Etiket arşivi: Nazım Hikmet

Mustafa Kemal’in Büyük Taarruz planı: Tarihe karşı sorumluluğu üzerime alıyorum

Mustafa Kemal’in Büyük Taarruz planı: Tarihe karşı sorumluluğu üzerime alıyorum

hüner tuncer ile ilgili görsel sonucu

Doç. Dr. HÜNER TUNCER
AYDINLIK Gazetesi, 30.8.2018

Mustafa Kemal’in taarruz planını Nurettin Paşa dışında diğer komutanlar ve Yakup Şevki Paşa uygun bulmamış; bunun üzerine Mustafa Kemal, ‘Tarihe karşı bütün sorumluluğu ben kendi üzerime alıyorum’ demişti.

Sakarya Meydan Muharebesi’nden sonra, düşman ordusu büyük ve kuvvetli bir grupla Afyon-Dumlupınar arasında bulunuyordu. Düşmanın diğer bir güçlü grubu da Eskişehir bölgesindeydi. Düşman cephesi Marmara’dan Menderes’e değin uzanıyordu.

Büyük Taarruz’dan önceki Batı Cephesi’nin genel mevcudu; 8.658 subay, 199.283 er, 67.974 hayvan, 45.530 ester ve beygir, 3.141 beygir arabası, 1.970 öküz arabası, 2.318 kağnı, 86 otomobil, 198 kamyon, 100.352 tüfek, 2.025 hafif makinalı tüfek, 839 ağır makinalı tüfek, 323 top, 5.282 kılıç ve 10 uçaktı.1 Yunan ordusunda ise; 6.418 subay, 218.205 er, 450 top, 90.000 tüfek, 3.139 hafif ve 1.280 ağır makinalı tüfek, 1.280 kılıç, 63.721 hayvan, 4.036 kamyon, 1.776 otomobil ve 50 uçak bulunuyordu.2 Tarafların insan, silah, araç ile gereç mevcutları kıyaslandığında; insan ve tüfek mevcutları birbirine yakın, ancak, hafif ve ağır makinalı tüfek, top, uçak ile motorlu araçlar Yunan ordusunda fazlaydı. Süvari sayısı açısından ise Türk ordusu üstündü.

Batı Cephesi Komutanı İsmet (İnönü) Paşa, Genelkurmay Başkanı Fevzi (Çakmak) Paşa, Milli Savunma Bakanı ise Kâzım (Özalp) Paşa’ydı.

Doğu ve Güney Cephelerindeki bazı birlikler Batı’ya kaydırılmış ve böylelikle, Batı Cephesi’nde ilk kez 200.000’e yakın bir güç toplanmıştı. İstanbul’dan kaçırılan, Rusya’dan, İtalya’dan ve Fransa’dan alınan silahlarla ve yeni konan vergiler ile Hindistan Müslümanlarının verdiği parayla ordunun silah, cephane, araç, gereç, yiyecek, giyecek gereksinmesi karşılanmıştı. Top mermileri yontularak eldeki toplara uydurulmaya çalışılmakta, kırık dökük uçaklar onarılıp uçacak hale getirilmekteydi. Elde önce kırık, yırtık kanatlı iki uçak vardı; ancak, daha sonraları uçakların sayısı 15’e çıkartılabilmişti. Nakil araçları at, eşek ve kağnıdan ibaretti. Kamyon, otomobil hemen hemen yoktu. Erkekler askerde olduklarından kağnıların sürücüleri öncelikle kadınlardı. İşte, Ulusal Kurtuluş Savaşı bu koşullarda yapılmıştı!

Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, 16 Haziran 1922’de Büyük Taarruz’a karar vermiş ve bu kararını Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa, Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa ve Milli Savunma Bakanı Kâzım Paşa’yla paylaşmıştı.

Mustafa Kemal Paşa’nın taarruz planı şöyleydi: “Ordularımızın ana kuvvetlerini düşman cephesinin bir cenahında ve mümkün olduğu kadar dış cenahında toplayarak, bir imha meydan muharebesi yapmak. Bunun için ana kuvvetlerimizi, düşmanın Afyonkarahisar civarında bulunan sağ cenah grubu güneyinde ve Akarçay ile Dumlupınar hizasına kadar olan alanda toplamak gerekiyordu. Düşmanın en önemli noktası orasıydı ve kesin sonuç almak ancak düşmanı bu cenahından vurmakla mümkün olabilecekti.”3 Mustafa Kemal’in taarruz planını Nurettin Paşa dışında diğer komutanlar ve Yakup Şevki Paşa uygun bulmamış; bunun üzerine Mustafa Kemal, “tarihe karşı bütün sorumluluğu ben kendi üzerime alıyorum” demişti.4

Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa, 6 Ağustos 1922’de ordularına gizli olarak taarruza hazırlık emrini verdi.

14 Ağustos 1922’de ordu birlikleri güneye ve cepheye doğru kaydırılmaya başlanmıştı. Bu geniş hareket büyük bir gizlilik içinde gerçekleştirilecek ve yaklaşık 100.000 kişinin yer değiştirip, Afyon güneyinde toplandığını Yunan ordusunun ruhu bile duymayacaktı. Öte yandan Mustafa Kemal Paşa da, cepheye gidişini herkesten gizlemişti. Trenle hareket etmeyen Mustafa Kemal Paşa, 17/18 Ağustos gecesi çok gizlice Ankara’dan ayrılarak, otomobille Tuzçölü üzerinden Konya’ya gitti. 21 Ağustos 1922 tarihli gazetelerde, Mustafa Kemal Paşa’nın Çankaya’da bir çay ziyafeti vereceği haberi yer almıştı. Oysa Mustafa Kemal, 20 Ağustos 1922’de Akşehir’de Batı Cephesi Karargâhı’ndaydı. Mustafa Kemal Paşa, aynı gün Batı Cephesi Komutanı’na, “26 Ağustos 1922 sabahı düşmana taarruz edilmesi”ni emretti.

24 Ağustos’ta Başkomutanlık, Genelkurmay Başkanlığı ve Batı Cephesi Komutanlığı Karargâhları, Akşehir’den taarruz cephesi gerisindeki Şuhut Kasabası’na nakledildi. 25 Ağustos sabahı da karargâh, Şuhut’tan muharebenin yönetileceği Kocatepe’nin güneybatısındaki Çadırlı Ordugâh’a nakledilmişti. 25 Ağustos akşamından başlayarak Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’nın emriyle, Anadolu’nun İstanbul ve dış dünya ile her türlü iletişimi kesildi ve sınırlar kapatıldı. 25 Ağustos’ta, 1. Ordu Komutanlığı tarafından 26 Ağustos sabahı taarruza geçileceği bütün birliklere bildirildi. Öte yandan Mustafa Kemal Paşa, 25/26 gecesi Bakanlar Kurulu Başkanı Rauf (Orbay) Bey’e ve TBMM İkinci Başkanı Adnan (Adıvar) Bey’e, 26 Ağustos Cumartesi günü taarruzun başlayacağını bildirmişti.

Mustafa Kemal Paşa, 26 Ağustos 1922’de gün doğmasına bir saat kala, atıyla Kocatepe’nin zirvesine doğru ilerlemekteydi. Fevzi, İsmet ve Nurettin Paşalar da Kocatepe’deydi. 26 Ağustos 1922 sabahı saat 04.30’da Kocatepe’de topçu ateşiyle Türk taarruzu başladı. 26 Ağustos’ta alınan sonuçlar çok umut vericiydi, çünkü düşmanın uzun süreden beri tahkim ettiği bir hat üzerinde bulunan Kaleciksivrisi, Belentepe ve Tınaztepe gibi üç önemli yer ele geçirilmiş; ancak, henüz cephe yarılamamıştı.

27 Ağustos sabahı saat 04.00’te Kurtkayatepesi, saat 0.800 civarında Erkmentepe düşmüş; ancak 57. Tümen Komutanı Albay Reşat (Çiğiltepe), Mustafa Kemal Paşa’ya söz verdiği saatte Çiğiltepe’yi alamamış olması nedeniyle intihar etmişti. Çiğiltepe o gün saat 17.30 civarında alındı. Öte yandan, 27 Ağustos’ta Afyon cephesi yarılmış ve Afyon düşman güçlerinden kurtarılmıştı.

İsmet Paşa, 30 Ağustos’ta ordulara şu emri vermişti: Dumlupınar’ın hızla düşürülerek, düşmanın çekilme yollarının tümüyle kesilmesi ve İzmir doğrultusunda takibe aralıksız devam ile kurtulmuş olması muhtemel dağınık düşman kollarının da durmaksızın muharebeye ve bu suretle teslim olmaya zorlanması…. Yunan ordusunun bütünüyle sarılması ve imha edilmesi suretiyle, Dumlupınar Meydan Muharebesi’nin kazanılması.5

30 Ağustos günü, 26 Ağustos sabahı başlayan ve 5 gün 5 gece süren meydan muharebesi son bulmuş ve düşmanın esas kuvveti imha edilmişti. Savaşı Aslıhanlar-Çal-İşören bölgesinde ve Çalköyü’nün doğusunda bizzat Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa yönettiği için, Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa, bu savaşa “Başkumandan Muharebesi” adını vermişti. Mustafa Kemal Paşa da, zaferin kazanılmasında payları büyük olan Fevzi Paşa’ya “müşirlik” (mareşal) rütbesinin, İsmet Paşa’ya da “feriklik” rütbesinin verilmesini sağladı. (AS: 1. Ferik; Orgeneral)

30 Ağustos’ta Falih Rıfkı Atay şöyle yazmaktaydı:

  • “Neyimiz varsa, eğer bağımsız bir devlet kurmuşsak, hür vatandaşlar olmuşsak, şerefli insanlar gibi dolaşıyorsak, yurdumuzu Batı’nın pençesinden, vicdanımızı ve düşüncemizi Doğu’nun pençesinden kurtarmışsak, şu denizlere bizim diye bakıyor, bu topraklarda ana bağrının sıcaklığını duyuyorsak, belki nefes alıyorsak, hepsini, her şeyi 30 Ağustos Zaferi’ne borçluyuz!”6

Mustafa Kemal, 31 Ağustos’ta muharebe meydanında gördüğü manzarayı şöyle anlatmaktaydı:

  • “Muharebe meydanını dolaştığım zaman, ordumuzun ihraz ettiği zaferin azameti ve buna karşılık, hasım ordusunun uğradığı felaketin dehşeti beni çok mütehassis etti (duygulandırdı). Sırtların gerilerindeki bütün vadiler, bütün dereler, mahfuz ve örtülü yerler, bırakılmış toplar, otomobiller, sınırsız teçhizat ve malzeme ile ve bütün bu metrukât (AS: terk edilmiş yerler) aralarında yığınlar teşkil eden ölülerle, toplanıp karargâhımıza sevk edilen esir kafileleri ile hakikaten bir mahşeri andırıyordu.”7

Büyük Şairimiz Nâzım Hikmet, Kuvayı Milliye Destanı’nda, “sarışın bir kurda benzeyen şayak kalpaklı adam”dan şöyle söz etmekteydi:

“Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı
Yürüdü uçurumun kenarına kadar eğildi durdu
Bıraksalar, ince uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe’den Afyon Ovası’na atlayacaktı…”

1 Türk İstiklâl Harbi, II. Cilt, 6. Kısım, 2. Kitap, Büyük Taarruz (1-31 Ağustos 1922), Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1995, s. 9-10, 16.
2 Age, s. 15-16.
3 Selâhattin Tansel, Mondros’tan Mudanya’ya Kadar, c. IV, Başbakanlık Kültür Müsteşarlığı Cumhuriyetin 50. Yıldönümü Yayınları: 6/4, Ankara, 1974, s. 152.
4 Age, s. 154, dipnot 150.
5 Utkan Kocatürk, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi 1918-1938, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1983, s. 336-337.
6 Falih Rıfkı Atay, Çankaya, III, Çağdaş Matbaacılık ve Yayıncılık Ltd. Şti., İstanbul, Kasım 1999, s. 116.
7 Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam Mustafa Kemal, c. I, 17. Basım, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1999, s. 586-588.

Hüseyin HAYDAR : SUÇ DUYURUSU

Hüseyin HaydarHüseyin Haydar

Suç Duyurusu

Dünyamız 21. yüzyılla birlikte yeni bir devrimler çağına girdi. Çok şükür. İmkansız denilenlerin gerçekleştiğini gözlerimizle görüp ellerimizle tutmamız bunun kanıtıdır. Zaferi birlikte yaşayacağız. Yeter ki biz olup bitenleri donuk, takıntılı, duygusal değil; ama derin bir anlayışla, gerçekliğe bağlı kalarak kavrayalım. Yaşanan gerçekliği kavrayamayan, yaklaşmakta olanı göremeyenlerin tarih önündeki yenilgisi kaçınılmazdır. Gerçekliğe karşı savaş açanlar ya da görmezden gelenler mutlaka yenilgiyi paylaşırlar. Çünkü değişmeyen tek gerçek, gerçekliğin yenilmezliğidir.

Bir de gerçeğin sanatsal kavranışı vardır. Unutmayalım ki, sanatsal gerçek, gerçeğin kendisinden daha güçlüdür. Daha etkilidir. Bütün destanlar gibi. Nazım Hikmet’in Nazilerin idam ettiği genç partizanı anlatan “Tanya” şiiri gibi. Şair, gerçekliği kendi sanat yasalarına bağlı kalarak yeniden düzenlemiş ve gerçekliğe güç katmıştır.

Sanatsal gerçeklik, gerçeğin kendisini, gözle görünmeyen, çoğu zaman algılanması çok zor yanlarıyla yeniden yaratır. Bu kurgusal, fakat büyülü süreçte, derin bir duyuşla, engin bir sezişle sanatçı, gerçeğin karanlık yanlarını aydınlatmakta başarılı olabilir. Bu açıdan bakıldığında gerçekliği imgesel boyutlarıyla dile getiren şiir, aynı zamanda suçluya işaret eden bir suç duyurusudurBenim şiirlerim de bu türden birer suç duyurusudur. Kimseye hakaret etmezler, fakat suçlarlar: Suçu ortaya koyar, suçluyu işaret eder, sorumluyu gösterirler.

Amerikancı FETÖ darbe girişimini ezen Türk Silahlı Kuvvetlerinin kahraman komutanı
Eşref Bitlis 17 Şubat 1993 günü bir sabotaj sonucu katledildi. Emperyalizme direnen şehidimizin devrimci anısına yazılan Komutan’ın Ölümü Türk milleti katına yapılan
bir suç duyurusudur. Gerçekliğe olan derin bağlılığımla sunuyorum:

KOMUTANIN ÖLÜMÜ

Komutan öldü. Tuğrul kuşu gökte öldü.
Beşikte bebek irkildi, onu sordu,
Yirmi iki asırlık han berkildi, yolu sordu.
​Bu dert beni yedi, dert milleti yedi…
Yetmiş vaşak tam on yedi yıl yürek yedi.

Suikast! Ey ulus, suikast!
Oğlunun öcünü almayacak mısın?
Eğiliyorum önünde yüceliğinin, bilgeliğinin,
Hunhardan hesap sormayacak mısın?

Ey sü, ey kansu, konuşmayacak mısın?
Nazlı sögüt müsün, kara kayın mı?
Ülkün, türkü söyleyen bir orman değil mi?
Baltaladılar hayat ağacını, ne duruyorsun?
Kara yalanla mı saracaksın yaranı?

Ey kam, yan! Ey kamu dağlan!
Ölüm değil, ölüm göbekbağımızda bizim.
Düşen uçak değil, bir ordu cenin,
Tekmelenmiş anarahmi ana ecenin,
Ankara şehrinin buz tutmuş içorganları.

Komplo! Ey meclis, komplo.
Ay dolansa, gün tutulsa komplo bu.
Kuşluk namazıdır bizde alçaklarla düello.
Çekilse puştluk altın imbikten,
Ölümsüzlük için ölene olur mu hile?

Konuşsun Cengiz Han, Timur, Spartaküs,
Söylesin en üst savaşkanlar,
Söylesin Tonyukuk, Selahattin Eyyûbi:
Arslan kendi yavrusunu yer mi?

Utanç! Ey millet, utanç!
Düşmanların birleşti, sen dağılacak mısın?
“Topla dizginleri, tanı kendini!”
Dağların karı erise yıkayamaz bu kanı,
Demiri bir daha eritmeyecek misin?

Tehdit! Ey gençlik, tehdit!
Kuluydu Türk’ünün, Kürt’ünün.
Katığıydı işçisinin, toprağıydı köylüsünün.
Ordanın kılıncı yatağından çıktığı gün,
Baş kaldırıp bakmayacak mısın?

“Kavgaya girince silah alınmaz!”
Yıldırım misali fırsat verilmez.
Kabul olunmaz kör tedbirin kazası.
Söylesin bütün Roma, Pers komutanları:
Kararsız elle hedef vurulmaz.

Toplan! Ey halk, toplan!
Akıl yolu buzlanmış, buz gibi hiyanet.
Suça batmış sürüleri inine sür,
İncirlik’te gırtlağından yakala yılanı tez,
Çekicin başını gürzünle ez.

İntikam! Ey ordu, intikam!
Kudretin önünde eğiyorum başımı,
Soruyorum: Bedir yüzlü o kumutan nerede?
Faciayı “müttefik” bu, cinayeti cia,
Kâr mı koyacaksın katillerin avucuna?

Köroğlu Dağları kalktı dikildi,
Ozan Ata kopuz çaldı, yiğit silkindi:
Eşref Bitlis öldü mü, gök direğin göçtü mü?
Ödlek dönüp kaçtı mı? Şimdi, dünya yıkılır!

=======================================
Dostlar,

Hem yetkin ve duyarlı sanatçı (şair!) Hüseyin Haydar‘ı hem de ülkesine canını veren
eşşsiz komutanlarımızdan merhum görev şehidi Jandarma Gn. Kom. Org. Eşref BİTLİS’i şükran, özlem ve saygı ile selamlıyoruz.. Katledenleri, alet olanları, göz yumanları ve cinayeti aydınlatmayanları nefretle kınıyoruz..

eşref bitlis ile ilgili görsel sonucu

Web sitemizde 17 Şubat 2017 günü yer verdiğimiz (dün) başlıklı yazının Eşref Bitlis‘e ilişkin alt bölümlerinin de okunmasını dileriz Tıklayınız : “Tarihimizde 17 Şubat Olayları…..” )

Sevgi ve saygı ile. 18 Şubat 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Org. Başbuğ: Musul Konusunda Şeyh Sait Faktörü Üzerinde Niçin Durulmuyor?

Org. Başbuğ:
Musul Konusunda Şeyh Sait Faktörü Üzerinde Niçin Durulmuyor?

Org. Başbuğ: Musul Konusunda Şeyh Sait Faktörü Üzerinde Niçin Durulmuyor?

Eski Genelkurmay Başkanı Emekli Orgeneral İlker Başbuğ, son kitabı

  • “15 Temmuz Öncesi ve Sonrası”

nın Kanyon Alışveriş Merkezi’ndeki D&R’da düzenlenen imza gününe katıldı.

Başbuğ, burada gündemle ilgili açıklamalarda bulundu. İlker Başbuğ,

  • “Son günlerde özellikle Misak-ı Milli yani Ulusal Ant, Lozan ve bu arada Musul nasıl kaybedildi konusu Türkiye‘nin gündemini işgal ediyor. Tabii bu geçmişte yaşanan tarihi olayları anlatırken bütün yaşananları hep beraber, birlikte topluma anlatmak lazım. Bu açıdan bakılırsa bu konuların tartışılmasında ben biraz eksiklikler görüyorum. Bunları şöylece ifade etmek isterim; 1. Misak-ı Milli‘nin 16 Ocak 1920’de ilk taslağı Mustafa Kemal tarafından yazılmıştır. Sonradan Misak-ı Milli Meclisi Mebusan tarafından 17 Şubat 1920’de kabul edilmiştir. Türk toplumu şunu anlamalıdır ki; Misak-ı Milliyi hazırlayan, hazırlatan ve ilk taslağını bizzat yazan Mustafa Kemal Atatürk‘tür” dedi.

 “İNGİLİZLER HAKSIZ BİR ŞEKİLDE MUSUL‘U İŞGAL ETMİŞLERDİR”

İkinci önemli noktanın Mondros Mütarekesi olduğunu vurgulayan Başbuğ, “Mondros Mütarekesi 30 Ekim 1928’de imzalandı ve bu antlaşmasının 7. maddesi sorunluydu. Buna itiraz eden yine Mustafa Kemal karşımıza çıkıyor. Bu 7. madde sorunlu olduğu için itiraz etmiştir. 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi imzalanır. Neredeyse bir hafta sonra yani 8 Kasım’dan sonra İngilizler Musul‘u işgal ederler.

“OSMANLI HÜKÜMETİ NE YAPTI”

Peki Musul İngilizler tarafından işgal edilirken, Osmanlı hükumeti ne yaptı?
İstanbul‘da bulunan padişah Vahdettin‘in bu Musul işgaline karşı ne tepkisi oldu?
Yine burada da bir tepki koyan Mustafa Kemal Atatürk‘ü görüyoruz. Mondros Mütarekesi’nin 7. maddesine dayandırmış İngilizler, haksız bir şekilde Musul‘u işgal etmişlerdir.” dedi.

“MUSUL’UN KAYBEDİLMESİYLE LOZAN ANLAŞMASININ İLGİSİ YOKTUR”

Başbuğ açıklamalarını şöyle sürdürdü:

  • “Üçüncü ve önemli noktaya gelirsek, Kurtuluş Savaşının zaferle neticelenmesinden sonra Lozan Konferansı toplanacaktır. Konferanstan sonraki Lozan Antlaşması 24 Temmuz 1923‘te imzalanacaktır. Ancak Musul konusu Lozan Konferansına gelmiştir. Fakat Musul konusu Lozan konferansında çözülememiştir. Bunu iyi anlamak lazım. Musul‘un kaybedilmesiyle Lozan konferansı ve Lozan Anlaşmasının ilgisi yoktur. Anlaşma imzalandıktan sonra Türkiye ile İngiltere arasında Musul konusundaki görüşmeler başlar.

ŞEYH SAİT İSYANI BAŞLAR”

Konu daha sonra 20 Eylül 1924’te Milletler Cemiyeti’ne intikal eder. Burası önemli. Konunun Milletler Cemiyeti’ne intikal etmesinin hemen akabinde 13 Şubat 1925’te Şeyh Sait isyanı başlar. Şeyh Sait isyanı ile içeride ilgilenen Türkiye Cumhuriyeti Devleti tabii ki zorluklarla karşı karşıya kalacaktır. 5 Haziran 1926’da imzalanan Ankara Anlaşması ile Türkiye Cumhuriyeti Devleti Musul ve Kerkük bölgesinden vazgeçecektir. Daha doğrusu buraları bırakacaktır.

ŞEYH SAİT İSYANI ÇIKMASAYDI BELKİ BUGÜN… “

Bunları anlatanlar bu soruyu sorsunlar:

  • ‘Bu Şeyh Sait isyanı neden çıktı, kimler çıkarttı?’ Şimdi baktığımız zaman Türk tarihi açısından çok değerli eserleri olan Bernard Lewis der ki;
  • Şeyh Sait isyanının çıkartılmasının arkasındaki ana neden, Atatürk Devrimleri ne Cumhuriyet devrimlerine karşı din elden gidiyor diye devlete ayaklanmayı başlatan Şeyh Sait ve Şeyh Sait‘in yanında bu isyana katılanlardır.
  • Şu soru çok haklı bir sorudur : 13 Şubat 1925’te Şeyh Sait isyanı çıkartılmasaydı, belki bugün farklı bir coğrafya ile Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları farklı sınırlarla karşı karşıya kalabilir idik. Bu konuları unutmamak lazım.”

“BÜTÜN GERÇEKLERİ NET OLARAK İFADE ETMEK LAZIM”

İlker Başbuğ, altını çizmek istediği iki nokta olduğunu vurgulayarak;

  • “Mondros Mütarekesi imzalandıktan bir hafta sonra bu Musul işgal edilirken, ne İstanbul‘daki Hükümet ne de İstanbul‘daki padişah buna hiçbir tepki göstermemiştir. Esas Kurtuluş savaşından sonra Lozan görüşmeleri ile Musul‘un hiçbir ilgisi yoktur. Bazıları Lozan‘la bağ kurmaya çalışıyorlar ki yanlıştır.
  • Daha sonra İngiltere ve Türkiye arasında Lozan‘dan sonra yapılan görüşmelerde bizim Musul‘u kaybetmemizin arkasında yatan ana neden Atatürk devrimlerine, Cumhuriyet devrimlerine karşı din elden gidiyor diyerek halkı kandıran dini kullanan ve devlete isyan yapan Şeyh Sait ve arkadaşlarıdır.
  • Bu faktör üzerinde niçin durulmuyo? Tekrar şunu ifade ediyorum :
    13 Şubat 1925’te yaşanan Şeyh Sait İsyanı olmasa idi, belki Musul ve Kerkük konusu Türkiye açısından farklı sonuçlanabilirdi. Tarihi olayları anlatırken bütün gerçekleri net olarak ifade etmek lazım.” şeklinde konuştu. (22.10.2016, http://www.haberler.com/ilker-basbug-bu-faktor-uzerinde-nicin-durulmuyor-8885744-haberi/)
    ========================================
    Dostlar,

Bir musibet, bin nasihati aşkın hünerde galiba.. (Maliyet boyutunu bilemiyoruz..)
E. Org. İlker Başbuğ paşa Türkiye’mizin 26. Genelkurmay Başkanı idi ve Ergenekon – Balyoz kumpas davalarında 2 yılı aşkın süre hapise atıldı..

Bu iğrenç tuzak davalar ABD – CIA kurgulu, FETÖ taşeronlu ve AKP-RTE savcılı idi..

Seçilen “Cumhuriyetçi – Kemalist – Atatürkçü kurbanlar” sıkı çıktılar ve dik durarak oyunu bozdular.. Yurtsever Halkımız ciddi destek verdi ve mapus damları aydınlanma yuvaları oldu. Kahramanlar oralarda elleri yara olana dek kalemle yazdılar çoooook değerli kitaplarını. Uygarlık tarihine örnek katkılardır Mustafa Kemal’in ülkesinden, O’nun çocuklarından!

Olağan koşullarda köşesine çekilecek olan İlker paşa bir mücadele adamı oldu, bir Aydınlanma milisi işlevi üstlendi. Yazıyor, konuşuyor, başka arkadaşlarını da eyleme çağırıyor.. Nazım Hikmet‘i görmezden gelmelerinin ayıbını üstlenerek cesaretle itiraf ediyor, özeleştiri yapıyor..

İlker Başbuğ paşanın eylemini saygı ve şükranla selamlıyoruz, sürmesini diliyoruz..
Öbür yüksek düzeyli komutanları da yazmaya, konuşmaya, sahaya çağırıyoruz..

Bu arada, meydanlarda avazı çıktığı kadar bağıran ve nerdeyse tüm TV’lerde “mecburiyetten” verilen konuşmalarında Erdoğan, çatlayan sesinin yarattığı terörü bile yetersiz görerek, beden diliyle de kitlelere abanıyor.. “Tarih dersi veriyorum.. “ diyor.. Gırtlağını yırtarcasına bağırmasının da yetmeyeceği kaygısıyla “tüm hünerini” sergiliyor, eliyle – koluyla, bakışlarıyla – mimikleriyle.. tüm beden diliyle tehdit yağdırıyor sıklıkla..

İç dünyasının derin mi derin kaygı ve fırtınalarının hatta kasırgalarının, volkanlarının , korkularının… yansımasını izliyoruz üzüntü ve şaşkınlıkla, kaygıyla..

“Tarih dersi veriyorum.. ” derken tarihin çarpıtılması bizleri çok endişelendiriyor..

Tarih dersini Sn. E. Org. İlker Başbuğ veriyor.. Keşke Erdoğan da izlese ve azıcık yararlansa!
Keşke Erdoğan’ın ilk halkasında yer alan etkili aile büyükleri ve akça – pakça danışmanlar, AKP akilleri ve özellikle eski hocaları Erdoğan’a acil olarak yardım etme sorumluluğunun gereğini artık yapsalar..  Ancak AKP’nin gerçekte azınlık olan şeriatçı çelik çekirdeğinin baskınlığı ne yazık ki hala çok açık..

Oysa Türkiye’nin de, AKP – RTE’nin de dingin ve akla – bilime dayalı kurumsal, ilkeli, barışçıl, tam bağımszılıkçı, onurlu devlet politikalarına gereksinimi öyle çok, öyle zorunlu ve öylesine acil ki!

“Tek adam” dizginlenmeli! Mutlaka ve acil olarak..

Sevgi ve saygı ile.
23 Ekim 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Lütfen, sitemizin manşetindeki yazıya da bakar mısınız??
AKP – RTE ile Politik Pozitif Feedback – Kapitonaj ve Kollaps
(Bu yazının pdf biçimi : akp_rte_ile_politik_pozitif_feedback-_kapitonaj_ve_kollaps)

Suay Karaman : TARIK AKAN İÇİN

TARIK AKAN İÇİN

portresi_gulumseyenSuay Karaman     

Türk halkının gönlünde taht kuran usta sinema oyuncusu Tarık (Üregil) Akan, 16 Eylül 2016’da yaşamını yitirdi. 111 filmde rol alan Tarık Akan, yedi kez Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde ‘En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’ ile 1996 yılında ‘Yaşam Boyu Onur Ödülü’ kazanmıştır. 1985 yılında Berlin Uluslararası Film Festivali’nde “Pansiyon” filmi ile ‘Gümüş Ayı Mansiyon Ödülü’ almıştır.

Tarık Akan‘ın sinema yaşamı, lüks villalarda çekilen aşk filmlerindeki burjuva sanat anlayışını bırakıp, ulusal devrimci sanata yönelmesiyle ivme kazanmıştır. Bu dönem filmlerinde kapitalizmin insanı nasıl sömürdüğünü, Anadolu feodalizminin bağnazlığını, ezilenlerin özgür ve eşit bir dünya kavgasında uğradıkları zulmü anlatarak sanatının zirvesine çıkmıştı. Bu yüzden işsiz ve parasız günler geçirmiş ama asla ödün vermeyerek alnının akıyla yaşam mücadelesini sürdürmüştü.

15 Ocak 1981’de Almanya’da Barış Derneği‘nin Nazım Hikmet’in doğum günü için düzenlediği etkinlikte yaptığı konuşma yüzünden, yurda dönüşünde tutuklandı. 12 Eylül faşizminin zindanlarında işkence gördü!

İnsanları eğitmenin önemine inandığı için 1991 yılında daha önceleri kendisinin de okuduğu Taş Özel İlkokulu’nu alarak, Özel Taş Koleji‘ni kurdu. 2002’de hapishane günlerini ve 12 Eylül 1980 darbe sürecini “Anne Kafamda Bit Var” adlı kitabında anlattı.

Gerçek bir sanatçıda olması gereken özelliklere sahip Tarık Akan; kültürün ve eğitimin içinde yer alan, ülkesinin gerçeklerine yabancı olmayan, ülke ve dünya sorunlarını bilen, ilgilenen ve gerektiğinde elini taşın altına koyanlardandı. Haksızlıklara daima baş kaldıran, 1990’da Zonguldak’ta büyük madenci grevine destek veren, TEKEL işçilerinin yanında yer alan, Gezi direnişinde gençlerle birlikte olan, Silivri’de bariyerleri ezen ve mücadelelerde hep en önde yürüyen kültürlü, yurtsever bir aydındı.

  • “Benim varlığım ve yaşamım Mustafa Kemal’dir”

diyen Tarık Akan’ın isteği, hepimiz gibi tam bağımsız bir Türkiye dileğiydi.

  • “Atatürkçülük bağımsızlık demektir,
    Atatürkçülük ulusal onur demektir,
    Atatürkçülük devrimcilik demektir.
    Bizler Mustafa Kemal’in askerleriyiz,
    hiçbir zaman ölmeyeceğiz”

diyen Tarık Akan, tüm sevenlerinin gönlünde yaşayacaktır.

Tarık Akan ile ilgili iki küçük anımı yazmadan geçemeyeceğim. 17 Mayıs 2009’da Atatürkçü Düşünce Derneği’nin öncülüğünde Ankara Tandoğan Meydanı’nda yapılacak Cumhuriyet Mitingi’nde konuşma yapması için Tarık Akan ile görüşmüştüm. ‘Bazı rahatsızlıkları olduğunu ve doktor kontrolüne gideceğini’ söyledi ve ‘başka bir etkinlikte mutlaka buluşalım’ dedi. Görüşme sırasında miting için konuşmacı bulmakta zorlandığımızı bildirmiştim. O zaman Danıştay Başsavcılığından emekli şimdiki ADD başkanı, ‘annesinin izin vermediği’ gerekçesiyle konuşma yapmayı kabul etmemişti. Siyasi iktidarın üniversiteler üzerindeki baskıları yoğunlaşmıştı ve bu baskılardan ilk olarak payını alan Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nin eski rektörü, yurt dışında olacağı için konuşma davetimize olumsuz yanıt vermişti. Yine benzer gerekçelerle Ankara Üniversitesi eski rektörü ile ODTÜ eski rektörü de konuşma davetimize olumsuz yanıt vermişlerdi. Bana “sen çık konuş, zaten ADD Genel Sekreterisin, arama kimseyi, sen yetersin” dedi. Tarık Akan’ın cesaretlendirmesi üzerine gereğini yaparak, miting konuşmacıları arasında yer aldım.

İlerleyen günlerde Tarık Akan beni arayarak, mitingden duyduğu mutluluğu ve benim

  • “Krizden çıkışın yolu, Kemalizm’in 6 Ok’u”

sözümü çok beğendiğini bildirdi. Ve bana şöyle dedi:
– “İzin vermeyen anneye çiçek göndermelisin, büyük iş başardınız…”

30 Ocak 2012’de 19. Adalet ve Demokrasi Haftası’nda, benim de mezunları arasında olduğum Bahçelievler Deneme Lisesi’nin düzenlediği etkinlikte Tarık Akan’ın “Köy Enstitüleri, Bir Meçhul Öğretmen” adlı belgeselinin gösterimi yapılmıştı. Ardından ben “Köy Enstitülerinden Günümüze” adlı bir konuşma yapmıştım. Kendisi sağlık sorunu nedeni ile katılamamıştı programa. Etkinlikten birkaç gün sonra Tarık Akan beni arayarak, konuşmam için kutlamış ve konuşmamın filmi tamamladığını söylemişti. Ben de o muhteşem (AS: görkemli) filmi için kendisini kutlamıştım. Aramızdaki konuşma şöyle geçti:

– Tarık abi geçmiş olsun, kendinize dikkat edin ama sanıyorum günde 2 paket sigara içiyormuşsunuz.

– Yok ya 2 paket değil, 3 paketten biraz fazla.

Ve önce sessizlik, ardından karşılıklı gülüşme…

En kısa sürede görüşelim diyerek konuşmamızı bitirmiştik. Yaşamı ertelememek gerekiyormuş, keşke en kısa sürede görüşebilseymişiz. Işıklar içinde uyu alçakgönüllü, yakışıklı, büyük ve gerçek sanatçı…

=================================

Dostlar,

Teşekkürler sevgili Suay kardeşimize..

Ne denli anlamlı notlar düşmüş..

Birkaç yıl önce, “annesinden mitingde konuşma izni alamayan kişi” (!?), son 6 yıldır ADD genel başkanı! Anne, herhalde kızının genel başkan yapılması durumunda konuşma izni vermiş olmalı ??

Sevgili Tarık Akan; ne hoş sada bıraktın sen, baki kalan bu kubbede..

Keşke her gün 3 paketten çok sigara içmeseydin.
Her 100 akciğer kanserinin 90’ının nedeni sigara!
Herkese acı bir ibret..

Sevgi ve saygı ile.
20 Eylül 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN!


30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN !!!

 portresi

Prof. Dr. Mehmet Ali KÖRPINAR

 

 

“Siyasi ve askeri zaferler ne kadar büyük olursa olsunlar, ekonomik zaferlerle taçlandırılmazsa kazanılan zaferler kalıcı olmaz, az zamanda kaybedilir.”
(1923, İzmir)
Mustafa Kemal ATATÜRK

Güzel ülkemizin doğasında da Mustafa Kemal ATATÜRK var!

Değerli arkadaşlar,

Sizlere daha önceki yazılarımda da belirttiğim gibi, yüce önderimiz Mustafa Kemal ATATÜRK, bir kez daha 20. yüzyılın lideri seçilmiştir (Mayıs-2008). ABD’de Brown Üniversitesi öğretim görevlisi Prof. Arnold Ludwig, geliştirdiği bir metodoloji sonucunda,

  • Atatürk’ün 20. yüzyılın en büyük siyasal lideri olduğunu ortaya koydu.

11 kategoriye göre seçilen liderler sıralamasında 31 puanla Atamız birinci olurken, Mao Zedung ve Franklin Roosevelt 30 puanla ikinci olmuşlardır. (Dünyayı karıştıran Bush ise 15 puan almış.)

O’nun (ATATÜRK‘ün) dünyanın da kabul ettiği liderliğini ve önderliğini,
ne yazık ki bizler hala algılayamadık ve kabullenemedik. 

Güzel ülkemizin doğasında da onun görüntüsü var. Her yıl, 15 Haziran ve 15 Temmuz tarihleri arasında Ardahan’ın Damal ilçesinde, Karadağ eteklerine güneşin yansımasıyla saat 17.32’de oluşmaya başlayan görüntü, saat 17.50 sıralarında Atatürk siluetini ortaya çıkartıyor.
Yani büyük liderimizin resmi, doğamız da var ve O’nu kimse, ne gönlümüzden, ne de doğamızdan silemeyecektir. Ne yazık ki son günlerde birçok hain, O’nun heykelini ve resmini yok etmek için eylemler yapıyor. Hem Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olacaksın hem de
bu ülkeyi kuran ve bizlere emanet eden liderimize karşı saygısızlık yapacaksın. Vatandaşlığımıza yakışmayan bu eylemleri kınıyorum.

Değerli arkadaşlar,

Yüce önderimiz, Sakarya meydan savaşında;

“Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır. O satıh da bütün vatandır.
Vatanın her karış toprağı, vatandaşın kanı ile ıslanmadıkça terk olunamaz!”

diyerek ülkemizin her yerinde savunma yapılması gereğini vurgulamıştır. Bu savunma taktiği dünya harp sistemine yeni bir anlayış getirmiştir. Bu savunma taktiği ile hareket eden ordumuz, hem savunmasını ve hem de büyük taarruz için gereken hazırlıklarını yapmıştır.

Bir yıl sonra Mustafa Kemal’in yönetiminde 26 Ağustos 1922’de Afyon Kocatepe’de başlayan Büyük Taarruz, 30 Ağustos’da Dumlupınar Meydan Muharebesi zaferi ile sonlanmıştır.
Bu zaferden sonra da İngiliz piyonu Yunan ordusu 9 Eylülde, İzmir’de denize dökülmüştür. Sonra da Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş (AS : 29 Ekim 1923) ve bizlere emanet edilmiştir. 

Ulusal bağımsızlıkları için tüm dünya ülkelerince örnek alınan bu süreçte, yüce önderimiz Mustafa Kemal ATATÜRK ile O’nun emrinde, güzel ülkemizin kurulması için kanlarını ve canlarını veren tüm şehitlerimizi ve gazilerimizi (AS: sağkalan hala var m??) hasretle anarken, şükranlarımızı sunuyoruz. 

Sevgi ve saygılarımla (26.08.2015).

NOT:

Güzel ülkemizde terör yüzünden yine can yitiklerimiz başladı. Türkiye’mizin kurulmasını ve birçok ülkeye örnek olmasını hazmedemeyen AB-D emperyalizminin, bizleri bölmek,
birlik ve beraberliğimizi bozmak için yıllardır uyguladığı proje (AS: tasarım) devam ediyor.
Yani yine binlerce vatan evladını yitireceğiz ve AB-D emperyalizmi de silah satmak için milyarlarca dolar kazanacak. Tüm halkımızı bu hain projeye karşı koymak için birlik ve
beraber olmaya çağırıyorum..

=================================

Dostlar,

Cerrahpaşa Tıp Fakültesi hocalarından değerli meslektaşımız Sayın Prof. Dr.
Mehmet Ali KÖRPINAR
güzel bir yazısını daha bizlerle paylaşıyor sağolsun…

Evet dostlar… 93 yıl önce bugünlerde Afyon dolayında bir Ulusun ölüm – kalım savaşı veriliyordu. Sakarya’dan yalnızca 13 ay sonra.. Şu dakikalar, Büyük Taarruz’un Afyon ovasında başlatılmasının 24. saatine doğru koşmakta.. Dün gece sabaha doğru 05.30 gibi, şafak sökerken Türk topları gürlemeye başlamış ve Ordumuz “Büyük Taarruz”u başlatmıştı. Başkumandan, aynı zamanda Büyük Millet Meclisi Başkanı olan Mustafa Kemal Paşa idi. Emperyalizmin maşası, silahlandırıp üzerimize aldığı komşu Yunanlar perişan ediliyordu.

Ata Kocatepe'de, 26 Ağustos 1922Mustafa Kemal Paşa’nın “15 gün sürecek” dediği büyük savaş,
1 gün eksiği ile 9 Eylül 1922’de tamamlanmış ve işgalci – soykırımcı – tecavüzcü – talancı – zalim – yakıp yıkıcı, doğa düşmanı Yunan ordusu İzmir’de denize dökülmüştü.. Yunan ordusu geri çekilirken köprüleri ve yolları havaya uçuruyor, hayvanları tarayarak öldürüp su kuyularına dolduruyor ve sivil
ve silahsız halkı öldürerek evleri – tarlaları.. yakıp yıkıyordu..

Afyon ovası, günümüzden 93 yıl önce şu saatlerde tam bir cehennem idi..

Gözlerini kırpmadan bu vatan ve ulus için ölüme – şehit olmaya koşan ve olan…
binlerce (on bini aşkın) vatan evladını asla ödenemez bir minnet ve şükran ile anıyoruz.
Aziiiiz mi aziz anıları önünde yerlere dek eğiliyoruz… Borcumuzu ödeyebilmenin tek yolu, Vatanı – Ulusu özgür ve onurlu, başı dik ve gönenç içinde sonsuza dek yaşatmaktır!

Nazım Hikmet o geceyi saat saat anlatır Kuvayı Miliye Destanı‘nda..
O görkemli (muhteşem) dizeleri, bu yazıdan hemen sonra ayrıca sitemizde paylaşacağız.

Sevgi ve saygı ile.
27 Ağustos 2015, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Rıfat SERDAROĞLU : KİRALIK KAFANIN BEDELİ KÖLELİKTİR

KİRALIK KAFANIN BEDELİ KÖLELİKTİR

portresi_gulen

 

Rıfat SERDAROĞLU

Geldiğimiz noktaya bakar mısınız?
Binlerce yıllık devlet tecrübesi olan Türkiye Cumhuriyetinin kaderi 2 kişinin
eline kaldı!
Birisi; (AS: Bay RTE!)

*Cehalet, bilgi-görgü eksikliği ve aile ortamından kaynaklanan açgözlülük ile boğazına kadar şaibeye batmış, yalnızca kendini kurtarma derdinde!
-Devlet, elinde silah olan ve insan öldürmeye devam eden bir
Narko-Terör örgütüyle (AS : PKK) müzakere etmez.
-Devlet, Cemaat-Tarikat gibi illegal ve gizli örgütlerle birlikte yönetilmez.
-Bulunduğumuz coğrafyada Güçlü – Milli Ordusu olmayan milletler yaşayamaz.
-İletişim araçlarının bu kadar geliştiği çağımızda, hiçbir baskıcı-yasakçı rejim
ve tek adam yönetimi ayakta kalamaz
.
-Küreselleşen dünyada, dünya ve ülke ekonomik gerçeklerini keyfinize göre değiştiremezsiniz. Değiştirir ve başarısız olursanız, kendi insanlarınızı fakirleştirirsiniz. (AS: Türk insanı AKP ile yıllardır yoksullaştırılmakta!) 
Devlet yönetmenin değişmez bu gerçeklerini bilmeyen “Birisi”;
Narko-Terör örgütünü devletin muhatabı yaptı.
“Çözüm süreci” diye, terör örgütünün silahlanmasına, şehirlerimizi ve
devlet yollarını ele geçirmesine, her tarafın “bomba ve mühimmat deposu” haline getirilmesine izin verdi. Devletin en hassas birimlerine Cemaat militanlarını
bizzat kendisi yerleştirdi. Bakanlıkları Tarikatlar arasında pay etti. Milli Ordumuza kumpas kurulmasına ve yıpratılmasına yol verdi. Özerk kuruluşlarımıza müdahale ederek, ülke ekonomisinin dengelerini bozdu. 

Diğeri; (AS: Apo!)

Emperyalist Devletlerin yüz yıllar evvelki “Kürt Kartının” ve “Yeni Sevr’in” gönüllü oyuncusu oldu. Sakat (AS: Engelli) bıraktıklarıyla birlikte 54 binden çok 
insanımızın yaşamını çaldı. Yıktırdı-yaktırdı- öldürttü. Milyarlarca dolarımızın
heba olmasına yol açtı.

Örgütünün (AS : PKK)
– üçte birini Ermeni çetelerinden,
– üçte birini İranlı Kürtlerden ve
– diğerini de kandırıp dağa çıkardıkları Kürt çocuklardan oluşturdu.

İlk yakalandığında; “Ben Kürt değilim, benim anam Türk’tür.
Ben Devletin hizmetindeyim.”
diyen kokain bağımlısı bu sapık,
yukarıdaki “Birisi” sayesinde hala can aldırmaya devam ediyor…

Değerli Okurlar;

İleride çok ilginç olaylara tanık olacaksınız!
Çünkü Birisi” ve “Diğeri” her konuda daha önceden zaten anlaşmışlardı!
7 Haziran’da yapılan Genel Seçimler bu ikilinin istediği gibi sonuçlanmayınca, Fidan (AS: MİT Müsteşarı Hakan Fidan!) eliyle anlaşma yenilendi.

Kaba hatlarıyla plan şu                            ;

“Diğeri” kan akıtmaya, can almaya, yıkmaya-yakmaya devam edecek.
“Birisi” kahraman edasıyla terörle mücadele ediyor gibi görünecek!

Bu arada, yüzlerce genç yaşamlarını yitirecekmiş, ekonomi çökme noktasına gelecekmiş, kimin umurunda!

1 Kasım’dan 15-20 gün önce, “Birisi” barış çağrısı yapacak,
Diğeri” ateşkes sağlayacak ve yeni çözüm süreci başlayacak!
Birisi akan kanı durduran kahraman olarak seçimden tek başına iktidar olarak çıkacak ve “BAŞKAN” olacak.
Diğeri” ise, hastalık bahanesiyle önce ev hapsine,
sonra da dışarı çıkarılacak…
8

Veleddalin Âmin!

Ayı, arkadaşlarına “Bu sene dağda armut çok bol olacak..” demiş!
Arkadaşlarından biri; “Nereden biliyorsun?” diye sorunca,
Canım öyle istiyor.” demiş.
Birisi” ile “Diğerinin hesabı da aynen ayının hesabı gibi!
Türk Milletinin o eşsiz sağduyusunu, devletine-tarihine-geleceğine,
yeri geldiğinde nasıl sahip çıktığını bu iki sepet bilmiyorlar.

Türk Milleti, bu çirkef oyunu mutlaka kafalarına geçirecektir.
Göreceksiniz!

==================================

Dostlar,

Önceki Sağlık Bakanlarımızdan yürekli ve birikimli yazar Sayın Rifat SERDAROĞLU, yazdıkça açılıyor gördüğünüz gibi..

İlerleyen yaşı ile emeklilik yaşamının tadını çıkaracak iken yaşadığı şu gerilime ve acıya bakınız.. Biz de sözde tatildeyiz ama ne emperyalizm tatile çıkıyor ne de içerideki iğrenç maşaları! Dolayısıyla gecenin 02:38’inde, Ağustos böceklerinin derin sessizliği içinde “peeeeeeeek çok” insanımız “deriiiiiin” uykularda iken biz klavye başında nöbetteyiz…

Büyük Atatürk;

Bizi mahvetmek isteyen emperyalizme ve bizi yok temek isteyen kapitalizme karşı savaşımı MESLEK edinmesi gereken zavallı bir halk olmanın gerektirdiği yapılanmayı hedeflemeliyiz.” Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

Derken, “meslek edinmeliyiz” kritik vurgusuyla yüksek zekasını bir kez daha
ortaya koyuyor :

“Bizi mahvetmek isteyen emperyalizme ve bizi yok temek isteyen kapitalizm..” ile savaşım (mücadele) öyle boş zamanlarda, hafta sonlarında ya da tatillerde işten arta kalan zamanlarda verilebilecek bir savaşım mıdır?! Yoksa, bu 2 lanetli – kadim düşmanla sürgit savaşımı “2. bir meslek edinerek” “sürekli”, güncel ölçü ile “7/24” mü sürdürmek gerekir?O, Yüce ATATÜRK;

  • “.. Ben, günü geldiğinde, en büyük armağanım olmak üzere Türk ulusuna canımı vereceğim..” kararlılığı içinde yaşamadı mı? Onca yoğun yaşam ile ömrünü “hızla”
    bizim için tüketmedi mi? 57 yaş ölünecek yaş mıydı? Dediğini tam da yapmadı mı??

*****

Atalar boşuna mı uyarmıştı : “Su uyur; düşman uyumaz!” diye?

Artık uyanmanın zamanıdır..
Nazım Hikmet‘in de güzelim çağrısında çook ustaca yaptığı gibi :

Kuvayı Milliye şehitleri, mezardan çıkmanın vaktidir!

Toplumu kim uyandıracak?

Biz de Sayı Serdaroğlu gibi iyimseriz…

Türk Milleti, bu çirkef oyunu mutlaka kafalarına geçirecektir…

Sevgi ve saygı ile.
23 Ağustos 2015, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Onur ÖYMEN : Hiroşima’nın 70. yıldönümü

Hiroşima’nın 70. yıldönümü

?????????????????????????????????????????????????????????
Onur ÖYMEN
06.08.2015

Bugün, Amerika’nın (AS: ABD’nin demek gerekir) 6 Ağustos 1945’te Japonya’nın Hiroşima kentine atom bombası atmasının 70. yıldönümü.

9 Ağustos’ta da Nagazaki kenti bombalanmıştı (AS: yine atom bombası!).

Bu iki hava (AS: nükleer) saldırısının sonucunda yaşamını yitireenlerin sayısının
129.000 ile 246.000 arasında olduğu hesaplanıyor.

Savaşın en acımasız yüzünü gösteren bu insanlık dramı hakkında ünlü şairimiz
Nazım Hikmet 1956’da şu şiiri yazdı:

KIZ ÇOCUĞU

Kapıları çalan benim 
kapıları birer birer. 
Gözünüze görünemem 
göze görünmez ölüler.

Hiroşima’da öleli 
oluyor bir on yıl kadar. 
Yedi yaşında bir kızım, 
büyümez ölü çocuklar.

Saçlarım tutuştu önce, 
gözlerim yandı kavruldu. 
Bir avuç kül oluverdim, 
külüm havaya savruldu.

Benim sizden kendim için 
hiçbir şey istediğim yok. 
Şeker bile yiyemez ki 
kâat gibi yanan çocuk.

Çalıyorum kapınızı, 
teyze, amca, bir imza ver. 
Çocuklar öldürülmesin 
şeker de yiyebilsinler.

Nazım HİKMET

====================================

Dostlar,

Sayın Öymen’e teşekkür ederken, usta ozan Nazım Hikmet’i,
masum Japon kurbanlarla derin özdeşimi (empatisi) için kutlamak isteriz.

ABD emperyalizmini, yeni geliştirilen atom bombasını biraz da test etme amaçlı olarak Japonya’nın masum sivil halkının kitlesel olarak ve üstelik 2 kez kurban seçilmesini lanetliyoruz! 2. Büyük Paylaşım Savaşı sonunda Japonya böylelikle bağsız – koşulsuz teslim alındı (15.08.1945) ve ABD tarafından işgal edildi.. Japonlara “ordu” kurma izni verilmedi ve çok sayıda ABD askeri üssü, yaklaşık 360 bin km2’lik alanı olan (Türkiye’nin yarısından da az!..) ve binlerce adadan oluşan Japon topraklarına serpiştirildi.

Gerçi Japon faşizmi ve Mançurya’nın (Kuzeydoğu Çin) işgali durduruldu ama
Alman – İtalyan faşizmine set çekmek için Avrupa’nın ortasında ABD,
atom bombası kartını çekemedi..

Almanya da, Japonya da işgal edildi, askeri harcamaları son derece sınırlandı..
Ama her ikisi de sanayi devi oldular yaklaşık 50 yılda..
Dünyanın 3. ve 4. dev ekonomisi oldular..
Siyasal bilim açısından bu “ilginç olgun” un özenle irdelenmesinde yarar var.

HİROŞİMALAR OLMASIN! diyoruz…

Nükleer silahsızlanma çağrımızı yineliyoruz..

Büyük ATATÜRK‘ün evrensel ilkesinin tüm insanlığa yol göstermesini diliyoruz :

YURTTA BARIŞ DÜNYADA BARIŞ!

Sevgi ve saygı ile.
6 Ağustos 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Çanakkale Utkumuzun 100. Yılı…


Çanakkale Utkumuzun 100. Yılı…

Canakkale_sehitleri_DUR_YOLCU

 

 

 

 

 

 

Dostlar,

Sevgili Suay Karaman kardeşimiz, Ruhi SU‘nun sesinden
Çanakkale İçinde Aynalı Çarşı” türküsüsü fon olarak yerleştirdiği
çok başarılı 18 Mart çalışmasını (power point dosyası) göndermiş sağolsun..

İzlemek için lütfen tıklar mısınız??

18 MART 2015

Eşsiz Komutan Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK ve
Çanakkale’de şehit ve gazi olan, yurdu görülmemiş özveri ile savunan,
hemen hemen yarısı o kutsal topraklara gömülen, kara toprağı kanı ve canıyla doyuran..
YARIM MİLYON’a yakın vatan evladını sonsuz minnet ve şükranla anıyoruz.
Duygu ve düşüncelerimizi dökmede sözcükler öyle yetersiz, öyle aciz kalıyor ki..

Hiçbir korkuya benzemez, halkını satanların korkusu !..

buyurmuştu üstad Nazım HİKMET..

Biz de yineleyelim; vatanını satanlardan soracağımız hesap,
o alçakları gerçekten korkutmalıdır.

Sevgi ve saygı ile.
18 Mart 2015, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
p
rofsaltik@gmail.com

Devrim Şehidi Kubilay’ı Ölümünün 84. yıldönümünde saygı ve minnetle anıyoruz


Devrim Şehidi Kubilay’ı ölümünün 84. yıldönümünde saygı ve minnetle anıyoruz..


“Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır fakat, 

Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.”
Mustafa Kemal ATATÜRK

Portresi_gulumseyen

 

Prof. Dr. D. Ali ERCAN

 

  • Laik Cumhuriyete başkaldıran yobazlara karşı direnen ve başı kesilerek vahşice katledilen Öğretmen Mustafa F. Kubilay’ı Ölümünün 84. yıldönümünde saygı ve minnetle anıyoruz.

Değerli arkadaşlar, 

Türkiye Cumhuriyeti “Laiklik” ve “Ulus Devlet” temelleri üzerinde kurulmuştur…
Laiklik toplum yaşamına, kamu düzenine, Devlet yönetimine Dinin, inancın müdahale etmemesi, karışmaması demektir.

Ulus Devlet ise, Yurt ve Ulus bütünlüğü içinde, tek bayrak altında yaşayan bir Ulusun egemenliği temelindeki bağımsız Devlet yapısıdır… Bu nedenle,  Atatürkçü Düşünceyi (Kemalizm);

“Bilimi rehber alan Ulus Devlet anlayışı”

olarak tanımlıyoruz.

**

Bilim ve Teknolojiye sırtını dönmüş, Endüstri Devrimini ıskalamış, Savunma Sanayisini kuramamış, ekonomisi çökmüş, üretemeyen, halkını refah (AS: gönenç) içinde yaşatamayan ve toprak yitiklerini önleyemeyen Osmanlı Devleti artık iyice zayıflamış
ve tüm çırpınışlarına karşın, kaçınılmaz hızlı bir çöküntü sürecine girmişti. 1878’de
Rus Orduları İstanbul kapılarına (Yeşilköy) dayandığında artık “iş bitmiş” sayılırdı; Osmanlı Devleti artık her an ölümü beklenen bir “Hasta Adam” idi.

**

Osmanlı-Rus Savaşı sonrası toplanan Berlin Kongresi’nde  “Das Orient Problem”
(Doğu meselesi – Şark ssorunu) diye adlandırılan “Türkleri Avrupa’dan (daha sonra tüm Anadolu’dan) temizlemek” projesi güden Hıristiyan Batı Emperyalizmi, 1.Dünya savaşında yenilerek, Sevr antlaşmasıyla teslim olup son nefesini veren Osmanlı Devletinin elinde kalan son topraklarını, Anadolu’yu da aralarında paylaşmışlar ve yer yer işgal etmişlerdi. İlginç bir rastlantı, tam da bu büyük (!) projenin başlatıldığı yıl (1881) Anadolu’nun tersine dönmüş talihini düzeltecek ve Emperyalizmin düşlerini yıkacak bir kurtarıcı doğuyordu; Mustafa Kemal!

**

Emperyalizmin (ve içerideki yardakçılarının) dayatmalarına ve silahlı işgale karşı kazanılan Kurtuluş ve Bağımsızlık Savaşından çok bitkin çıkan genç Türkiye Cumhuriyeti’nin ağırlıklı olarak Ortaçağ normlarında yaşayan, yani şeriat yasalarıyla idare olunan, feodal düzende bir toplum yapısı (AS: din – tarım toplumu) vardı. İmparatorluğun son savaşlarında, 1913-23 arasındaki 10 yılda yarım milyona yakın insan cephelerde ölmüştü. %90′ ı okumak-yazmak bilmeyen, yaklaşık 12 milyon nüfuslu, cahil, yoksul ve yaralı bir halk.  Yoksulluğun yanı sıra Verem, Kolera ve sıtma kol geziyor; ortalama yaşam süresi 40 yıl dolayında. Üstüne üstlük Osmanlı Devletinin galip Devletlere ödemesi gereken devasa borçlar vardı.  İşte bu koşullarda, böyle bir toplum yapısıyla işe başladı büyük Önder. Böyle bir toplumun kısa sürede Laik Cumhuriyeti içselleştirmiş çağdaş ve uygar bir toplum yapısına evrilmesi elbette kolay iş değildi…

**

Cumhuriyetin ilan edileceği 29 Ekim 1923 gününden bir gün önce Cumhuriyet rejimine karşıt olan Milletvekilleri Meclisi türlü bahanelerle terk etmişler, birçoğu İstanbul’a gitmişti… Ankara’da kalan karşıtlar da en son 28 Ekim 1923 gecesi kendi aralarında toplanarak “yarın ne yapacağız?” sorusuna yanıt arıyorlardı. Şöyle kararlaştırdılar ;

“Yarın Cumhuriyete zorunlu olarak ‘evet’ diyeceğiz. Unutmayalım, Mustafa Kemal de fanidir, bir gün elbet göçüp gidecektir; O zaman biz meseleyi hallederiz” diyerek “Cumhuriyeti yıkmak” projesini, Cumhuriyetin doğumundan bir gün önce başlatmış oluyorlardı. 29 Ekim 1923’te mecliste hazır bulunan 160 dolayında Milletvekilinin
oybirliği ile Cumhuriyet ilan edildi…(O zamanki Milletvekili sayısı 300’e yakındı; Cumhuriyet karşıtlarının (şeriat yanlılarının) o zamanki oranı ~%40 denebilir… ya şimdi?)

**

Değerli arkadaşlar,

Bu geçmişi unutmamak, genç kuşaklara aktarmak,  “mesele dedikleri şeyi iyi öğretmek gerekiyor… Bu nedenle, çok zor koşullarda kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni,  Mustafa Kemal Atatürk genç kuşaklara emanet etti; O biliyor ve inanıyordu ki,
ancak “Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür kuşaklar”Cumhuriyetin gerçek koruyucularıdır…
Tarih bilincinden yoksun, aklı dogmaların cenderesindeki kuşaklar bırakınız
Laik Cumhuriyeti korumayı ve yüceltmeyi, körkütük düşmanı bile olurlar…
Nitekim bu örnekleri günümüzde esefle görüyoruz.

O halde bu mücadele, Karanlığa karşı Işığın savaşı, “aydınlanma savaşı” sonsuza dek sürecektir. Unutmayalım, karanlık zaten kendiliğinden vardır; özel bir çabaya gerek yok. Işık ise bir enerji kaynağının ürünüdür… Dolayısıyla  “Aydınlanma” kolay değil, enerji ister, emek ister, özveri ister.  Ve bu savaşta can veren Kubilaylar da olacaktır elbet… Şairin (AS: Nazım Hikmet) sorduğu gibi;

“Ben yanmasam, sen yanmasan, biz yanmasak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?”…

Sevgilerimle. æ

====================================

Dostlar,

Sn. Prof. Dr. D. Ali Ercan’ bu güzelim yazısı için teşekkür ediyoruz
Düşüncelerin katılarak yazısını paylaşıyoruz..

Sevgi ve saygıyla.
23.12.2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

RENNAN HOCAN’NIN SON DERSİNDEN BENİM ÇIKARDIĞIM DERS..

RENNAN HOCAN’NIN SON DERSİNDEN BENİM ÇIKARDIĞIM DERS..

Von: AHMET AVCI [mailto:ahmetavci3@gmail.com]
Gesendet: 27 Kasım 2014 Perşembe 13:40
An: undisclosed-recipients:
Betreff: RENNAN PEKÜNLÜ

son_ders_27.11.14

 

 

 

 

 

 

 

RENNAN HOCAN’NIN SON DERSİNDEN BENİM ÇIKARDIĞIM DERS..

Ege Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Esat Rennan Pekünlü;
Anayasamızın Açık hükmü nü uygulayarak,
TÜRBANLI bir öğrenciyi derse almamıştır…

Günümüzdeki hukuk garabeti ile Enünlü; “öğrenim hakkını engellemek” suçundan yargılanmış ve iki yıl bir ay hapis cezasına çarptırılmıştı…

Hukuksal süreç sonunda bu gün Hoca’nın infazı başlayacaktı…

Renan Hoca bugün cezaevine girmeden öğrencilerine ve yurtseverlere
bir ders daha vermek istedi…

Ben de izlemek için gittim… Doğrusu neler söyleyeceğini merak ediyordum…

Konu “EVREN VE EVRİM” idi…

Rennan Hoca’ya destek verenler salonu doldurmuştu,
oturanlar kadar da ayakta olanlar vardı…

Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Astronomi ve Uzay Bilimleri Öğretim Üyesi
Prof. Dr. Rennan Pekünlü, dersini vermek için kürsüye çıktı.

Rennan Pekünlü’nün kürsüye çıktığı sırada 

  • “Rennan Hoca yalnız değildir!” sloganları atıldı.

Sloganlar nedeniyle duygusal anlar yaşayan Rennan Hoca,
gözyaşlarına egemen olamadı.

Anlattıklarını dikkatle izledim ve dinledim…

Bir yandan da hoca bunları neden anlatıyor ki, diye düşündüm… 

Ve sonunda anladım… 

Hoca; EVREN VE EVRİM”İ anlatıyordu, ama sıradan bir insanın anlaması
olanaklı değildi anlatılanları…

Asıl söylemek istedikleri son bölümde idi…

EVREN VE EVRİM KONUSUNDA;
BİLİM ADAMLARI ARASINDA BİLE ANLAŞMAZLIK VARDI…

Yeni oluşumlar ve algılar ortaya çıkmış…

Bilim adamlarının bir bölümü; EVREN VE EVRİM KONUSUNDAKİ OLGU VE ALGILARI, DİNSEL KAYNAKLARLA AÇIKLAMAYA ÇALIŞIYORLARMIŞ…

Bu algı ve olguyu da yönlendiren; JOHN TEMPLETON VAKFI imiş…

Ve bu vakıf; kendi görüşleri doğrultusunda görüşler ortaya koyan
Bilim adamlarına; NOBEL ödülünden daha yüksek miktarda ödül dağıtıyormuş…

Konu anlaşılmıştı…

Gerçek Bilim Adamları için Engizisyon yalnızca içeride değilmiş… 

 ‘YANMAK; GÖKBİLİMCİLERİN YAZGISIDIR’

Prof. Dr. Pekünlü, hakkındaki hapis cezasıyla ilgili Ulusal Kanal’a gönderdiği iletisinde Nazım Hikmet’in sözlerini hatırlatmıştı. Rennan Pekünlü’nün mesajı şöyle:

  • “Yanmak, gökbilimcilerin yazgısıdır.
    Üzerinde çalıştıkları yıldızlar, gökadalar en soğuk olanından en sıcağına dek yanar; gözlemevleri yanar; iğrenç bir zorlamayla
    engizisyon önünde diz çöküp pişmanlığa davet edilirler, yürekleri yanar; kafaları kazınır zindanlara atılırlar, hem kendileri hem de yakınları yanar. Yazgısı yanmak üzerine çizilmiş olan gökbilimciler, bir anlamda üzerinde çalıştıkları cisimlerin yazgısını öykünürler. Ancak bu, bilinçli, kendini ‘tüketici’ bir öykünmedir. Çevresini aydınlatabilmek için kendisini tüketmesi gerektiğini üzerinde çalıştığı yıldızdan ve kendisine örnek olan ozanından, Nazım Hikmet’ten öğrenmiştir: Ben yanmasam, sen yanmasan, biz yanmasak,
    nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa??”

 Ahmet AVCI,
İzmir, 27 KASIM 2014

==============================================

Çoook teşekkürler değerli Ahmet Avcı..

Rennan hoca birkaç ay sonra serbest kalır..

Ama bu utanç verici eylemin özneleri tarih boyunca insanlığın laneti altında ezilirler..

Dayan Rennan hoca; bir-lik-te-yiz!

Sevgi ve saygı ile.
27 Kasım 2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net