorduk ne için diye??

Tutsaklara kışlık mı?

“Almıyorlar ki içeriye..” dediler..

Bir başka espri “başlarına çorap örüyoruz..” idi.

Tabii sormadık “kimin?” diye..

Ellerinizi çabuk tutun.. dedik.

Geçen hafta, bir yanlış algı ile “son” diye yazmıştık bu eylemler için..

Hayır, devam ediyor.. Sonuç alınana dek..

Bu zulüm tez elden bitirilene dek..

****

Dün akşam da Güven Park’ta yüzlerce “Duran adam” dan biri idik.

Gençler ne denli düzeyli bir “toplu açık hava sohbeti” yapıyordu adeta.
Bir forum yürütülüyordu ağırbaşlı ve içerikli.

Polis uzakta idi ve sorun yoktu. Keşke dinleseler ve halkın gündemini öğrenme fırsatı yakalasalardı!

Sorunun kaynağı polis mi yoksa??

Rahmetli direniş şehidi Ethem Sarısülük’ün polis kurşunu ile tasarlanarak vurulduğu yerde mumlar yanıyordu. Fotoğrafları vardı çepeçevre.. Yerlerde minderler ve acılı, yanık çehreler mum alevlerinin alazında ıslak gözlerini birbirlerinden saklamaya çalışıyorlardı.

Bir yakını, yeğenimdi.. dedi. Şu fotoğrafını da çek.. dedi.

Boynuma sarıldı ve insan sıcağı ıslaklıkları bedenime yayıldı..

Hüngür hüngür, katıla katıla ağlıyordu..

**********

Malsahibi, bu mazlum ahlarını komayacaktır.

Sessiz çığlığımız göklerde yankılandı 21 Haziran 2013 günü Güven Park’ta..

Bir “Duran adam” olarak..

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 22.6.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Faili Meçhul Cinayetler ve Yeni Anayasa


Dostlar
,

Bizim de üyesi olduğumuz ULUSAL EĞİTİM DERNEĞİ, geleneksel Cumartesi konferanslarını sürdürüyor..

9 Şubat 2013 günü, Devrim Şehidi rahmetli Uğur Mumcu’nun avukat ağabeyi
Av. Ceyhan Mumcu konuşmacı..

Konusu : Faili Meçhul Cinayetler ve Yeni Anayasa

Gerekli öbür bilgiler aşağıdaki duyuruda..

SESSİZ ÇIĞLIK eylemine 13:00 – 14:00 arası destek verildikten sonra izlenmesi gereken bir konferans..

Sevgi ve saygı ile.
9.2.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net