TÜRKLERDEN GİZLENEN TARİHİ GERÇEK: OSMANLILAR VE İSLÂM
Konuk yazar : GÜZİDE FİLİZ TUZCU
Tarihçi, 2019
Kuran’ın tebliğ etmiş olduğu İslâm Dini insanlık alemine duyurulalı 1400 yıl olmuştur; Türklerin bu dini kabul etmeleri ise yaklaşık 1000 küsur yıldır. (Türkler bu dini nasıl kabul ettiler, kılıç zoruyla mı kabul ettiler, veya bazı Türk toplumları hiç kabul etmediler mi gibi konular makale dışındadır.) Bizim için önemli olan husus şudur; Türklerin İslâm ile birliktelikleri olan bu 1000 (Bin) küsur yılın 620 yılı Osmanlıların idaresi altında geçmiştir. Bu sürenin oldukça uzun ve önemli bir süre olduğu muhakkaktır. Ancak bu kadar devasa bir zaman zarfı içinde genel olarak “Türk Milletinin İslâm Dinini, Kuran’ın tebliğ ettiği ve anlattığı biçimde anladığı ve hayatına uyguladığı” söylenemez! (Ayrıca 1938 – 2019 arası dönem için de aynı durum söz konusudur!) O halde bu anormal durumun üzerinde ciddiyetle düşünülmesi ve nedeninin açıklanması gerekmektedir. Benim araştırmalarım bu anormal durumdan sorumlu olanların Osmanlılar olduklarını gayet açık ve net olarak ortaya koymuştur. Bir başka deyişle Osmanlılar, Kuran’ın tebliğ ettiği İslâm’ı Müslüman Türklerin anlamalarını ve hayatlarına uygulamalarını yüzyıllarca engellemişlerdir! Keza 1938 sonrasında da Osmanlı hayranları, söz konusu aynı uygulamayı, Büyük Atatürk’ün kurmuş olduğu T.C. Devletinde sürdürmüşlerdir!!!
Peki Osmanlılar Türklerin Kuran’ı ana dilleri Türkçe okumalarını, anlamalarını ve böylece Allah’ın uyarı ve emirlerini öğrenmelerini neden engellemişlerdi? Çünkü onların Türkler üzerinde hükümranlık ve saltanat sürdürebilmeleri, işte bu engellemeye bağlıydı; şöyle ki Osmanlıların Türklere tanıttıkları ve uyguladıkları İslâm, aslında Kuran’ın tebliğ ettiği Gerçek İslâm değildi ve söz konusu bu gerçeği Türklerin hiçbir şekilde öğrenmemeleri gerekiyordu! Böylece Türklerin başına “Kutsal İslâmi Lider” iddiasıyla geçen Osmanlılar, Türklerin gözünde “kendilerine dini meşrutiyet ve güç kazandırmak adına, şeklen İslâm’a benzeyen, ancak sadece göstermelik ibadetlere, ibadethanelere, tarikatlara ve Arapça ezberlerin dayatıldığı sıbyan mekteplerine ve medreselere ” dayanan sözde bir İslâm’ı uygulamışlardır!
Türk Milletinin içine düşürüldüğü bu aldatıcı durumu, yani Türklerin “İslâm Dini kisvesiyle yüzyıllarca nasıl baskı altına alınıp, sömürüldüklerini” gayet iyi bilen, hatta kendi öğrencilik ve subaylık yıllarında ve de Kurtuluş Savaşı sürecinde de bizzat yaşarak gören Büyük Atatürk, Cumhuriyet’i ilân ettikten hemen sonra İslâm’ın yegane ve tek kaynağı Kuran’ı, devrin en mahir – Bilge İslâm Âlimlerinden Elmalılı Hamdi Yazır’a “Türklerin anlayabileceği ve ibret alabilecekleri ana dili Türkçeye” tercüme ettirmiş ve Türklerin inandıkları – iman ettikleri İslâm Dinini, onun tek kaynağından, en doğru şekilde öğrenmeleri, dinen bilinçlenmeleri ve bir daha “din adına sömürülmemeleri” için oldukça büyük çaba harcamıştır… Ancak Onun bu son derece yerinde ve gerekli çabası, 1938 sonrasında iktidara gelen siyasilerce maalesef ki devam ettirilmemiştir!!! Hatta tam tersi yapılarak – aynı Osmanlı devrinde olduğu gibi – bir kez daha İslâm Dini, onun tek kaynağı Kuran’dan uzaklaştırılarak, “dinin siyaset ve saltanat aracı” yapılmasına göz yumulmuştur!!! Dikkatimizden kaçamamıştır ki Türkiye’de “Atatürkçü” geçinen, hatta Atatürk’ün izinde gittiğini iddia eden pek çok aydın, bu son derece önemli konuya hiç değinmemektedir!!! Ayrıca bunlar, Müslüman Türklerin Kuran’ı ana dilleri Türkçede, anlayarak – okumaları ve bilinçlenmeleri için hiçbir çaba harcamamaktadırlar!
Oysaki geçmişte din istismarıyla ilgili yaşanan onca acılar ve yıkıcı tecrübeler henüz hafızlarda taptaze durmaktadır… Ayrıca Büyük Atatürk’ün de bu konuyla ilgili onca uyarıları vardır! Bunlara rağmen 11 Kasım 1938’den günümüze kadar iktidara gelenler, “Atatürk düşüncelerine, ilkelerine, hedeflerine ve Türk Milletine bağlı kalacaklarına” dair TBMM’nde yeminler etmiş olmalarına rağmen, bu yeminlerini tutmamışlar, hatta Osmanlıları yıkıma götürdüğü gayet iyi bilinen “aynı yanlış yolu” tekrar izlemeyi tercih etmişlerdir!!! O halde Tarih İlmini esas alan ve Kuran bilgilerine de vakıf olan bir tarihçi olarak, aşağıda yer alan hususları sorgulama hakkımız doğmaktadır:
- Devlet yönetiminde İslâm Dinini – İslâm Hukukunu uyguladıkları iddia edilen, hatta “Allah’ın yeryüzünde gölgesi – İslâm Halifesi”[1] diye Türklere tanıtılarak yüceltilen ve adeta kutsallaştırılan Osmanlı padişahları, Yüce Allah’ın Kuran’da açıkça bildirdiği yasaklara, uyarı ve emirlere riayet etmişler midir?
- 600 küsur yüzyıllık sürede Osmanlılar, Türk Milletine Kuran’ın içeriğini (özünü), yani Allah’ın bir Müslüman’da neleri önemsediğini – neleri yasakladığını, hatta hiç affetmeyeceği büyük günahları, uyarıları ve emirlerini, Türklerin anlayabilecekleri şekilde, onların ana dilinde – yani “Türkçe” olarak açıklamış ve öğretmişler midir?
- Bilindiği üzere Kuran’ın tebliğ ettiği İslâm, daha önceki semavi dinlerde (Museviliğin – Hıristiyanlığın) ruhban sınıfı eliyle yapılan sapmaları, uydurulan yanlışları ve hurafeleri açıklamak; Allah düşmanlarını deşifre etmek ve mutlak dini gerçekleri son bir kez daha insanlık alemine duyurmak ve insanlık alemini son bir kez daha uyarmak üzere gelmiştir. O halde Kuran ve Kuran’ın tebliğ ettiği İslâm Dinini sadece Müslüman Türklere değil, tüm gayrimüslimlere, hatta tüm insanlık alemine açıklamak, anlatmak ve yaymak görevini Osmanlı padişahları yerine getirmişler midir? (Bilindiği üzere Osmanlılar hüküm sürdükleri yüzyıllarda, muazzam bir dünya gücü olarak “Allah’ın emri olan bu görevi” yerine getirmek için her türlü donanıma, maddi – manevi zenginlik ve kudrete sahiptiler.)
Kuran’ın ve Tarih İlminin pencerelerinden bakıp, araştırma ve analizler yaptığımızda görülmüştür ki, bu üç soruya da olumlu cevap vermek, kesinlikle mümkün değildir! Nedeni mi? Çünkü bu hususla ilgili son derece belirgin iki nihai kanıt gözlerimizin önünde durmaktadır:
Birinci Kanıt Şudur: Cumhuriyetin devir aldığı Türk Nüfusunun sadece % 10’u okuma – yazma biliyordu! Oysaki Kuran’ın ilk emri okudur; çünkü Kuran’ın tebliğ ettiği İslâm Dini “akla, bilime ve bilgili insana” en yüksek derecede değer veren akılcı bir dindir. Bu bağlamda okunmak, anlaşılmak, ders ve ibret almak için tebliğ edilen Kuran, Osmanlı devrinden Cumhuriyet’e kadar, yani 20. Yüzyılın başına kadar Türkçeye maalesef ki tercüme edilmemiştir! Ayrıca Kuran’ın matbaa basımı ile çoğaltılması, yaygınlaştırılması ve kolayca temin edilmesi de yasaklanmıştır! Böylece Türklerin Kuran’a kolayca ulaşabilmeleri ve Türkçe dilinde, anlayarak okuyabilmeleri ve dinen bilinçlenmeleri yüzyıllarca engellenmiştir! Bir başka deyişle Osmanlılar Türklere, Türklere tamamen yabancı bir dil olan Arapçayı ve “Kadim Türk gelenek ve kültürüyle asla bağdaşmayan” Emevi Arap geleneklerini – kılık kıyafetini “İslâm” diye dayatmışlardır!!!
İkinci kanıt da şudur: 1400 yıl önce İlâhi Vahiy Yoluyla geldiği ifade edilen Kuran’ın içeriğinin 21. Yüzyılda dahi, Türkiye de dahil olmak üzere, genel olarak İslâm alemince halâ bilinmemesi ve uygulanmamasıdır! Şöyle ki; İslâm ülkelerinin hiçbirinde, Kuran’da açıkça belirtilen, “bilime – eğitime – adalete dayalı, eşitlikçi, paylaşımcı sosyal bir hukuk devlet düzeni yoktur”; söz konusu bu mutlak gerçek herkesin malûmudur. Bu bağlamda bu ülkelerin kendi özgür iradeleriyle hareket edemedikleri; kalkınmak için olmazsa olmaz olan milli politikalar uygulayamadıkları, hatta “emperyalist Yahudi ve Hıristiyan devletlerinin” baskısı ve zulmü altına düştükleri, böylece haksızlıklar, iç savaşlar, terör saldırıları, kaos, acılar, ölümler yaşadıkları, kısacası derin bir cehalet ve yoksulluk girdabına tutsak edilmiş yaşam mücadeleleri gün gibi ortadır. Dahi olmaya hiç gerek yoktur; Kuran’ın ifadesiyle “aklını işleten”, biraz okuyan ve gözlem yapabilen her insan bu gerçeği rahatlıkla görebilir.
Genel anlamda ne Türkiye’de (Elbette 1923–1938 Büyük Atatürk altın dönemi hariç…), nede başka İslâm inancı olan ülkelerde, Kuran’da Allah’ın emrettiği gibi “eşitlikçi – adaletli – hukukun üstünlüğüne ve bilime dayanan sosyal devlet ve toplum düzeni” yoktur! Ayrıca genel anlamda Türkiye’de ve Müslümanların çoğunluk olduğu diğer ülkelerde “Allah’ın Kuran’da açıkça özelliklerini bildirdiği[2] kalibrede Müslümanların” sayısı da yok denecek kadar azdır! Allah’ın arzu ettiği söz konusu adil düzene en yakın siyasi rejim, Büyük Atatürk’ün cesaret ve isabetle seçtiği ve uyguladığı Cumhuriyettir; yani milletin iradesinin esas alındığı – Hukukun ve Yasaların üstün olduğu Parlamenter – Demokratik – Sosyal Hukuk Devletidir. Ancak 1938 sonrasında iktidara gelenler, “Kuran hükümleriyle de birebir uyum içinde olan, bu son derece insani siyasi rejimin” tüm kurumlarıyla yerli yerine oturmasına, kökleşmesine, sağlıklı işlemesine ve güçlenmesine maalesef ki izin vermemişlerdir!!!
Böylece Türkiye’de 1938 sonrasında, İslâm’ın Kuran’dan uzaklaştırılarak, içinin oyulup, boşaltıldığı gibi; “Cumhuriyetin – Atatürkçülüğün, Sosyal Demokrasinin, Bağımsızlığın, Laikliğin ve Milliyetçiliğin” de içleri kolayca oyulmuş ve boşaltılmıştır! Türk Milleti için hayati önem taşıyan bu kavramları doğru bir şekilde açıklayabilecek insan sayısı, toplam nüfusta kanaatimce % 20’yi asla geçemez. Bir bilim insanı sorumluluğuyla belirtmemiz gerekir ki Türkiye’nin ve İslâm dünyasının bugün içine düşmüş olduğu bu son derece vahim ve kaygı verici durumdan dolayı “Osmanlıların sorumluluk payı” oldukça büyüktür. Çünkü en görkemli çağlarında üç kıtada hüküm süren, sözü dinlenen, saygı gören, hatta fazlasıyla çekinilip – korkulan bir dünya gücü olan Osmanlı İmparatorluğu tahtında yüzyıllarca oturup, saltanat süren Osmanlı padişahları, Allah’ın gayet açık ve kesin emri olan “Benim dinime yardım edin, Benim ve sizlerin düşmanınız olan, hak ve hukuk tanımaz zorba ve zalimlerle savaşın, Benim istediğim adaletli dünya düzenini tesis edin emrini” yerine getirmemişlerdir!!!
Bir başka deyişle Allah’ın “İslâm’ı Kuran’ın ışığında insanlık alemine duyurun – tanıtın – Âyetlerimi açıklayın, emirlerimi yerine getirin; geçmişte ruhban sınıfın, aç gözlü – hırslı hükümdarlarla birlik olup sebep oldukları sapmaları, hurafeleri, insanları nasıl kandırıp, Benim dosdoğru yolundan çevirdiklerini, dünyada nasıl fesat üretip – bozgunculuk yaptıklarını, bundan dolayı kavgalar – savaşlar çıkıp insanların nasıl acılar çektiklerini anlatın; Benim ve İslâm’ın düşmanlarını dost edinmeyin, onların yoluna gitmeyin, onlarla Benim adıma sert bir şekilde mücadele edin ve yeryüzünde Benim Hükümlerimi geçerli kılın…” gibi gayet açık ve kesin emirlerini maalesef ki Osmanlılar dikkate almamış ve yerine getirmemişlerdir!
Kanaatimizce şayet Osmanlılar Allah’ın bu emirlerini dikkate alıp, o çağlarda gereğini yapmış olsalardı, despot Avrupa krallarını ve zengin – mutlu gayrimüslim azınlıkları destekleyen, onların zorbalıklarını ve saltanatlarını meşrulaştıran, ruhban sınıf eliyle saptırılmış dinler yüzyıllarca hüküm sürerek – bugünlere kadar gelemeyecekti: hatta Allah’ın Kuran ile tebliğ ettiği Gerçek İslâm, başta Avrupa ülkeleri olmak üzere, tüm dünyada hüküm süren birinci ve en yaygın din olacaktı: Ayrıca emperyalist batılıların haksız kazançlarla – zulümlerle – saldırganlıkla zenginleşip, güçlenip, kendilerinden görmedikleri milletleri köle olarak kullandıkları, sömürdükleri, yani “güçlünün güçsüzü, zenginin yoksulu ezdiği – insani değerlerin yerlerde süründüğü, son derece adaletsiz bir dünya düzeni” de belki bugün olmayacaktı.
O halde şöyle bir soru sormalıyız; İdaresi altındaki Müslüman Türk tebaasını kendi hükmü altında “kulları – hatta sürüsü” gibi gören ve bu bağlamda sorgusuz sualsiz kendisine baş eğilmesini ve itaat edilmesini talep eden, hatta “Allah ile ilişkilendiren ve kutsallık atfedilen padişahlık makamının” Kuran’dan onay alması mümkün müdür? Elbette ki mümkün değildir. Kuran’da Yüce Allah, elçisi – peygamberi olarak seçip, onurlandırdığı, İslâm dininin en büyük şahsiyeti ve temsilcisi olan Hz. Muhammed’in bile görev sınırlarını ve yetkisini açıkça bildirmiş ve bu sınırları aşmaması için peygamberi uyarmıştır. Ayrıca Allah, en son peygamberi Hz. Muhammed de dahil olmak üzere, hiç bir peygamberine herhangi bir ayrıcalık ve kutsallık tanımamıştır. Hemen birkaç özet örnekler verelim;
- Ahkaf Sûresi – Âyet 9: (Muhammed’e hitaben) “De ki “Ben türedi bir elçi değilim, bana ve sizlere ne yapılacağını da bilemem. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum ve ben apaçık bir uyarıcıdan başka bir şey değilim.” ”
- En’âm Sûresi – Âyet – 50: (Muhammed’e hitaben) ”De ki “Ben size Allah’ın hazineleri benim yanımdadır demiyorum. Ben gaybı (bilinmeyeni- gizli olanı) da bilmem. Size “ben meleğim” de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum.” De ki “ Körle gören bir olur mu? Hiç düşünmüyor musunuz?”.”
- Âl-i İmran Sûresi Âyet 144: “Muhammed sadece bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip, geçmiştir. Şimdi Muhammed ölür veya öldürülürse, siz ayaklarınız üzerinde geriye mi döneceksiniz? Kim geriye dönerse Allah’a hiç bir ziyan veremez…”
- Nûr Sûresi – Âyet 54: (Muhammed’e hitaben) “De ki “Allah’a itaat edin, eğer Allah’a itaat ederseniz doğru yolu bulursunuz”. Elçiye düşen görev sadece emrimi açık bir şekilde duyurmaktır.”
- En’âm Sûresi – Âyet 107: (Muhammed’e hitaben) “Biz seni insanların üzerine bekçi yapmadık, sen onların vekili de değilsin.”
- Bakara Sûresi – Âyeterl 118 – 119: “Gerçekleri iyice bilmek isteyenlere âyetleri açıkladık. Doğrusu biz seni (Muhammed’i) gerçekle müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Cehennem halkından sen sorumlu değilsin.”
- Kaf Sûresi – Âyet 45: (Muhammed’e hitaben) “Sen insanlar üzerinde bir zorlayıcı değilsin, sadece Kuran ile öğüt ver.”
- Gâşiye Sûresi – Âyetler 21 & 22; (Muhammed’e hitaben) “Öğüt ver, çünkü sen ancak öğüt verensin. Sen insanlar üzerinde zorlayıcı değilsin.”
- Bakara Sûresi – Âyet 256: “Dinde zorlama yoktur”.
- İsrâ Sûresi – Âyet 53: “Kullarıma söyle, puta tapanlara sert davranmasınlar, onlara en güzel sözleri söylesinler.”
- Âl-i İmrân Sûresi – Âyet 134: “Allah, güzel davrananları sever.”
- Nisa Sûresi – Âyet 5: “ Güzel söz söyleyin.”
- Nahl Sûresi – âyet 23: “Allah, büyüklük taslayanları sevmez.”
- Lokman Sûresi – âyet 18: “Allah, kendisini beğenip, övünen kimseyi sevmez.”
- Kasas Sûresi – Âyet 4: “Fıravun ululandı (büyüklük tasladı – kendini üstün gördü) zorbalığa kalktı, halkını çeşitli gruplara böldü. Onlardan bir zümreyi eziyor, oğullarını kesiyor, çünkü Fıravun bozgunculardandı.”
- Nahl Sûresi – Âyet 29: “Kibirlenenlerin yeri ne kötüdür.”
- Maide Sûresi – Âyet 87: “Allah, sınırı aşanları sevmez.” (Osmanlı padişahları gibi “yeryüzünde Allah’ın gölgesi olmak ve yönetimi altındaki Türklere zorla baş eğdirip, onları kulları olarak görmek, Kuran’da olmayan haramlar ve cezalar icat edip, zorla uygulamak,” herhalde sınırı haddinden fazla aşmak olsa gerek!)[3]
- NAHL SÛRESİ – ÂYETLER 51 & 52: “YALNIZ ALLAH’TAN KORKUN, GÖKLERDE VE YERYÜZÜNDE NE VARSA ALLAH’INDIR. KULLUĞUNDA YALNIZ ALLAH’A YAPILMASI LÂZIMDIR. SİZ ALLAH’TAN BAŞKASINDAN MI KORKUYORSUNUZ?”
Görüldüğü üzere Kuran’da Allah, yeryüzünde her kim olursa olsun – bu padişah da olsa, şeyhülislâm’da olsa, kral da olsa, patrik de olsa, imparator da olsa, hatta Allah’ın bizzat seçtiği bir peygamber dahi olsa – hiç kimseyi hükmüne ortak etmemiştir; hükümdarlara hiçbir kutsallık ve ayrıcalık tanımamıştır, onları da Kendisine itaat etmeleri gereken sade birer “kulu” olarak görmüştür. Bu bağlamda Kuran’a göre hiç kimse, ama hiç kimse Allah adına hüküm veremez; inananların inancını sorgulayamaz, hayali haramlar icat edip, cezalar uygulayamaz ve dinin takipçiliğine – bekçiliğine soyunarak, insanlara zorbalık yapamaz! Gayrimüslimlere ve yabancılara gayet “hoşgörülü” davrandıkları pek çok tarihi kaynakta belirtilen Osmanlılar (ki bu tamamen doğrudur), zorbalığı ve zulmü sadece Müslüman Türklere yapmışlardır! Genel olarak Osmanlı padişahları İslâm Dinini, kendi siyaset ve keyfi uygulamalarına bir kılıf yapabilmek için, Kuran’ın tebliğ ettiği ve tanıttığı gerçek İslâm’ı Türklerin, ve diğer milletlerin dikkatinden ve bilgisinden gizlemişlerdir! (Oysaki Kuran’ı tanıtma ve açıklama görevi Kuran’da, Allah’ın açık bir emri olduğu halde!!!)
Aslında Osmanlılar, Allah’ın peygamberi İsa aracılığıyla tebliğ ettiği uyarı ve emirlerden uzaklaşan Greklerin, orijinal İsa öğretisini değiştirerek, “İsa peygamberi tanrı yaptıkları, saptırılmış Hıristiyanlığa” hizmet etmeyi ve bu saptırılmış dini yaymayı tercih etmişlerdir! İşte Osmanlılar, Türklerin bu gerçeği öğrenmelerine mani olmak için Türklerin Kuran’ı Ana Dillerinde Türkçe okumaları ve anlamalarını yüzyıllarca engellemişlerdir. Çünkü hiçbir şüphemiz yoktur ki şayet Türk Milleti Kuran’ın içeriğini – yani Allah’ın uyarı ve emirlerini Türkçe okumuş, anlamış ve dinen bilinçlenmiş olsaydı, Osmanlılar ve Osmanlıların koruması altında güçlenerek geniş bölgelere yayılan, zenginleşen ve saltanat süren başta Grek Ortodoks Hıristiyanlar olmak üzere, hiçbir gayrimüslim toplumun değil yüzyıllarca, 5 – 10 yıl bile hüküm ve saltanat sürebilmeleri, hatta Türk toprakları üzerinde kendi müstakil devletlerini kurabilmeleri ve suni çizgilerle sınırları çizilen topraklarını, Türkler aleyhine sürekli genişletmeleri kesinlikle mümkün olmazdı! Tüm bunları mümkün kılan, Osmanlıların Türk ve İslâm karşıtı politikaları ve Türklerin de bunlardan tümüyle habersiz olarak, padişahlara körü körüne inanıp, itaat etmeleriydi!
Bazıları şöyle diyebilirler: “Efendim tarihin o çağlarında padişahlık – krallık vs… gibi, astığı astık, kestiği kestik tek adama bağlı, mutlak ve despot yönetimler vardı”! Bunu Emevi Araplar, gayrimüslimler ve gayri-Türkler söyleyebilirler, ancak bunu “Türk” olarak tanınan Osmanlılar söyleyemezler; çünkü Türklerin Kadim Devlet Geleneğinde bir tek adamın, kendi keyfi idaresiyle, mutlak egemenlik kurup, tebaasına sorgusuz ve sualsiz baş eğdirdiği ve saltanat sürdüğü bir düzen söz konusu olamazdı! Türk Devlet Geleneğinde her ailenin – her kabilenin – her boyun devlet idaresinde “temsil edilme hakkı” vardı; şöyle ki her topluluğun kendi seçmiş oldukları üyelerden oluşan bir “Danışma Meclisi (Meşveret Meclisi) vardı ve bu Meclis içinde ayrıca Gün Görmüş – Tecrübeli Bilge İhtiyarlar Heyeti” de vardı ve önemli devlet kararlarında bu unsurlar hep birlikte devreye girerek toplanır, tartışarak değerlendirmeler yapar ve müşterek bir karar alarak başlarında bulunan Türk Hükümdara görüş bildirir ve onu yönlendirmiş olurlardı.
Bu yüzden tarihte Türklerle bir şekilde karşı karşıya gelip, onları tanıma fırsatı bulan, “Adil Türk Devlet ve Toplum Düzenine” şahit olan yabancı gezginler, tarihçiler, elçiler, devlet adamları vs… (çağımızda demokrasi ve hukuk devleti olarak tanımlanan) Türklerin “meclise – toplumsal dayanışmaya, kadın – erkek eşitliğine ve adaletli yönetim sistemine” hayran kalmışlar ve anılarında bu hususa bilhassa dikkat çekmişlerdir.[4] O halde Osmanlı padişahlarının uyguladıkları mutlak yönetim ve saltanatın, ne Kadim Türk Devlet Geleneğine, ne de Kuran Hükümlerine uygun olduğunu söylemek kesinlikle mümkün değildir. Her şeyden önce biz Türklerin bu tarihsel gerçeği çok iyi bilmemiz gerekmektedir.
Osmanlıların Kuran dışı “İslâm” anlayışı ve uygulamaları:
- Bilindiği üzere Osmanlı padişahları, ailelerine – mahremlerine – yakınlarına aldıkları gayrimüslim yabancı kadınların ve erkeklerin etkisiyle kendilerini, devletin asıl sahibi olan Türk Milletinden daha farklı ve üstün görmeye başlamışlar, hatta zamanla Türkleri, Türkçeyi ve Türk Kültürünü aşağılayarak, Türkleri devlet yönetiminden tamamen uzaklaştırmışlardır. Bunun yanı sıra İslâm Dinini de Kuran’dan uzaklaştırarak, “İslâm görünümlü – ancak Kuran’ın tebliğ ettiği İslam olmayan”, kendi keyfi çıkarlarına hizmet eden sahte – göstermelik bir din uygulamışlardır! Bununla ilgili çarpıcı bir örnek verelim; Osmanlılar, Karamanoğullarının Devrimci ruhlu toplum önderlerinden olan ve yaşadığı çağda hiç çekinmeden ve korkmadan Osmanlı yöneticilerini eleştirebilen Yunus Emre gibi, yaşadığı çağa damgasını vurmuş olan ve günümüzde de dünyanın tanıdığı ve saygı duyduğu, Allah sevgisini ve Kuran Âyetlerini nakış nakış şiirsel dille açıklamış olan Büyük Türk İslâm Bilgininin pek çok eserini yok etmişler ve geriye kalanları da okumayı “din dışı ilân edip” yasaklamışlardır! (Kanuni Sultan Süleyman’ın şeyhülislamı Ebusuud efendi Yunus Emre’nin eserlerini “din dışı“ ilân etmiş, bunları okumayı yasaklamış ve okuyanların dinden çıkacağına dair fetva vermiştir! Ayrıca 1453’ten günümüze devletin en üst kademelerinden, en alt kademelerine dek Türklere yönetici görevi verilmemesine özellikle dikkat edilmiştir: Ta ki Büyük Atatürk’e ve Onun Kutlu Cumhuriyet Dönemine kadar…)
- Osmanlılar kendilerini güdücü çoban, Türkleri de güdülecek “sığır – koyun – eşek sürüsüne benzeterek”[5] onları kıskıvrak hakimiyetleri altına almışlar ve din kisvesiyle son kerteye kadar istismar etmişlerdir; şöyle ki padişahlar Türklere kendilerini, “Allah’ın yeryüzünde gölgesi – Allah’ın iradesini temsil eden yeryüzü halifesi – kutsal İslâm hükümdarları”[6] olarak zorla kabul ettirmişlerdir! Oysa ki bakın Kehf Sûresi Âyet 26 ne diyor: “De ki göklerin ve yerin gaybı (bilinmeyenleri – gizleri) Allah’ındır. Allah ne güzel gören ve ne güzel işitendir. Ondan başka yardımcı yoktur. Allah, kendi hükmüne hiç kimseyi ortak etmez.”
- Osmanlılar yüzyıllar içinde, safsatalarla – hurafelerle Türk Milletinin beynini öylesine yıkamış ve din afyonuyla öylesine uyuşturmuşlardır ki, Kurtuluş Savaşı sürecinde bile Türkler “kendilerini yüzyıllarca sefalet ve cehalet içinde yaşatan; 1918 sonunda da Türklere sahip çıkmayarak, hatta onlara ihanet ederek, kurbanlık koyunlar gibi onları işgalci ve saldırgan düşman kuvvetlerine teslim eden padişah Vahdettin’e” bile hâlâ derin sevgi ve içten bağlılık duyabilmişlerdir!!! Hatta Büyük Atatürk bu konuyla ilgili Nutuk’ta şöyle dert yanmıştır:
“Ulus ve ordu, padişah – halifenin hainliğinden haberli olmadığı gibi, o makama ve o makamda bulunan padişaha yüzyılların kökleştirdiği din ve gelenek bağlarıyla içten bağlı ve uysaldı. Ulus ve ordu, kendinden önce yüce halifeliğin ve padişahlığın kurtuluşu ve dokunulmazlığını düşünüyordu: Halifesiz ve padişahsız kurtuluşun anlamını kavrama yeteneğinden yoksundu! Bu inançla bağdaşmaz oy ve düşüncelerini açığa vuracakların vay haline! Hemen dinsiz, vatansız, hain ve istenmez olur.”[7]
Oysa daha önce de belirttiğimiz üzere Allah tarafından peygamberlik mertebesiyle onurlandırılan, İslâm Dininin en yüksek şahsiyeti ve temsilcisi – hatta Kutsal İlâhi Vahiy Kitabı Kuran’ın bizzat tebliğ edildiği Hz. Muhammed bile, Osmanlı padişahları gibi “Allah’ın yeryüzünde Gölgesi – Yeryüzü İslâm Halifesi” gibi olağanüstü büyüklük ve kutsallık atfedilen, şatafatlı unvanlar kullanmamış, güç ve yetki edinmemiş ve de insanları “kulları” olarak görüp, asla büyüklük taslamamıştır. Hatta peygamberin, hem kendi ev halkına, hem etrafına, hem de tüm insanlara karşı gayet sevecen, mütevazi ve sade bir hayat sürdüğü pek çok kaynakta ifade edilmiştir.
Türk Milleti çok iyi bilmelidir ki 1980’lerden itibaren Osmanlı zihniyet ve geleneklerini yeniden diriltme çabaları başlatılmıştır! O gün bugündür Osmanlı propagandasını görev edinen taraflı “sözde Osmanlı tarihçileri”, padişahları sürekli överek, onları “gaza ruhuyla İslâm yolunda yürüyen – kahraman din büyükleri” gibi gösterip, adeta padişahları kutsallaştırmaya devam etmektedirler… Hatta bu sözde tarihçiler, “Osmanlı padişahlarını Allah’a son derece bağlı, ülkeyi Kuran Hükümlerine göre adaletle idare etmiş olan, hatta evliyalık mertebesine erişmiş – İslâm büyükleri” gibi tanıtma görevini üstlenmişlerdir!!! Günümüzde bazıları daha da ileri giderek, Osmanlılarla İslâm’ı özdeştirmiştir!
Hemen çarpıcı bir örnek verelim; uzun yıllar televizyonda (Cine 5 TV) sözde tarih programı yapan, adının önünde bir de “profesör!” unvanı olan kişi, programında aynen şöyle demiştir; “Osmanlı düşmanı olan, din düşmanıdır, bunların kanı bozuktur…” Aslında Osmanlılarla, İslâm Dininin hiçbir alâkası yoktur. Bunu duyunca gerçekten hayretler içinde kalmış ve şok olmuştum. Böylesine asılsız, bilim dışı, hatta ağır hakaret içeren sözleri sarf eden kişinin profesörlüğü derhal iptal edilip, cezalandırılmalıydı… Öyle olmuş mudur? Maalesef ki hayır! (Bir tarihçi olarak bu saçma programı, “toplumun tarih diye nasıl kandırıldığını gözlemlemek adına” ara sıra izliyordum. Yukarıda yer alan sözlerine de, 16 Nisan 2014 günü “bakalım bugün neler uyduracak” diye izlediğimde şahit olmuştum. Bu sözde tarihçinin adı, kanalın ve programının adı, günü ve tam saati bende kayıtlıdır)
Bu kişi ve onun gibi pek çoklarının yüzünden Türk Milleti, halâ padişahların içyüzünü maalesef ki öğrenememiştir! Bunun içindir ki “Türklerin yüzyıllarca canını okuyan, onları cahil, yoksul, çaresiz ve geri bırakan; 1. Dünya Savaşı sonrasında Türkler bir ölüm kalım mücadelesiyle karşı karşıya kaldıklarında da Türklere sahip çıkmayan, hatta Türk askerlerinin silahlarını toplayan, böylece Türkleri tamamen korumasız ve çaresiz bırakarak, zorba ve zalim düşmanların ellerine terk eden; hatta biçare ve yapayalnız kalan Türkler, namuslarını – canlarını – vatanlarını savunmak amacıyla “Milli Güçler” kurduklarında, onlara mani olmaya çalışan, üstüne üstlük işgalci düşmanlarla – Grek ordularıyla birlik olup, Türklerin üstlerine ordular gönderen padişahların” mezarlarını günümüzde Türkler, kutsal – evliya türbeleri – İslâm Büyükleri zannederek, ziyaret etmekte, hatta onlara hayır duaları okumaktadırlar!!! Bu trajikomik durum da Türklerin 21. Yüzyılda bile ne Kuran Âyetlerini, ne de Gerçek Osmanlı Tarihini halâ bilmediklerini gözler önüne seren en çarpıcı ve en utanç verici kanıtlardan biridir. O halde bizde, Türkleri içine sokuldukları bu derin gaflet uykusundan uyandırmak adına, tarihi gerçekleri canhıraş gizleyen taraflı sözde tarihçilere şu soruları soruyoruz:
Madem Osmanlı padişahları “Allah’ın yeryüzünde gölgesiydiler, dindar ve kutsal kişilerdi ve ülkeyi de İslâm Hukukuyla – Kuran Hükümleriyle” idare ediyorlardı, o halde,
- Kuran Hükümlerinin çoğunu ve bilhassa Allah’ın emri olan “İslâm’ı insanlık alemine açıklayın – tanıtın – anlatın – dinime yardım edin emrini” padişahlar neden yerine getirmediler? (Saf Sûresi – Âyet 14: “Ey inananlar Allah’ın yardımcıları olun. Nitekim İsa da havarilerine; “Allah yolunda, benim yardımcılarım kimdir?” demişti. Havariler “Allah yolunun yardımcıları biziz” dediler.” Muhammed Sûresi –Âyet 7; “Ey inananlar, eğer siz Allah’ın dinine yardım ederseniz, Allah da size yardım eder.” Haşr Sûresi – Âyet 8: “Allah’ın lütuf ve rızasını arayanlar; Allah’a ve elçisine yardım edenler, işte doğru olanlar onlardır.)
- Osmanlılar, Kuran’ın Türklerin ana dili “Türkçeye” tercüme edilmesini, matbaada basılmasını ve kolayca ulaşımını neden yasakladılar?
- Osmanlılar neden Türkleri, Kuran’ göre hiç affı olmayan şirk batağına düşürdüler? İslâm’da zinhar “kula kulluk yokken”, neden Türkleri “kulları” yaptılar?
- Osmanlılar Türklere, tamamen yabancı bir dil olan Arapçayı ve de “Kadim – Medeni Türk Yasaları ve Kültürüyle” asla bağdaşmayan – Emevi Arap adetlerini neden Türklere din diye dayattılar ve neden Türklerin dilini, milli bilincini, edebiyatını ve sanatını körelttiler?
- Osmanlılar neden Kuran’da olmayan haramlar ve cezalar icat edip, bunları Müslüman Türklere zorla dayattılar? (Nahl Sûresi – Âyet 116: “Dillerinizin yalan yere nitelendirmesinden dolayı “şu helâldir, şu haramdır” demeyin; sonra Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Allah’a karşı yalan uyduranlar ise iflâh olmazlar (kurtuluşa eremezler)”
- Osmanlılar, ruhban sınıf eliyle saptırılmış, Allah’ın açıkça kabul etmediği dinleri neden destekleyip, o dinlerin güçlenmelerini ve yayılmalarını sağladılar? Osmanlılar, Grek ve Ermeni patriklerin, papazların – metropolitlerin insanları kandırmalarına, suiistimal etmelerine, fitne ve fesat çıkarmalarına ve de İslam Dinine düşmanlık etmelerine neden izin verdiler?
- İslâm Dinini ayakta tutan temel direklerden biri olan “kul hakkına ve adalete saygıyı” neden Osmanlılar gözetmediler?
- Osmanlılar, Osmanlı İmparatorluğu’nun/Devletin kurucusu, asıl sahibi olan, hatta emeğiyle, kanı ve canıyla devleti besleyen – ayakta tutan, velinimetleri Türklerin kul haklarına neden riayet etmediler – kendi vatanlarında onlara neden insanca yaşam hakkı tanımadılar? Ve Osmanlılar, neden Türkleri devlet yönetiminden tamamen uzaklaştırdılar? Ayrıca neden Osmanlılar Müslüman Anadolu Türk Devletlerine düşmanlık besleyerek, onlara sürekli saldırarak, onları bir bir yok ettiler?
- Allah’ın Kuran’da “Bunlar benim düşmanımdır – hatta bunlar pisliktir” diye açıkça belirttiği “Allah’ı, Kuran’ı ve Hz. Muhammed’i oldum olası kabul etmeyen, hatta İslâm’ı Muhammed uydurdu, o bir sahtekârdır…” diyebilen kişileri Osmanlılar, neden “eşleri, akrabaları – danışmanları- hocaları, oda arkadaşları (nedimleri), sırdaşları, sadrazamları, ordu komutanları, bölge yöneticileri – voyvodalar vs…” yaptılar??? Osmanlılar, yabancıları, gayrimüslim devşirmeleri neden devletin en üst makamlarına getirerek, divanı, sarayı, haremi ve orduyu yabancı gayrimüslimlerle doldurdular ???
- Kuran’a göre bir peygamber olan İsa’nın “Orijinal Allah Öğretisini” saptıran ve sadece bir insan olan İsa’yı “tanrı” yapan Grek patriklere Osmanlılar neden büyük değer verip, her açıdan onları desteklediler ve neden onlara geniş yetki ve güç bahşettiler? Ve neden bu gayrimüslim yabancılara cömert ihsanlarda bulunarak, geniş özgürlükler ve Türk kanıyla sulanmış değerli topraklar verdiler? Böylece yabancı kökenli gayrimüslimlerin her açıdan güçlenmelerini, zenginleşmelerini sağlayıp, Müslüman Türklerin mal ve canlarına musallat olmalarına, nihayetinde Türk topraklarına göz dikmelerine, saldırmalarına ve gasp etmelerine neden oldular???
- Ayrıca 2. Mehmet’in resmileştirdiği/yasallaştırdığı devşirme usulü, İslâm’da hiç affı olmayan ikinci büyük günah olan “kul hakkı ihlâline” girmesine rağmen Osmanlılar, neden gayrimüslim oğlanları zorla toplayarak (devşirme usulü), onları rızaları dışında çeşitli hizmetlerde kullandılar? Kuran’a göre bir insana “kendi rızası dışında, zorla yaptırılan her muamele” kul hakkı ihlâli ve zulümdür; bunu yapan da zorba ve zalimdir. Allah da zorba ve zalimlerin düşmanıdır. (iki + iki = dörttür.) (Osmanlılar, Hıristiyan ailelerin 12 – 18 yaş grubu oğlan evlâtlarını, genellikle zorla ailelerinden koparıp, toplamışlar ve yakışıklı – düzgün yapılı – gösterişli olanları sarayda padişahın, ya da şehzadelerin özel hizmetinde; gürbüz, güçlü – kuvvetlileri ordu hizmetinde, diğerlerini de çeşitli hizmetlerde kullanmışlardır!)
İSLÂM DİNİNE YAPILAN EN BÜYÜK HAKSIZLIK: GREKLERCE ORİJİNAL HZ. İSA ÖĞRETİSİNDEN SAPTIRILARAK, “PEYGAMBER İSA’NIN TANRI YAPILDIĞI – ÜÇLÜ TESLİS İNANCINI DAYATAN” ORTODOKS HIRİSTİYANLIĞIN, “HOŞGÖRÜ MASKESİ ALTINDA” OSMANLILARCA DESTEKLENMESİ VE YAYILMASININ SAĞLANMASI!!!
Evet Türkiye’de tarih kitaplarında – tarih belgesellerinde – dizilerde vs… Osmanlıların “gayrimüslimlere karşı nasıl engin hoşgörü ve anlayış gösterdikleri ve onları ibadet ve yaşamlarında nasıl özgür bıraktıkları” sürekli vurgulanır durur! Evet aslında bu tespit tamamen doğrudur; Osmanlıların yabancı gayrimüslimlere karşı “engin hoşgörü gösterdikleri” tarihi bir gerçektir! Ancak burada sorulması gereken iki soru vardır? 1.) Hoşgörü perdesinin ardında gizlenen gerçek nedir? Kuran’da Yüce Allah, “Tek Yaratıcı ve Tanrı Olarak Allah’ı, Allah’ın İndirdiği İlâhi Vahiy Kitabı Kuran’ı ve peygamberi-elçisi olarak seçtiği Hz. Muhammedi” tanımayan, kabul etmeyen, hatta yalanlayan, sapmış kişileri “Allah düşmanları” olarak ilân etmiştir. O halde padişahların bu kimselere “hoş görü göstermeleri, hatta onları başa tacı edip, her açıdan desteklemeleri, onlara özgürlük ve ayrıcalıklar tanımları”, “hoşgörü” ile açıklanabilir mi? Allah’ın “bunlar BENİM düşmanımdır” diye açıkça bildirdiklerine padişahlar, nasıl hoşgörü gösterebilirler, ne hadlerine!!! 2.) Bir de Osmanlılar madem bu kadar hoşgörülüydüler de Müslüman Türklere neden hiç hoş görü göstermediler? Neden Türklere din adına baskı uygulayarak, namaz ve oruç ibadetlerini zorla dayattılar, hatta yapmayanlara neden ağır cezalar uyguladılar? Ayrıca Kuran dışı uygulamalar sergileyen Osmanlıların boyunduruğu altında girmek istemeyen, hatta mevcut haksızlıklara isyan eden bazı Türk Toplumlarını Osmanlılar neden “din dışı ilân ederek, onları rafizi – kızılbaş vs…” diye aşağıladılar, dışladılar ve her vesileyle onları yok etmeye çalıştılar? Oysaki İslâm’da baskı, zorlama ve zulme kesinlikle onay yoktur; hatta bir insana zorla yaptırılan her şey, hem hiç affı olmayan büyük bir günahtır – yani “kul hakkı ihlâlidir”, hem de açık bir zulümdür. Kuran’da Yüce Allah, hak ve hukuk tanımaz zorba ve zalimi lânetlemekte ve Müslümanlara bunlarla savaşın emrini vermektedir. Âl-i İmrân Sûresi – Âyet 57: “Allah, zalimleri sevmez.”
Şimdi bu konuyla ilgili Âyetlerden örnekler vermek istiyoruz:
- Hûd Sûresi – Ayet 17: “Topluluklardan kim Kuran’ı inkâr ederse, onun yeri ateştir. Muhakkak ki Kuran, Rabbinden gelen gerçektir.”
- Furkan Sûresi – Âyet 52: “Kafirlere (Allah, Kuran ve peygamber tanımazlara – Müslüman olmayan – dinsizlere) boyun eğme ve bu KURAN ile onlara karşı büyük cihat et.”
- Maide Sûresi – Âyet 73: “Tanrı üçün üçüncüsüdür diyenler elbette kafir olmuşlardır. Yalnız Tek Bir Tanrı vardır, başka tanrı yoktur.” (Osmanlı padişahları büyük papazlar ve patriklerce uydurulmuş Teslis (Üçlü) inancını desteklemişlerdir; yani Üçlü Tanrı İnancı: 1.) Tanrı Baba – 2.) Oğlu Tanrı İsa ve 3.) Kutsal Ruh. {Trinity Doctrine – Greek Orthodoxy.} Oysa ki Kuran’ın tebliğ ettiği İslâm’ göre Tek Bir Tanrı vardır ve Onun adı Allah’tır)
- Mücadele Sûresi – Âyet 20: “Allah’a ve elçisine düşman olanlar, işte onlar en alçaklar arasındadır”.
- Nisa Sûresi – Âyet 101: “Muhakkak ki kâfirler, sizin açık düşmanınızdır.”
- Bakara Sûresi – Âyet 98: “Allah, inkâr edenlerin düşmanıdır.”
- Hûd Sûresi – Âyet 14: “Bilin ki Kuran Allah’ın bilgisiyle indirilmiştir ve Allah’tan başka Tanrı yoktur. Nasıl, artık Müslüman oldunuz mu?”
- Tevbe Sûres, – Âyet 33: “Allah elçisi Muhammed’i hidayetle (doğrulukla) ve hak dini ile gönderdi. Allah’a ortak koşanlar hoşlanmasa da elçi, hak dini İslâm’ı bütün dinlerin üstüne çıkarsın.”
- Âl-i İmrân Sûresi – Âyet 19: “ALLAH KATINDA DİN, İSLÂMDIR.”
- Âl-i İmrân Sûresi – Âyet 85: “Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, bilsin ki, o din ondan kabul edilmeyecek ve o ahirette kaybedenlerden olacaktır.”
- Cin Sûresi – Âyet 14: “ KİMLER MÜSLÜMAN OLURSA, İŞTE ONLAR DOĞRU YOLU BULMUŞTUR.”
- Âl-i İmran Sûresi – Âyetler 51 – 53: “(İsa peygamber konuşuyor) “Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir: Allah’a kulluk edin, doğru yol budur. İsa, onlarda inkârı sezince “Allah yolunda bana kimler yardımcı olacak” dedi. Havariler İsa’ya, “Biz Allah yolunun yardımcılarıyız; Allah’a inandık, şahit ol, biz Müslümanlarız” dediler.”
- Hac Sûresi – Âyet 78: “Allah bu Kuran’dan önceki Kitaplarda da, bu Kuran’da da size MÜSLÜMANLAR adını verdi.”
- Maide Sûresi – Âyet 51: “Ey inanlar, Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Sizden kim onları kendine dost edinirse, o onlardandır. Şüphesiz Allah, zalim toplumu doğru yola iletmez.”
- Tevbe Sûresi – Âyet 30: “ “Yahudiler “Üzeyir, Allah’ın oğludur” dediler. Hıristiyanlar “İsa, Allah’ın oğludur” dediler. Bu onların ağızlarıyla uydurdukları sözlerdir. Sözlerini önceden inkâr etmiş olan müşriklerin (Allah’ın Birliğine – Tek Tanrı olduğuna inanmayanların) sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin, nasıldan haktan (doğrudan) batıla (yalana) çeviriyorlar.”
- Maide Sûresi – Âyet 45: “Kim Allah’ın indirdiği ile (Kuran ile) hükmetmezse, işte zalimler onlardır.” (Ne yazık ki Osmanlılar, Allah’ın indirdiği Kuran ile hükmetmemişlerdir!)
- Tevbe SÛresi – Âyet 28: “Ey inananlar, Allah’a ortak koşanlar pisliktir.” (Yani Allah’ın Birliğine – Tek Tanrı olduğuna inanmayanlar, Onun yanına başka yedek ilâhlar icat edip, koyanlar… Örneğin Allah’ın elçisini “tanrı” yapanlar gibi!)
- Nisa Sûresi – Âyet 48: “Allah kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz; bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allah’a ortak koşan da gerçekten büyük bir günah islemiştir.”
Görüldüğü üzere bu kadar Âyet, Osmanlılar ile ilgili tarihi gerçekleri ortaya koymak için kanaatimizce yeterlidir. Yüce Allah Kuran’da uyarı ve emirlerini açıkça bildirmiştir; dinlerden sadece ve sadece İslam Dinine razı olduğunu açıkça belirtmiştir. Kendisinin “Tek Tanrı” olduğuna, Vahiy Kitabı Kuran’a inanmayanlara ve yarattıklarını “tanrı” edinenlere “pislik” demiştir. O halde Kuran’ı esas alan biri için en doğru din İslâm’dır; Hz. Adem’den başlayarak, Hz. İbrahim’den, Nuh’tan, İsa’dan, Muhammed’e kadar pek çok peygambere bildirilen “Allah Mesajlarının, Uyarı ve Emirlerinin” değişmediği, ancak Kuran öncesinde ruhban sınıfının bunları değiştirip, Allah hükümlerini saptırdıkları ve insanları Allah’ın dosdoğru yolundan çevirip, yanlış yönlendirdikleri bildirilmiştir. Peki “Allah’ın yeryüzünde gölgesi – İslâm Halifesi” Osmanlı padişahları bu Âyetleri bilmiyorlar mıydı? Koca koca kavuklu şeyhülislâmlar, koskoca ulema sınıfı, müderrisler (medrese hocaları – günümüzün öğretim üyeleri) hacılar – hocalar, şeyhler vs… Kuran hükümlerini bilmiyorlar mıydı? O halde bunlar, Ruhban sınıfın saptırdığı gerçekleri neden açıklamamışlardır? Söz konusu yanlışları ve icat edilen hurafeleri belirtip, Kuran gerçeklerini tüm Osmanlı tebaasına açıklamak bunların asli görevleri değil miydi? Ancak onların Allah’ın dinine yardım etme, İslâm’ı tanıtma ve açıklama gibi bir niyetleri ve çabaları yoktu; çünkü onlar Allah’tan değil, Osmanlı padişahları ve hanedanından korkuyorlardı!!!
O halde Allah’ın Tek Tanrı olduğunu kabul etmeyen ve resmen Allah’a ortak koşan, Kuran’ı ve peygamber Muhammed’i tanımayanları Osmanlı padişahlarının “hoş görü maskesi altında” desteklemeleri, onlara zengin ihsanlarda bulunmaları, değerli Türk Topraklar bahşetmeleri, yüksek onur ve payeler vermeleri neyin nesiydi? Gerçek Osmanlı Tarihini bilinler bu duruma hiç şaşırmayacaklardır: Çünkü aslında Orhan Gazi’nin üç Grek Ortodoks Hıristiyan eşlerinden itibaren Osmanlı hanedanı hep yabancı gayrimüslim analardan doğmuştu; onarlın yabancı soydan gelen yakın akrabalarından – öğretmenlerden – danışmanlardan “Türklük ve İslâm Karşıtı” Hıristiyan telkinler alarak, Hıristiyanları ve Yahudileri koruyup, kollamak üzere eğitilmiş ve yetiştirilmişlerdi.
Onun içindir ki padişahların “Türk dilini ve kültürünü korumak ve yaymak gibi bir çabaları” hiç olmamıştır; onun içindir ki padişahların “Kuran’ın tebliğ ettiği İslâmi tanıtma – anlatma ve yayma gibi bir çabaları” hiç olmamıştır; onlar İslâm’ı, Müslüman Türklere ve diğer Müslüman milletlere karşı, “sadece bir vitrin – siyasi bir araç olarak” gayet ustaca ve başarıyla kullanmışlar, böylece bundan nemalanarak, yüzyıllarca saltanat sürmüşlerdir… Osmanlı devrinde kazananlar Osmanlı padişahları, Osmanlı hanedanı, yabancı kökenli cariyeler – eşler – valideler, akrabalar, nedimler, devşirme yöneticiler, patrikler, Grek – Ermeni – Sırp – Arap – Yahudi halklar, yani gayrimüslim tebaa, Avrupalı soydaşları ve dindaşları olmuştur; kaybedenler ise maalesef hep Türkler olmuştur… Osmanlı dönemini, 1938 sonrası siyasi kişiler ve olaylarla kıyaslayarak değerlendirirsek, her şeyi çok daha iyi anlamış ve analiz etmiş oluruz. Bu bağlamda Tarih İlmi geçmişten günümüze köprü kuran, günümüz olaylarını ve kişilerini aydınlatan, günümüzü doğru anlamamızı ve geleceğimizi isabetli planlamamızı sağlayan muazzam bir ışıktır; işte bize MİLLİ HAFIZAMIZI kazandıracak olan da, Tarih İlminin bu Muazzam Işığıdır.
Yüce Allah’ın Türk Milletine mucizevi bir lütfu olan Büyük Atatürk olmasaydı ve O Tarihi Büyük Kahraman gençliğini, geleceğini, çok sevdiği askeri mesleğini, hatta canını dahi ortaya koyarak, her türlü tehlike ve fedakârlığı göz alıp, Türk Milletine önderlik etmeseydi, iç ve dıştaki azılı düşmanlara rağmen “Kurtuluş Savaşını” gerçekleştirmeseydi ve tarihe damgasını vuran üstün zaferler kazanıp, T.C. DEVLETİNİ kurmasaydı, bugün Türk Milletinin ne Milli Türk Kimliği, ne Türk Bayrağı, ne onuru – ne şerefi, ne dini, ne geleceği, ne de bir vatanı olmayacaktı. Bu mutlak hayati gerçeği Türklerin, hiçbir zaman akıllarından çıkarmamalarını içtenlikle diliyorum.
Unutmayalım ki Türkler, Büyük Atatürk’ü Yüce Allah’a, geri kalan tüm değerlerini ve bu güzel VATANI Büyük Atatürk’e borçludurlar. O Büyük İnsanın her birimizin üzerinde ödenemez ölçüde büyük KUL HAKLARI vardır… O halde özüyle İNSAN olan, hele ki TÜRK olan ve de Kuran’ın tanıttığı bir MÜSLÜMAN olan her TC Devleti Vatandaşı, karanlıklarda – biçare bırakılan Türk Milletinin üzerine bir GÜNEŞ gibi doğan, milletine umut olan, yaşam ve kurtuluş azmi aşılayan, milletinin yaralarını saran, onu zifir karanlıklardan çekip çıkaran, padişahlara ve devşirme yöneticilere kul – köle olmaktan, yani hiç affı olmayan şirk günahından kurtaran BÜYÜK ATATÜRK’Ü her zaman en derin sevgi, saygı ve minnet duygularıyla anmalıdır. Bunun aksi zaten düşünülemez bile! Tüm dünya milletleri bile Onu hayranlık ve saygıyla anmaktadırlar.
Büyük Atatürk bizleri dikkatle ve altını çizerek uyarmıştır; “Türk Milletinin başına gelen her felâket ve belâ DİN KİSVESİ ALTINDA– DİN MASKESİYLE gelmiştir.” Bu uyarı kulaklarımıza küpe olmalıdır. İyi bilelim ki BÜYÜK ATATÜRK’ÜN DEĞERLİ DÜŞÜNCELERİ, LAİKLİK BAŞTA OLMAK ÜZERE, TÜM İLKELERİ VE DE KURMUŞ OLDUĞU KUTLU CUMHURİYETİMİZ, KURAN’IN TEBLİĞ ETTİĞİ GERÇEK İSLÂM ile mükemmel bir uyum içindedir. Zaten aklın ve gerçeğin yolu birdir. O halde “Türk Milli Varlığımızı” korumak azminde olan samimi – vatansever Atatürkçüler olarak bizler, Türk Milletine Kuran’ın tebliğ ettiği Gerçek İslâm’ı tanıtmak ve anlatmak zorundayız. Milletinin temel inanç ve değerlerinden kopuk, bunlara saygı göstermeyen bir aydın, “gerçek bir aydın olamadığı” gibi, Atatürkçü ve vatansever de olamaz.
Şu hususu çok iyi bilmemiz gerekir ki, her kim ki Atatürk’e düşmandır, o kişi aslında “Türk Milletine ve Kuran’ın tebliğ ettiği Gerçek İslâm’a” düşmandır. Paha biçilmez altın ve elmas madenleri gibi, Büyük Atatürk’ümüzün de o eşsiz değeri, her geçen gün artmaktadır… Binlerce yıl geçse de, pek çoklarının adları silinip gitse de, kanaatimizce ATATÜRKÜMÜZÜN kutlu adı hep yaşacak, hep hayranlıkla ve saygıyla anılacaktır… İki Eşsiz Türk Büyüğümüzün “KURAN İLE TAMAMEN UYUMLU” hayat rehberi niteliğinde sözleriyle yazımı tamamlıyorum; Büyük Türk İslâm Âlimi Hacı Bektaş Veli Hz.’nin sözleri; “İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır”. BÜYÜK ATATÜRKÜMÜZÜN SÖZLERİ; “HAYATTA EN HAKİKİ (EN GERÇEK) YOL GÖSTERİCİ İLİMDİR.”
ATATÜRK GİBİ DÜŞÜNELİM…
Kutlu Vatan Aşkını Yüreklerinde Yaşatanlara İçten Selâmlarımla…
Kaynaklar
[1] Şerafettin Turan, Türk Kültür Tarihi, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2002, s. 161.
[2] Kuran’a göre bir Müslüman’ın özellikleri şunlardır; her şeyden önce Allah, kılık kıyafete – görünüşe ve göstermelik ibadetlere değer vermediğini, hatta kalben inanmadan – gösteriş amaçlı ibadet edenleri – iki yüzlüleri lânetlediğini bildirmiştir: Bu bağlamda bir Müslüman önce “güzel ahlâk” sahibi olmalıdır, güzel ahlâkın temel özellikleri özetle şöyle ifade edilebilir; “her zaman – her yerde ve herkese karşı dosdoğru – dürüst bir insan olmak, aynı zamanda her zaman dürüst insanların yanında yer almak; namuslu – vicdanlı ve adaletli olmak; güvenilir olmak ve her ne pahasına olursa olsun verdiği sözü yerine getirmek; paylaşımcı ve cömert olmak ve her yerde ve her vesile ile iyilikler ve güzellikler üretmektir.” Ayrıca tabi ki bir Müslüman sadece ve sadece Allah’a kulluk etmeli, sadece ve sadece Allah’tan çekinip – korkmalı, sadece ve sadece Allah’ın huzurunda eğilmeli ve her ne pahasına olursa olsun sadece ve sadece Allah’ın emirlerini yerine getirmelidir. İŞTE KURAN’DA BELİRTİLEN “ÖRNEK MÜSLÜMAN”, BU KARAKTER DE BİR İNSANDIR.
[3] Kuran’da “Dinde zorlama yoktur” (Bakara – Âyet 256) âyeti açıkça yer almasına rağmen Osmanlılar, 2. Mehmet’ten (Fatih) itibaren dinin bekçiliğine ve yargıçlığına soyunmuşlar ve 2. Mehmet ferman çıkartarak namazı ve orucu Türklere zorla dayatmış, hatta namaz kılmayan – oruç tutmayan Türklere ağır ve aşağılayıcı cezalar uygulanmasını istemiştir; örneğin oruç tutmayan kişiyi “iğrenç – nefret uyandıran kişi ilân edilerek ve boynuna tahta boyunduruk takılarak sokak sokak teşhir etme” cezası, ya da namaz kılmayanları falakaya yatırma cezası veya para cezaları öngörülmüştür! O. Özel – M. Öz, Söğüt’ten İstanbul’a, İmge Kitabevi, Ankara, 2002, s. 404. Şerafettin Turan, Türk Kültür Tarihi, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2002, s. 100, 156, 167.
Oysaki Nahl Sûresi – Âyet 116’da Yüce Allah diyor ki “Dillerinizin yalan yere nitelendirmesinden dolayı “şu helâldir, şu haramdır” demeyin; sonra Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Allah’a karşı yalan uyduranlar ise iflâh olmazlar.” (Yani Kuran, Allah adına yalan uyduranlar, asla kurtuluşa eremezler diyor. Düşündürücüdür ki 2. Mehmet başta olmak üzere, padişahların ekseriyeti, yataklarında huzur ve sükunet içinde can verememişlerdir; bunlar son derece ağrılı ve acılı hastalıkların pençesinde kalmış, aylarca – yıllarca dayanılmaz acılar içinde kıvranarak ancak son nefeslerini verebilmişlerdir…)
[4] Kadim Türklerde toplum bireylerinin görüşlerine değer veren adil devlet yönetimine hayran kalan ve bunu eserlerinde vurgulayanların başında Tunuslu Hukukçu – Yargıç – Ünlü İslâm Bilgini İbni Haldun (1332 – 1406) gelmektedir. O, konumuzla ilgili özetle şu hususların altını çizmiştir; “Orta Asya Türklerinin, siyasal yapılarındaki meşveret (danışma) meclisi, eşitlikçi ve adaletli kurultay geleneği ve de Alplik – Yiğitlik özelliği yüzyıllar boyunca süregelmiştir. Türkler yüzyıllar süren bu uğraşılarında, eşitlikçi ve adaletli (demokratik) devlet yönetim geleneklerini gittikleri topraklara da taşımışlardır. Osmanlı öncesi Türk Hükümdarları ve Beylerinde aç gözlülük ve haset yoktu; onlar kendi şahıslarına mal biriktirmezlerdi ve servet genelde devlete aitti. İslâm’ın “yiğitlik – dürüstlük – eşitlik ve yardımlaşamaya” dayanan ilk saf kuruluş geleneklerini şiddet ve kanla bastırarak, bozan Emevi Araplarına karşın Türkler, İslâm’a uyumlu kadim devlet gelenekleriyle İslâm’a taze kan taşımışlardır…” (Ümit Hassan, İbni Haldun’ın Metodu ve Siyaset Teorisi, Sevinç Matbaası, Ankara, 1977, s. 78, 186.)
Avrupalı pek çok gezgin de Türkler için, dünyanın en demokrat toplumu demiştir. Gaston Richard adlı bir İngiliz gezgin “Türklerde eşitlik, dayanışma ve paylaşım, insani olgunlukta son derecesini bulmuştur” diye ifade etmiştir. (Ziya Gökalp, Türk Uygarlığı Tarihi, İnkılâp Kitabevi, İstanbul, 1991, s. 131.)
{Bu konuyla ilgili verebileceğimiz, sayfalar dolusu daha pek çok örnek vardır, ancak bu makaledeki kısıtlı sayfalar bunun için müsait değildir}.
[5] “Osmanlı seçkinleri, Türk Köylüleri “eşek Türkler” diye aşağılarlardı; Anadolu’da yaşayan Türk Köylülerini “taşralı, kaba- saba, idraksız (akılsız)” diyerek küçümserlerdi. Yakın zamana kadar Türk Milletinin adı bile yoktu! Tanzimatçılar Türklere “sen yalnız Osmanlısın, sakın başka milletlere özenip bir ad isteme, yoksa imparatorluğun yıkılmasına neden olursun” demişlerdi! Güçsüz Türk, yurdumu yitiririm korkusuyla “Vallahi Ben Türk Değilim, Osmanlıyım – Müslüman’ım” demeye zorlanmıştı.” Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, İnkılâp Kitapevi, İstanbul, 1997, s. 42.
“Türkler, kültürlü kimselerce dışlanmış, güzel konuşan kişilerin söyleyişlerinde aşağılanmıştır! Osmanlı devrinde Türklere “kötü soylu – idraksız (akılsız)” denilerek, Türkler ve dilleri Türkçe hor görülmüştür.” Şerafettin Turan, Türk Kültür Tarihi, Bilgi Yayınevi, Ankara 2002, s. 70.
[6] Şerafettin Turan, Türk Kültür Tarihi, Bilgi Yayınevi, Ankara 2002, s. 161.
[7] Gazi Mustafa kemal Atatürk, Nutuk – Söylev Cilt 1, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1999, s. 15, 17.