Etiket arşivi: Necip Hablemitoğlu

ADD Genel Merkezi : UNUTMAYACAĞIZ! UNUTTURMAYACAĞIZ! 

BASINA VE KAMUOYUNA 

UNUTMAYACAĞIZ! UNUTTURMAYACAĞIZ! 

30. Adalet ve Demokrasi Haftası’nda emperyalizm ve hain işbirlikçilerinin aramızdan aldığı Devrim Şehitlerimizi saygıyla anıyoruz.

31 Ocak 1990 akşam saatlerinde evinin önünde iki kahpe kurşunla katledilen Kurucu Genel Başkanımız Prof. Dr. Muammer Aksoy‘un ve 24 Ocak 1993 sabahı otomobiline tuzaklanan bomba ile paramparça edilen Kalpaksız Kuvvacımız Uğur Mumcu‘nun yok edilmeleri, emperyalizmin ilk halka seri (ardışık) siyasal cinayetler tuzağının 2. halkasının başat kilometre taşlarıdır.

İlk halka cinayetlerle demokrasiyi katledip özgürlükçü 1961 Anayasası yerine getirdiği yasakçı 1982 Anayasası ve antidemokratik darbe yasaları ile örgütlü toplumu, özerk üniversiteyi, özgür kültür ve sanat iklimini dinamitleyen, ABD’nin “Bizim oğlanlar yaptı” dediği 12 Eylül 1980 Faşist Darbesi‘ne zemin oluşturulup toplumsal meşruluk sağlanmış, 2. halka ile de ülkemiz 2000’li yılların emperyal güdümlü Siyasal İslam çıkmazına sokulmuştur.

Bu nedenle her yıl düzenlenen 24 – 31 Ocak Adalet ve Demokrasi Haftası‘nda çeşitli etkinliklerle andığımız aziz şehitlerimizin kanlarını yerde bırakmama kararlılığımızı yinelerken hem bu emperyal tuzakların perde arkasını halkımıza gösterme çabamızı sürdürüyor, hem nedenlerini ve sonuçlarını irdeliyor, hem de Laik Cumhuriyetimiz’i ilelebet payidar kılma (sonsuza dek yaşatma) yolunda dersler çıkarıyoruz.

Muammer Aksoy, Cumhuriyetimiz’in kuruluş felsefesinden koparak Laik Hukuk Devleti olma niteliğini yitirip karanlık bir geleceğe sürüklenmesi tehlikesinin farkında olan 49 Cumhuriyet Aydını yol arkadaşıyla 19 Mayıs 1989’da Atatürkçü Düşünce Derneği‘ni kurdu. Derneğimizin kuruluş bildirgesi, Kurucu Genel Başkanımızın çalışma ve demeçleri emperyalistleri çok rahatsız etti ve Muammer Aksoy 8 ay sonra katledildi.

Hâlâ aydınlatıl(a)mamış olan bu cinayetin Ulusumuzu derinden yaraladığı ne denli gerçekse, Laik Cumhuriyet düşmanlarını, çok uluslu petrol tekellerini, 1961 Anayasası karşıtlarını, kadın haklarını ayaklar altına alanları, aklın özgürleşmesinden, özgür bireyden ve Uluslaşma bilincinden korkan Karşı Devrimcileri, emek, gençlik ve öğretmen örgütlenmeleri başta örgütlü toplumu tehdit olarak görenleri, üniversite özerkliğini hazmedemeyenleri ve Türkiye’yi Kemalizm’in Yurtta Sulh Cihanda Sulh rotasından saptırıp Yeni Osmanlıcılık ham hayali ile Orta Doğu bataklığına sokmak isteyenleri çok sevindirdiği de bir o denli gerçektir.

31 Ocak 1990 akşamı başlayan bu ikinci halka emperyal tertipler, üzerine kararlılıkla gidilmediği için sürdü. Kurucumuz Doç. Dr. Bahriye Üçok, Çetin Emeç, Turan Dursun, Musa Anter cinayetlerinin ardından 24 Ocak 1993 Uğur Mumcu suikastı ile yeni bir boyut kazandı.

Uğur Mumcu’nun katli her kesimden halkımızda büyük infial yarattı. Devletin bütün kademeleri failleri ve azmettiricilerini bulmaya söz verdiler, ama çözüm için atılan her adım engellendi, “duvardaki o tuğla” bir türlü çekil(e)medi!

Uğur Mumcu da Muammer Aksoy gibi emperyal güçleri ve uşaklarını öylesine ürkütmüş, o denli çok hain odağın ipliğini pazara çıkarmıştı ki; O’nu bu odakların her biri öldür(t)müş, hatta cinayeti birlikte işle(t)miş bile olabilirlerdi. Örneğin bölücü terör örgütü PKK gibi, Abdi İpekçi’yi öldürtüp Papa’yı vurduranlar gibi, silah ve uyuşturucu kaçakçıları, kamu ihale vurguncuları, Kemalizm karşıtları gibi, imamların aylıklarını ödeyen ARAMCO’cular (AS: Rabıta örgütü), 12 Eylül faşizminin kucağında yaşam bulan teokratik devlet özlemcileri, tekerlerine çomak soktuğu yabancı gizli istihbarat servisleri gibi…

  • Atatürk laikliği; yalnız uygarlığın, demokrasinin ve özgürlüğün değil,
    aynı zamanda iç barışın ve ulusal birliğin de yolu ve güvencesidir.
  • Laikliğe karşı propagandaya, şeriat propagandasına müsaade etmek,
    Türkiye’nin geleceğinin yok edilmesini ve Türkiye Cumhuriyeti’nin
    intihar etmesini benimsemektir.

diyen Muammer Aksoy da,

  • “Ben Atatürkçüyüm. Ben cumhuriyetçiyim. Ben lâikim. Ben antiemperyalistim.
    Ben tam bağımsız Türkiye’den yanayım. Ben insan hakları savunucusuyum.
    Ben terörün karşısındayım. Ben yobazların, hırsızların, vurguncuların,
    çıkarcıların düşmanıyım. Dün sabaha değin, araştırarak yazdığım hiçbir konuyu yalanlayamadınız. Öyleyse vurun, parçalayın beni.
    Her parçamdan benim gibiler, beni aşacaklar doğacaktır.”

diyen öğrencisi, düşün yoldaşı Uğur Mumcu da cesur (yürekli) Kemalistler, kararlı Devrimciler, ödünsüz Cumhuriyetçiler ve son derecede saygın, sözlerine sonuna dek güvenilen Toplum Önderleri oldukları için hedef seçildiler.

Yılda bir gün evlerinin önüne, gömütlerine karanfiller bırakıp övgü dolu nutuklar (söylevler) atan kimilerinin söylediklerini benimsememeleri, savundukları fikir ve düşünceleri, uğruna can verdikleri değer ve idealleri unutmuş görünmeleri ne acı! Dediği gibi Mumcu’nun:

  • “Laiklik ilkesini savunmak için Atatürk gibi yürekli, Atatürk gibi inançlı olmak gerekir. İzinden gittiklerini söyleyenler gibi ürkek, kararsız ve inançsız değil.”

İkinci halka siyasal cinayetler Uğur Mumcu’dan sonra da devam etti. Eşref Bitlis, Genel Başkan Yardımcımız Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı, üyemiz Necip Hablemitoğlu ve yine bir 24 Ocak günü (AS: 2001) Diyarbakır halkının sevgilisi Emniyet Müdürü Ali Gaffar Okkan aynı karanlık güçlerce katledildiler.

Emperyalizm ve işbirlikçileri bu seri siyasal cinayetlerle eşanlı olarak istihbarat kurumları eliyle bir başka yapıyı da örgütlediler. Önce “Cemaat” yaveleri ve “Hocaefendi” güzellemeleriyle el üstünde tutulan, ardından “Hizmet Hareketi” kılıfıyla semirtilerek “ne istedilerse verilen”, amacı emperyalizmin 100 yıllık hedefi doğrultusunda Türkiye Cumhuriyeti’ni Din Devletine dönüştürmek olan, neden sonra FETÖ diye anılıp PDY (Paralel Devlet Yapılanması) adıyla tanımlanan bu hain örgüt, ortak olduğu iktidarın sağladığı olanaklarla devlette kadrolaştı. Mülki idare, yargı ve emniyeti neredeyse ele geçirdi. Ergenekon, Balyoz ve diğer kumpas davaları ile mıntıka temizliği yapıp adamlarının önünü açtı. Sonunda Orduya yerleştirdiği müritleriyle 15 Temmuz 2016 günü darbeye kalkıştı (AS: ABD maşası olarak). Bastırıldıktan sonra birilerinin “Allah’ın lütfu” saydığı bu hain kalkışmanın Anayasal düzene sadık Kemalist subaylar, namuslu emniyet mensupları ve milletimizce önlendiğini hiç aklımızdan çıkarmamalıyız. Aynı biçimde; bunca vahim (ürkünç) yaşanmışlıklara karşın, kimi siyasilerin hâlâ tarikat – cemaat adı altında örgütlenmiş emperyalizm taşeronu bu çağ dışı yapılardan medet ummakta olmalarının anlaşılabilir, bağışlanabilir yanı olmadığını da görmeliyiz.

Türk Ulusu siyasal cinayetlere kurban giden yiğit evlatlarını da, katillerini, işbirlikçilerini ve azmettiricilerini de unutmayacak, unutturmayacak, bir gün mutlaka hesabını soracaktır.

Atatürkçü Düşünce Derneği olarak; Kemalizm’in namus sesini bir sis çanı gibi yurdumuz semalarına asma azim ve kararımızla başta Muammer Aksoy ve Uğur Mumcu olmak üzere yitirdiğimiz bütün vatanseverlerimizi minnet ve şükranla anıyor, aziz hatıraları önünde saygıyla eğiliyor, sesimizi ve sözümüzü yükselterek “ÇARE YENİDEN ATATÜRK CUMHURİYETİ diyoruz.

Saygılarımızla.

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ
              GENEL MERKEZİ

UĞUR MUMCU CİNAYETİNİN ÖNEMİNİ ANLAMAK İÇİN AŞAĞIDAKİ LİSTEYE BAKMALI

UĞUR MUMCU CİNAYETİNİN ÖNEMİNİ ANLAMAK İÇİN AŞAĞIDAKİ LİSTEYE BAKMALI

EMRE KONGAR
Emre Kongar – Resmi İnternet Sitesi

Sevgili Uğur Mumcu’nun öldürülmesi ne sıradan bir olaydı ne de münferit: Bu cinayet Türkiye’yi geri bıraktırarak sömürülmesini kolaylaştırmak isteyen emperyalistlerle kol kola girmiş olan dinci-faşistlerin derin devletle ittifak halinde planlı programlı uygulamalarının bir parçasıydı.

Ülkeyi bağımsızlık yolundan Demokratik Laik ve Sosyal Hukuk Devleti idealinden saptırmak isteyen Demokratları, Atatürkçüleri, Solcuları, Emekçileri ezerek sindirerek yok etmeye yönelik bir süreçti bu. Aydınları, yazarları, öğretim üyelerini, sendikacıları, gazetecileri, hukukçuları öldürerek sindirerek susturarak bugünleri hazırladılar. Aşağıdaki liste bugünlere hangi kanlı süreçten geçerek geldiğimizi anımsatacaktır.
* *
○ Erzurum Atatürk Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Orhan Yavuz 15 haziran 1977.
○ Ankara Savcısı Doğan Öz 24 Mart 1978.
○ Hacettepe Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Bedrettin Cömert 11 Temmuz 1978.
○ İstanbul Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi Ord. Prof. Dr. Bedri Karafakioğlu 20 Ekim 1978.
○ Ankara’nın Bahçelievler mahallesinde Türkiye İşçi Partisi üyesi Latif Can, Efraim Ezgin, Hürcan Gürses, Osman Nuri Uzunlar, Serdar Alten, Faruk Ersan ve Salih Gevence isimli gençlerin öldürülmesi 8 Ekim 1978.
Maraş Katliamı 19 Aralık-26 Aralık 1978.
○ Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Abdi İpekçi 1 Şubat 1979.
○ TİP Adana İl Başkanı avukat Ceyhun Can 10 Eylül 1979.
○ Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul 28 Eylül 1979.
○ İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ümit Yaşar Doğanay 20 Kasım 1979.
○ İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Cavit Orhan Tütengil 7 Aralık 1979.
○ Yurdakul ailesinin avukatı Halil Güllüoğlu 3 Şubat 1980.
○ Televizyoncu gazeteci Ümit Kaftancıoğlu 11 Nisan 1980.
○ CHP Adana İl Başkanı avukat Ahmet Albay 3 Mayıs 1980.
Çorum katliamı 28 Mayıs-4 Temmuz 1980.
○ CHP Kayseri İl Başkanı avukat Mustafa Kulkuloğlu 7 Mayıs 1980.
○ DİSK Başkanı Kemal Türkler 22 Temmuz 1980.
○ Prof. Dr. Muammer Aksoy Ankara 31 Ocak 1990.
○ Çetin Emeç İstanbul 7 Mart 1990.
○ Turan Dursun İstanbul 4 Eylül 1990.
○ Doç. Dr. Bahriye Üçok Ankara 6 Ekim 1990.
○ Politikacı şair ve yazar Musa Anter 20 Eylül 1992.
○ Uğur Mumcu Ankara 24 Ocak 1993.
○ Gümüşhane Baro Başkanı Ali Günday 25 Temmuz 1995.
○ Maden İş Genel Başkanı Şemsi Denizer 6 Ağustos 1999.
○ Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı Ankara 21 Ekim 1999.
○ Dr. Necip Hablemitoğlu Ankara 18 Aralık 2002.
○ Danıştay saldırısında yaralanan yargıç Mustafa Yücel Özbilgin 17 Mayıs 2006.
○ Agos Gazetesi Genel Yayın Müdürü Hrant Dink 9 Ocak 2007.
○ Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi 28 Kasım 2015.
 * *
Kendilerine “Bugünlere nasıl geldik” diye soranlar yukardaki bu listeye baksınlar…
Ve bu olayların sorumlularının nerelerde olduklarını düşünsünler!

UĞUR MUMCU’YU UNUTMAMAK : 26. ÖLÜM YILDÖNÜMÜNÜN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

UĞUR MUMCU’YU UNUTMAMAK :
26. ÖLÜM YILDÖNÜMÜNÜN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Güzide Filiz Tuzcu  

Bir siyaset bilimci ve tarihçi olarak uzun yıllardır yapmış olduğum araştırma ve çalışmalarım ve de bir insan olarak gözlemleme fırsatı bulduğum farklı ülke yönetimleri ve insanları bana şunu göstermiştir; hangi milletten ve hangi meslekten olurlarsa olsunlar insanlar ikiye ayrılmaktadır; en sade ifadeyle dünyada ve ülkemizde “iyiler ve kötüler” vardır. Bunun ortası yoktur. Bir başka deyişle akla – karanın, iyiyle – kötünün ortası “gri bir insan” yoktur. Bu bağlamda bir insan, ya iyidir, ya da kötüdür. Bir insan ya özüyle insandır, yani Kuran’ın ifadesiyleaklını çalıştırır – düşünür – sorgular, araştırır – bir kişinin veya bir olayın gerçeğine ulaşmak ister; dürüsttür – sözüne güvenilirdir – adaletlidir; merhametlidir – paylaşımcıdır – hiçbir canlıya haksızlık yapmak  istemez; güçlünün  ve  zenginin değil, doğrunun ve haklının yanında yer alır  ve hayatı boyunca  hiç kimseye  boyun  eğmez –  biat etmez” omurgalı ve cesur bir insandır  ya da böyle biri değildir. Yani söz konusu bu gerçek, 2 + 2 =  4 gibi açık bir mutlak  gerçektir.

Böylesi “güzel bir ahlâka sahip olmayanlar” ise tek kelimeyle kötüdürler; yani bunlar  “sadece şeklen insana benzeyen, ancak  insancıl  değerlerle  sahip olmayan” kişilerdir! Bu tipte olanlar rahatlıkla yalan söylerler, iftira atarlar, olayları ve sözleri işlerine geldiği gibi çarpıtırlar, sözlerinde durmazlar, kalleştirler ve böyle davranmaktan ne vicdan azabı, ne de utanç duyarlar! Ayrıca doğal olarak bunlar hak ve hukuk gözetmezler, yani son derece menfaatçi ve bencildirler; bunlar için “dinmiş, vicdanmış, milletmiş, vatanmış – vatan toprağıymış, bayrakmış – bilimmiş, özgürlükmüş – bağımsızlıkmış, onur ve haysiyetmiş” hiçbir şey ifade etmeyen sözcüklerdir! Eskiler böylelerine “Allah’tan korkmaz, kuldan utanmaz…” demişlerdir. Bu tür biçimsel insan olanlar her devrin insanıdır, kim güçlüyse, kim zenginse ve kim iktidarda ise ona yaranmaya çalışırlar, el ve etek öperler, hatta çıkar sağladıkları insana adeta taparlar! İşte tipik “Osmanlı anlayışı ve tutumu”  budur. Öte yandan binlerce yıllık Kadim Türk Ulus Kültür ve Geleneğinde bu tipte “şeklen insanlar” yoktur.

Ülkemizde böyle yalnızca şeklen insana benzeyenlerin sayısı, maalesef fazlasıyla çoğalmıştır! Her kesim ve meslekte, insanın midesini bulandıran bu tür kişileri görmek olanaklıdır; sözde aydınlar, entel-danteller, gazeteciler, televizyoncular, siyasiler, akademisyenler, öğrenciler vs… Bunların 1938’den bu yana git gide çoğalmaları ise asla rastlantısal değildir; 1938 sonrası planlı ve programlı olarak “milli kimlik bilincinden yoksun – tarihini bilmeyen – cahil – kültürsüz;  düşünmeyen – sorgulamayan, taklitçi – ezberci  ve kolaycı, batı – ya da Osmanlı hayranı” insan tipi yetiştirilmek istenilmiştir  ve öyle de yapılmıştır. Batılı ülkelerde söz konusu bu “yalnızca şeklen insan olanların” hiç saygınlık yoktur; hatta onlar, gelişmiş Batılı toplumda aşağılanır ve dışlanırlar.  Ancak ne tuhaf ve acıdır ki; her açıdan geri kalmış, hatta gelişmesi kasten engellenmiş, “hukukun ve adaletin değil, kişilerin üstün olduğu – kast sınıfı oluşturulan toplumlarda” söz konusu bu zararlılar, asalaklar – yanar/dönerler – biat eğilimliler, yani biçimsel insan görünümlü türler, “akıllı – kurnaz, işini iyi bilen – gemisini yürüten, siyasi ve makbul insanlar” sayılmaktadır !!!!!!??

Bazılarının “bir insanın iyi tarafları da olabilir, kötü tarafları da olabilir, ak ve kara, yani kötü ve iyi diye kesin çizgiyle insanları ayırmak doğru değildir…” dediklerini duyar gibiyim! Ben bu görüşe kesinlikle katılmıyorum ve bu görüşü gerçekçi de bulmuyorum! Her insanın farklı düşünceleri, huyları, beğenileri, seçimleri, yetenekleri, kusurları vs… olabilir, bu çok doğaldır; ancak o insan, özüyle insan olabilmiş ise,  o halde bir sorun yoktur ve o insan iyi bir insandır. İyi insan olabilmenin ölçüsü akıl ve vicdan sahibi olmaktır; yani akıl + vicdan terazisini işletebilmektir. Bunu yapabilen bir insan, körü körüne hiç kimseye inanmaz – biat etmez – kulağından tutulup yönlendirilemez, para ile – mevki ile satın alınamaz. İşte olay budur. Bir başka deyişle bu ÖZÜYLE İNSAN olan – hangi meslek sahibi olursa olsun –  insanlık onurunu koruyarak, hiç kimseye boyun eğmeden, hiçbir canlıya haksızlık yapmadan  –  tüm canlıların yaşam hakkına saygı duyarak, hatta yaşamlarına katkı sağlayarak, alın teriyle çalışarak, huzurlu bir vicdanla yaşayabilir… Böyle olmayan birine ise nasıl “iyi insan” denilebilir ki!  Hatta nasıl “İNSAN” denilebilir ki?

Bu bağlamda toplumu doğru bilgilendirmekle – aydınlatmakla ve yönlendirmekle görevli – başta üniversiteler ve akademisyenler olmak üzere – tüm aydınlara son derece önemli görevler düşmektedir… Peki Türkiye’de, genel olarak aydınlar bu görevlerini yerine getirmişler midir?  Maalesef ki hayır. Üniversitelerde görevli olan, bunun için araştırmalar yapan, unvan ve maaş alan birtakım üniversite hocalarının, salt iktidarlara yaranabilmek ve kürsülerini koruyabilmek adına, bilimin – yani salt gerçeklerin gün ışığına çıkmasını engellemelerine, toplumu kör karanlıklarda bırakmalarına ne demeli? Lütfen herkes elini vicdanına koysun ve düşünsün, bu zulmü yapanlara – yani bilim yuvalarında, bilime geçit vermeyenlere – “iyi insanlar” denebilir mi?

Kendi ülkesine ve gençliğine hiç bir faydası olmayan, burnu Kaf dağında – kendisini halkından üstün gören, böylece aldıkları maaşları asla hak etmeyen, “gerçekleri saklamayı, toplumu yanıltıp, kandırmayı, yalan söylemeyi, anlamsız laf üreterek akılları karıştırmayı” marifet sayan sözde aydınları,  “iyi insanlar” olarak nitelendirmek mümkün müdür? Elbette olanaklı değildir: Çünkü insan “karakteriyle” bir bütündür; her insanda tek bir beyin ve tek bir kalp vardır, özünde – mayasında iyilikleri ve güzellikleri barındıran vicdanlı bir kalp, “kötülüğü – haksızlığı – yalanı – zulmü” asla içinde barındıramaz, hatta yalanın, haksızlığın ve zulmün karşısında asla sessiz kalamaz.  İyilik ve kötülük, aynı su ve ateş gibidir, yan yana bulunmaları, var olabilmeleri olanaklı değildir; biri varsa öbürü yoktur.  Onun için bir insan ya iyidir ya da kötüdür. Onun içindir ki eğitim sisteminde, tüm mesleksel eğitimlerden ve bilgi aktarımlarından önce, her çocuğa  “manevi – milli kültürel değerler öğretilmeli ve her çocuğun topluma yararlı, iyi insan olarak yetiştirilmesi” temel alınmalıdır. Tıpkı Büyük Atatürk’ün öngördüğü ve temel almış olduğu gibi…

Bir çocuğun, 2-3 yaşından başlayarak kişilik yapısını etkileyen – biçimlendiren 2 temel öge vardır; ilki elbette onun doğasıdır – yaratılışıdır (genleridir – soyudur[1]), bunun etkisi kestirimle % 35 – 40’tır. İkincisi de sırasıyla anne – babası, yakın çevresi, öğretmenleri, yetiştirilme ve eğitilme biçimidir, bunun etkisi de kestirimle % 60 – 65’tir. O halde bir çocuğun “iyi bir insan” olabilmesi için, bebeklik çağlarından başlayarak, ilk önce aile içinde anababası, sonra yakın çevresince (büyük anneler ve dedeler, akrabalar, okul – öğretmen, dernek – spor kulübü, cami vs…) tarafından “İYİ BİR İNSAN OLMAK ÜZERE YETİŞTİRİLMESİ” gerekmektedir. Çocuğun çevresinde, örnek alacağı, onu doğru yönlendirecek iyi insanlar olmalıdır. Çocuk yetiştirilmesi konusunda uzman psikologlar – sosyologlar, “çocuk, nasihat dinlemez, ancak büyüklerin sözlerini, tavır ve davranışlarını kendisine örnek alır ve kopya eder…” derler.  Bunun için annelerin ve babaların, hatta özellikle annelerin, yani “çocukların ilk öğretmenleri olacak olan annelerin” çok iyi yetiştirilmeleri ve çocuklarına iyi örnek olmaları koşuldur. Örneğin bir çocuğun aklı ermeye başladığı andan sonra ona, “doğru olmanın – her zaman doğru konuşmanın erdemini öğreten, yalana asla hoşgörü göstermeyen, kendisi de her zaman doğru konuşarak ve verdiği sözü yerine getirerek çocuğuna güzel örnek olan dürüst bir annenin yetiştirdiği çocuk da doğallıkla dürüst olacaktır. Aynı anne kitaplara – okumaya – öğrenmeye ve öğretmeye meraklı, teşvik edici olduğu zaman, çocuğu da, okumaya meraklı olacak ve kitapları sevecektir. Keza hayvan ve doğa sevgisi, merhametli ve yardımsever olmak gibi insancıl değerler de anne tarafından aşılanacak olan son derece önemli değerlerdir.

Büyük Atatürk, bunun için kız çocuklarının eğitimine çok önem vermiştir ve her vesileyle bu konuya dikkat çekerek, geleceğin anneleri olacak kız çocuklarının çok iyi yetiştirilmelerini – hayata dair yararlı bilgilerle ve insancıl değerlerle donatılmalarını, meslek sahibi olmalarını ve böylece kendi ayakları üzerinde durabilen, özgüvenli, çalışkan ve güçlü bireyler olmalarını istemiştir; istemiştir ki kız çocukları “kişilikli, güzel ahlâklı, duyarlı, bilgili, ulusal kimliğine ve atalarına saygılı, milletine ve doğaya yararlı vatansever gençler” yetiştirebilsinler.  Aynı tüm gelişmiş – medeni Batılı ülkelerde olduğu gibi… Çünkü gelişmiş – medeni ve özgür ülkelerde yaşayan insanlar, çocuklarını sözünü etmiş olduğumuz insancıl değerlerle ve yararlı bilimlerle yetiştirirler;  bunun için vatandaşlar, vatanlarını – doğayı – hayvanları sever ve korurlar; bu medeni ülkelerde insana, düşüncelerine ve emeğine saygı duyulur – değer verilir:   Uğur Mumcu ve O’nun gibi gerçekleri araştıran, yüreklilikle dile getiren, yazan ve milletini aydınlatan değerli aydınlar,  uygar ülkelerde büyük saygı görür ve ödüllendirilir ama asla öldürülmezler!

O halde bir ülkede en büyük yatırım, “İNSANA ve ÖZGÜR BİLİME” yapılan yatırımdır diyoruz; Batılılar bu gerçeği henüz ortaçağlarda “Rönesans ve Reform” atılımlarıyla keşif etmeye başlamış, böylece “insana, özgür düşüncesine, eğitimine – gelişimine ve bilime” gittikçe artan önem vermiştir. Onların her açıdan ilerlemelerinin temelinde işte bu mutlak gerçek yatmaktadır. Genel olarak Türkiye’deki aydınlar, bu konulara maalesef pek değinmek istemezler, çünkü onların, ekmeğini yedikleri Ulusu aydınlatmak ve bilinçlendirmek gibi bir niyetleri ne yazık ki yoktur!  Oysa bir ülkede çocuklar “doğru sözlü, akıllı,  ahlâklı, özgür düşünceli, bilgili ve bilinçli yetiştirilirlerse”, bu olumlu gelişme o ülkedeki yaşamın istisnasız her alanına yansıyacaktır. Şöyle ki; aile ilişkilerine – sosyal yaşama – eğitim sistemine – üretime – dinsel inanca – çocukların ve doğanın korunmasına – okullara – trafikte saygıya – hatta yerinde siyasal seçimler yapılmasına dek son derece olumlu katkıları olacağı kesindir.  Ancak 1938 sonrası Türkiye’sinde birileri böylesine bilgili ve bilinçli Türk gençleri yetişsin istemiyor!

Aynı Osmanlı devrinde olduğu gibi, bir kez daha Türk Çocukları ve Gençleri “Köklü Milli Kimliğinden, Kahraman Atalarını Tanımaktan ve Binlerce Yıllık Göz Kamaştıran Tarihinden” yoksun bırakılmıştır! Oysaki Büyük Atatürk onların öyle yetiştirilmesini istemiştir ki, her biri, köklü milli kimliğinin ve tarihinin bilincinde olsun, kahraman atalarını iyi tanısın – onları örnek alsın ve onlardan manevi güç alsın, geçmişte Türk Milletine kurulan tuzak ve tehlikelerden haberdar olsun, sürekli uyanık ve dikkatli olsun ve böylece vatanının tam bağımsızlığını ve cumhuriyetini titizlikle koruyabilsin. Ayrıca O, Türk Gençlerinin vatansever olmalarını “Ben vatanıma nasıl faydalı olabilirim, Vatanıma ve Milletime nasıl hizmet edebilirim, onları nasıl koruyabilirim – nasıl kalkındırabilirim  anlayış ve çabasıyla, azimle ve zevkle çalışsınlar istemiştir.  İşte Büyük Atatürk, böylesi “iyi vatandaşların – iyi görevlilerin – iyi devlet adamlarının – iyi askerlerin” yetiştirilmesini hedeflemiştir: O’nun en temel hedefi, Aziz Türk Milletini en ileri uygarlık düzeyine taşıyacak olan uygulamaları bir bir yaşama geçirmek ve Türkiye Cumhuriyetini  dünyanın en  uygar,  en güçlü  ve en saygın devletleri arasında görmekti. Ancak O’nun bu değerli plan ve hedefleri, 1938 sonrası önemsenmemiş, hatta tümüyle terk edilmiştir! Hem de T.C. Devletinin iktidarına talip olan, Türk Milletinin temsil edildiği TBMM’nde “Atatürk ilkelerine, milli hedeflerine ve devrimlerine ve de Türk Milletine sadık kalacaklarınailişkin Türk Milletine söz verip – yeminler edenler  tarafından terk edilmiştir!    

Büyük Atatürk’ün olağanüstü çabası, dehası, ilmi ve cesareti sayesinde Türk Milleti, dünyada bilinen en saygın – en insancıl siyasal rejim olan “Cumhuriyete – Milletin Kutsal İradesinin Temsil Edildiği Parlâmenter Sisteme kolayca ve zahmetsiz kavuşmuştur. Ancak Türk Milleti, halkın iradesine,  Sosyal Demokrasi ve Hukukun Üstünlüğüne dayanan, eşitlikçi, adil ve çağdaş Cumhuriyet Rejiminin kıymetini maalesef ki bilememiş, onu lâyığıyla koruyamamış, Cumhuriyet kurumlarının sağlam bir biçimde yerli yerine oturmasını ve güçlenmesini sağlayamamıştır! 1938 sonrası ne yazık ki bir kez daha gevşekliğe kapılan Türk Ulusu, henüz yakın geçmişte yaşadığı “korkunç acıları, aşağılanmaları, baskıları, işgalleri, tecavüzleri, katliamları, yıkımları ve bin bir güçlükle – yokluklar içinde yaşadığı ölüm kalım savaşını – Büyük Kurtuluş Savaşımızı” çok çabucak unutuvermiş; hatta “tehlikeler ve tehditler artık tümüyle geçti ve eskide kaldı” sanma aymazlığına düşmüştür!

Oysaki ülke içindeki ve dışındaki Türk düşmanları yok olmamışlardır, onlar ezeli düşmanlıklarından ve hedeflerinden de asla vazgeçmemişlerdir; yalnızca Büyük Atatürk tarafından bir süre (1922 – 1938) ürkütülüp, sindirilip, durdurulmuşlardır. Nitekim yerli ve yabancı Türk düşmanları, 1938 sonrası farklı plan ve stratejilerle hemen harekete geçmekte hiç gecikmemişler, ancak dışarıdan saldırılarla, açık savaş ve işgallerle kaleyi fethedemeyeceklerini anlamış olduklarından, bu kez farklı taktikler uygulayarak, örneğin “ajanlar sağlayarak, diplomatik ilişkiler geliştirerek, ülke içinde sadık işbirlikçiler bularak ve kendi çıkarları yönünde antlaşmaları iktidarlara imzalatarak vs…”  kaleyi içten fethetmeyi hedeflemiş ve başarmışlardır. 

Genel olarak Türk Milleti ise, tüm bunlardan habersiz kalmış –  aynı Osmanlı devrinde olduğu gibi  “kendini  yöneten  –  tüm yazgısını ve geleceğini belirleyen yöneticilerin geçmişlerini – sözlerini – uygulamalarını araştırma ve sorgulama zahmetine girmeden”, gözü kapalı onlara inanmayı tercih etmiştir! Ne yazık ki genel olarak Türk Milleti “futbol takımı tutar gibi siyasal partiler tutmuştur ve film yıldızı tutar gibi parti liderlerine, onların sahip olmadıkları özellikler yükleyerek onlara hayranlık duymuş ve peşinden gitmiştir…” Böylece Türk  Ulusu bir  kez  daha fena aldanmış ve zarardan – zararlara uğramıştır… Binlerce yıllık köklü geçmişi olan, antik ataları – akrabaları muhteşem medeniyetler ortaya koyan, tarihinin hiçbir döneminde başka bir milletin emri altına girmeyen Özgür Ruhlu Aziz Türk Milleti ve onun Aziz Vatanı “Türkiye” 21. yüzyılda, “geçmişinin büyük bir bölümü sömürge yönetimi altında geçmiş, henüz yakın zamanda bağımsızlığını kazanabilmiş, örneğin Çin, Hindistan ve kimi Afrika ülkelerinden” bile maalesef gerilerde kalmıştır!

Tarihten günümüze Türk Atalarımız, kurdukları pek çok Türk Krallığının – Devletinin – İmparatorluğunun yönetimine yabancıları getirmekte sakınca görmemiş ve sonunda devlet yönetimini ellerinden kaçırıp, dışlanmışlar ve kurdukları devletlerin hepsi de batmış – gitmiştir. Aynı durum Selçuklu ve Osmanlı Devletlerinde de aynen böyle olmuştur. Pek çok özelliğinin yanı sıra, mükemmel de bir tarihçi olan Büyük Atatürk, söz konusu bu tarihi gerçekleri çok iyi bildiğinden, şu vasiyette bulunmuştur: “Saygıdeğer ulusuma şunu öğütlerim ki; bağrında yetiştirerek – başının üstüne dek çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki öz mayayı çok iyi incelemeye dikkat etmekten, hiçbir zaman geri kalmasın.” (Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk – Söylev, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1999, s. 811.) Türk Milleti olarak bizler, Atamızın bu yaşamsal uyarısını – öğüdünü – vasiyetini  dikkate alıp, uyguladık mı?

Demek ki yıllardır “Biz Atatürk’ün askerleriyiz, Onun izindeyiz; Türkiye lâiktir, lâik kalacak vs…” gibi sloganlar atmak yeterli olmamaktadır! Sözle peynir gemisi yürümüyor… Bu bağlamda Türk Ulusunun gözünü açmaya, uyandırmaya ve onu aydınlatmaya çalışan vatansever İYİ İNSANLAR elbette var olmuştur; hem Osmanlı devrinde olmuştur, hem de 1938 – 2018 döneminde olmuştur, ancak onlar da ne yazık ki geniş halk desteğinden yoksun kaldıklarından, azınlık durumuna düşmüş, sesini duyuramamış ve çeşitli cezalara çarptırılarak, sürgün edilerek, zindanlara atılarak, korkunç işkencelere ve suikastlara maruz kalarak, ne yazık ki susturulmuşlardır!

O halde bizler gerçekten samimi Atatürkçüler isek ve gerçekten Onun izinden gitmeye kararlıysak, her şeyden önce Büyük Atatürk’ü çok iyi tanımamız, O’nun düşüncelerini, ilkelerini ve hedeflerini çok iyi bilmemiz ve sahip çıkmamız gerekir. O’nun bizlere rehber olsun diye yazmış olduğu NUTUK’u çok dikkatlice, yavaş – yavaş, hatta yineleye yineleye okumalıyız, iyice belleğimize yerleştirmeliyiz.. Büyük Atatürk’ümüzün son derece yerinde – zaman üstü – yanılmaz öngörülerine ve ilkelerine sahip çıkabilmek, “Türk Ulusunu bilgilendirmekle, Ulus olarak aramızda güçlü bir birlik – beraberlik  ve destek bağları kurmakla ancak olanaklı olur.  

İçten bir Atatürkçü olan Sayın Uğur Mumcu da Büyük Atatürk’ü çok iyi tanımış ve O’nun yolunda sözle değil  “eylemle – yüreklilikle yürüyerek”, Ulusunu aydınlatmak için savaşmış, yürekli bir kahramandır.  Ne mutlu O’na! İyi bir insan olarak yaşamış ve iyi bir insan olarak dünyadan ayrılmış, gönüller fethederek, ölümsüzlüğe kavuşmuştur. Sayın Uğur Mumcu’nun anlamlı yaşam öyküsünde görüldüğü üzere savaş salt kılıçla – topla – tüfekle yapılmaz, Uğur Mumcu savaşını “beyniyle, vicdanıyla – yüreğiyle sesiyle, kalemiyle” yapmıştır; onun salt gerçekleri yazan kılıçtan keskin – kutlu kalemi, Türk düşmanları için son derece ürkütücü olmuştur… Onun içindir O’nu sinsice – kalleşçe katlettiler.

Sayın Uğur Mumcu, Türk düşmanlarıyla kahramanca savaşmış – onların maskelerini alaşağı indirip – deşifre etmiş, kahraman bir Türk Askeri ve Şehidimizdir.  O halde Türk Ulusu olarak bizim, Uğur Mumcu’ya ve O’nun gibi içten Atatürkçü – özverili vatan evlatlarına vefa ve minnet borcumuz vardır… Onların, her birimizin üzerinde “kul hakları” vardır: Bu borcu ancak ve ancak onları anlayarak, kitaplarını dikkatlice okuyarak – sözlerinden ders çıkartarak – ibret alarak ve bilinçlenerek ödeyebiliriz. Kısacası tam bağımsız, onurlu ve özgür bir millet olarak yaşamamızı devam ettirmek istiyorsak”, ulusal belleğimiz olan TARİH BİLİNCİNE” mutlaka ve mutlaka sahip olmamız gerekmektedir. Kurtuluş bilimdedir – bilgidedir, çünkü doğru ve yansız kaynaktan gelen bilgi, bizleri uyanık, dikkatli ve güçlü kılacaktır. O halde aşağıda yer alan konuları “doğru kaynaklardan” öğrenmemiz ve öğretmemiz kaçınılmazdır; 

  1. Yansız Osmanlı ve Avrupa Tarihi; padişahları tanımak, onların Türk karşıtı siyaset ve uygulamalarını bilmek,
  2. Mustafa Kemal Atatürk’ü iyi tanımak, düşüncelerini, ilkelerini ve hedeflerini iyi bilmek ve anlamak,
  3. Mustafa Kemal Atatürk’ün büyük emek vererek yazdığı, tarihi gerçekleri bizlere anlattığı ve bizleri uyardığı NUTUK’U dikkatlice ve birkaç kez okumak,
  4. 1938 sonrası “Atatürk’ün Öngördüğü Milli İlkelerin ve Politikaların” nasıl terk edildiğini; kimlerin “dışa bağımlılık” sürecini başlattığını öğrenmek…
  5. Türkiye’yi tek taraflı bağlayan ve tam bağımsızlığımıza ağır darbe indiren ABD ile yapılan, pek çok “ İkili Antlaşmaların” iç yüzünü bilmek,
  6. Türkiye’ye “sözde danışman” adı altında doluşan ABD’li görevlilerden ve başında
    ABD elçisinin bulunduğu, eğitim sistemimizi yönlendiren “Eğitim Komisyonundan
    haberli olmak,
  7. Batının tarihi hedefleri – kendi dışındaki milletlere (yani Beyaz, Hıristiyan ve Avrupalı olmayan) milletlere karşı asla değişmeyen, bildik zihniyet ve uygulamaları,
  8. İngilizce veya Fransızca özgün Avrupa Birliği Türkiye İlerleme Raporlarını okumak;
    (3 – 4 rapora göz atılırsa, Türk Ulusuna dayatılan ölüm fermanı “Sevr’i” aratmadığı anlaşılacaktır…)
  9. Halil İnalcık, Türkkaya Ataöv, Enver Ziya Karal, Şerafettin Turan, Doğan Avcıoğlu,
    Niyazi Berkes, Tarık Zafer Tunaya, Faruk Sümer, Necdet Sevinç, Necdet Sakaoğlu
    (Osmanlıda Eğitim Tarihi) Alphonse De Lamartine (Osmanlı Tarihi), Justin McCarthy,
    Neşri
    (Osmanlı Tarihi), Uğur Mumcu, Necip Hablemitoğlu, Atilla İlhan, Oktay Sinanoğlu, Turgut Özakman, Yaşar Nuri Öztürk, Sinan Meydan, Erol Manisalı ve onların çizgisinde bilimi –  yani salt gerçeği esas alan, “bilimsel gerçeklerden asla ödün vermeyen, bağımsız – değerli araştırmacıların ve hocaların kitapları mutlaka okunmalıdır.
    Zahmetsiz – emeksiz, kuru kuruya  insan ve vatan sevgisi olmaz!
     

O halde Büyük Atatürk’ün ulusal düşünce ve ilkelerini cesaretle, hatta canlarını ortaya koyarak savunan Uğur Mumcu, Abdi İpekçi, Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Bahriye Üçok, Necip Hablemitoğlu, Ali Gaffar Okan, Adnan Kahveci, Recep Yazıcıoğlu, Eşref Bitlis, Engin Arık ve akademik ekibi, hunharca katledilen Aselsan’ın üç değerli mühendisi;  geleceği henüz 1940’lı yıllarda gören ve milletini uyandırmaya çalışan değerli Türk Akademisyen Hocalar, 68 Kuşağı Kahraman Türk Gençliği (Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan…) ve bu kısıtlı yerde adını sayamadığımız daha nice değerli – aydın vatan evlâtlarını” iyi tanımadan ve “Onlar neden katledildiler?“ sorusunun yanıtını bilmeden, onları anlamış ve gerçekten takdir etmiş olamayız!

Onların pek çoğu bizler için ve aziz vatanımız için canlarını feda ettiler. O halde bu değerli vatan evlâtlarını unutmamak demek, ancak ve ancak tarih bilinci kazanmakla ve onları doğru anlamakla, izlerinde yürümekle, taşıdıkları “anti-emperyalist – tam bağımsız – özgürlük bayrağını dalgalandırmakla ve onların canları pahasına elde ettikleri bilgileri ulusumuza yaymakla olanaklı olacaktır.  

Biz vatanseverlere, unutulmaz bir acı veren Uğur Mumcu katliamı üzerinden tam 26 yıl geçmiştir! Sayın Uğur Mumcu’nun vatanı ve milleti için canhıraş ortaya koymuş olduğu “değerli araştırmaları, konferansları, TV programları, Türk ve İslâm düşmanlarıyla ilgili son derece önemli ve çarpıcı bilgileri, dincileri – yani Atatürk düşmanı tarikatları deşifre eden yaşamsal önemde saptamaları ve büyük emeklerin ürünü olan kitapları”, hepsi de bizleri uyaran ve yolumuzu aydınlatan birer ışıktır. Peki Türk Milleti bu ışıktan 26 yıl içinde gerektiği gibi yararlanabilmiş midir? Ne yazık ki hayır. O’nun “son derece kritik bilgilerle dolu bu değerli kitaplarının” yeterince dikkate alındığını, yaygınlaştırıldığını, paylaşıldığını ve milletçe okunmasının sağlandığını söyleyebilmek, maalesef olanaklı değildir! O değerli insan, vatanı için üstüne düşen görevleri fazlasıyla yerine getirmiştir; ancak “Türk Ulusu” olarak ya bizler, üstümüze düşen görevleri yerine getirebildik mi???

26 yıldır, Uğur Mumcu’yu anma etkinlikleri yapılıyor; O’nu minnetle anmak ve gündeme getirmek elbette güzel, ancak bu yeterli midir? Kanımca değil! O’nun tehlikeli koşullar altında araştırdığı, emek verdiği, hatta yaşamını ortaya koyarak yazdığı kitaplarından Türkiye’de kaç kişi haberli, kaç kişi bunları rahatça sağlayıp, okuyabilmiştir? Ben bile, pek çok sahafı gezerek zorlukla bulabildim (2. el – eski-dökülen kitaplar) Neden bu kitapların hepsi yeniden sağlam ciltlerle bastırılıp, herkesin kolayca alacağı uygun fiyatlarla satılmıyor, belde ve köy okullarına bedelsiz dağıtılmıyor?

Bilgi paylaştıkça çoğalır; eminim ki o değerli insan da hayatta olsaydı, uğruna canını feda ettiği milletinin, “onun bu yapıtlarını okumalarını, aydınlanmalarını ve yaşamlarına yön veren siyasetçileri sorgulayarak, yerinde seçimler yapmalarını bütün yüreğiyle arzu ederdi. Zaten O’nun araştırmalarının – çalışmalarının temel çabası ve hedefi de buydu.  O halde madem Sayın Uğur Mumcu adına bir “Vakıf” kurulmuştur, o halde bu Vakıf tüm enerjisiyle, O’nun aydınlatıcı bilgilerini içeren kitaplarını geniş halk kitlelerine ulaştırmak, yaymak ve okutmak için var gücüyle çalışmalı diye düşünüyorum…

Bu vesileyle, Sayın Uğur Mumcu’nun, tüm vatanseverlerce mutlaka, ama mutlaka okunması   gereken kitaplarını  önermek  istiyorum; 1) Suçlular ve Güçlüler (Tekin Yayınevi, 1984: 1938 sonrası Türkiye’de, yani geçmişten günümüzde neler olduğunun “gizlenen perde arkasını” anlamak isteyen her vatansever bu kitabı mutlaka bulmalı ve okumalıdır.); 2) 1940’ların Cadı Kazanı (Tekin Yayınevi, 1995)”; 3) Rabıta (1938 sonrası emperyalist güçler ve onların yerli işbirlikçileri tarafından sahneye konan dinciliğin geçmişi – temeli, yani içyüzü  deşifre  edilmiştir: İlk  Basım  1987:  30. Baskı 2017 um:ag Vakfı Yayınları); 4) Kürt Dosyası (tamamlayamadığı – maalesef yarım kalan son yapıtı: Tekin Yayınevi 1994).

Bu kitapların hepsi de kapsamlı araştırmaların değerli ürünleri olup, her biri Türkiye’nin siyasal geçmişine muazzam bir ışık tutarak, geçmişimizi güneş gibi aydınlatmakta ve bugünlere nasıl geldiğimize tam bir açıklık getirmektedir.  Yazıma son verirken dürüst – değerli vatan evlâdı, onurlu ve yiğit insan, yani iyi bir insan olan Uğur Mumcu’yu en derin saygı, sevgi ve minnet duygularımla yürekten selâmlıyorum; O’nun bu dünyadan vatan aşkıyla ayrılan kutlu ruhunun selâmlarımızdan, dualarımızdan ve O’nu hiç unutmadığımızdan haberli olmasını diliyorum…
***
[1] Güzel bir Türk Atasözümüz der ki; Katranı kaynatsan olur mu şeker, her şey cinsine çeker; katır teper, köpek ısırır, sonradan sonraya beyliğe yeltenen, zalim olur, ne İNSAN kıymeti bilir, ne hatır.” 

MADIMAK YANGININDAKİ KİMİ SORULAR ve ÇELİŞKİLER


MADIMAK YANGININDAKİ KİMİ SORULAR ve ÇELİŞKİLER

PORTRESI_husnu_merdanoglu


Hüsnü MERDANOĞLU

 

2 Temmuz 1993 günü Pir Sultan Abdal Kültür Derneği ile Sivas Valiliği tarafından düzenlenen “Pir Sultan Abdal Şenlikleri” sırasında, Sivas’ta Madımak Oteli’nde
37 kişinin diri diri yakılması, birçok kişinin de yaralanması ile ortaya çıkan “Madımak Yangını Olayı” her yönleri ile aydınlatılamadan zaman aşımına uğramıştır.

Ceza Hukukunda zamanaşımı, ceza davasının açılması için yasada öngörülen süre ile hükmün kesinleşmesi için öngörülen süreyi ifade etmektedir. Ancak her suçun ve cezanın da zamanaşımına uğraması söz konusu değildir. İnsanlığa karşı işlenen suçları için zaman aşımı gözetilemez. 2 Temmuz 1993 günü gerçekleştirilen Madımak Otel yangını, insanların öldürülmesine yönelik olduğu için doğrudan doğruya insanlık suçudur.

Kaldı ki, kimi suçlar için yasa hükmü gereğince zamanaşımı söz konusu olsa da, sonuçları itibariyle unutulması, unutturulması ya da yok sayılması mümkün olmayan olaylar vardır. Kerbela Olayı, Yavuz’un ve Kanuni’nin Alevilere yönelik yayınlattığı fetvalar, Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında İstanbul’daki din adamlarının yayınlattıkları Atatürk ve arkadaşları için idam hükmü içeren fetvalar, yüzyıllardan beri toplum vicdanında zaman aşımına uğramayan olay ve belgelerdir. Nitekim Madımak Olayı da unutulması mümkün olmayan bir olaydır. Bu olay, unutulmasa bile, tarihte bıraktığı
kara lekenin bir az olsun temizlenmesi için, gerçek suçluların bulunması ve
kamuoyuna açıklanması gerekir.

Bu bağlamda o günden bugüne dek belleklerde kalan aşağıda yer verdiğimiz
kimi soruların yanıtının bulunması gerekir :

– Söz konusu şenlik, neden il Merkezi’nde yapılmıştır?
– Neden Cuma gününe rastlatılmıştır?

– Şenlik başlatılırken hiç ilgisi olmayan terör örgütü militanları için
saygı duruşu yapılmış mıdır?

– Dönemin Kültür Bakanı, şenliklere katılacağını 3 kez Sivas Kültür İl Müdürlüğününe
faks ile bildirmiş midir? Bildirmiş ise neden katılmamıştır?

-2 Temmuz 1993 Madımak yangınından kısa bir süre önce, Almanya’dan bir grup Malatya’da Hacı Bektaş-ı Veli Vakfı Başkanlığına gelerek, yakında yeni bir Kerbela Olayı gerçekleştirmek istediklerini, kendilerine yardım edilmesini istemişler midir? İstemişler ise bu kişiler kimlerdir?

– Madımak otelini saran tahrikçiler içinde yüzü örtülü kişilerin var mı idi?
Vardı ise, o yüzü örtülü kişiler kimlerdi?

– Camiden çıkanlar, yakılan bir Amerikan bayrağı ile karşılaşmışlar mıdır?
Her isteyen Sivas’ta kolaylıkla Amerikan bayrağı bulamayacağına göre onlar kimlerdi?

– Jandarma ve emniyete bağlı, ayaklanma ve benzeri toplumsal olayları dağıtmakta uzman Sivas’ta bulunan özel emniyet görevlileri, 2 Temmuz günü Divriği’ye
görevli olarak gönderilmişler midir? Özel görevliler Divriği’ye sahte bir ihbar üzerine gönderilmişler ise, ihbarı yapan kim ya da kimlerdi?

– Yangını söndürmeye gelen itfaiyenin hortumu sakallı birisi tarafından kesilmiş midir? Kesilmiş ise, o kişi kim idi?

– 2 Temmuz 1993 tarihini izleyen 5 Temmuz günü; Erzincan’ın Kemaliye ilçesine bağlı Başbağlar Köyünün camisi basılmış, camide bulunan 29 kişi katledilmiş daha sonra da köy ateşe verilmiştir. PKK’nın üstlendiği bu olay ile Sivas Madımak yangını arasında bir bağlantı var mıdır? Var ise, Madımak Olayının gerisindeki güçler kimlerdir?

**

– Bir suikast sonucu yaşamdan koparılan değerli bilim adamı Necip Hablemitoğlu, Madımak Oteli yangınına yönelik olarak; “Sivas’ta Madımak kırımında bulunanlardan 6 kişi, Alman Ajanlarının yardımı ile Ankara’ya getirilmiş ve Esenboğa üzerinden Almanya’ya kaçırılmıştır” tespitinde bulunmuştu.
Madımak yangınına katılan bir kişi, yıllar sonra Almanya’da Alman vatandaşı olmuştur. (08.06.2013 tarihli Hürriyet gazetesi haberi) Bu durum da Hablemitoğlu’nun saptaması doğrulanmış olmuyor mu? Böylece; Madımak yangını olayında hüküm giyip de yurtdışına kaçmış olanların Alman hükümeti tarafından korunduğu anlaşılmıyor mu?

– Madımak yangınına karışanları Alman hükümeti korumuş ise, Pir Sultan Abdal Derneği’nin Almanya’nın etkin olduğu bir kuruluş olan, Avrupa Birliği fonlarından aldığı paralar ile kitap bastırıp dağıtımları çelişki değil mi?

– Madımak yangınına terör örgütü karışmış ve üç gün sonra, bir çatışma zemini yaratmak için Başbağlar köyünü basarak oradaki yurttaşlarımızı öldürmüşler ise, günümüzde terör örgütü uzantısı parti yetkililerinin Alevi yandaşı görünümündeki davranışları çelişki değil mi?

Son olarak; camide ibadet yaptıktan sonra, adam öldürme makinası durumuna gelen güruhun, hiçbir din ve anlayışla bağdaşmayan bu davranışlarının insanlık dışı olduğu
ne zaman anlaşılacak? Din ve inanç olgusunun ancak ve ancak insan olanlara ait bir olgu olduğu, insan olunmadan inanç sahibi olunamayacağı ne zaman öğrenilecek?

Ne mutlu, insan olduğunun farkında olanlara..

Almanya konferansları : 88. Yılında Cumhuriyetin Kazanımları ve Geleceğe Taşıma Sorumluluğu / Acquisitions of Turkish Republic at 88th Year and Responsibility for Carrying to Ethernity

Azmi çelik ve Ahmet Büyükyılmaz ile.. Hamburg Cumhuriyet Konferansımızda..
Yansıları ve http://www.youtube.com/watch?v=K1pdaPVMBuk&feature=share adresinden kamera kayıtlarını izleyebilirsiniz..

Berlin_Kiel_Hamburg_88._ yilinda_Cumhuriyet’in_Kazanimlari_28-30_Ekim_2011