Etiket arşivi: Nazım Hikmet

99. YILINDA 30 AĞUSTOS’un, 9 EYLÜL 1922’nin GÜNCEL ANLAMI

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net          profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter  @profsaltik

Falih Rıfkı Atay 30 Ağustos utkusu (zaferi) için şunları yazdı :

  • Nemiz varsa, eğer bağımsız bir devlet kurmuşsak, hür vatandaşlar olmuşsak, şerefli insanlar gibi dolaşıyorsak, yurdumuzu Batının pençesinden; vicdanımızı ve düşüncemizi Doğunun pençesinden kurtarmışsak, şu denizlere bizim diye bakıyor, bu topraklarda ana bağrının sıcaklığını duyuyorsak, belki nefes alıyorsak, hepsini, her şeyi 30 Ağustos zaferine borçluyuz.

Giriş                                        :

  • “Onlar (Yunanlar) zafer ve megalo idea için dövüştüler. Fakat Türkler ocaklarını ve yurtlarını korumak için savaştılar.” (A. H. Lybeyer, “Türk’ün Ateşle İmtihanı” Halide Edip Adıvar, Atlas Kitabevi, İst., 1994, syf. 177)

Osmanlı’nın Milli Savunma Bakanı (Harbiye Nazırı) Enver Paşa ve arkadaşlarının son derece yanlış, serüvenci politik kararları ile 1. Dünya Savaşı’na Almanların yanında giren (1914) Osmanlı Devleti, bağlaşığı (müttefiki) Almanya’nın yenilmesiyle; Mustafa Kemal Paşa öncülüğünde Çanakkale gibi kimi savaşlarda ciddi askeri başarılarına karşın yenik sayılmış, ateşkes (mütareke, silah bırakışması) istemek zorunda kalmıştı. Mondros Ateşkes Anlaşması’nın (Mütarekesi’nin)  kurallarını çiğneyen Batı’lı işgalciler, Megalo İdea veya Büyük İyonya düşleri ile kışkırttıkları Yunan komşumuzu silahlandırarak (silah satarak!) Batı Anadolu’ya sürmüşler ve 15 Mayıs 1919’da İzmir işgal edilmişti.

Son Osmanlı Padişahı 6. Mehmet Vahidettin tarafından kabul edilen önce 30 Ekim 1918 Mondros Ateşkesi (Mütarekesi), sonra da 10 Ağustos 1920’de bağıtlanan Sevr Andlaşması ile, Osmanlı İmparatorluğu’ndan geriye kalan en az bin yıllık anavatan toprakları Anadolu da Batılı emperyalistlerce hızla işgal edilmiştir!

Mütareke İstanbul’u Çaresiz / İşbirlikçi!

Mondros Ateşkesi sonrası İstanbul’da ülkenin kurtuluşu için büyük çabalar harcayan Mustafa Kemal Paşa, çıkış yolu bulamayınca, koşulların hızla parçalanmaya (Sevr’e!) gittiğini engin sezgisiyle kavramıştı. Bu bağlamda, kurtuluş Anadolu’daydı.. Anadolu halkına gidip işgali, yurdun parçalanışını, Saltanatın ise çaresizliğini ve hatta ihanetini anlatmalıydı. İzmir’in işgali, Anadolu halkı için çok ciddi bir uyarıcı olmuştu. Kemal Paşa, Anadolu halkına haklı olarak öylesine güveniyordu ki; 16 Mayıs 1919’da Bandırma Vapuru ile İstanbul Boğazı’ndan hareket ederken, hem İstanbul’daki İngiliz ve Fransız donanmasını, hem de İzmir işgalcisi Yunanları adresleyerek,

Geldikleri gibi giderler..” diyordu.

Son Padişah Vahdettin, İstanbul’da “İngiliz Sevenler Derneği” ne üye olacak denli aymazlık, sapkınlık ve ihanet içindeydi. Yunan işgaline karşı savaşmak memleketin hayrına değildi, Vahdettin’in fermanlarına göre.. Mustafa Kemal Paşa öncülüğündeki Kuvvayı Milliyeci’lere katılmak suçtu, isyandı.. Hatta Şeyh-ül İslam efendiye (!?) göre işgalci Yunan ordusu Halife ordusu idi!!??

Mustafa Kemal Paşa, 3 gün süren çok tehlikeli bir deniz yolculuğunun ardından 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak basarak Kurtuluş Savaşı’nı örgütlemeye koyulmuştu. Bu arada Mondros Ateşkesi çiğnenerek ülke işgal ediliyor, ordu dağıtılıyor (terhis ediliyor), silahlarına el konuyordu. Kemal Paşa, 22 Haziran 1919’da Amasya Genelgesi’ni yayınlayarak;

1. Ülkenin bütünlüğü ve ulusun geleceği tehdit altındadır.
2. Bu durumdan kurtuluş ancak Ulusun azim ve kararlılığı ile olanaklı olacaktır .. diyordu.

Bu amaçla Erzurum Kongresi’ne girerken (23 Temmuz 1919), Padişah Vahidettin Kemal Paşa’yı idama mahkum etmiş, Kemal Paşa da bütün askeri görevlerini, Paşa ve Ordu Denetçisi (Müfettişi) sanını (unvanını) bırakarak istifa etmişti (8 Temmuz 1919). Erzurum Kongresi’ne katılan bir avuç yurtseverin huzuruna, güçlükle bulunan bir sivil elbise ile çıkmış ve şöyle demişti :

Sine-i millette, ferd-i mücahidim.. (Ulusun bağrında tek başına bir savaşçıyım..)

Kurtuluş Savaşı Örgütleniyor

Erzurum Kongresi’ni Sivas Kongresi ve çok sayıda yerel kurtuluş kongreleri izler..
Mustafa Kemal Paşa’ya göre, “.. bu Ulus, tutsak olmaktansa ölsün, daha iyidir..” Anadolu halkı da aynı kanıdadır. İnanılmaz bir savaşıma (mücadeleye), örgütlenmeye girişilir. Anadolu’da bir “Kutsal İsyan” başlatılmıştır, Hasan İzzettin Dinamo‘ya göre.. ve yine aynı saygın yazarın ciltlerce yazdığı üzere Kutsal Barış‘a da uzanılacaktır sonunda…

Ankara’ya dönülür Kongreler sonrası 27 Aralık 1919’da…

İnsanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir ulusal direniş destanı yazılmaktadır. Akıllara durgunluk veren bir girişimle, 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi açılır. Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nı işgalci İngilizlerin basarak kapatmasından (16 Mart 1920) 40 gün bile geçmemiştir, zamanlama çok ustacadır. Bu arada Anadolu’da, işgalcilere karşı yerel savaşlarla ilerleyen yaygın bir karşı koyuş yaşanmaktadır.

10 Ocak 1921’de, Albay İsmet Bey, 1. İnönü Utkusu’nu (Zaferi’ni) kazandı Yunan ordusu karşısında..

24 Ocak 1921’de, BMM, Anayasa (Teşkilat-ı Esasiye Kanunu) çıkardı! (1924, 1961 ve 1982’de de yenilendi..) Kurtuluş Savaşı bile Hukuk içinde yapılacaktı Meclis öncülüğünde. İlk BMM, İngilizlerin basarak dağıttığı Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın da işlevini üstlenmişti adeta..

1 Nisan 1921’de, General İsmet Paşa, 2. İnönü Utkusu’nu (Zaferi’ni) kazanır Yunan ordusu karşısında..

Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda bu utku, Mustafa Kemal Paşa’nın çok yerinde anlatımıyla,
“Milletin maküs talihini” (aksi giden talihini) de yenen bir utku olmuştu. Batı (Garp) Cephesi Komutanı İsmet Paşa’ya gönderdiği kutlama telgrafında aynen böyle diyordu Mustafa Kemal Paşa büyük bir değerbilirlikle :

  • Garp Cephesi Komutanı İsmet Paşa Hazretlerine!
    Siz orada yalnız düşmanı yenmekle kalmadınız, ulusun aksi giden talihini de çevirdiniz..”

Olağanüstü zor koşullarda, bin bir yoklukla, işgal altında, boynunda Padişah’ın idam fermanıyla,
Yunan uçaklarından atılan fetvalarla halkın Yunan işgaline direnmemesi, Kemal Paşa yandaşı Kuvvacıların cezalandırılacağı.. duyurularının baskısıyla.. Anadolu halkı direniyor, “Çılgın Türkler” teslim olmuyordu.. (Turgut Özakman’ın aynı adlı kitabı..)

Kurtuluş Savaşı için, işgale son vermek ve Sevr’i yırtarak anayurdu bağımsızlığına eriştirmek için hummalı bir hazırlık da sürdürülüyordu bir yandan.. 5 Ağustos 1921’de BMM, Mustafa Kemal Paşa’ya Başkomutanlık görevini verdi. 23 Ağustos 1921’de Mustafa Kemal Paşa, 22 gün 22 gece süren Sakarya Meydan Savaşı’nı başlattı. 13 Eylül 1921’de Mustafa Kemal Paşa Sakarya Zaferi’ni kazandı. Polatlı’ya dek gelen İngiliz emperyalizminin maşası Yunan ordusu Sakarya’nın batısına sürüldü.

19 Eylül 1921’de Mustafa Kemal Paşa’ya BMM tarafından, Sakarya Zaferini kazanması nedeniyle Mareşallik rütbesi ve Gazi sanı (unvanı) verildi.

“Büyük Taaruz”a Hazırlık :

İzmir ve Batı Anadolu, İstanbul.. Sakarya Utkusu’na (Zafer’ine) karşın hâlâ işgal altındaydı. İşgalci Yunan birlikleri Ege’de olmadık zulümleri işliyorlardı. Toplu öldürmeler, yakıp yıkmalar, sürgünler, ırza tecavüzler, hasta askerlerinin battaniyelerini halka dağıtarak frengi (sifiliz), çiçek vb. bulaşıcı hastalıkları halka yayan biyolojik savaş vd. (Yılmaz Özdil, Son Cür’et)

Büyük bir gizlilik ve diplomatik ustalıkla, gözlerden kaçırılarak, Sakarya Utkusu’nun ardından moral kazanan ulus, topyekun bir seferberlikle son saldırıya hazırlanıyordu; eşsiz komutan Mareşal Mustafa Kemal öncülüğünde.. Anadolu’nun “kılıç artığı” halkı, nesi var nesi yok, ulusal ordu için ölçüsüz bir özveri içindeydi. Batılı emperyalistler, Anadolu’da kalan halka, “Kılıç artığı” diyorlardı.. Yıllardır “doğraya doğraya” bitiremedikleri, gençlerini-subaylarını yitirmiş, kadın-yaşlı-çocuk ve hastalıklarla boğuşan yoksul, çaresiz Anadolu halkına.

İnebolu’dan geceleri kağnılar sabahlara dek silah ve cephane taşıyordu.. Kadınlar, çocuklar ilkel işliklerde (atelye) cephane üretiyorlardı narin elleri ve parmaklarıyla geceler boyu.. Top mermilerini bile yontuyorlardı namluya girsin diye! Büyük ulusal ozan Cahit Külebi’nin şiirlerinde inanılmaz ustalık ve duyarlıkla aktardığı üzere; hasta, bakımsız, cılız öküzler koşukta öldüğünde, kendilerini koşuyorlardı kağnı arabasına kadınlarımız!..

Elif kadın, gecenin ayazında top mermileri kağnıda ıslanmasın diye bebesinin örtüsünü cephanelerin üstüne kaydırıyor ve bir süre sonra bebeğinin donduğuna tanık oluyordu! 7 düvelin üstüne çullandığı ve yalnızca savaşta yenik saydığı bir ulusa anayurdunu parçalayarak Sevr
Andlaşması’ını dayatmakla yetinmeyip; Ulusu tarih sahnesinden de silmeyi yüzyıllardır tasarladığı bir tarihsel yok ediş, SOYKIRIM süreci (NUTUK’taki betimleme) yaşanıyordu Anadolu’da..

Sevr Andlaşması, “..Batılıların yüzyıllardan beri tasarladıkları bir suikast planı..” idi Kemal Paşa’ya göre. SÖYLEV’inde (NUTUK), Lozan ve Sevr’i karşılaştırırken bu acı değerlendirmenin altını çiziyor, tarihe not düşüyordu..

Doğu cephesinden silah ve cephane trenle Batı cephesine taşınırken, makinistlerin ensesinde silah dayalı idi; çünkü Türk makinist yok idi treni yürütecek!. Türkler salt asker ve çiftçi idi Osmanlı’nın zalım düzeninde.

Büyük Taarruz ve Sonuçları

Büyük Taarruz’un başlatıldığı 25/26 Ağustos 1922 gecesi, Yunan Orduları komutanı General Trikupis, İzmir’de kuştüyü yastıklarda sabahlarken; Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa, 1874 m yükseltili (rakımlı) Kocatepe’de Mehmetçik’le omuz omuzadır. Tıpkı Mehmetçik gibi, kaputunu üstüne çekerek, haşin ayazda öylece sabahlar.

26 Ağustos 1922’de Gazi Mustafa Kemal Paşa, Afyon Kocatepe’de, sabah 04.30’da Büyük Taarruzu başlattı. Bütün seferberlik çabalarına karşın, Batı emperyalizminin donattığı Yunan ordusu ile ordumuzun donanımı pek çok bakımdan denk değildi. Azim ve özveri, ölçüsüz yurt sevgisi ve Kemal Paşa’nın üstün komutanlık yetenekleriyle, aleyhimize olan fark kapatılacaktı.. Lybeyer’in yerinde aktarımı ile, yazımızın Giriş bölümünde de verdiğimiz üzere;

  • “ Onlar (Yunanlılar) zafer ve megalo idea için dövüştüler. Fakat Türkler ocaklarını ve yurtlarını korumak için savaştılar.”

26 Ağustos tarihi rastlantısal değildi. Büyük Selçuklu Hükümdarı Alpaslan’ın Bizans İmparatoru Romen Diyojen’i Muş / Malazgirt ovasında yenerek Anadolu’yu Türk yurdu yapma başlangıç günü idi. Ne yazık ki Osmanlı bu yurdu da düşmana bırakmıştı Sevr Andlaşmasını onaylayarak. İşte anavatan toprakları kurtarılacaktı 851 yıl sonra 1 kez daha!

Gerçek bir ölüm-kalım savaşı yaşanıyordu.. Çiğiltepe’yi, Başkomutan’a verdiği söz üzerine yarım saat içinde düşüremeyen Albay Reşat Bey, onuruna yediremeyerek beylik silahı ile canına kıyıyordu. Oysa 2 dakika sonra tepe Yunan’dan alınıyordu! İlk saldırıda, Yunan ordusunun elindeki tahkimli mevziler ele geçirildi ve 27 Ağustos’ta Afyon işgalden kurtarıldı. Yenik düşman, 27 Ağustos gecesi İzmir’e çekilmek istedi. Fakat, Fahrettin Altay Paşa komutasındaki süvariler düşmanın gerilerine sarkarak, çekilme yollarını kesmişti. 30 Ağustos günü, beş Yunan tümeni Dumlupınar’ın kuzeyinde kuşatılarak yok edildi. Bu kuşatmadan kurtulmayı başaran General Trikupis, 2 Eylül günü Uşak dolayında yakalandı. Süvarilerimiz düşmanın haberleşme olanaklarını ve demiryolu bağını kesmişti. Bu nedenle Trikupis, Hacı Anesti’nin görevden alınarak kendisinin “Küçük Asya Ordusu” Başkomutanlığına atandığını, tutsak düştüğü birliğin Türk komutanından öğrendi.

General Trikupis, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın huzuruna getirildi, kılıcı alınmadı. Başkomutan Mareşal Mustafa Kemal Paşa tutsaklara yer gösterip, kahve ısmarladı ve sonra; “Nasıl oldu, anlatın?” diyerek, düşman tarafında yaşananları sorguladı… General Trikupis, Büyük Taarruzun başladığı gece Afyon’da bir baloda eğlendiklerini; bir ucu Kütahya’da, öbür ucu Afyon’daki Türk saldırısının Yunan mevzilerini hızla ezip geçtiğini; sele kapılmış gibi Murat Dağı eteklerine sürüklendiklerini ve Kızıltaş Deresi yamaçlarında kapana kıstırıldıklarını, bütün çıplaklığı ile anlattı. Bundan sonrasını doğrudan General Trikupis’ten aktaralım :

“Durumu anlamaya, telgraf hatlarımızı kullanmaya ve Atina’daki Başkomutanımızla bağlantı kurmaya bile zaman bulamadık. 30 Ağustos gününe dek, toplarımızı az çok kullanarak, geri çekiliyorduk. Fakat, sırtımızı o yamaca (Kızlıtaş yamaçlarına) dayadıktan sonra, kıpırdamaya bile gücümüz kalmadı. Öğleden sonra, topçumuzu da kullanamaz duruma düştük. Ancak tüfeklerimizi kullanabiliyorduk. Bir an geldi ki, tüfeklerimizi bile ateşleyemeyecek biçimde, bir darlığa sıkıştırıldık. İşte o zaman, süngüleriniz parıldamaya başladı. Arkamız, önümüz, her yanımız süngü. Artık, sonumuz gelmişti. Atımı bile bulamadım. Ormanların içinde, yaya olarak yollara düştüm.”

Tutsak Yunan Generali, bozgunu böylece anlattıktan sonra, Gazi’ye sorar:

“Peki, siz bu savaşı nereden yönetiyordunuz?”

Mareşal Mustafa Kemal yanıt verir:

  • İşte, tam o süngülerin parladığı yerden!” (Şahap Osman Aras’tan..)

Tutsak Yunan Generali Trikupis şaşırır, müthiş bir heyecana kapılır ve saygı ile doğrulur;

“Savaş böyle kazanılır.” der. “Yoksa, yüzlerce kilometre uzaklıktaki bir yattan, harita üzerinde pergelle ölçüp biçerek, savaş yönetilmez..”

30 Ağustos 1922’de Gazi Mustafa Kemal Paşa Dumlupınar’da Başkomutan Meydan Savaşı’nı kazandı.. Başkomutan şu tarihsel buyruğu verdi :

  • Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!(Günümüz Ege denizini kastederek..)

Yengin (muzaffer) Ordu, Batı emperyalizminin maşası işgalci Yunan ordusunu İzmir’e dek 10 gün kovaladı! Kaçarken bile yolları, köprüleri, demiryollarını harap ettiler; evleri, köyleri, hayvanları, ormanları yaktılar.. Tarayıp öldürdükleri hayvan sürülerini su kuyularına doldurdular! Bunca kin – nefret – düşmanlık nasıl açıklanabilir? Osmanlı’nın çok övündüğü fetih ve vali atayarak vergiye bağlama ve yönetme geleneği (haydi küstahlığı demeyelim) nedeniyle yüzlerce yıl bağımsızlık ateşiyle tutuşan Yunan halkının intikamı mı acaba?!
…….
9 Eylül 1922 günü İzmir’de sevinç gözyaşları sel oldu. 16 Mayıs 1919’dan başlayarak 3,5 yıla yakın işgal, kan, zulüm altında inleyen Ege’nin incisi, özgürlüğüne kavuşmuştu. İşgalde Yunan’a ilk kurşunu sıkan ve oracıkta şehit edilen Gazeteci Hasan Tahsin’in ruhu şad edilmişti.
10 Eylül 1922’de Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa İzmir’e girdi. Hükümet konağına gelişinde ayaklarına Yunan bayrağı serilmişti..

  • Bayrak bir ulusun onurudur, kaldırın..” dedi ve insanlığa bir ders daha verdi.

Mondros (Silah Bırakışması) Mütarekesi, Sevr yırtıldı.. İşgalciler İstanbul’u ve Anadolu’yu zaman içinde terk ettiler.. Önceki yıl (2019) 30 Ağustos kutlamalarında toplu taşımanın ücretsiz olması önerisini, AKP’li Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Alinur Aktaş, “30 Ağustos, halkın tamamını ilgilendiren bir bayram değil” diyerek sıkılmadan geri çevirmişti! Oysa 8 Temmuz 1920’den beri 2 yılı aşkın süredir Yunan işgali altında inleyen Bursa, 9 Eylül 1922’de Yunan ordusunu denize döken ordumuzun kuzeye yönelmesi ile 2 gün sonra 11 Eylül 1922’de işgalden kurtarılmıştı. Bu cehalet ya da kasıt, adı geçen kişiyi yerin dibine sokar mı acaba? AKP’ye ve bu kişiye oy veren iyiniyetli yurttaşlarımızın bilgisine özellikle sunmak isteriz bu utanç tablosunu.
***
1 Kasım 1922’de Saltanat (Padişahlık) kaldırıldı. Padişah 16 gün sonra İngilizlere sığınarak Malaya Zırhlısı ile kaçtı.. Mustafa Kemal Paşa Osmanlı hanedanının kanını dökmedi, yurt dışına sürgün edildiler. Zaten Türk / Atatürk Devrimi yeryüzünün en kansız devrilerinin başında gelir.
20 Kasım 1922’de Lozan barış görüşmeleri başladı ve çok zorlu bir süreç sonunda (2 ay kesintiyle 8 aya yakın) Türkiye, 24 Temmuz 1923’te, Misak-ı Milli sınırlarının uluslararası tapusunu aldı, uluslararası hukukça egemen bir devlet olarak tanındı. Lozan tabumuzdur!

  • 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edildi!

Ozanlar ozanı koca Nazım Hikmet, Kurtuluş Savaşı Destanı’nı yazdı :

Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki, şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birdenbire beş adım sağında O’nu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saati sordu.
Paşalar : «Üç’ dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar,
eğildi, durdu.
Bıraksalar
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe’den Afyon Ovası’na atlayacaktı…

Yengin (muzaffer) Başkomutan Mareşal Gazi Mustafa Kemal Paşa tarihe şu notları düştü 2 yıl sonra:

“…. 30 Ağustos Zaferi, Türk Tarihi’nin en önemli dönüm noktasıdır. Ulusal tarihimiz çok büyük, parlak zaferlerle doludur, ama Türk Ulusunun burada kazandığı zafer kadar kesin sonuçlu, yalnız bizim tarihimize değil, dünya tarihine yeni bir akım vermekte kesin etkili bir meydan savaşı hatırlamıyorum. Besbelli ki yeni Türk Devleti’nin, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli burada sağlamlaştırıldı, ölümsüz yaşayışı burada taçlandırıldı. Bu alanda akan Türk kanları, bu göklerde uçuşan şehit ruhları, devletimizin, cumhuriyetimizin ölümsüz koruyucularıdır …”

 “ .. Gençler! Geleceğe güvenimizi güçlendiren ve sürdüren sizsiniz. Siz, almakta olduğunuz eğitimle, bilgi ile, insanlıkta üstünlüğün, yurt sevgisinin, düşünce özgürlüğünün en değerli örneği olacaksınız. Ey yükselen yeni kuşak! Cumhuriyeti biz kurduk, O’nu yükseltecek ve yaşatacak sizlersiniz.. ”

Yukarıdaki sözler, Yüce Önder ATATÜRK’ün 30 Ağustos 1922’de kazanılan olağanüstü utkunun 2. yıldönümünde (1924) Dumlupınar’da yaptığı konuşmadan alındı. Bu görkemli konuşmanın üzerinden 97 yıl geçti. Ulusal Kurtuluş Savaşımızın dönüm noktası olan böylesi bir günde; aradan geçen 99 yıl, Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ü doğrulayan bir siyasal tarih laboratuvarı oldu. Nice devletler yıkıldı, nice devlet başkanlarının yontuları (heykelleri), hatta cesetleri yerlerde sürüklendi eli kanlı emperyalistlerce.

Ama Türk Devrimi tüm görkemiyle, son 19 yıldır AKP eliyle vefasızca, tarih bilincinden derin yoksunlukla, gaddarca, hatta düşmanca… epey yara almış olsa da, her şeye karşın ayakta, dimdik.. Bu karşıdevrim ayracı da kapatılacak elbette!

Pakistan Devlet Başkanı M. Ali Cinnah’ın 30 Ağustos utkusunun ardından Londra’da dile getirdikleri çok düşündürücü ve öğreticidir :

 “ .. Ne biz ne de her kıtada yaşamakta olan tutsak ve mazlum ulusları bundan sonra tutamayacaksınız. Mustafa Kemal ve Türkler ki, kendileri için hazırlanan tabutu yayılmacıların başına geçirmişlerdir; şimdi Dünyada başlarına tabutlar geçirilecek başkaları da benzer sonuçlara hazırlanmalıdırlar.” (11.09.1922, Londra)

Hindistan Devlet Başkanı Mahatma Ghandi’nin de 08.09.1922’de düzenlediği basın toplantısında, bağımsızlık ve özgürlük ateşini harlayan sözleri, tarihe ulusça övünmemiz gereken notlar düşüyor :

 “ Türkiye Orduları bir devir kapatmıştır. Şimdi mazlum ve tutsak devletler ve uluslar artık vazgeçilmez bir reçeteye sahiptirler. Mustafa Kemal’in utkusu, Dünya için özgürlük ve bağımsızlık sancağıdır.” Ve “Mustafa Kemal İngilizleri yenene kadar Tanrı’yı da İngiliz’in yanında zannediyordum.”

Sonuç                                                 :

Mustafa Kemal Paşa, 04 Ekim 1922’de TBMM’de Büyük Taarruz’u anlattığı konuşmasında, bir yıl önce Başkomutan atanırken söz verdiği gibi “Yunan Ordusunun harimi ismetimizde tamamen boğulduğunu” açıkladı. 1922 Büyük Taarruzu 30 Ağustos utkusu ise Türklerin Anadolu’da yeniden tutunmalarını sağladı.

Emperyalizmin sömürgeleri, Türk Ulusunun, UNESCO’nun 1979 kararıyla da onaylandığı üzere yeryüzünün ilk ve tek anti-emperyalist bağımsızlık savaşını başarmış olmasından cesaret alarak tutsaklığa başkaldırıyor ve Atatürk’ün savaşım yöntemini örnek alarak başarılı oluyorlar. Bu görkemli tarihsel dönüşüm ve başarının uluslararası tarihsel kıvancı, Yüce Atatürk’ün önderliğindeki Ulusumuzundur. Bu yüzdendir ki, hazımsız ve kinci, sömürgen emperyalizmin ülkemizle görülecek büyük hesabı vardır!

Geleceği, bize Yüce Atatürk’ün kutsal emaneti Türkiye Cumhuriyeti’nin parlak geleceğini, Cumhuriyet ordusunun aydınlık beyinli, yiğit yürekli ve yurtsever subayları ile biz Kemalist aydınlar el ele Ulusumuza öncülük ederek, “tüm ulusçu ve cumhuriyetçi güçleri bir araya getirerek” kuracağız.

Bu duygularla, 99 yıl sonra bir kez daha, ulusumuzun ve Ordumuzun 30 Ağustos Zafer Bayramı’nı ve 9 Eylül’ü kutluyoruz!

Yüce Atatürk’ün ulusumuza kutsal emaneti Cumhuriyeti, 1982 Anayasası’nın 2. maddesinde belirlenen temel özelliklerini –ulusal dayanışma ve adalet anlayışı içinde,

– insan haklarına saygılı,
– Atatürk ulusalcılığına bağlı,
– Başlangıçta (Anayasanın) belirtilen temel ilkelere dayanan,
– demokratik,
– lâik ve
– sosyal bir
– hukuk Devleti

koruyup daha da geliştirerek özgür ve tam bağımsız olarak sonsuza dek yaşatacağımızdan hiç kimsenin kuşkusu olmasın!

Bu arada 1 Eylül’ler, Dünyamıza barış getirsin.. Büyük asker Atatürk’ümüzün dileği, özlemi de buydu :

  • YURTTA BARIŞ, DÜNYADA BARIŞ!

Hemen ve sürekli, adil, onurlu, kalıcı barış istiyoruz tüm dünyada ve yurdumuzda! Savaşı, Önderimiz gibi, “ulusun yaşamı tehlikeye düşmedikçe cinayet” sayıyoruz!
Yaşadığımız kimi sıkıntılar geçici.. Binlerce yıllık ulusal tarihimizde elbette yer yer zor dönemler olabilir. Ancak Türk Ulusunun, kendisinin geleceğine kastetmeye niyetli tüm güçleri kahredecek gücü, birikimi, önderi ve kararlılığı, deneyimi hep oldu. Bunlara bugün, dünden daha çok sahip olduğumuzdan kesinlikle kuşku duyulmamalıdır.

Ama herhalde bu; AB’si ile, Gümrük Birliği ile NAFTA, APEC, IMF, DB, DTÖ, Bilderberg, TLC, CFR, BM’siyle… KüreselleşTİRme masalları ardına saklanan “yeni emperyalizm” ile; dinci – Batı işbirlikçisi / maşası iktidarlar ile asla değil!

Örgütlü ve uyanık olarak, akıl ve bilimle, günün değişen tehditleri ve fırsatları hızla ve doğru algılanarak, Cumhuriyetimiz sonsuza dek özgür ve tam bağımsız olarak yaşatılacaktır. Bizim adlandırmamızla “Post-modern”, Genelkurmay Başkanı merhum Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın nitelemesiyle “karanlık savaşlar“ın hedef ve yöntemlerinin ayırdında olarak..

Şu sözler, Atatürk’ten günümüze sağlam reçeteler olarak tarihsel bilincimizde yankı buluyor (4 Ekim 1922) :

 “ Arkadaşlar! Ulusumuz, tek bir insan gibi gösterdiği sarsılmaz birlik ve çaba sayesinde bu başarıyı hazırlamıştır. Ulusumuzun barış işlerinde de barıştan sonraki işlerde de aynı himmet ve çaba içinde, aynı birliği göstererek bu utkuyu tamamlayacağından kuşkum yoktur. ” (Söylev ve Demeçler syf. 247)

Türk halkı, Ata’sının uyarısının farkındadır ve gereğini dün olduğu gibi bugün de yarın da şaşmaz sağduyusu ve tarih bilinci ile, vefa ile yerine getirmesini bilecektir. Çağımızda küreselleşen emperyalizmin ve işbirlikçisi iktidarların da ayırdındadır. Sevgin (Aziz) şehit ve gazilerimizin kutsal anılarına ancak böyle hürmet edebileceğimizin, yaraşır (layık) olabileceğimizin ayırdındayız. Onları sonsuz bir şükran, minnet ve özlemle anıyoruz. Bağımsızlık, özgürlük, Vatan uğrunda canlarını veren tüm şehitlerimizin, Yüce Önderimizin hatıraları önünde bağlılık ve saygıyla eğiliyoruz. Atalarımız, ulusun-vatanın namusu için çoluk-çocuk demeden boşuna ölmediler, rahat uyusunlar.

AKP iktidarını; Cumhuriyet’i var eden değerlerle ve kutsallarımızla uğraşmayı bırakarak, gaflet, dalalet hatta hıyanetten sıyrılarak ülkesi ve ulusu ile bölünmez bütünlüğümüze bağlı ve saygılı kalmaya çalışıyoruz. Anayasanın ilk 3 maddesi kesin ve net kırmızı çizgilerimizdir. Anayasaya sadakat borcu yemini etmişlerdir TBMM’de; ahde vefa boyunlarının borcudur. Son Türk Devleti asla kurda – kuşa yem edilmeyecektir, elbette gerekirse bu zihniyete karşı da! Bu ulusal kararlılığımız hiç akıldan çıkarılmamalıdır.

30 Ağustos 1922 Utkusu, 1 Eylül Dünya Barış Günü (1945’te 1. Dünya Savaşı’nın bitimi nedeniyle) ve İzmir’in kurtuluşu 9 Eylül 1922 Yurdumuza, Ulusumuza ve tüm insanlığa kutlu, mutlu ve ders olsun dileriz.

Aşağıdaki yazımıza da bakılmasını öneririz..

Söyleşi : 26 Ağustos – 9 Eylül 1922 Döneminin Yakın Tarihimizdeki Yeri..

Sevgi ve saygı ile. 30 Ağustos 2021 

Not : Bu arada, 17 Ağustos 1999 depreminde yitirdiğimiz “resmen” 20 bin dolayında insanımızın acıları da yüreğimizde. Onları da özlemle anıyoruz.. Gerekli dersleri çıkararak, bundan böyle deprem vb. doğa olaylarına hazırlıklı olmamız zorunluğu çok açık ki, afetlere dönüşmesinler..

Orman

Örsan K. ÖymenÖrsan K. Öymen
02 Ağustos 2021, Cumhuriyet

 

Şair Nâzım Hikmet“Davet” adlı şiirinde şöyle yazar:

Dörtnala gelip Uzak Asya’dan
Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket, bizim.
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benzeyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim.
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
bu davet bizim…
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim…

Özgürlüğün ağaç, kardeşliğin orman ile anlatıldığı bu şiirde vurgulanan, insanın insana kulluğu sona ermediği için, dünyada ve Türkiye’de çevre ve doğa sorunları da son bulmamaktadır.

Kapitalizm adı verilen, insan ve doğa düşmanı ahlaksız düzenin, para ve kâr hırsı nedeniyle, doğanın dengesi yıkılmakta; dereler, nehirler, göller, denizler, topraklar, hava ve atmosfer kirlenmekte; karbon dioksit ve metan gazı üreten atıkların, kömür, petrol, doğalgaz gibi fosil yakıtların kullanımının neden olduğu küresel ısınmayla, orman yangınları da yaygınlaşmaktadır.
***
Kapitalizmin bir sonucu olarak gelişen ulaşım ve yapılaşma teknolojisiyle birlikte, insanların doğanın neredeyse tüm alanlarını kuşatması da bu süreci tetiklemektedir. Özellikle son yüzyılda yapılan yollar, yapılaşmalar, binalar ve kurulan yerleşim birimleri, binlerce yıl ulaşılmaz olan doğanın birçok bölgesini, insan tarafından ulaşılabilir hale getirmiştir.

İnsan, potansiyellik özelliğine sahip bir varlık olduğu için ve bu nedenle iyiye de kötüye de evrilebildiği için, insanın ulaştığı her yerde, canlılara, hayvanlara, doğaya bir zararın verilmesi olasılığı yüksektir. Bu nedenle doğanın her alanının insana ulaşılabilir kılınması, başlı başına bir ekolojik sorundur.

Bu ekolojik sorunun temel nedenlerinden bir tanesi, insan tarafından kurulan kapitalist düzendir.

  • Kapitalizm sorunu çözülmeden ekoloji sorunu çözülemez.

Çünkü insanı ahlaksızlaştıran, erdemsizleştiren, her şeyi para, kâr ve sermaye sınıfının zenginleşmesi ölçütüyle değerlendiren, böylece insanı, canlıları ve doğayı koruma altına alan değerleri yok eden kapitalizmdir. 19. yüzyıldaki sanayi devrimiyle birlikte ortaya çıkan kapitalizm, günümüzde halen geçerli olan düzendir. Feodalizm ve kölelik gibi 19. yüzyıldan önce var olan sömürü düzenlerinde, insan zarar görmüş olsa da doğa ve doğadaki canlılar bu kadar zarar görmemişti.
***
Özel sektörün ve kapitalizmin temsilcisi konumundaki devletlerin, doğa felaketlerini önlemeye yönelik yatırım yapmamaları, bu yatırımları kâr getirmeyen yatırımlar olarak görmeleri, bu alana yapılan yatırımları, sermaye sınıfının kasasını doldurmayan ölü yatırımlar olarak görmeleri nedeniyle, ekolojik facialar önlenememektedir. Türkiye’de ve dünyanın birçok ülkesinde ortaya çıkan orman yangınları da bu çerçevede değerlendirilmelidir.

Olası yangınlara karşı ormanların korunması için gerekli yatırımlar zamanında yapılsaydı, Tarım ve Orman Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve ilgili diğer bakanlıklar ve kurumlar, koordineli (AS: eşgüdümlü) bir biçimde gerekli önlemleri alsalardı, bu yangınlar çıksa bile yayılmaları ve ortaya çıkan zararlar büyük ölçüde önlenebilirdi.

Türkiye’nin, söz konusu yangınların söndürülmesinde etkili bir rol oynayan yangın söndürme uçaklarına yeterli bir sayıda sahip olmaması bile hükümetlerin önceliklerinin neler olduğunu ortaya koymaktadır.

Kapitalist paradigma içinde, bu soruna kalıcı ve küresel bir çözüm bulunamasa da Türkiye’de bu soruna geçici ve yerel bir çözüm de bulunabilirdi. Örneğin “Cumhurbaşkanlığı”nın ve “Diyanet İşleri Başkanlığı”nın yıllık bütçesinden %10 oranında bir kısıntı yapılsaydı ve devletin ihalelerini tekeli altına alan beş şirket kâr oranlarından %10 oranında feragat etselerdi, günlerdir yaşanan orman yangınları, yayılmadan, 24 saat içinde kontrol (AS: denetim) altına alınırdı.

Ama öncelikle ağacı sevmek gerekir. Ağacı sevmeyenlerin, ormanı sevmesini beklemek, boş bir çabadır.

ÇOĞULCU DEMOKRASİLER ve KAYNAŞIK = ENTEGRE KÜLTÜRLER ÜZERİNE KISA NOTLAR… ASİMİLASYON MU ENTEGRASYON MU?

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı
13 Temmuz 2021

Eskiler, bir toplumsal yapıdaki ırklara, dillere, inançlara, törelere, dinlere, mezheplere… dayalı farklı etnik (AS: etnisite) ve azınlıkları, baskıya, zora… cebir ve şiddete başvurmadan, sevgi, barış, kardeşlik ve hoşgörü içinde toplumun ana kitlesi ile uyumlu olarak bir arda tutmayı sağlayabilme politikasını farklılıklar içinde birlik (kesretten vahdet) olarak tanımlamışlardı. Bunun tersi olarak da, aynı devlet ve aynı toplumsal yapıda yaşayan ceşitli ırklar, diller, inançlar, töreler, dinler… ve mezheplerle ilgili farklılıkları da ülke ve toplumun bütünlüğünü bozmadan özgürce bir arada yaşatma, yani birlik içinde farklılıkları bir arada tutabilme (vahdetten kesret) politika anlayışı olarak benimsemişlerdi.

Hem birlik içinde çoğulculuğa zarar vermemek ve hem de çoğulculuğun birliği bozmaması aynı amacı içeriyordu.

Bu iki durumu tek bir tümce ile şöyle söylemek olasıdır : Doğru bir siyasetin temel yaklaşımı, her türlü etnik ve dinsel… farklılıkları birlik içinde bir arada tutabilme ya da toplumsal birliği bozmadan bu farklılıklarla bir arada yaşatabilme olmalıdır.

Büyük ve evrensel şairimiz Nâzım Hikmet bu iki konuyu özlü bir söyleyişle

  • ” Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşlerine yaşamak…” olarak tanımlamıştı.

Sözün özü şudur                                     :

– Hiç kimsenin yaşama hakkına, temel insan haklarına, din ve vicdan özgürlüğüne dokunmadan insanları sevgi, barış, kardeşlik, dostluk duyguları ve adil bir biçimde toplumun ortak iyilerinde bir arada yaşatmak gerekiyor.
– Çoğulcu, eşitlikçi adil, katılımcı, özgürlükçü ve hukukun üstünlüğüne dayalı… demokratik rejimler böyle tanımlanıyor.

Peki yukarıda tanımlanan Batı tipi gerçek ve özgürlükçü demokrasilerin önündeki temel engeller nelerdir? Bunları, aklın ve bilimin ışığında, iki ana grupta toplamak mümkündür.

1- İDEOLOJİK TEK TİPLEŞTİRME

Demokrasilerin farklı ideolojilere, çoğulculuğa, çok partiliğe, insan haklarına, azınlık haklarının korunmasına, dürüst siyasal rekabete, serbest, adil ve dürüst seçimlere …ve geçici bir süre için iktidar olma istemine dayalı bir sistem olduğunu unutmak. Özelikle de iktidar gücünü kullanan siyasilerin demokrasiyi iktidara giden bir araç, bir yol olarak görüp iktidar olduktan sonra demokrasinin kurallarına uymamaları. Bir Ülkedeki iktidar ve muhalefet odakları parlamenter demokrasiyi tüm kurum ve kuralları ile benimsemeden bu sorun tam olarak çözülemez…Ancak temel demokratik sorumluluk iktidarın boynundadır. Çünkü yasa yapma gücü dahil, güç onun elindedir.

2- IRKLAR VE İNANÇLAR AÇISİNDAN TEKTİPLEŞTİRME

Günümüzde tek ırk ve aynı ırkın tek dinsel inancına dayalı tek tip (homojen= türdeş) bir toplumsal yapı yok gibidir. Hatta Yahudiler de tek tip bir kültür üretememişlerdir. Tarihsel, göçler, savaşlar, işgaller, fetihler, ekonomik yer değişmeler, konar- göçerlikler, siyasal sığınmalar, çok ırklı, çok dinli, çok kültürlü devletler ve imparatorluklar… binlerce yıldan beri çoğulcu toplumsal yapıların oluşmasına neden olmuştur. Ayrıca tüm geçmişi ve birikimleri göz ardı ederek, çoğulcu tarihsel, dinsel ve kültürel oluşumları yok saymak, klan, kabile, kültür ve din türdeşliğine geri dönmek, ırkları ve inançları yeniden saflaştırmaya yeltenmek hem bilimsel değildir ve hem de böyle bir olasılık yoktur. Hitler ve Mussolini bunu denediler. Fakat hem kendi halklarına ve hem de insanlığa büyük acılar yaşattılar.

Peki çözüm nedir?

Her türlü etnik dinsel ve azınlıkların varlıklarını yok sayarak hızlı ya da ve yavaş, sert ya da yumuşak sinsi politikalara her türlü farklılıkları eritmeye çalışmak (asimilasyon) en çıkmaz yoldur. Böyle bir politikanın geleceği de yoktur.

Asimilasyon yerine entegrasyon, onların özlerindeki ana farklılıklara (ırk, dil, inanç, renk, cinsiyet..) dokumadan ana toplum kitlesi ile ortak ideallerde ana kitle ile kaynaştırmak çağımızın devlet politikası gereklerine daha uygundur. Başka bir söyleyişle de asimilasyon değil, entegre etmek (integrasyon) (AS: bütünleştirmek) gerekiyor. Ayrıştırma, ötekileştirme, düşmanlaştırma, yok sayma yerine, temel insan haklarına, din ve vicdan özgürlüğüne, farklı dil ve kültürlere saygı çerçevesinde, azınlık haklarına, yasalar önünde tüm yurttaşların eşitliğe… dayalı KAYNAŞIK =  ENTEGRE bir kültürel ve toplumsal yapı oluşturmak gereklidir. Bu konudaki tam ve doğru siyaset, akla ve bilime dayalı, ayrışmak yerine kaynaştıran ve bütünleştiren çağdaş bir eğitim anlayışı (zihniyeti) ve ona göre düzenlenmiş bir eğitim sistemi gerektirir.

Doğru tanı (teşhis) konulmadan doğru çözüm üretilemez. Tanı konulmuşsa çözüm yakın demektir. Gereğini yapmak koşulu ile kötümserliğe gerek yoktur.

50’Lİ YILLARDAN BUGÜNE NÖROLOJİ / PROF.DR.COŞKUN ÖZDEMİR

50’Lİ YILLARDAN BUGÜNE NÖROLOJİ / PROF.DR.COŞKUN ÖZDEMİR


Kasder Kurucu Başkanımız Prof. Dr. Coşkun Özdemir’in kaleminden 67 yıllık nöroloji anıları: 

(AS: Bizim kısa notumuz yazının altındadır..)

Bizim kuşaktan, bu tıp branşını seçmiş olanlar “Akıl ve sinir hastalıkları uzmanı“dırlar. Uzmanlık diplomalarımızda böyle yazar. O yıllarda Nöroloji ve psikiyatri beraberdir. Anadolu’nun ihtiyacı o yıllarda bunu gerektiriyordu.
Asistanlığa 1954′ de başladım. Uzmanlıktan sonra ben, 1960’da doçentlik ünvanı için  nörolojiyi tercih ettim.. 66 yıldan beri Nöroloji okuyor, öğrenmeye devam ediyorum. Çok sevdiğimiz geçen yıl kaybettiğimiz bilge kişi Prof. Dr. Edip Aktin her buluşmamızda “Coşkun, bilinenlerin çok azını (nöroloji dahil) biliyoruz” der dururdu. Gerçekten öğrendikçe bunu farkedersiniz.  Bilinenler öylesine hızla artıyor. Son 70 yıl içinde öyle büyük gelişmeler oldu ki artık bir uzman “ben nöroloji biliyorum” diyemez. Doğaldır ki tüm tıp dalları için de böyle. Bilim dalları bu yüzden doğdu.

Gerçekten 60 yılı aşan gelişmelere bakınca 50′ lili yıllarda ne kadar az şey biliniyormuş ya da bu süre içinde ne büyük gelişmeler oldu diyoruz. Yalnız  az bilmek de değil, o günlerde bugün çok yanlış bulduğumuz bazı bilgiler de geçerli idi.. Haseki hastanesinde hocamız Şükrü Hazım bey çok iyi bir nörologdu. Hasta vizitlerinde çok şey öğreten, hiç abartma yapmayan, Avrupa’ya kıyasla ülkemizdeki yetersizlikleri iyi vurgulayan, bilimsel yaklaşım örnekleri veren, Prof. Dr. Eric Frank’ın hazırladığı seride Nöroloji kitabı sahibi, zarif bir bilim insanı. Tıp öğrenciliğimizde, Nazi Almanya’sından kopup gelen gerçek bilim insanlarının bizim için ne büyük talih olduğunu sonraki yıllarda daha iyi anladık. Bunu  yinelerim. Eric Frank Winterstein, Schawartz, Hugo Braun Kurt Koswick bize ilham veren büyük bilim insanları idiler.

Klinikte  en çok beyin damar hastalığı vakalarını görüyorduk. Sebep ateroskleroz idi. Daha çok damar tıkanması sonucu felç (inme) hastaları geliyordu. Beyin kanaması daha azdı. Bir de serebrosklerozdan bahsederdik. O da beyinde demansa yol açan  yaygın damar sertliği demek oluyordu. Oysa ilerleyen yıllarda patoloji ile temas kurunca vasküler demansların nadir olduğunu demansın çoğunlukla Alzheimer tanısı ile birlikte olduğunu öğrendik. Biz pre-senil demanslar okumuştuk. Onlar yok oldu. Damar tıkanmaları için bolca vazodilatatörler (damar genişleticiler, niacin, ronicol) ve spazm giderici papaverin kullanıyorduk. Ayrıca boyundan novocain şırınga ederek ganglion stellatum blokajı yapardık. Claude Bernard Horner (pupilla daralması ve ptoz) gözlersek  isabetimizle övünürdük. Amaç sempatik sistemi baskılayıp parasempatik etki altında kanlanmayı kolaylaştırmaktı. Pek de rasyonel bir çare olmadığını, çok geçmeden bu varsayımın  geçerli olmadığını öğrendik. Vazodilatatörler hastadan çok sağlam damarları genişletiyordu. Gelip geçici kısa süren serebral belirtileri spazm sanıyorduk. Papaverin yararsızdı.

Okuyarak yavaş yavaş extracranial, kranium dışı arter sendromlarını öğrendik. Vakaların çoğunda tıkanan damar kafatası içinde değil boyunda uzanan carotis ya da vertebral arterde, Willis poligonunda idi. Spazm dediklerimiz aslında iskemik ataklardı. Böylece anjiyografi ihtiyacı ortaya çıkıyordu. Boyunda Carotisten kontrast verilerek damarlarda darlık ya da tıkanma tespit etmek mümkün  olabilecekti. O zaman antikoagülanlar gündeme geldi. İskemik ataklar ardından tıkanmanın ve kalıcı felcin gelebileceği tehdidine karşı antikogulanlar (pıhtılaşma önleyici) kullanılmaya başladık.

Bugün unuttuğumuz nöro-sifilis 50’lerde gündemde idi.  Wasserman, rutin laboratuvar araştırmamızdı. Tabes dorsalis vakaları gördük. Meningomyelit hatırlamıyorum. Polinöropatilerdan yalnızca herediter ve diyabete bağlı olanları tanıyorduk. Etiyoloji tayini çok enderdi.

Bugün gen tedavilerinin başladığı Duchenne Müsküler Distrofi, hastalığıa adını veren Fransız nörolog tarafından 1860’da tarif edlmişti. CHARCOT ALS’yi 1850′de tarif etti. Biz Charcot hastalığı olarak öğrenmiştik. ALS sonraki yıllarda Motor Nöron hastalığı olarak anıldı. Amerika’da ALS ya da Lou Gheric adını tercih ettiler. Onlar için bir beyzbol oyuncusu bu kadar önemli idi. Uluslararası toplantılarda fırsat buldukça mikrofona gelip ”Stephan Hawking bu hastalık için çok daha yerinde bir isim değil mi?” diyordum..

Nöroradyoloji 70’lerde büyük önem kazanıyordu. Beyin patolojileri için pnömoasefalografi yapıyorduk. Beyindeki ventrikül boşluklarını hava ile doldurarak bir itilme sapma var mı gözlüyorduk. Hasta için zahmetli bir işlemdi. Lomber ponksiyonla likör (bel suyu) alıp hava veriyorduk. Hasta birkaç gün başağrısı çekebiliyordu. Omurilik patolojileri de öyle. Orada omurilik kanalına bu kez enseden girerek kontrast madde lipiodol veriyorduk. Bir bası var mı araştırmak içindi bu. O lipiodol yıllarca spinal kanalda kalıyor, rahatsızlık yaratabiliyordu (araknoidit). Bereket pantopak yetişti. Onunla bu incelemeler daha kolaylaştı.

Subaraknoid kanamaları oldukça sıktı. Felç yok, ense sertliği varsa, bel suyunda  kan varsa bu teşhisi koyuyorduk. Anevrizma ancak anjiyografi ile gösterilebilirdi. Ama bizde henüz gerektiği gibi yapılamıyordu. Arkadaşımız Ahmet Çalışkan bir anevrizma kanaması geçirdiğinde (1975) O’nu izin ve randevu alıp Zürih’e GAZİ YAŞARGİL’e götürdük. Ben de birlikte gittim. Dünyanın en usta bıçağı O’nun elinde idi. Bu büyük usta bana, beynin içinde anevrizmaya doğru nasıl ulaşıldığını izlemek fırsatını vermişti. Başarılı bir ameliyatla arkadaşımız kurtuldu. Ben Kantonspital’de özlemini çektiğim güzel bir kas laboratuvarını görüp notlar aldım.

Multiple Skleroz vakaları ender değildi. Etraflı, uzun süren bir nörolojik muayene yapıyorduk. Oftalmoskopla göz dibine bakıyor, papilla edemi var mı araştırıyorduk. Kafa içi basınç artışını bu muayene gösteriyordu. Beyin tümörleri ender değildi. Bazen zahmetli pnömo yerine göz dibi, kafa içi basınç artışı ile tanı koyup sinir cerrahlarına teslim edebiliyorduk. Numune’den Hami Dilek bey ve Hüsamettin Gökay yardımcılarımız oldular.

Epilepsi ve çeşitleri hiç nadir değildi. Çeşitli anti-epileptikler kullanıyorduk. Epdantoin, mysoline, tegretol gibi… Bunların sayısı giderek arttı. EEG tetkiki yapabiliyorduk. Duchenne ve ALS’den başka kas hastaları da vardı tabii. Bir hasta, benim kariyerim için dönüm noktası oldu. Şefimiz, göz kapakları düşen başını boynunu doğrultamayan bir hastaya Myasteni tanısı koydu. Okuyunca çok ilgi duydum. Şükrü Hazım hocamız MG sempozyumu içeren zengin içerikli bir dergi getirdi. Ömür boyu süren bir merakım oldu bu hastalık (Harvard yıllarımda başlıca çalışma ve araştırmalarım bu hastalık üzerinde olmuştur). Hastada Timoma vardı. Hastalığın Timusla ilgisi biliniyordu. Ameliyata yolladık. Birkaç gün sonra kaybedildi bu hasta.. Hemen ardından 15 yaşında bir genç kız geldi, O’na teşhisi koyabildim. Myasthenia Gravis.. Timoma yok. Ama UK’den Keynes, timusun çıkarılmasının iyi sonuçlarını bildiriyor. Çapa’ya cerrah Prof. Dr. Şevket Tuncel ve Bülent Tarcan’a (Şükrü Hazım beyin damadı idi bu ünlü bestecimiz) gönderdik. İyi durumda döndü aylarca bizimle kaldı. Bundan cesaretlenerek 2 miyasteni olgusunu daha timektomi için yolladık. İkisini de kaybettik. İyice okumaya başladım. Yoğun bakım olmadan yapılacak timektomi, hastayı ölüme yollamakla eş anlamlı  olduğunu üzülerek öğrendim.

YOĞUN BAKIM
Bugünlerde Corona nedeni ile çok sözü edilen yoğun bakımı pek bilmiyorduk. Hemen hiçbir hastanede yoktu. 1967’de Haydarpaşa Göğüs Hastalıkları Hastanesi kuruldu. Başında ün yapmış bir cerrah var, Siyami Ersek.. Telefon edip sıkıntımızı anlattım. Çok uygarca bir tavırla ”Tabii kardeşim, bu bizim işimiz bize gönderin” dedi. O’na gönderdiğimiz hastalar yaşamı sürdürdüler. YOĞUN BAKIM ne demek, öğrenmiş olduk. Yıllar sonra önce Numune Hastanesinde yoğun bakımı kuran Cemal Öner’le Çapa Tıp Fakültesinde buluştuk. O, Reanimasyon adı altında yoğun bakımı kurdu. Ekseri günde, birden fazla oraya koşardım. Haseki’de başka kas hastaları da görüyorduk.

GENETİK KAS HASTALIKLARI
Bir ders kitabında (text book) yalnzıca7 kas hastalığının adı vardı. Bilinenler çok azdı. Genetik bilgilerimiz çok yetersizdi. Bugün baş köşeye oturan İmmunoloji, immünolojik hastalıklar henüz gündemde değildi. Myasteni hastalığının oto immun bir hastalık olduğunu 60 sonları, 70 başlarında öğrendik ve immunosupresif ilaçlar kullanmaya başladık. Duchenne, erkek çocuklarda görülen, anneden erkek çocuğa geçen hastalıktı. Bir de çeşitli adlar alan konjenital hipotonik gevşek çocuklar vardı ama onlar neydi? Bugün gen tedavilerine başlanan ikinci hastalık SMA’yı da ayırt edemiyorduk. Miyojen – nörojen ayrımı yapamıyorduk. Bunun ayrımını yapabilen EMG aleti yoktu. Türkiye’de ilk EMG yapan 60’larda sanırım İzmir Tıptan Cumhur Ertekin’dir. Ben Londra National Hospital’de gördüğüm eğitimden sonra, 1965’de EMG yapmaya başlayabildim. Alexander Von Humbold Vakfından geçen yıl kaybettiğimiz Feyzi Aksoy aracılığı ile DİSA EMG aleti alabildik. Congenital miyopatileri de tanımıyorduk. SMA tanısı koyamıyorduk. Tip III SMA’ yı miyopatiye benzetiyorduk. Tip III SMA, KUGELBERG – WELANDER hastalığını 60′larda öğrendik. Bu iki büyük nöroloğu İsveç’te tanıdım..

Kas biyopsisi kas hastalıkları için vazgeçilmez bir ihtiyaçtı  yapamıyorduk. Duchenne‘in selim formu Becker’in teşhisi de koyamıyorduk. Hele Bağışıklık Sistemi henüz söz konusu değildi. Patoloji en zayıf tarafımızdı. Nekropsi (otopsi) kolay kolay yapamazdık. Aileden izin almak kolay değildi. 1963′de Danimarka’da 10 aylık bir kursta kronik hastalıkların çoğunlukta olduğu nörolojide rehabilitasyonun ne kadar büyük bir gereksinme olduğunu öğrendim.. Bu ülkede yapılmakta olanları gıpta ile izledim. Rehabilitasyon başlıca ilgi alanlarımdan biri oldu.

LONDRA QUEEN SQUARE
1964′de Londra’da dünyanın önde gelen nöroloji merkezlerinden birinde (Quinn Square) 6 ay kaldım ve EMG öğrendim. Orada nöroloji literatürünü zenginleştiren büyük bilim insanlarını tanıdım. Mc Donald Crithley, Mc Cormick, Mc Ardle, Roger Gilliat, Russel Brain, Lord Walton, John Marshall  gibi.. İlk dikkatimi çeken, bize kıyasla çok az ilaç kullanıyor olmaları idi..

1969’da Amerika’ya Harvard’ın en ünlü hastanelerinden birinde (MGH) dolu dolu 2 yıl geçirme şansım oldu. Bizim beynin bellek, dikkat, konsantrasyon gibi melekelerini güçlendirir diye avuç avuç kullandığımız bir ilaçtan (Encephabol) bahsettiğimde yalnızca gülmüşlerdi. Patolojinin zayıf tarafımız olduğuna değinmiştim. Amerika’da bir  hastane en az % 80 nekropsi (brain cutting) yapmıyorsa o hastanenin uzmanlık eğitimi yapamayacağını öğrendim.

BOSTON, HARVARD
Massachusetts General Hospital’de yine büyük nörologları tanıdım. Klinik şefi büyük nörolog  Raymond Adams  “iki yıl kalırsan, istersen patoloji yap” dedi. ”Ben kasta kalacağım” dedim. Salı günleri Pearson Richardson yönetiminde Brain Cutting toplantıları oluyordu. Miller Fischer gibi bir büyük nöroloğun lacun sayısı tahminlerini dinliyorduk. Nöroloji ziyafeti gibiydi. Patolojinin önemini iyice kavrıyordum. Andrew Engel ve Denny Brown’ı da orada tanıdım. 1971 sonlarında Türkiye’ye döndüm. MHG ile ilişkim 2000′ li yıllara dek sürdü. Amerika’da elbette çok şeyi kıskandım. Bunlardan biri de post-graduate kurslardı. 1986′ da biz de bu kurslara başladık. İlk destekçilerimiz Ankara’dan Tülay Kansu ve Ceyla İrkeç oldular. Bu kurslar başarı ile devam ediyor.

NÖRORADYOLOJİ
1970′li yıllarda Nöroradyoloji de bir devrim oldu. Bilgisayarlı tomografi onun ardından MRI kullanıma girdi. İlk uygulamalar Amerika’da başladı. Çapa’ya dönersek, Hacettepe’nin alet edindiğini öğrendik. Biz Çapa’da Prof. Dr. Edip Aktin’in girişimi ile harekete geçtik. Gencay Gürsoy Norveç’e gitti. Birkaç yıl içinde bir nöroradyoloji ekibi oluştu (Reha Tolun, Sara Bahar, Rezzan Tuncay, Halil Atilla İdrisoğlu). BT aleti edindik. Oldukça geç kalan radyoloji kliniği, yıllar sonra “bu bizim işimiz” diyerek bizdeki gelişmeye engel olmaya çalıştı. Sonuçta anlaştık ama başlangıç bize aitti. MR radyolojiye geldi. Artık beyin patolojilerini kolaylıkla tanıyabiliyorduk. Oldukça rahatsızlık veren lomber ponksiyon yapmaz, göz dibine bakmaz olduk. Ben bir kas patoloji laboratuvarı kurulması için çabaladım. Boston’da MGH Raymond Adams, Zurih Kantonspital Dr. Jerusalem ve New Castlede Walter  Bradley destek verenlerdi. Boston’da ve New Castle’de yetişen bir çalışkan kızımız Dora Kohen, politikaya kurban gitti. Yurdu terketti. Rektör Haluk Alp’in yardımı ile kurduğumuz  laboratuvarı kullanamadık. Yıllar sonra Los Angeles’ta King Engel ve Valeri Eskenaz ile anlaştım (1989) Piraye Oflazer orada iki yıl kaldı. Böylece bir  laboratuvara ve bir uzmana sahip olduk. Fransa’da Gerare Said ile çalışıp  periferik sinir alanında uzmanlaşan Yeşim Parman o alanı doldurdu. Amerika’da Daniel Drahcman ile iyi bir eğitimden geçen Feza Deymeer (AS: sınıf arkadaşımızdır..) buna bir de Amerika’da EMG tecrübesi ekleyerek bize katıldı ve bir nöromüsküler bilim dalı kurmamız gerçekleşti. Birkaç yıl önce kaybettiğimiz Ahmet Çalışkan (Ayşen Gökyiğit O’na katıldı) epilepsi, Hıfzı Özcan çocuk nörolojisi dallarının kurucuları oldular. Aynur Baslo, Jale Yazıcı ve Emre Öge ile EMG ve nörofizyolojinin başına geçti. Gencay Gürsoy nöroradyoloji kurucusu oldu. Çalışkan öğrencilerimizden Mefküre Eraksoy çocuk nörolojisi yanı sıra Multiple skleroz ve immünolojik hastalıklar konusunda uzmanlaştı. Bizim kuşaktan sonra Anabilim Dalımızda deneyim kazanan gençler çok iyi bir davranış nörolojisi bilimdalı inşa ettiler. Hakan Gürvit, Haşmet Hanağası, Öget Tanör’ün ve bizimle yazık ki kısa bir süre kalan Murat Emre’nin bu bilim dalı için. büyük desteği oldu.

Bitirmeden önce çok ilginç bir olgudan söz etmek istiyorum:
Haseki Hastanesi’nde başasistan unvanı ile görev yaparken hastanede yatıp kalkıyordum ve gönüllü nöbetçi doktorluk yapıyordum. Geceleri ekseri psikonevroz vakaları gelirdi. Şikayetlerinden hemen anlarsınız onları. Onlardan bazıları bir konversiyon gösterisi ile mesela bacakları tutulmuş olarak bağırıp çağırarak gelirlerdi. Buradaki tablonun  organik bir nedene bağlı olmadığını deneyimli  bir nörolog anlayabilir. Bu bir histeri gösterisidir. Mazhar Osman Uzman’ın “la-şuuri temaruz” dediği şey.. Psikonevroz bütün dünyada sıktır ama bizim ülkemizde konversiyon çok yaygındır. Bizim kültürümüzde psikonevroz belirtileri böyle oluyor. Avrupa, Amerika nörologlarının bunu iyi tanımadığına sıklıkla tanık oldum. O toplumlarda psikonevroz anksiyete, depresyon vb. belirtilerle ortaya çıkıyor. Londra’da EMG öğrenirken, laboratuvarda bu tür hastalar arıyor bulamıyorlardı. Histeriyi Charcot Paris’te tarif etmiştir. Freud’la da teması, görüşmesi olmuştur. Charcot, travmatik yaşantılara vurgu yaparak, bu tür  sokaklarda anormal hareketler yapan vakalar tarif etmiştir. Bunlar Histeri vakalarıdır. Bu hastalara gece vakti Faradi akımı ile uyarı yapıyordum. O zaman o tutmayan ayak harekete geçiyordu ama hastanın anksiyetesi de geri geliyordu. Çünkü hasta, fonksiyonel bir parapleji ile hastalığa sığınarak psikolojik çatışmanın çözümünü arıyor. Faradi akımı ile O’nun elinden bu olanağı almış oluyoruz. Böyle vakalar çoktu. Şükrü Hazım bey hocamızın onlardan yatırdıkları da oluyordu. Penthotal ile Narkoanaliz yaparak Freudiyen bir analiz yapmaya çalışıyorduk. Bir de depresyon vakaları için elektroşok tedavisi yapıyorduk. Bunca yılda bu kadar çabuk, bu kadar etkili tedavi gözlemim olmadı diyebilirim. Freud 50′li yıllarda çok popülerdi. O’nu okuyor, izliyorduk.

GAZİ YAŞARGİL
Gazi Yaşargil’le 1974’de Amerika’dan dönerken Zürih’de tanıştım. O hastanede nörologlara, Amerika’da yaptığım çalışmalarla ilgili bir sunum yaptım. Ertesi  yıl arkadaşım Ahmet Çalışkan’ la yine Zürih’te idim. Dönerken bu büyük adam bana, “Coşkun bey, hasta öğretmen ya da sanatçı olunca parayı düşünmeyin gönderin” dedi. Ankara Atatürk Lisesinden sınıf arkadaşı, Can Yücel hapiste idi. ”Aileye söyleyin, buraya gelip benimle kalabilirler” diye eklemişti. Bu haberi Onat Kutlar’la aileye yollamıştım. Gitmediler ama Yaşargil iki çocuğunun eğitimini üstlendi. Bir de o yıllarda Melih Cevdet ve dünyanın en güzel badem ezmelerini yapan geçen yıl kaybettiğimiz Sevim İşgüder’i O’na yollamıştık. Büyük bir sinir cerrahı, büyük bir hümanist eşsiz bir bilim adamıdır Gazi Yaşargil

Başladığım uzun hikaye..
Bugün gen tedavileri başladı umut veriyor.. Bir taraftan insan öldürmeye yarayan silah imalatı.. Öte yandan insan sağlığını için büyük bilimsel çalışmalar.. Böyle bir dünyada yaşıyoruz.. Corona virüs de her şeyin önüne geçti…

”Yaşamak ne güzel şey” diyor Nazım Hikmet..
Bir sevda şarkısı gibi duyup bir çocuk gibi şaşarak yaşamak.. Sonra ekliyor; bugün bu tarif edilemeyecek kadar güzel bu anlatılamayacak kadar sevinçli şey, böyle zor bu kadar dar böyle kanlı bu denli kepaze…

Not : Ben 1968 ilk aylarında Tıp Fakültesi Nörolojide göreve başladım.. Bizim kuşak için iyi bir klinik kurmak başlıca dileğimizdi. Öğrencilerimizle ilişkilerimiz daima medenice süregeldi. Bizi yakın ilgimizden dolayı hep överdi öğrenciler.. Ama darbeler rahat vermedi. Gençler çatışmalar ortasında kaldı. Bizler emekli olup çekildik. Son yıllarda yine sıkıntılar var, yoksunluklar, kayıplar var. Binamızın yıkılacağını öğrendim, yenisi yapıldı açılışta bulundum. Giderayak sevgili bilim yuvamız için en iyi dileklerim var.

Prof. Dr. Coşkun Özdemir
========================================
Dostlar,

Prof. Dr. Coşkun Özdemir, İstanbul Tıp Fakültesi’nin 3. – 6. sınıflarını okuduğumuz yıllarda (ilk 2 yıl Hacettepe tıp, 1971 -73) hocamız oldu. Eğitimde öğrencilerle sıcak ilgileri çok belirgindi. Sözünü ettiği birçok kişiyi biz de tanıdık. Örn. Gencay Gürsoy 1977’de doçent idi, nöro-radyolojiye yeni başlamıştı. Feza Deymeer sınıf arkadaşımızdı (1977 mezunu)..
Coşkun hoca ile sonraki yıllarda da hep yolumuz kesişti.
Bir bilge insan olarak kendisinden çok şeyler öğrendik.
Hala, Yeşilköy’de kurduğu KASDER’de kas hastalarına şifa dağıtmakta, amatör bir ruhla.
Kronolojik yaşı 90’ı geçti ama hala etkin, okuyup – yazıyor görüldüğü gibi..

Eli öpülesi bir Hekim, bir Cumhuriyet aydını..

O’na engin selam olsun… şükranımız çok, borcumuzsa ödenesi değil..

Sevgi ve saygı ile. 10 Haziran 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı (E)
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik

 

Covid-19, derinleşen kriz ve toplumun ruh hali

Covid-19, derinleşen kriz ve toplumun ruh hali

Nâzım Hikmet, Kartallı Kazım’ın hikayesini anlatırken söz eder açlıktan. Seferberlik yıllarında Osmanlı ordusunun askerlerinin açlıktan nasıl kırıldıklarını döker dizelere. Atların fışkısından arpa ayıklayıp yiyen “Memed”in gözüne, Alman askerlerinin yedikleri makarnanın kalanını köpeklerine verdikleri, çarpar. Dört ayak sürünerek yaklaşır köpeğe ve çalar makarnayı. Nazım, Kartallı Kazım’a

  • “Aç insan kurt olup saldırmazsa / açlık itten beter eder insanı” diye düşündürür.

Beslenme ve barınma koşullarının yetersizliği insanın fiziksel sağlığını olduğu kadar ruh sağlığını da bozar. Umutsuzluk, çaresizlik, kendine güveni yitirme, değersizlik, işe yaramazlık hisleri yoksullarda daha yaygındır ve bu özelliklerin şiddetlenmiş hali olan depresyon da daha sık görülür. İşsizlik ve açlık riski kaygılandırır herkesi. Yarın işsiz kalabileceği endişesi, eve ekmek götürüp götüremeyeceğinden emin olamama yoksullarda daha yaygındır ve bu özelliklerin hastalık hali olan anksiyete bozuklukları da daha sık görülür. Şiddetin her türü yoksullar arasında daha yaygındır. Çünkü yoksulluğun kendisi bizatihi şiddettir ve yoksulluk koşulları, hayatta kalabilmek için şiddet uygulamaktan başka bir yol bırakmaz, yoksullara. Ama ancak birbirlerine! Maalesef intihar da yoksullar arasında daha sıktır. İntihar bir anlamda, bireyin kendisine şiddet uygulamasıdır.

Covid-19 salgınının 1980’lerde baskınlaşan neo-liberal sistemin üzerine geldiğini aklımızda tutmalıyız. Neydi neoliberalizm? Esnek çalışma adı altında iş güvencesinin ortadan kaldırılması, eğitim ve sağlığın kamu hizmetinden çıkarılması ve herkesin yapayalnızlaştırılmasıydı. Geleceği belirsiz ve tehditkar bir zaman olarak kodlamasıydı. Kendini bir yere ait hissedemeyen, dayanışacağı, yardımlaşacağı, dertleşeceği ilişkiler geliştiremeyen, kimliksiz, yersizyurrtsuz hisseden yığınlar oluşturdu. Onları gittikleri her yerde sadece kuran kursları, camiler ve tarikatlar bekler oldu.

Sonra Covid 19 salgını başladı ve zaten kendini kimsesiz, arkadaşsız, örgütsüz ve kimliksiz hissedenler bu kez somut olarak yalıtıldılar, sokağa çıkamaz, iş bile arayamaz oldular.

  • Neoliberalizmin eseri olan Covid 19 en çok da neoliberalizmin ezdiklerini vurdu.

Siz bakmayın herkes hastalanabilir diyenlere; hastalanan ve ölenlerin ezici çoğunluğunun yoksullar olduğunu tahmin etmek için gizlenen sayılara ihtiyaç yok. Her gün tıka basa toplu taşıma araçlarına binerek, fabrikalara gidenlere bakarsanız, hastalığın kimlere daha kolay bulaştığını, kimleri daha çok öldürdüğünü hemen anlayabilirsiniz.

ŞAŞIRMAMAK GEREK

Neoliberalizmin yarattığı kriz, insanlara artık çok da çalışsalar, çok iyi eğitimler de alsalar, bir sürü donanımları olsa da açlığa mahkum olabilecekleri bir dünya yarattı. Bir de üstüne Covid 19’a yakalanma korkusu bindiğinde, açlıktan ölmekle hastalıktan ölmek arasında sıkışan insanların ruh sağlıklarının bozulması değil, bozulmamasına şaşırmak gerekir.

1 yıldır yoksullar hem sokağa çıkıp iş aramak, günlük ekmeğini çıkarmak ya da çalıştığı işten kovulmamak, hem de her an hastalanıp ölme, yakınlarına hastalık bulaştırma korkusuyla yaşamak zorundalar. En saklanan, tahrip edilen rakamlar bile yoksulluğun derinleştiğini kanıtlıyor. Her geçen gün daha çok sayıda insan egemenlerin “ölen ölür kalan sağlar bizimdir” diye onların canını hiçe saydığını hissediyor; aşı bulamadığında, işsiz kaldığında, evine ekmek götüremediğinde, hastalıktan kırıldığında iliklerine kadar hissediyor “düzen”i!

Açlıktan itten beter olmamak için aç kurtlar gibi saldıranların sayısı artıyor. Sokakta, evde insanların birbirlerine daha da çok şiddet uygulaması, hayvanlara yapılan eziyetlerdeki artışda, bu sıkışmışlığın da büyük katkısı var. Kendini başına gelenlerden sorumlu hisseden, yalıtılmış, yalnız bırakılmışlardan bazılarının, öfkelerini kendilerine yönelterek, içinde bulundukları koşulların kendi başarısızlıkları olduğu yanılsamasına kapılarak canlarına kıymalarında da bu halin etkisi yok mu?

YOKSULLUK KADER OLAMAZ!

Bugün en anlamlı haykırış bu. Ve eklememiz gerekiyor; yoksulluk senin suçun, başarısızlığın, beceriksizliğin değil. Öfkeni doğru hedefe yöneltmelisin. Sesini duyurmanın yolu haykırmaktan geçmiyor.

Dayanışma ağlarıyla, hayatta kalmak için sadakaya ihtiyaç duymak zorunda kalanlara, ona verilenlerin yardım değil hakkı olduğunu gösterebilmeli. Ev ev, mahalle mahalle kendisini bir başına ve kimsesiz hissedenlere ulaşmalı, birlikte güçlenebileceğimizi ve birleştikçe hakkımızı söke söke alacağımızı gösterebilmeliyiz. Yalnız ve kimsesiz değilsin kardeşim, ben varım, diyebildikçe olacak. Benlerin biz olduğu ağlarla olacak. Haklı öfkeyi doğru hedefe yöneltmenin yolu, önce arkadaş olmaktan geçiyor.

Nazım Hikmet, umutsuz Memedlerin bir araya geldiklerinde öfkelerini doğru hedefe yönelttiklerinde ne olduğunu da anlatır.

  • Öfkeyle hayır diyen bir el, bir anda binlerce ele çoğalır destanda.

“Kocatepe Yanık ve İhtiyar Bir Bayırdır”

“Kocatepe Yanık ve İhtiyar Bir Bayırdır”

Lütfü KIRAYOĞLU 
(Elk. Müh. – İTÜ)

26 Ağustos 2020 / Büyük Taarruz’un 98. Yılı

Büyük ozan Nazım Hikmet Sultanahmet, Çankırı ve Bursa cezaevlerinde, 1939-1941 yılları arasında yazdığı Kuvay-ı Milliye Destanında Büyük Taarruzun başladığı Kocatepe’yi “yanık ve ihtiyar bir bayır” olarak betimliyordu. Nazım Hikmet Kuvay-ı Milliye Destanı adlı büyük eserini hiç görmediği savaşı, savaş alanlarını ve bu kutsal savaşın kahramanlarını herkesten daha iyi anlatırken, savaş sonrası cezaevlerinde çile çeken gerçek kahramanlardan ya da yakınlarından dinleyerek yazıyordu.

Son 50 yıl içinde bu muazzam savaş alanlarını farklı zamanlarda ve sık sık gezdim. Kısa ve uzun aralıklarla buralarda kaldım. Ancak Nazım Hikmet’in dile getirdiği sanatçı gözlemine ve duyarlığına yaklaşmak bile olanaklı olmadı. Her şeyden önce, Sakarya Zaferinden sonra Afyon’a kadar çekilen işgalcileri kovalayan Türk birliklerinin Afyon’u almak yerine zaferin kaderine egemen olacak Kocatepe’yi tutmaları inanılmaz bir askeri dehanın ürünü olsa gerek. 1874 rakımlı bu “yanık ve ihtiyar bayır” önündeki Kalecik Sivrisi engeli nedeniyle Afyon kentini göremese bile, büyük ve kutsal savaşın geçtiği bütün Afyon-Sincanlı ovasına hakimdir. Tepenin hemen etekleri ise İngilizlerin “Türkler burayı 6 ayda aşarlarsa iyidir” dedikleri düşman tahkimatları ile kesilmiş, uçurumlarla çevrili muazzam bir tepedir.

Afyon’a ilk kez hemen hemen 50 yıl önce üniversite stajım sırasında gittim. Şimdilerde ilçe olmuş, ancak o yıllarda büyücek yerleşim yerlerinde bile telefon yoktu. Ve biz, şimdi çok komik görünen ilkel telefon santrallerini kurmak için köylere gittiğimizde büyük ilgi ile karşılanıyor, genç yaşlı çevremizde toplanıyordu. Yaşı yetmişe yakın ya da daha yaşlı olanlar savaşı canlı olarak yaşamış insanlardı ve anlatacak yeni insanlar gördükleri için bizlere büyük bir heyecanla savaşı anlatıyor, ancak bizler henüz bu katsal savaşı yeterince kavramadığımız için masal gibi dinliyorduk. Sonraki gidişlerimizde ise anlatımların ne kadar eksik olduğunu daha iyi anladım.

Bir süre sonra, bu kez askerlik görevim nedeniyle tören birliklerinde görevli olarak bölgeye gittim ve savaş alanının tam da göbeğinde, dağda 20 gün çadırlı ordugâhta kaldım. Çadırlarımızı kurduğumuz yer, 30 Ağustos 1922’de Başkomutanlık Meydan Savaşının geçtiği alanın hemen yanıbaşındaki Zafertepe’de, Başkomutanın savaş idare yeri yakınındaydı. Savaş alanının üç tarafı, adına tepe bile denemeyecek yükseltilerle çevriliydi. Bu yükseltilerin üzerinde savaşa katılan birliklerin (kolordu, tümen, alay gibi) numaraları beyaz taşlarla yazılıydı. Üç tarafı bu tepeciklerle kaplı savaş alanının tek düzlük yeri ise Aslıhanlar, Dumlupınar istikametiydi. Düşman bu istikamete doğru ricata zorlanacak ve ricat sırasında yok edilecekti. Nitekim Trikopis ve karargâhı burada esir (AS: tutsak) alındı.

Tepeciklerde numaraları yazılı birliklerin İstiklal Madalyalı sancakları ve birlik komutanları küçük bir heyetle 30 Ağustos törenlerine katılırken bölgeye en yakın birlik olan bizim birliğimiz (bir piyade alayı, bunu takviye eden topçu taburu ve bir mekanize piyade bölüğü) esas törenleri yapıyordu. Tören hazırlıklarını yaptığımız 20 gün boyunca diğer savaş alanlarını görmenin yanında her gün bazı köylüler gelerek tarlalarında çalışırken buldukları savaş artığı postal, palaska, kütüklük, tüfek namlusu gibi malzemeleri getiriyor, bunları müzeye teslim etmek üzere tutanak düzenlerken yeni savaş öyküleri ve anıları dinliyorduk.

ISSIZ DAĞ BAŞINDAKİ MUAZZAM TÖREN

Bulunduğumuz yer, Afyon, Kütahya, ve Uşak illerinin kesişme noktasında ve bu üç ile de epey uzakta, Kütahya’ya bağlı Altıntaş ilçesinin Çalköy sınırları içinde ancak, çok az nüfus barındıran bir bölgedeydi. Kafamızdaki soru şuydu:

“Neredeyse kuş uçmaz kervan geçmez bu ıssız yerde yapacağımız töreni kim görecekti?”

26 Ağustos sabahının erken saatlerinde Kocatepe’deki törene ve 27 Ağustos günü Afyon’un kurtuluş törenlerine katıldık. Nihayet 29 Ağustos gecesi yeni rütbe alan subayların yıldızlarının takıldığı törensel yemek yapılırken tören alanının yanı başında gece yarısına yakın büyük bir hareketlilik başladı. Çadırlardan büyük bir panayır kurulmuştu. Çadır tiyatrosundan tüfek atıcılara, oyuncakçıdan, konfeksiyoncuya kadar her çeşit seyyar esnaf yerini almıştı.

Ertesi sabah, yani 30 Ağustos günü sabahın erken saatlerinde ortalığı büyük bir uğultu kapladı. Yakın köylerden gelen onbinlerce köylü, kamyonlar, traktör kasaları, kamyonetler, eski püskü otomobiller, at arabaları ve hattâ Kuvay-ı Milliye’nin simgesi öküzlerin çektiği kağnılarla tören alanına gelmişler, erkenden töreni en iyi izleyebilecekleri yerlere oturmuşlar, yanlarında getirdikleri azıklarını yudumluyorlardı. Savaşı gerçekten yaşayanlar, çocukları ve torunları zaferin gerçek sahipleri olarak kendi “düğünlerine” gelmişlerdi. Hayatımda gördüğüm en etkileyici törendi. Alanda yüz binden çok insan toplanmıştı. Bizler asker üniformalarımız içinde kendimizi o unutulmaz savaşın kahramanları gibi hissettik. Çünkü törene gelenler bize bu duyguyu yaşatıyorlardı.

Bu kutsal alana ikibinli yıllardan sonra kezlerce gittim. Pek çok gurup götürerek savaş alanlarını gezdirdim. Ancak nedense o eski ruh kaybolmuş, Başkomutanlık Meydan Muharebesinin geçtiği savaş alanındaki törenler cılızlaşmış, alandaki müzedeki objeler Dumlupınar müzesine götürülmüştü. Törenlerin ağırlığı, yolu düzeltilen Kocatepe’ye kaymıştı. Artık törenleri halk yapıyor, gece yarısı Şuhut’tan yola çıkan kalabalık, Zafer Yürüyüşü ile Kocatepe’ye varıp Büyük Taarruzun başladığı saatlerde törene başlıyordu. Daha sonraki yıllarda bu törenlerin yapılmasının önüne türlü engeller kondu. Destekler kaldırıldı.

ARTIK EKİLİP BİÇİLMEYEN KANLI TOPRAKLAR…

Bölgede en etkileyici yerlerden biri Kocatepe’den inişteki Kalecik köyündeki Yüzbaşı Agâh Efendi şehitliğiydi. 8 ve 11 yaşındaki şehit mezarları çok hazin. Ama en hazin olanı da Çiğiltepe’deki Albay Reşat Çiğiltepe anıtı. Bir başka etkileyici yer ise Düzağaç-Çalköy arasında eski adı Küçükköy olan ve bir de tren istasyonunun bulunduğu Yıldırım Kemal Köyü. Süvari Teğmeni Yıldırım Kemal’in hazin hikayesi Turgut Özakman’ın “Şu Çılgın Türkler” adlı kitabında ayrıntılı anlatılır. Şimdi bu kahraman teğmenin adını taşıyan bu şirin köyde istasyon binasının hemen yanındaki şehitliği ziyaret ettikten sonra köy kahvesinde gurupla birlikte demli çay içmeyi adet edindim. Orada artık tanıdıklarım da oluşmuştu. On yıl kadar önceki bir ziyaretim sırasında buğday ekerek geçinen bu köylerin tarlalarında anızların bir hayli eski olduğunu görünce köylülere “bu yıl buğday ekip ekmediklerini” sordum. Hükümetin tarım politikaları nedeniyle tarla sahiplerine destek primi ödediğini, ekim yaptıklarında zarar ettiklerini, çoğunun bankalara borçlu olduğunu, bu nedenle hiç değilse destek primi ile zarardan kurtulduklarını söylediler. Köylülere, dedelerinin savaştığı savaş alanlarını görmek üzere Yunan askerlerinin torunlarının gelip gelmediğini sordum. “Evet gelenler oluyor” yanıtını verdiler. Gelenler, “madem bu toprakları ekip biçmeyecektiniz neden uğruna savaştınız?” diye sorarlarsa ne diyeceksiniz sorumu, başlarını eğerek yanıtsız bıraktılar.

  • Kanla sulanmış bu toprakların sahiplerinin çoğu, artık Yunan sermayesinin eline geçen bankaya borçluydu.

BİZİM İÇİN GÖSTERİ UÇUŞU…

Bölgeye ziyaretlerimizden birinde tam da Zafertepe’deki Başkomutanlık Komuta yerindeki (Komuta yeri esas savaş alanına o kadar yakındı ki, kısa menzilli bir tüfekten çıkan mermi bile Başkomutana isabet edebilirdi) anıtı incelerken birden havada gösteri uçuşu hazırlıkları yapan jet uçakları belirdi. Hemen yanıbaşımızda üsteğmen rütbeli bir havacı asker, yer pilotu görevi ile telsiz aracılığıyla havadaki uçakları yönetiyordu. Uçaklardaki pilotlardan birinin sesi telsizden kulağımıza kadar geldi. Pilot “yanınızdaki guruptakiler kim?” sorusunu yöneltti. Üsteğmen soruyu bize yönelttiğinde “ADD Gurubu” olarak yanıtladık. Havadaki pilotun “bir yere ayrılmasınlar beklesinler” sözünü yine telsizin açık sesinden duyduk. Az sonra bizler için gökyüzünde inanılmaz bir gösteri başladı. Uçaklar gurup halinde dalışlar yapıyor, sağır eden bir gürültüyle neredeyse başımıza değecek kadar alçalıyorlar, jet motorlarından çıkan rüzgarı yüzümüzde hissediyorduk. Dönem “Ergenekon, Balyoz vb.” tertiplerin bütün hızıyla sürdüğü bir dönemdi ve havadaki pilotlar ADD gurubu için özel gösteri yapıyordu. Duygulanmamak elde değildi.

Bölgeye yaptığım her gezide şunları söylüyordum:

Hac ziyaretleri yaparak ülkemizin paralarını harcayanlar, keşke Arabistan çöllerine gitmeden önce şimdi çöle döndürülen bu kutsal toprakları da bilinçli şekilde gezseler…

Bu kutsal topraklar için canlarını veren şehitlerimizi ve bu inanılmaz savaşı yöneterek zafere ulaştıran Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Atatürk ile silah (AS: ve dava) arkadaşlarını bir kez daha saygı ile anıyoruz.

Seçimin asıl kazananı

Seçimin asıl kazananı

Barış Terkoğlu
Cumhuriyet, 1.4.19

Keşke mümkün olsaydı zamandan hızlı koşmak, dönüp sonra yerine oturmak.
Sizin gazeteyi elinize aldığınız saatlerde seçimin sonucu belli olacak. Sabahlamış televizyonlarda, henüz temizlenmemiş sokaklarda, yorgun servis arabalarında hep kazananlar konuşulacak. Benim yazdığım saatlerde ise meçhul. Evet, sonucu bilmiyorum. Lakin bildiğim bir şey var. Dünyanın tüm milletleri kadar alnı yüksekte milletimiz seçim sandığında doğmadı. 
Yakup Kadri’nin Yaban’da “Biz Türk değiliz ki, o senin dediklerin Haymana’da yaşar” diye anlattıkları yalan mı? 
Kütahya’da adını bilmediği düşmanının ardından koşan atın ardında bıraktığı toz bulutunda doğdu. Van’da depremden enkaz altından günler sonra kurtarılan Azra bebeği taşıyan kucakta doğdu. Soma’da madenden ancak ölüsü çıkanların tabutunu taşıyan dirilerin omuzlarında doğdu. 
Birlikte üzülüyor birlikte seviniyorsanız, aynı türküye ağlıyor aynı fıkraya gülüyorsanız ulus olursunuz. Kader birliği yoksa aynı dili konuşmak ne işe yarar? 
Bildiğim şey, millet sandıkta doğmadı ama sandıkta bölündü. 
Yarısı zillet, yarısı hain, yarısı kâfir oldu. 
Öteki yarısı kazanırsa kendisine yaşayamayacağı bir ülke kalacağına inanan bir kalabalığa ulus denir mi? Her seçimden sonra kendisine başka vatanlar gösterilenler birlikte yaşayabilir mi? Aramıza bir hendek kazdılar, içini sandıkla doldurdular. Yarısı, tanımadığı hasmına karşı kazandığı zaferi kutluyor. Öbür yarısı kendinden eksilenlerin yasını tutuyor.

Vatan da hürriyet de ölmez! 
İnsanın büyük bir yanılgısı var. Kendisine verilen hayatı tarihin kendisi sanıyor. Baskıyı, zorbalığı, istibdadı baki sayıyor. Oysa hepsinin bir ömrü var. Bizim dilimizin çocuk şairi Rüştü Onur, 22 yaşında kan kusarak öldü. Gömerken “şiir öldü” dediler. Nâzım Hikmet en güzel çocuk: henüz büyümedi” dizelerini 3 yıl sonra yazdı. 
Bizim edebiyatımızın “sabah yıldızı” Sabahattin Ali 41 yaşında başı taşla ezilerek öldürüldü. Gömerken “roman öldü” dediler. Birkaç yıl sonra Yaşar Kemal dünya parayla alınır, yürek alınmaz” dediği İnce Memed’i yarattı. 
Bizim hürriyet davamızın sürgün yolcuları 1897 yılında Şeref Vapuru’na bindirilip vatanlarına son kez baktıklarında öğrenci olacak yaştaydılar. Onları ambarlara tıkarken “hürriyet öldü” diyorlardı. “Yaşasın Hürriyet, Yaşasın Vatan” diye veda ettikleri vatanlarına çok değil, 11 yıl sonra hürriyeti getirdiler.

Yarımız değil hepimiziz 
Belki kazanan belki kaybeden taraftasınız. Belki seviniyor belki üzülüyorsunuz. Sonuç her neyse sandığın size verdiklerinin mahkûmu olmayınKendinize, halkınıza, toprağınıza küsmeyin.

  • Unutmayın; adalete, özgürlüğe, eşitliğe dayanmayan her iktidarın mutlak sonu vardır.

Güçlü görünmesi sizin kendinizi güçsüz zannetmenizdendir. O, galibiyetini seçim kazanmaktan değil, karşısındakinin iradesine hâkim olmaktan alır. En büyük yeteneği, yönettiklerine tarihsiz olduğu yanılgısını kabul ettirmesindedir. Kendisinden kurtuluşun yine kendisi olduğuna inandırmasıdır yenilginiz. Az önce gelip, birazdan gidecek de olsa bile siz onun ezeli ve ebedi olduğu sanrısıyla yaşarsınız.

  • Unutmayın; insan, hangi şartlarda olursa olsun kaderine yön veren tek varlıktır. Dün, öncekinden farklıydı. Yarın da bugünden başka olacak.
  • Tozlanmış kitaplara, uzak yıldızlara, yıllardır birlikte mücadele ettiğimiz insanlara bakarak yine yönümüzü bulacağız.

Bir ülkeyi sevmek yalnız sefasını sevmek değildir. Toprağa düşen zeytinini, kırık kiremitlerini, yosunlu taşlarını da seversiniz. Nasırlı ellerini, çekilmiş çilelerini, yatılmış hapishanelerini de seversiniz. En yüce aşklar imkânsız görünenden doğar. En duru yurt sevgisi “her şeye rağmen” dönemlerinde yaşanır. 

  • Kırılan, dökülen, vurulan, satılan bu ülke hepimizin.

Hangi yarısındaysanız yarın öbür yarısıyla üzülecek, mutlu olacaksınız. Oğlunuz, hasım görünenin kızına âşık olacak. Çocuğunuz size yabancı olanın çocuğuyla oynayacak.

Sandıkta kurulmayan sandıkta yıkılmaz

  • Unutmayın, siz hangi partiye oy vereceğinizi düşünürken birileri meydanlarda halkı ötekine karşı kışkırttı.
  • Unutmayın, siz tanzim kuyruklarındaki ucuz soğanı tartışırken iki ayda milyonerlerin bankadaki parası 27 milyar daha arttı.
  • Unutmayın, siz ay sonunu beklerken sakallı patron “liderimiz bana dedi ki” diyerek kendisine hediye edilen fabrikayı anlattı.

Kaybetmesi gereken “diğer yarınız” değil. Ülkenin yarısının öteki yarısıyla kavga etmesi sayesinde palazlananlar. Aynı dam altında yaşadıklarınızla, aynı işyerinde çalıştıklarınızla, aynı sokakta yürüdüklerinizle geleceği birlikte kuracaksınız. Günlerdir “iç savaş” senaryoları yazanlar, kanlı boğazlaşmalarla tehdit edenler hepimizin sırtında oturuyor. Bugün yeniden doğrulma vaktidir. Sandıkta kurulmayanın sandıkla yıkılmayacağını gösterme zamanıdır. 
Kırlardaki çiçekler sayılır, çiçeklerin yaprakları sayılır, ama toprağa düşen tohumdan bir mevsimde çıkacaklar sayılmaz. Tarih nihai hükmünü geleceğin rahmine şimdiden düşenlerle yazar.

  • Bu gün 1 Nisan. Yapraklar biraz daha yeşile döndü, doğa kendi yasalarıyla ilerlemeye devam ediyor.
  • Umutsuz olmayın, hep birlikte yeniden başlıyoruz.

31 MART SEÇİMLERİ

31 MART SEÇİMLERİ 

Suay Karaman 

31 Mart 2019 Pazar günü yerel seçimler yapılacak. Beş yıl süreyle yerel yönetimleri yönetecek il ve ilçe belediye başkanları, belediye meclisi üyeleri seçilecek. Özellikle AKP iktidarıyla birlikte her seçim döneminde gündeme gelen seçim ve sandık güvenliği, sahte ve ölü seçmen sayısı, sahte oy ve seçim hilesi yapılma olasılıkları gibi tartışmalar da sürüp gitmektedir. Sandıklara sahip olunamayan her seçimde, sonuçların iktidar partisine yaradığını dikkate almak gerekir. Muhalefet partileri her sandığa gözlemci bulamıyorsa, sandıklara ve verilen oylara sahip çıkamıyorsa zaten seçimin sonucu bellidir.

2018 genel seçimlerinde olduğu gibi 31 Mart yerel seçimlerinde de partiler arasında ittifaklar kuruldu, pazarlıklar yapıldı ve listeler belirlendi. Ancak partilerin aday belirleme yöntemleri gündeme oturdu. Günümüzde yargıç huzurunda tüm parti üyelerinin katılımıyla yapılacak ön seçim hayal olmuştur; yani örgütler yok sayılmaktadır. Böyle bir önseçim, artık bütün partilerde unutulmuştur. Hangi yöntemle olursa olsun aday belirleme sürecinde AKP ve MHP gibi partilerde tartışma çıkmasına izin verilmez, tartışma çıksa bile dışarıya yansıtılmaz, sesleri duyulmaz. 

Aday belirleme konusunda CHP, öbür partilerden çok farklıdır. Bu fark, önseçim yapılması değil, adaylar belirlendikten sonra örgütlerde fırtına kopması şeklindedir. Çoğunluk oyuyla seçilmiş olanın yönetime gelmesi, demokrasinin gereğidir. Demokrasinin olmazsa olmazı siyasal partilerde, demokrasinin yok edilmesi sorgulanmalıdır. CHP’de tüm üyelerin katılımıyla önseçim yapılmadan, belirli kişiler tarafından belirlenen adaylar, parti meclisine sunulup, kamuoyuna açıklanmıştır. 

Bu aşamaya dek hiçbir itirazı olmayanlar, sessiz kalanlar, adaylığını tehlikeye atmamak için en temel parti içi demokratik hakkını dahi kullanmaktan çekinenler, listelerde adlarını göremeyince veryansın etmeye başladılar. ‘Emek’ vurgusu yaparak, adam kayırmaktan, ekipçilikten yakınmaya başladılar. Hatta bu aşamadan sonra bazıları başka partilerden aday oldular! 

Eşsiz liderimiz Atatürk’ün kurduğu CHP, aklını ve onurunu kullananların, yapıcı eleştirisine açık olup, yanlışa yanlış demeyi bilenlerin partisi olmak zorundadır. Genel başkanlar değişir, yöneticiler gelip geçer ama önemli olan cumhuriyetin temel ilkelerine ve demokrasiye sahip çıkmaktır. Siyaset, ilkesiz insanların işi olmamalıdır. 

Ön seçim yapılmadan aday dayatmalarına ses çıkarmıyorsunuz, kadın emeğini görmezden gelip, cinsiyet kotasına uyulmamasına susuyorsunuz ve tüm bunlara neden diye sorulduğunda “şimdi zamanı değil, seçim var bölünmeyelim, birlik beraberlik zamanı” gibi anlamsız sözlerle geçiştiriyorsunuz. O zaman aklımıza Nazım Hikmet’in “Dünyanın En Tuhaf Mahlûku (Akrep Gibisin Kardeşim)” şiiri geliyor… 

Bu durumlara sessiz kalanların, listelerde adlarını görmedikleri zaman yakınma ve sızlanma hakları da yoktur, olmamalıdır. 19 Şubat 2019 salı günü CHP grup toplantısında Ozan Arif gibi birinin Pir Sultan Abdal, Âşık Veysel, Neşet Ertaş gibi isimlerle aynı kefeye koyulması da hiç kimsenin içini sızlatmıyorsa, bugünkü yönetim tarafından CHP’nin, bir proje partisi yapıldığının kanıtlarından biridir. 

CHP yöneticileri önseçimden kaçarak, eğilim yoklaması bile yaptırmamış, liyakati kaldırmış, emeğe saygıyı es geçmiş, listeleri eş, dost, akraba ile doldurmuştur. Böylece seçmenin sandığa olan ilgisini en alt düzeye indirmiştir. Atatürk’ü ve ilkelerini eleştirenlerin aday yapıldığı bu seçimlerde yine de sandığa gitmek zorunluluğumuz vardır. Oylarımızı kendi siyasetimize yakın adaylara vermeliyiz, vermeyeceğimiz oylar başkalarına yarayacaktır. 

Ancak 31 Mart yerel seçimlerinde CHP başarısız da olsa, başarılı da olsa, mutlaka bugünkü yeni CHP zihniyetindeki yönetimin değişmesi gerekmektedir. Terör örgütü yanlılarına, şeriat severlere, ikinci cumhuriyetçilere, Atatürk ilke ve devrimlerini özümsemeyenlere, ince siyasetçilere CHP’nin kapısı kapatılmalıdır.

  • Atatürk’ün partisini, Atatürkçü parti yapmak zorundayız.

Devlet ve bayrak

Devlet ve bayrak

Örsan K. Öymen
Cumhuriyet
, 04.03.2019
AKP’li Bursa Belediye Başkanı Alinur Aktaş geçen hafta, “Arkadaş hangi caddeye, hangi kültür merkezine bir tane Allah dostu, bir tane padişahın ismini verdin? Nerede bu devlete ve bayrağa savaş açmış, Türkan Saylan, Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Nâzım Hikmet gibi, nerede dinle diyanetle problemi olan insan varsa, onların ismini verdin” biçiminde skandal bir açıklama yaptı. AKP’nin yeniden Bursa Belediyesi başkan adayı yaptığı bu şahıs, Nâzım Hikmet’i, Uğur Mumcu’yu, Bahriye Üçok’u ve Türkan Saylan’ı devlete ve bayrağa savaş açan insanlar olarak tanımladı!
Bu açıklama aslında, AKP’nin kendi çarpık, dogmatik ve despotik zihniyetinin sonuçlarından birisidir. 1789 Fransız devriminden önce, monarşinin, feodalizmin ve teokrasinin geçerli olduğu dönemde, Fransa kralı, “ben devletim” ifadesiyle, kendi şahsı ile devleti özdeşleştirmişti. Aynı yaklaşımı Rusya’da Çar, Osmanlı’da Padişah göstermekteydi.
Neo-Osmanlıcı AKP de, devleti ve bayrağı AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile özdeşleştirdiği için, devleti ve bayrağı Erdoğan’a indirgediği için, AKP’nin ve Erdoğan’ın yanında olmayan, AKP’nin ve Erdoğan’ın İslamcı zihniyetini paylaşmayan herkesi, devlet ve bayrak düşmanı olarak ilan etme noktasına gelmiştir.
Bu talancı ve fetihçi zihniyet, devleti babasının çiftliği sanmakta, devleti kendi kişisel tapulu malı gibi görmektedir. Cehalete, dogmatizme ve despotizme devleti yönetme yetkisi verildiğinde olacak olan da budur.
* Devleti yönetmek niteliğinden yoksun kişilerin becerebildiği tek şey, devleti işgal edip talan etmektir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olan Mustafa Kemal Atatürk’e ve başta laiklik olmak üzere, cumhuriyetin kuruluş ilkelerine meydan okuyanlar, vatandaşlara devlet ve bayrak dersi vermeye kalkıyorlar, bunu yaparken de vicdansızlığı, yalanı ve iftirayı bir bayrak haline getirmekten çekinmiyorlar!
Alinur Aktaş’ın hedef haline getirdiği Nâzım Hikmet, Uğur Mumcu, Bahriye Üçok ve Türkan Saylan gibi kişiler, Türkiye’nin onuru, namusu ve şerefi olan insanlardır. Onlar yaşamları boyunca halk için, adalet için, özgürlük için, bağımsızlık için, vatan için mücadele vermiş olan kişilerdir.
Alinur Aktaş’ın hayranlık duyduğu insanlar cehalete ve emperyalizme hizmet ederlerken, Nâzım Hikmet, Uğur Mumcu, Bahriye Üçok ve Türkan Saylan, devletin ve bayrağın bağımsızlığı için, bu devlet ve bayrak altında birleşmiş olan halkın aydınlanması ve kalkınması için mücadele veriyorlardı.
Üstelik bu insanlar, mücadelelerinden dolayı büyük bedeller ödediler. Nâzım Hikmet yıllarca hapis yattıktan sonra sürgünde yaşadı, vatandaşlıktan atıldı ve bir daha ülkesine dönemedi. Uğur Mumcu ve Bahriye Üçok suikasta uğrayıp öldürüldüler. Türkan Saylan gözaltına alındı, hakkında soruşturma başlatıldı. Öğretim üyesi ve Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Başkanı Prof. Dr. Türkan Saylan hakkında soruşturma başlatan, kendisi kanserle mücadele ederken evini basıp onu gözaltına alanlar kimlerdi?
AKP destekli İslamcı Fethullah Gülen çetesinin üyeleri, FETÖ’nün savcıları, yargıçları ve polisleri!
Öğretim üyesi ve SHP Parti Meclisi üyesi Doç. Dr. Bahriye Üçok’u ve gazeteci-yazar Uğur Mumcu’yu öldürenler kimlerdi? İslamcı terör örgütleri ve onların devlet içindeki uzantıları!
Nâzım Hikmet’i hapise attıran kimlerdi? Tek parti döneminde CHP’nin içindeki bazı köşeleri kapmış olan sosyalizm düşmanları!
Nâzım Hikmet’i vatandaşlıktan çıkartan kimdi? Demokrat Parti lideri ve Başbakan Adnan Menderes!
Kimler bu devlete ve bayrağa savaş açmış, kimler bu devlet ve bayrak için savaşmış, bunu ancak kişilerin eylemleri, olgular ve tarih belirler!

BİR ZAMANLAR 30 AĞUSTOS

Dostlar,

5/6 Eylül 1922 gecesi de sürüyordu büyük kovalamaca Ege topraklarında..
İkiyüz bine Mehmetçik, katmıştı önüne ikiyüzbini aşkın işgalci palikaryayı..
Sürüyordu Ege denizine doğru.. 400 km yol tüm olanaksızlıklara ve zorluklara karşın geçilecek ve düşman denize dökülecekti. Başkumandanın emri kesindi 30 Ağustos Zafer ardından :

  • Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!..

Dünya tarihinde benzersiz o anları Nazım Hikmet ölümsüzleştirdi Kuvayı Milliye Destanı ile. E. General Sn. Dr. Noyan Umruk da 96 yıl sonra derin bir özdeşim (empati) ile bir kez daha yazdı ABC Gazetesinde.. Onbinlerce şehit – gazinin ödenemez borçları adına hulu ile bir kez daha okunmalı ve vatan için ne gerekiyorsa yapılmalı.. Biz de bu çok önemli tarihsel süreci salt 30 Ağustos ya da 9 Eylül’de bırakmak istemiyoruz.. Bu aralığa yayarak hemen her gün sitemize seçtiğimiz yazıları koyuyoruz.. Teşekkürler değerli Paşamız, Tarih doktoru Sn. Umruk..

Sevgi ve saygı ile. 06 Eylül 2018, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com
========================================

BİR ZAMANLAR 30 AĞUSTOS…


Dr. Noyan UMRUK
E. General
ABC GAZETESİ, 28.08.2018  

Evet, “Büyük Taarruz” başlıyor… 30 Ağustos, yakın tarihimizin dönüm noktası…

”Makus talihimizin” yenildiği, diğer bir deyişle emperyalizmin çanına ot tıkandığı gün…

Kuvayı Milliye Destanını” küçümsetmeye çalışanları nafile çabalarıyla baş başa bırakıp, sözü büyük Ozan’a bırakalım; eşsiz dizeleriyle büyük utkuyu, daha içten anlatan çıkmadı çünkü…

Ateşi ve ihaneti gördük

Dayandık her yanda,

dayandık İzmir’de, Aydın’da

Adana’da dayandık,

Dayandık, Urfa’da, Maraş’ta, Antep’te

Sarışın bir kurt: Başkumandan…

 Dağlarda tek tek
ateşler yanıyordu.
ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki
şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birdenbire beş adım sağında O’nu gördü.
paşalar onun arkasındaydılar.
O, saatı sordu.
paşalar : «üç,» dediler.
sarışın bir kurda benziyordu.
ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
yürüdü uçurumun başına kadar,
eğildi, durdu.
bıraksalar,
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
kocatepe’den afyon ovası’na atlıyacaktı.
Dünyanın hiç bir ordusunda bir nöbetçi, şairinin ağzından, dizeleri inci taneleri gibi dizerek, başkumandanını bu denli sade, derin ve de yürekten bir  sevgi ile anlatamadı…
Sarışın Kurt’un Memetçikleri…
saat 3.30.
izmirli ali onbaşı ve de mangası
karanlıkta göz yordamıyla
sanki onları bir daha görmeyecekmiş gibi
baktı manga efradına birer birer :
sağda birinci nefer
sarışındı.
ikinci esmer.
üçüncü kekemeydi
fakat bölükte
yoktu onun üstüne şarkı söyleyen.
dördüncünün yine mutlak bulamaç istiyordu canı.
beşinci, vuracaktı amcasını vuranı
tezkere alıp Urfa’ya girdiği akşam.
altıncı, inanılmıyacak kadar büyük ayaklı bir adam,
memlekette toprağını ve tek öküzünü
ihtiyar bir muhacir karısına bıraktığı için
kardeşleri onu mahkemeye verdiler
ve bölükte arkadaşlarının yerine nöbete kalktığı için
ona «deli erzurumlu» derdiler.
yedinci, mehmet oğlu osman’dı.
çanakkale’de, inönü’nde, sakarya’da yaralandı
ve gözünü kırpmadan
daha bir hayli yara alabilir,
yine de dimdik ayakta kalabilir.

Ya Süleymaniyeli şoför Ahmet…

lastik hava kaçırıyor.
derdine deva bulmazsak eğer…
dur bakalım babacafer…

üç numrolu kamyonet durdu.
karanlık.
kriko.
pompa.
eller.
küfreden ve küfrettiğine kızan elleri
lastikte ve ihtiyar tekerlekte dolaşırken

sen süleymaniyelisin oğlum ahmet,
sana tek başına verilmiştir üç numrolu kamyonet.
hem, hani bir koyun varmış,
kendi bacağından asılan bir koyun.
süleymaniyeli şoför ahmet
soyun…

soyundu.
ceket, külot, pantol, don, gömlek ve kalpak
ve kırmızı kuşak,

ahmet’i postallarının üstünde çırılçıplak
bırakarak
dış lastiğin içine girdiler,
şişirdiler.

Karayılan’ı kim unutabilir…karayılan «karayılan» olmazdan önce
umurunda değildi karayılan’ın
kıyamete dek düşmana verseler antep’i.
çünkü onu düşünmeğe alıştırmadılar.

karayılan olmazdan önce
kara yılanın encâmını görünce
haykırdı avaz avaz
ömrünün ilk düşüncesini .
«ibret al, deli gönlüm,
demir sandıkta saklansan bulur seni,

ak taş ardında kara yılanı bulan ölüm.»
…Sonra;
«karayılan der ki : harbe oturak,
kilis yollarından kelle getirek,
nerde düşman varsa orda bitirek,
vurun ha yiğitler namus günüdür…»

Memetçik böyledir işte… Sesi, sedası çıkmaz; böbürlenmeyi pek beceremez. Düşünürsünüz, düşündürür sizi…Acaba bu işleri bilerek mi yapıyor, yoksa ayırdında değil mi? Pek de anlayamazsınız…Ancak, sonucu görürsünüz… Kıbrıs Barış Harekatında da, ateş altında, bir elinde karpuz dilimi ya da üzüm salkımı, pikniğe gider gibi düşman üzerine gittiği  görülmüştür… Yeter ki başında adam gibi bir komutanı olsun…

Ve sonra, imparatorluğun küllerinden doğan, tüm “mazlum milletlere” örnek, yurttaşlarına kıvanç veren, genç, gürbüz, bağımsız, saygın bir Cumhuriyet

Ve sonra, 60 yılda, özellikle amcaları ile birlikte ülkeyi yönetenlerce son 15 yılda bakın ne hale getirildi Türkiye…

-“Tüm okulları imam-hatip okulları yapma şansını yakalayarak”, “sabileri” sefil eden alt üst edilmiş bir milli eğitim sistemi, tarikatlara, cemaatlara teslim edilmiş binlerce çocuk,

Cari açık, dış borç, “ne idüğü belirsiz” net-hata noksana dayanan bir ödemeler dengesi ile kağıttan kaplan, yeterince üretmeyen, teknolojik zaafiyet içinde krizlerle boğuşan ekonomik yapı,

– Zorunlu tüketim üzerinden toplanan dolaylı vergilere dayanan adaletsiz bir mali sistem ve son derece eşitsiz bir gelir dağılımı,

— Her tarafına yerleştirdikleri, tıkıştırdıkları Fetö’nün “ak çocukları” ve “yeşil zeytin kılıklı hainleri “ile sonTürk devletini allak bullak eden ne idüğü belirsiz, melanetinin ayrıntıları zamanla açıklığa kavuşacak kökü dışarıda bir darbe denemesi…

-Elbirliğiyle moralman ve yönetimsel olarak çökme noktasına getirilmiş, ama yine kuvvacı omurgası ile Fırat Kalkanı’nda herşeye rağmen etkinliğini gösterebilen bir ordu,

-Açıla saçıla, Doğu Akdeniz’den, Kıbrıs ve Türk dünyasına ve  Pekin, Moskova, Erivan, Tahran, Bağdat, Şam altıgenine değin tüm komşu ülkeleri ciddi tehdit haline getirip, Habur-Oslo-Şemdinli-G.Antep sürecinde PKK’nın da bu konjonktüre eklemlenmesine göz yumulması ile iflas etmiş güvenlik ve dış politika süreci,

-Zavallı bir ulusal istihbarat sistemi,

-Yüz verilince astarını isteyen PKK, İŞİD gibi mel’un terör örgütlerinin istedikleri yeri hallaç pamuğu gibi attıkları bir ülke…

Sonuç                   :

“Bir türlü kendilerine saygı ve şükran duyulamayan” Cumhuriyet kurucularınca emanet edilen Mısak-ı Milli’nin, ülkenin “bekası”nın ciddi tehdit altında sokulması…Şaşkın, tüm politik tercihlerinde, kararlarında yanılmış, “kandırılmış” bir iktidar…Darbe girişimine karşı milyonları meydanlara toplayan, ama bin bir bahane yaratılarak kutlanması diğer ulusal bayramlar gibi kadük edilen bir 30 Ağustos…Ülkenin namus, haysiyet günü…

Aman kutlanacak neyi kaldı demeyin. Yaşadığımız karanlık günler bu büyük ulusun, bu halkın okyanusları andıran tarihinde sadece bir virgül…Küllerinden doğmaya alışıktır bu millet…