Etiket arşivi: gazi mustafa kemal atatürk

ATATÜRK’E, O’na YENİLENLER KADAR SAYGI DUYMADINIZ

Mustafa AYDINLI
EğitimciYazar

Geçtiğimiz hafta sonu Ayasofya’daki programda eski imam Mustafa Demirkıran, AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan ve TBMM Başkanı Mustafa Şentop’un da dinlediği sırada Mustafa Kemal Atatürk’ü hedef alarak. Bunlardan daha zalim ve kafir kim olabilir?! gibi sözlerle küfür ve hakarette bulundu.

Peki kim bu eski imam? Cumhurbaşkanının aile dostu, memleketlisi, eşi imamın oğlunun düğününde nikah şahidi. Güneysu İlim Öğrenenlere Yardım Vakfı mütevelli heyeti üyesi, gazeteler bu vakfa 2017 yılında vergi muafiyeti (AS: bağışıklığı) sağlandığını yazıyor. YÖK Başkanı Yekta Saraç’ın babası Muhammed Emin Saraç’ın hem öğrencisi hem de dünürü olduğunu öğreniyoruz. (AS: Erdoğan’ın hocası olduğu fotoğrafları da sosyal medyada paylaşıldı!)

Partili Cumhurbaşkanı ve TBMM Başkanının önünde bu açık ve ağır saygısızlığın yapılmasına hiç ses çıkarılmaması kaygı vericidir. Bir an düşünüyor insan; Mevlana’nın bir sözünü anımsıyorsunuz, Suskunluğum asaletimdendir. Her söze verecek yanıtım var. Ancak, bir söze bakarım söz mü diye, bir de söyleyene bakarım adam mı diye! Uzayan sessizliğin gerekçesi bu olabilir mi?

Oysa anımsayalım, Türkiye Barolar Birliği Başkanı Feyzioğlu birkaç önce adli yıl açılış töreninde iktidarı eleştirince, o zaman başbakan olan Erdoğan, “Doğru söylemiyorsun, siyaset yapıyorsun diye gürlemiş ve salonu terketmişti. Hatta Cumhurbaşkanı Gül’ü de kolundan tutarak salondan çıkarmıştı. Demek ki anında tepki verilebiliyormuş. Fakat son örnekte de “Camide siyaset yapılmaz” diyemediler. Haliyle düşünüyoruz, söyleyene değil, söyletene bak.

Atatürk’e kin ve nefretlerini imamlar aracılığı ile kusuyorlar.

Kuşku yok ki bu imamlar daha önce Mustafa Kemal’e idam fermanı hazırlayan Şeyhülislam Mustafa Sabri’lerin (AS: ki Sevr paçavrasına da onay vermişti bu zat!), hain Damat Ferit’lerin, Keşke Yunan galip gelseydi diyebilen, Fesli Kadir’lerin,* Menemen’de Asteğmen Kubilay’ın başını kesen Derviş Mehmet sapıklarının devamıdır.

Tüm bunlardan sonra, kimi aklı evveller diyor ki; “Atatürk’ün asgari saygıyı hak ettiği konusunda uzlaşalım”.. Sahi mi diyorsunuz? Vay vay vay, bu ne değerbilirlik böyle (!) ? Beyler – hanımlar; bir ülkenin kurucu kahramanları için “en az” saygıyı hak ettiği değil, “en üst düzeyde” saygıyı hak ettiği tartışılacak bir olgu değildir. Biz o defteri yüz yıl önce kapattık. Cumhuriyeti kurarken o uzlaşmayı yapmıştık. Yeni bir uzlaşma pazarlığı Cumhuriyet ve yarattığı artı değerleri hiçe saymak anlamına gelir.

Bir dönem Mustafa Kemal’le savaşmak zorunda kalanlar, yenildikleri halde Atatürk’e saygıda kusur etmemişlerdir. ‘Bükemedikleri bileği öpmüş, Sezar’ın hakkını Sezar’a vermişlerdir’ işte birkaç örnek :

  • İşgal ordularını İzmir’de denize döktüğü Yunanistan’ın Başbakanı Venizelos, 1934 yılında Atatürk’ü Nobel Barış Ödülü’ne aday göstermiştir.
  • UNESCO 1981 yılını, 100. doğum yılında, tüm dünyada “Atatürk Yılı” ilan etmiştir.
  • General Nikolaos Trikupis,  Batı Anadolu’yu işgal eden Yunan ordularının komutanı, 30 Ağustos 1922 günü Türk askerinin önünde, Yunan birliklerinin başında kaçarken 2 Eylül gecesi Türk askerlerine tutsak düşüyor. General Trikupis’i alıp Başkumandan Mustafa Kemal Paşaya getiriyorlar. Üzülmeyin generaldiyor. “Siz görevinizi sonuna dek yaptınız. Askerlikte yenilmek de vardır. Napolyon da geçmişte tutsak olmuştur. Size karşı büyük bir hürmet hissi besliyoruz. Konuğumuzsunuz. Yakında her şey düzelecektir. Buyurun, dinlenin.” (1) demiş, sıcak çay söylemiş ve kılıcını bile üzerinden almamıştır.
  • General Trikupis her yıl 29 Ekim’de düzenli olarak, Atina’daki Türk Büyükelçiliği’ne giderek Atatürk’ün fotoğrafı önünde saygı duruşunda bulunmuştur, öldüğü güne dek. (2)
  • Sağ kolunu 1915’te Çanakkale Savaşında yitiren Fransız General Gourrot (Guro); Kalkıp Ankara’ya Mustafa Kemal’in cenaze törenine geliyor ve “Seni selamlamak için bir kolum daha var.diyor, Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün cenazesini gözyaşları içinde selamlıyor.” (3)

Keşke Mustafa Kemal’e tarihte yendiklerinin duyduğu ölçüde saygı duyabilseydiniz, “en az” onlar ölçüsünde değerbilir olsaydınız, O’nun sayesinde bu yaşama, makamlara erişebilenler olarak..

“Vefa” salt Hıristiyanlara özgü bir değer mi, İslamiyette hiç yeri yok mu ?

Dipnotlar :
1-Hikmet Saim, Usta gazeteciler Açıklıyor, Nasıl Atlattım?
2-Ekşi sözlük
3-Atatürk’ün doğum günü (19 Mayıs) Şahap Osman Aras. 21 Mayıs 2018
* Fesli Kadir’in ipliğini pazara çıkaran, Prof. Dr. Ahmet Saltık ile Cevizkabuğu programında tartışmasını izlemek için tıklayınız (veya kopyalayıp google arama motoruna yapıştırarak..)
https://youtu.be/Z_dNl4oEXY4?t=2489
https://youtu.be/Z_dNl4oEXY4

Bu video 1,2 milyondan çok kez izlenmiştir.

Milli Merkez Hareketi’nden 23 Nisan açıklaması

Başkanlığını TBMM 17. Dönem Başkanı Hüsamettin Cindoruk’un üstlendiği Milli Merkez Hareketi, “23 Nisan ve Milli irade” başlıklı bir açıklama yayımladı

Milli Merkez Hareketi'nden 23 Nisan açıklaması

TBMM 17. Dönem Başkanı Başkanı Hüsamettin Cindoruk, TBMM Başkan vekili Uluç Gürkan, AKUT kurucu başkanı Nasuh Mahruki gibi isimlerin yönetim kurulunu oluşturduğu Milli Merkez Hareketi, “23 Nisan ve Milli irade” başlıklı bir açıklama yayımladı.

Açıklamada şu ifadelere yer verildi:

23 NİSAN VE MİLLİ İRADE

“TBMM’nin açılışının 101 inci yılında, Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımızı milletçe kıvançla kutluyoruz.

Bu müstesna günde, Gazi Meclisimizin ilk Başkanı, Kurtuluş Savaşımızın Başkomutanı, Cumhuriyetimizin kurucu Ata’sı, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü şükran, rahmet ve saygıyla anıyoruz. Vatanımız uğruna toprağa düşen tüm şehitlerimizi rahmet ve minnetle anarken, Gazilerimize şükranlarımızı sunuyoruz.

Bu vesile ile, yani milli iradeyi, bayrak yaptığımız o kutlu günün 101 inci yıl dönümünde, demokratik bir Kuvayı Milliye anlayışında olan ve Atatürk’te birleştik şiarıyla bir araya gelen Milli Merkez olarak, düşünce ve duygularımızı kamuoyuyla paylaşmak istiyoruz.

Milli irade,

  • “Vatanın bağımsızlığı, milletin istiklali tehlikededir.
  • Milletin istiklalini yine Milletin azim ve iradesi kurtaracaktır”

sözünde anlamını bulan iradedir. Milletin kendi kaderi ve geleceği konusunda tek seçici ve belirleyici olduğu bir yönetim tekniğinin ideolojik tacı olan milli irade, ülkemizde bugünlerde, demokratik hukuk devleti olma yolunda biriktirdiğimiz tüm tecrübeyi ve kazanımları yok sayıp, kurumları işlevsizleştiren bazı kesimlerin kalkanına dönüştürülmüştür adeta.

23 Nisan 1920’de kurduğumuz Meclisimiz 101 yıldır açık. Milleti temsil eden bir meclisimiz varsa, milli iradenin sesi buradan yükselmelidir. Çağdaş toplumlar siyasal sistemlerinin merkezine özgür iradelerinin temsil makamı olarak parlamentoyu koydular. Devlet organları arasındaki ilişkilerin haritasını hükümet sistemleri ile çizmek mümkündür ama hiçbir demokratik devlet, parlamentoyu devre dışı bırakacak bir hükümet sistemi üzerinden varlığını sürdüremez.

  • Parlamentonun saf dışı bırakıldığı bir sistemde, devletin bekasını tehdit edecek başka bir sorun aramak boşunadır.

Demokratik sistemlerden elbette hep doğru ve iyi işlerin yapılması beklenemez ama bu sistemleri vazgeçilmez kılan doğru ve iyi politikaların galip gelebilmesi için sunduğu tartışma platformları, bu platformlara değişik görüş, düşünce ve önerileri ile katkı sunan daima uyanık bireysel ve kolektif bilincin varlığı, hak arama yollarının kurumsal alt yapısının titizlikle örüldüğü ve muhafaza edildiği bir özgürlükler alanı, iktidar-muhalefet çatışmasının hukukun hakemliğinde sürdürüldüğü rejimler olmalarıdır.

Parlamento, iktidarın dilediğince at koşturduğu bir meydan değil, muhalefetin alternatif düşünce ve politikaları engellenmeden sunabildiği ve bir gün demokratik oyun kuralları içinde iktidar olabilecek şekilde kendisini tanıtabildiği bir platformdur. Muhalefetsiz iktidar düşlemek, parlamentosuz demokrasi düşlemek gibidir. Vatanseverler, demokratik hukuk devletini yaşatmanın, devleti yaşatmak olduğunun bilincindedirler. Beka sorunu, ülkenin birlik ve bütünlüğüne dışardan yönelen saldırılar kadar, demokrasinin ilkelerine, kurumlarına içerden ve bizzat muktedirler eliyle yöneltilen saldırılarla da yaratılan bir sorundur.

Cumhuriyetimiz bu topraklarda ilelebet yaşayacaksa, milli iradeyi yandaş oylarına hapseden, vatanseverliği muktedirlerin politikalarını tartışmadan desteklemekten ibaret gören, devleti kendisine tapulanmış özel mülk gören zihniyetin tasallutundan korumak şarttır. Ülkemizi sevmek, laik demokratik hukuk devleti olarak ilelebet yaşatmaya yeminli olduğumuz cumhuriyetimizi sevmek, “hukuk için ve hukuk içinde devlet” olarak tanımladığımız hukuk devleti içinde itirazlarımızı, eleştirilerimizi hiçbir yanlış anlaşılmaya fırsat ve izin vermeyecek şekilde her zaman bir insan ve yurttaş hakkı olarak yüksek sesle dillendirmek namus borcumuzdur.

  • Bugün Türkiye’de, dünyada eşi-benzeri görülmemiş Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adı verilen bir yönetim sistemi yürürlüktedir.

Seçilmiş Başbakan ve/veya Bakanlar Kurulu olmadığı için, seçilen Cumhurbaşkanı tarafından atanan kişilerin olduğu, Anayasa’da yeri olmayan ve adına “Kabine” denilen bir yürütme organı oluşturulmuştur.

Referandum öncesi bu konuda yaptığımız uyarılar haklı çıkmış ve ortaya çıkan bir Bakanlar Kurulu boşluğu, adına “kabine” denilen atanmış bir yürütme organını ortaya getirmiştir.

Bu sistemde, Cumhurbaşkanı dışında herkes atanmıştır, seçilmiş değil.

Yine bugün, TBMM, yasama gücünü Cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle paylaşmak durumunda kalmıştır ve etkinliği azalmıştır ne yazık ki.

Bugün Türkiye, bu yeni yönetim sisteminin yürürlüğe girdiği günden bu yana, adeta bir duraksama dönemi yaşamaktadır maalesef.

Bürokrasiden, ekonomiye ortaya çıkan kifayetsizlik, yetersizlik ve ehliyetsizlik, farklı gerekçelerle öne sürülse de yeni Anayasa arayış ve çağrılarını gündeme getirmiştir.

Milli Merkez olarak, demokratik parlamenter rejime yeniden dönülmesinin
en doğru, gerçekçi ve yararlı bir yöntem olduğunu düşünüyoruz.

Tüm demokratik birikimimiz ve bilgimizle, böyle bir sürece talep edilebilecek her türlü katkıyı vermeye, hatta bu işin sekretaryasını üstlenmeye de hazırız.

Yapılacak bir Anayasa değişikliği ile yanlıştan vazgeçilerek, demokratik parlamenter rejime dönülmesi ve bunun olabilecek en geniş paydalı uzlaşma ile demokratik bir biçimde hayata geçirilmesi son derece yararlı olacaktır.

Bu sistemde ısrar edilmesinin bir manası yoktur. Hatadan dönmek ise fazilettir.

Bu duygu ve düşüncelerle, Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımızı ve Gazi Meclisimizin açılışının 101 inci yıldönümünü coşku ve gururla tekrar kutlar,

Ebediyete akan yıllar boyunca, Atatürk Cumhuriyetimizin ilelebet yaşayacağına olan inancımızı bir kez daha vurgular, saygılarımızı sunarız”

MİLLİ MERKEZ YÜRÜTME VE YÖNETİM KURULU

1. Hüsamettin CİNDORUK, TBMM 17. DÖNEM BAŞKANI-MİLLİ MERKEZ BAŞKANI
2. Uluç GÜRKAN, 20. Dönem TBMM BAŞKAN VEKİLİ
3. H. Ufuk SÖYLEMEZ, DEVLET E. BAKANI-MİLLİ MERKEZ ANKARA TEMSİLCİSİ
4. Önay ALPAGO, E. DEVLET BAKANI
5. Tınaz TİTİZ, E. DEVLET BAKANI
6. Enis ÖKSÜZ, E. ULAŞTIRMA BAKANI
7. Hasan MACİT-E. MİLLETVEKİLİ
8. Prof. Dr. Süheyl BATUM, E. MİLLETVEKİLİ
9. Şahin MENGÜ, E. MİLLETVEKİLİ
10. Kemal ANADOL, E. MİLLETVEKİLİ
11. Prof. Dr. Ataol BEHRAMOĞLU, ŞAİR-YAZAR-EDEBİYATÇI
12. Prof. Dr. Kemal ALEMDAROĞLU, İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ E. REKTÖRÜ
13. Prof. Dr. Necla ARAT, E. MİLLETVEKİLİ
14. Ertuğrul KUMCUOĞLU, E. MİLLETVEKİLİ-E. BÜYÜKELÇİ
15. Uluç ÖZÜLKER, E. BÜYÜKELÇİ
16. Namık TAN-E. BÜYÜKELÇİ
17. Prof. Dr. Mahir AYDIN, ÖĞRETİM ÜYESİ
18. Prof. Dr. Övgün Ahmet ERCAN, E. ÖĞRETİM ÜYESİ
19. Av. Muammer AYDIN, İSTANBUL BAROSU E. BAŞKANI
20. Can ATAKLI, GAZETECİ-YAZAR
21. Arslan BULUT, GAZETECİ-YAZAR
22. Ümit ZİLELİ, GAZETECİ-YAZAR
23. Fevzi DURGUN, Makine Müh.-USİAD E. BAŞKANI
24. Nasuh MAHRUKİ, AKUT KURUCU BAŞKANI
25. Haluk DURAL, E. DPT Uzmanı Kimya Yük. Müh.-MİLLİ MERKEZ GENEL SEKRETERİ
26. Nihan ARAS, MİLLİ MERKEZ GENEL SEKRETER YRD.
27. Bilge ARAS, MİLLİ MERKEZ GENEL SEKRETER YRD.
28. Dr. Çiğdem Bayraktar ÖR, MİLLİ MERKEZ YÜRÜTME KURULU ÜYESİ
30. Bülent AKKÖSE-MİLLİ MERKEZ YÜRÜTME KURULU ÜYESİ
31. Sevinç DALYAN, Makine Müh.-MİLLİ MERKEZ İSTANBUL TEMSİLCİSİ

Montrö Namusumuzdur, Teslim Olmayız…

Montrö Namusumuzdur, Teslim Olmayız…

Dr. Mustafa Hüsnü BOZKURT
25-26. DÖNEM CHP KONYA MİLLETVEKİLİ
Cumhuriyet, 06 Nisan 2021

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Yüzyıllardır dünyaya ve dünya ticaretine egemen olmak isteyenler su yollarını denetim altında tutmak istemişlerdir. Çanakkale ve İstanbul Boğazları da bu suyollarının en başında gelmektedir. Süveyş, Panama, Hürmüz, Cebelitarık gibi geçitleri denetim altında tutanlar dünyaya egemen oldukları gibi bu geçitlerde her zaman yapay devletçikler ya da üs noktaları oluşturmuşlardır.

Emperyal güçlerin yapay üs bölgesi oluşturamadıkları tek su yolu Çanakkale ve İstanbul Boğazlarıdır. Ulusal Kurtuluş Savaşı sonunda işgalcilerin geçici olarak tutundukları Boğazlar, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün büyük askeri ve diplomatik dehası sonucunda tek kurşun atmadan 1936 yılında Montrö ile tümüyle Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenliği altına girmiş, bu sayede dünyanın gözünü diktiği Boğazlarımız sayesinde Karadeniz de bir barış gölü olarak kalmıştır.

BÜYÜK SORUMSUZLUK

Boğazlarımızın stratejik önemini bilenler bu sağlam diplomasi kilidini parçalamak için sürekl, fırsat kollamışlardır. Ne acıdır ki büyük Atatürk’ün Gençliğe Hitabe’sinde söylediği gibi harici bedhahlara” destek veren dahili bedhahlar” daima olagelmiştir.

Son olarak Mustafa Kemal Atatürk’ün Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı yönettiği Gazi Meclisimizin Başkanlık koltuğunda bulunan biri, büyük bir sorumsuzlukla Montrö’yü tartışmaya açmış ve “tek adam” kararıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin bu antlaşmadan çekilebileceğini söyleyebilmiştir. Üstelik bu tartışma Çanakkale Zaferi’nin 106. yıldönümünü kutladığımız, kara savaşlarının başladığı günlerin yıldönümünde yaşanıyor.

Bu sorumsuz ifadelere ne yazık ki siyasal partilerimiz, üniversitelerimiz ve ilgili kurumlar, ya yeterli tepkiyi verememiş ya da yeterince güçlü bir tepki göstermemişlerdir. Bu sessiz kalış karşısında ülkemizin dış politikasında yıllarca etkin ve belirleyici rol üstlenen emekli diplomatlarımız ile Montrö’nün önemini en iyi kavrayan emekli amirallerimiz son derece sorumlu ve bilgece bir tutumla ayrı ayrı bildiriler yayımlayarak bu ülkenin sahipsiz olmadığını bir kez daha dosta düşmana göstermişlerdir.

ACI VEREN DÖNGÜ

Bu bildiriler gerekli etkiyi yaratmış ve Montrö’yü sorumsuzca tartışanlar paniğe kapılarak her zamanki “darbe”, “vesayet” söylemleri ile hukuk dışı saldırıya geçerek bildiri yayımlayan emekli amirallerimiz hakkında hızla gözaltı işlemlerine başlamışlar, ülkede yeniden bir baskı dalgası yaratmışlardır.

Emekli diplomat ve amirallerimizin ellerinde şu anda bildiriyi imzaladıkları kalemlerinden daha güçlü bir silahları yoktur. Dünyada deniz kuvvetleri kullanılarak başarıya ulaşmış bir darbe” de yoktur. Ankara’yı kuşatabilecek kruvazör ve destroyerler de daha icat edilmemiştir. Gözaltı kararlarını verenler kendi korkularınca kuşatılmışlardır.

Daha dün denecek bir tarihte Karadeniz’de başlatılan Turuncu Devrimlere destek vermek için ABD donanmasının Boğazlardan geçişine izin vermeyen amirallerimizin “Balyoz”, “Kafes”, “Amirallere suikast” gibi kumpas davalarıyla nasıl tutuklanıp ağır cezalara çarptırıldıklarını unutmadık. Ne acıdır ki bugün Boğazlarımıza sahip çıkanlar da yine aynı amirallerimiz, hakkında gözaltı kararları verilenler de aynı amirallerimizdir.

  • Boğazlarımıza sahip çıkan amirallerimizin ve diplomatlarımızın yanındayız.

Gözaltı işlemleri ve soruşturmalara derhal son verilmeli amirallerimize ülkeye sahip çıktıkları için teşekkür edilmelidir.

Montrö Antlaşması namusumuzdur. Teslim olmayız, olmayacağız…
===================================
Dostlar,

Biz de, değerli meslektaşımız (hekim) Sayın Dr. Mustafa Hüsnü Bozkurt’un yukarıdaki yazısına aynen katılıyoruz.. Dün yayınladığımız aşağıdaki açıklama ile destek veriyoruz.

Bu açıklamamız, değişik sosyal medya hesaplarında, web sitemizde…. 1 milyon dolayında okundu ve paylaşıldı, halen paylaşılmakta.. Bir manifesto oldu adeta..

Tüm Türkiye’yi, başta AKP = RTE iktidarını;

  • sağduyu ve serinkanlılığa,
  • demokratik hoşgörüye,
  • HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜNE ve
  • erdemlerin erdemi ADALET DUYGUSUNA bağlı, saygılı ve sadık kalmaya çağırıyoruz.

Sevgi ve saygı ile. 06 Nisan 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı (E)
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter  @profsaltik

Dr. Mustafa Hüsnü BOZKURT’tan çağrı

Ç A Ğ R I M I Z D I R

 

Batı emperyalizminin 21. yüzyılın Sevr’i olarak yürütmekte olduğu BOP ile dört yandan kuşatılmış olan ülkemiz, içeriden de yoğun saldırı altındadır.

Ulusal Birliğimizi tarumar eden bu ağır saldırılara karşı, halkımızı birleştirebilecek tek güç; kuşkusuz Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün emaneti ve düşünceleridir.

Atatürk sevgisi ve ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE SİSTEMİ, toplumumuzun çimentosu olarak günümüz koşullarında yaşamsal önemdedir.

Bunu bilenler, açık ve gizli saldırılarını, büyük Atatürk’ün şahsına ve tabii Kemalizm’ e yöneltmektedirler.

​    Ne acıdır ki, Cumhuriyetimize ve Atatürk’e yapılan saldırılar giderek sıradanlaştırılmakta, umursamazlık ve kanıksanmışlık iklimi yaratılmak için her türlü algı operasyonu yapılmaktadır.

Bu saldırıları göğüslemesi gereken kurum ve kuruluşlar ise, yeterli ve etkin tepki verememekte; hatta zaman zaman sessiz kalmanın ötesinde, bu kurumların içinden de sinsi ve açık saldırılar gelebilmektedir.

Cumhuriyetimize ve büyük Atatürk’e yapılan saldırıların, gelecekte daha da yoğunlaşacağını gören Prof. Dr. Muammer Aksoy önderliğindeki 50 Cumhuriyet aydınının 1989 yılında kurduğu Atatürkçü Düşünce Derneği ( ADD ), bu İHANETE tek başına kalsa da dimdik karşı durabilecek en önemli Demokratik Kitle Örgütüdür.

ADD, kurucularınca büyük hedeflerin örgütü olarak kurulmuştur. Varlık nedeni; “ Türk İstiklâlini, Türk Cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdafaa etmek”, emperyal tuzakları bozmak, ülkemizi ve ulusumuzu bölmek isteyen emperyalistler ve işbirlikçilerinin hain emellerine engel olmaktır. Bu dün olduğu gibi bugün de zordur; emek, bilgi, inanç, kararlılık ve cesaret ister ve elbette bedel ödemeyi gerektirir.

Nitekim; kurucu Genel Başkanımız Prof. Dr. Muammer Aksoy, bu bedeli canıyla ödemiş, sonraki yıllarda Genel Başkan Yardımcımız Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı ve bazı şube başkanlarımız da tıpkı O’nun gibi emperyalizm uşağı DİNCİ-FAŞİST ÇETELERCE katledilmiş, bazı Genel Başkan ve yöneticilerimiz ise, aşağılık kumpaslarla zindanlara atılmıştır.

İçinde bulunduğumuz karmaşa ortamı, üzücüdür ki ADD’ye de uzanmıştır. Etkisizleşmiş, güçsüz düşürülmüş, kendi içinde bölünmüş örgütümüz; bu saldırılar karşısında sesini yeterince duyuramamış, geniş halk yığınları bu sessizlik nedeniyle umutsuzluğa kapılmıştır.

KEMALİZM’in gerçek anlam ve değerini, GEÇMİŞİN ÖVÜNCÜ OLMASININ ÖTESİNDE, GELECEĞİN PUSULASI OLDUĞUNU bilen, günümüze ilişkin çözümler üreten, halka umut aşılayan bir ADD, yalnızca üyelerimizin değil; bütün yurtsever halkımızın özlemidir.

GÜÇLÜ VE BÜTÜNLEŞMİŞ BİR ADD YÖNETİMİ, ülke geneline yayılmış özverili örgütümüzü ayağa kaldıracak, böyle bir gücün varlığı saldırganlara meydanın boş olmadığını gösterecek, caydırıcı olacak, dostta güven, düşmanda korku ve kaygı yaratacaktır.

Bugün Atatürkçü devrimcilerin en önemli görevi, Muammer Aksoy’un örgütünü ayağa kaldırarak CUMHURİYETİN KURUCU AYARLARINA DÖNME HEDEFİNİ HALKIMIZIN ÖNÜNE KOYMAKTIR.

Bu görevi gerçekleştirebilmek için, korona salgını nedeniyle ertelenen Olağan Genel Kurulumuzda,
Saygıdeğer örgüt yöneticilerimizin de görüşlerini alarak, deneyimli bir kadro ile,
ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ
GENEL MERKEZ YÖNETİMİNE ADAY OLDUĞUMUZU
örgütümüz ve kamuoyu ile paylaşıyoruz.

Yaraları sarılmış, küskünlük ve kırgınlıkları aşılmış, herkesin birbirine sevgi ve saygı ile sarıldığı bir ADD; ancak güçlü bir önderliğin yaratacağı eşgüdüm ve ortak istek ile olanaklıdır.

Bu ortak isteği yaratabilmek için, örgüt kültürümüze ve geleneklerimize uygun olarak herkesi kucaklayacağız. Kimseye karşı önyargı taşımaksızın, başka adaylar olsa da uygarca yarışacak, sonuç ne olursa olsun; omuz omuza, yılmadan, yorulmadan hedefe yürüyeceğiz.

Kim olduğumuzu, varlık nedenimizi, görevimizi biliyoruz. Hiçbir siyasal yapının arka bahçesi asla olmayız, ancak siyasete yön verir, yol gösteririz. MUSTAFA KEMAL Atatürk’ten başka fikir önderi aramayız. O’nun dışında kimsenin ASKERİ olmayız. Buldukları her kıbleye seccade serenlerle de, neo-liberal rüzgârlarla savrulanlarla da, saray kapılarında icazet arayanlarla da yürüyecek yolumuz yoktur.

Salgın nedeniyle şimdilik tarihi belirsiz olan Genel Kurulumuzla ilgili çalışmalarımızı sürdürüyoruz.

Yakında bilginize sunmaya  hazırlandığımız program ve projelerimize, örgütümüzün siz değerli üyelerinin çok istediğimiz ve önemli saydığımız katkılarını bekliyoruz.

​    Yeniden güçlü bir ADD için, örgütlerimizi yurdumuzun her yerinde KEMALİZM’in kutup yıldızı yapmak için birlikte yürümeye kararlıyız.

Bu kararlı duruşumuz ve sarsılmaz inancımızla bütün yönetici ve üyelerimizi en içten duygularla selamlıyor, saygılarımızı sunuyoruz.

YAŞASIN TAM BAĞIMSIZ VE GERÇEKTEN DEMOKRATİK TÜRKİYE !

YAŞASIN KEMALİST CUMHURİYET !

YAŞASIN ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ !


Dr. Mustafa Hüsnü BOZKURT
Ve Arkadaşları
25 Kasım 2020, Ankara

Her biri birbirinden değerli tüm sevgili arkadaşlarıma…

Her biri birbirinden değerli tüm sevgili arkadaşlarıma…

1632 yılında Hezârfen Ahmet Çelebi, kuş kanatlarına benzer aracı kollarına takarak Galata Kulesi’nden kendini boşluğu bıraktıktan ve binlerce yıldır ölümsüzlük ırmağı gibi akan Boğaziçi’ne süzüldükten sonraaa…

Uçan ilk insanın gölgesinin düştüğü,470 yıl Osmanlı İmparatorluğu’na başkentlik yapmış olan Şehr-i İstanbul, 13 Kasım 1918’den 6 Ekim 1923 tarihine dek 4 yıl, 10 ay 23 gün süren düşman işgalinde inim inim inlerken…

İşte o Galata Kulesi’nin tepesinde İngiliz bayrağı dalgalanıyordu. (Eminönü’nde İş Bankası Müzesini gezdiğinizde bunları görebilirsiniz)

Bu ahval ve şerait içinde; Vahdettin’den Damat Ferit’e, Mustafa Sabri’den Dürrizâde Abdullah’a ve Ali Kemal’lere kadar emperyalizmin kuklalarının ölüm fetvası – idam fermanı ve hainliklerine karşın Mustafa Kemal dünyanın en haklı ve en hukuklu Milli Mücadelesini başlatarak, elde avuçta hiçbir şey yokken, savaşlarla millet harap ve bitap düşmüşken, hiçbir şeyden koskoca bir ülke inşa etmiştir.

Misak-ı Milli sınırları içinde “Özgürlük ve Bağımsızlık benim karakterimdir” diyen Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün kurduğu tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti, varsa eğer, Galata Kulesi’nde olduğu gibi bugün semalarımızda; şehitlerimizin kanıyla allanmış, gökyüzünün ay ve yıldızıyla nakışlanmış şanlı bayrağımız dalgalanıyorsa, özgürce nefes alıp verebiliyorsak eğer; bunları Atatürk’e borçluyuz.

Atatürk’ün silah arkadaşı Rauf Orbay’ın;

  • “Şunu itiraf etmeliyiz; eğer hiçbirimiz olmasaydık, Atatürk yapılanı yine yapardı, ama o olmasaydı hiçbirimiz yapamazdık.” dediğini de anımsatmak isterim.

1922 yılında İngiltere Başbakan’ı David LIoyd George;

  • “Yüzyıllar nadir olarak dâhi yetiştirir. Şu talihsizliğe bakın ki 20. yüzyılın dâhisi Türklere nasip oldu ve kader O’nu bizim karşımıza çıkardı. Mustafa Kemal’in dehasına karşı elden ne gelirdi?”

diyerek çaresizliğini dile getirmiş ve bu yenilgiden sonra başbakanlıktan istifa etmiştir.

Yunanistan Başbakan’ı Eleftherios Venizelos ise dünya siyasal tarihinde bir ilki gerçekleştirerek, eski düşmanı olan Atatürk’ü 12 Ocak 1934’te Nobel Barış Ödülü’ne aday göstermiştir!

Milli mücadele ve çağdaşlaşmanın lideri olması nedeniyle; Atatürk’ün doğumunun 100.yılı şerefine UNESCO 1981 yılını dünyada “ATATÜRK YILI” olarak ilan etmiştir.

Tüm dünya ve dünyanın mazlum milletleri Atatürk’ü örnek alırken, ülkemizde Fesli Kadir ve O’nun ziyaretçilerinin, siyasal islamcıların Atatürk sevgisizliğini ve karşıtlığını çok iyi biliyoruz.

1911 Trablusgarp savaşından 30 Ağustos 1922’ye dek ömrü savaş meydanlarında geçmiş, varını yoğunu ülkesi ve milleti için harcamış, koskoca bir ülke inşa etmiş, büyük bir askeri deha ve devlet adamı olan kurucu liderimize yönelik saygısızlığa benim tahammülüm yok.

Naçiz vücudu elbet toprak olmuştur ama öğütlediği; aklın ve bilimin aydınlık yolunda yürüyen manevi mirasçıları olarak “bir ölüm bu denli mi ölümsüz olur?” diyerek ömrümce Atatürk’üme minnet ve şükran duyarak yaşayacağım.

En içten sevgilerimle…

Dr. Bilal ERMERAK

Cumhuriyet kültürü taklit değil, özümüze dönüştür

HÜSEYİN AKBULUT

HÜSEYİN AKBULUT
Konuk yazar, Kültür Bakanlığı eski Müsteşar Yrd.
http://www.sanattanyansimalar.com

Cumhuriyet kültürü taklit değil, özümüze dönüştür

Cumhuriyet kültürüne karşıt bir siyasetin yürütüldüğü yakıcı, zor bir süreçten geçiyoruz. Cumhuriyetin yarattığı ve üzerinde yükseldiği tüm çağdaş ve evrensel değerler karalanarak, örselenerek, yok edilerek bu siyasette büyük yol alınmıştır.

Devrim karşıtı bu siyaset aslında bugünün meselesi ve sonucu değildir. Türkiye’de toplumsal değişime karşı olan hareketler baştan beri vardır. Üstelik bu güçler toplumda derinlemesine kök salmışlardır. Tarihe mal olmuş bu yöndeki siyaset, o günden bu yana tüm yoğunluğuyla sürdürülmektedir.

Bu karşıtlığı ortaya koyanlar Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü salt savaşı kazanan bir asker olarak görmekte, kurduğu çağdaş cumhuriyeti ve onun kültür devrimini ise reddetmektedirler.

Karşıt siyaset için ortaya konan sözde gerekçeler de bellidir. Bu kültürü “bizim olmayan bir kültür”, “öykünme bir kültür”, “Batı taklidi kültür olarak nitelemek; böylece bilimi, çağdaşlaşmayı, laikliği, bilimsel ve karma eğitimi, yeni harfleri, çağdaş sanatı, kadın erkek eşitliğini esas alan bu kültürü tümden yadsımaktır.

Küresel, emperyalist dünyanın; akıl ve bilime dayalı, aydınlanmacı, çağdaşlaşmacı, tam bağımsızlıkçı, antiemperyalist ideoloji ile kurulan cumhuriyet kültürüne ve bu kültür üzerinde yükselen çağdaş cumhuriyete karşıt siyaseti anlaşılır bir durumdur. Çünkü Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu gibi sorunlu bölgede ve dünya enerji kaynaklarıyla zengin coğrafyanın tam da kavşak noktasında bu ideolojiyle kurulan bir devlet istenmez.

Sürekli bir biçimde denetim altında tutulacak bir yapı oluşturulmalı, bunun için etnik ve mezhep temelli bir devlet, geri bırakılmış aydınlanmamış bir toplum, muhtaç bir ülke yaratılmalıdır! Ortadoğu’ya ve Dünya’ya yeni düzen(!) getirecek projeler ancak bu yolla başarılmış olacaktır!

Hazin olan ise bu siyasete içeriden omuz verilmesidir!

Öte yandan çoğu yerde, aydın cumhuriyetçi kesimde bile bu kültür “Batıcılık”, “Batılılaşma” olarak tanımlanmaktadır. Bu tanım da doğru bir tanım değildir. Ben Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün hiçbir yerde bu tanımı kullandığına tanık olmadım. Doğrusu, O’nun söyleyişiyle “muasır medeniyet”, “kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üzerine çıkarma” anlayışı, “çağdaşlaşma” tanımı ve siyasetidir.

Bu anlayış, uygarlığın gelişimine kayıtsız kalmayı değil, ondan feyiz almayı, ona katılarak yükselmeyi tarif etmektedir.

Cumhuriyet karşıtı çağdışı siyasette kutsanan ise etnikçilik, mezhepçilik, gelenekçilik, dincilik, Osmanlıcılık, Arap kültürü, ortaçağ kültürüdür.

Amaçlı değilse, sözde gerekçedeki yanlışlar da burada başlıyor.

  • Bizim kültür tarihimiz Osmanlı’yla, İslam’la, Arap harfleriyle başlayan bir tarih değildir.

Uzun bir tarihi yürüyüşümüz vardır ve yürüyüş aşamalarında etkilendiğimiz çok sayıda kültür vardır.

Bizler bu yürüyüş aşamalarında birçok dinler, alfabeler, diller, lehçeler değiştirmişiz, hatta dilimizi unutmuşuz. O tarihi süreçte “Türk; tanrısıyla Arapça, sevgilisiyle Farsça, ailesiyle Türkçe konuşur” özdeyişi bu kültürü çok güzel ifade ediyor.

Cumhuriyetin kuruluşuyla yoğun çalışmalar içinde ulusal kültürümüz yeniden inşa edilirken çıkış noktası, bu gerçeklikler nedeniyle sürekli bir biçimde kültürümüzün yitirilen, “özünü arayış”, “özüne dönüş”, “kendine dönüş” ve “öz korunarak çağdaşlaşma” arayışı ve siyaseti olmuştur.

Biliyoruz ki bu kültür siyaseti salt kurucunun fikirleriyle de değil, O’nun öncülüğü ve liderliğinde tarih, bilim, kültür ve sanat insanlarının katılımlarıyla ve önemli tartışma ve kongrelerle, Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumu’nun çalışmalarıyla ortaya konmuş ve kurumsallaştırılmıştır.

Amaç ise ülkeyi ve toplumu çağdışına mahkûm eden prangaları söküp atarak Türk toplumunu çağa taşımak, uygar bir toplum inşa etmek, Türkiye’yi insanlık âleminin medeni bir üyesi yapmaktır.

Atatürk; “Medeniyet öyle bir ateştir ki ona kayıtsız kalanları yakar, yok eder” diyor.

Öte yandan, cumhuriyetin kültür değerlerini karalayan, yadsıyan siyasetteki diğer asıl tehlike ise, tutucu, gerici kültürün kuşatması altındaki aydınlatılmamış geniş halk kesimlerinin, sürdürülen bu tür söylemler ve siyasetlerle cumhuriyete karşıt hale getirilmesi tehlikesidir.

İşin dramatik yanı, bu siyasetin, cumhuriyet devrimi ve kültürü sayesinde işbaşına gelebilmiş siyasal iktidarlar eliyle yapılabiliyor olmasıdır.

Sonuç olarak cumhuriyet kültürü, iddia edildiği gibi bir yerlerden alınan öykünme bir kültür, bir taklit kültür değil, tam da tersine “özümüze dönüş”, “kendimize dönüş” özümüzden yola çıkarak her alanda “çağdaşlaşma” kültürüdür.

Cumhuriyetin “tarih kültürünün”, “dil kültürünün”, “yazı kültürünün”, “din-inanç kültürünün”, “bilim” ile “sanat kültürünün” yaşatılması, gündemde tutulması, geliştirilmesi ve gerçek anlamlarıyla geniş halk kitlelerine yansıtılması zorunluluktur.

Bizi çağa taşıyan bu kültür yaşatılmazsa, ortada uygar yaşantımız da, yaşamımızın üzerinde yükseldiği çağdaş cumhuriyet de kalmayacaktır.

Cumhuriyetçilere, cumhuriyet kurumlarına büyük görev düşüyor.

Cumhuriyetin 97. yılı kutlu olsun…

TELE1 TV PROGRAMIMIZ : 28 Ekim 2020

Dostlar,

28 Ekim 2020 Çarşamba günü saat 12:00’de TELE1‘e konuk olduk.

Salgının ulaştığı tehlikeli aşamada neler yapılabileceğini irdeledik..

Sağlık Bakanlığının sağlık çalışanlarına getirdiği izin, istifa, emeklilik, yer değiştirme… gibi sınırlama ve yasakları konuştuk.

İstifa yasal bir haktır ve genelge ile yasaklanamaz!

Ancak yasa değişikliği gerektirir. Fakat bu kez de Anayasa’nın çalışma hak ve özgürlüğü bağlamındaki 48-50. maddelerine aykırı olur.
Dolayısıyla istifa hakkı, Anayasanın koruması altındadır olağan rejimde.
Devlet memuru istifa dilekçesini verir, Devletin 30 gün susma / bekletme hakkı vardır.
31. gün Devlet memuru devir – teslim yapar ve görevi bırakır.

Tersi zorla çalıştırmadır ki hem Anayasaya hem de başta AİHS olmak üzere pek çok uluslararası belgeye aykırıdır.

İzlenmesi, paylaşılması ve gereğinin yapılması dileğiyle.. (34. dakika)
****

Cumhuriyetimizin 97. yılı kutlu ve mutlu olsun!

Tarihin hükmü verilmiştir ve gereği yerine getirilecektir..

Kurucu Babamız Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK‘ün öngörüsü / buyruğu çok net ve kesindir :

“Benim ölümlü bedenim elbet bir gün toprak olacak ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır (sonsuza dek yaşayacaktır)!”

Gereği, her durumda yapılacaktır.

Sevgi ve saygı ile. 29 Ekim 2020, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı,
Kamu Yönetimi Siyaset Bilimi (Mülkiye)

www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

 

KKTC CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMİ..

KKTC CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMİ..

Av.Prof.Dr. NECDET BASA Türkiye Barolar Birliği Başkan Başdanışmanı | inci  Sineması

Konuk yazar :
Av. Prof. Dr. Necdet Basa

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde (KKTC) dün yapılan cumhurbaşkanlığı seçimi, sayın Ersin Tatar’ın zaferiyle sonuçlanmıştır.
KKTC’nin 5. Cumhurbaşkanı seçilen değerli Dostumuzu içtenlikle kutluyorum.
Kendilerine ‘Büyük (!)” diyen birçok devletin baskılarına rağmen alınan bu sonuç, 46 yıldır devam eden ‘sonuçsuz’ görüşmelere, artık yalnızca ‘egemen eşitlik’ temelinde ‘Mavi Vatan’ stratejisi çerçevesinde devam edileceğinin göstergesi ve garantisidir.
Böylece, son olarak 2017’de Crans Montana’da iflas eden ‘federasyon tartışmaları’, tarihin çöplüğüne atılmış; Doğu Akdeniz Denklemi’ne ikinci bir Türk Devleti’nin eklenmesinin yolu ardına kadar açılmıştır.
Kıbrıs Türk’ünün hür ve bağımsız yaşama iradesinin tekrarı ve açık tezahürü olan bu muhteşem sonuç, aynı zamanda başta Maraş ve Güzelyurt olmak üzere, bu güne dek sürdürülen ‘nafile toplumlar arası müzakerelerde’ ‘pazarlık masasında’ yer almış olan ‘Vatan Toprağı’nın artık “toprak tavizi’ çerçevesinde bu masadan ebediyen kaldırılmış olduğu” anlamına da gelmektedir.
Anavatan Türkiye’nin kayıtsız-şartsız ve sınırsız desteğine sahip olan Kıbrıs Türk’ü, inanç, azim ve kararlılıkla ulaştığı bu muazzam sonuçla; ömrünü Kıbrıs Davası’na adamış olan Dr. Fazıl Küçük ve TOROS lakaplı Rauf Denktaş başta olmak üzere, bu kutsal toprakları mübarek kanlarıyla sulayarak VATAN yapan Aziz Şehitlerimizin tertemiz anılarının tazelenmesi yanında ruhlarının da bir kez daha şad edilmesidir; Anavatan’a, Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarına, Kıbrıs Mücahitlerine, Gazilerine ve o zor sürece katkısı olan herkese sevgi, saygı ve minnet duygularının tekrarıdır.
Kıbrıs’lı Soydaşım, Can Kardeşim, artık yarınlara daha güvenle bakabilirsin.
Artık garantörlüğün sonlandırılması tehlikesi yok; Türk askerinin Ada’dan çekilmesi endişesi yok.
KKTC ile Anavatan arasında eşit iki devlet bazında dostluk ve kardeşlik ilişkisi var…
Artık seçim tartışmaları geride kalmalıdır.
Hedef, emperyal oyun ve baskılara boyun eğmeden, parçalanmadan, dağılmadan, bir bütün halinde Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün bilim önderliğinde aydınlanan ışıklı yolunda kararlı adımlarla yarınlara yürümek olmalıdır.
Değerli Kıbrıs Türk’ü kardeşim, dilerim yolun açık, başın da bugüne dek olduğu gibi bundan sonra da sonsuza dek her daim dik olsun.

Atatürk’ü Anlamak ve Özümsemek

Atatürk’ü Anlamak ve Özümsemek

Cumhuriyet, 24 Eylül 2020
Son günlerde, anlamsız bir biçimde Gazi Mustafa Kemal Atatürk tartışması yaratıldı.

Bu konuda, gazetemiz her zamanki objektif tutumunu sürdürdü. Gazetemizin yazarları da kendi açılarından konuyla ilgili görüşlerini açıkladılar. Bu başyazı, Türkiye’nin en ciddi, aydın kesimin güvendiği ve itibar ettiği, temelinde Atatürk’ün aydınlanma devrimlerinin harcı bulunan Cumhuriyet gazetesinin kurumsal görüşünü belirtmek ve konunun çerçevesini çizmek amacıyla yazılmıştır.

Konu basit değildir. Bu, basit bir konu olarak değerlendirilemez. “Ülkemizde birçok sorun varken bu konunun öne çıkarılması doğru değildir” biçiminde formüle edilen görüş, temelinden sakattır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu Cumhurbaşkanı, CHP’nin kurucu önderi Atatürk’ün adını kullanmamak ve bu konuda çeşitli gerekçeler üretmek olağan sayılamaz.

KONUNUN TEMELİ

I. Dünya Savaşı yenilgisinden sonra 1918 Kasım ayından itibaren (AS: bşlayarak) Anadolu’nun dört bir yanında yabancı orduların işgalleri başladı. Sosyalist düşünceye bağlı bilim insanı ve anayasa hukukçusu Prof. Bülent Tanör, Türkiye’de ve Türk toplumunda, “1918’de başlayıp 1940’lara kadar süren büyük bir dönüşüm yaşandığını” belirtir. (Kurtuluş-Kuruluş, s. 7)

Önce Kuvayi Milliye örgütlenmesi, sonra 3 yıl süren antiemperyalist savaş… 9 Eylül 1922 zaferlerinden sonra 1940’lara kadar süren aydınlanma devrimleri… Yine Tanör’e ve birçok yabancı siyaset bilimciye göre “1940’lardan sonra çok partili yaşama geçiş, 1920’lerde başlayan yeni oluşumun uzantısı niteliğindedir”.

Kimi yazarlar çok partili yaşama geçişi “karşıdevrimin başlangıcı” olarak yorumlasa da, yabancı siyaset bilimciler, bu demokratik atılımı da Atatürk devriminin kendini yok etmesi değil, kendini tamamlaması olarak değerlendiriyorlar.

BÜYÜK DÖNÜŞÜM BİR BÜTÜNDÜR

1919’da başlayan ve 1940’lara kadar giden bu hareket, ister “ihtilal” ister “inkılap”, ister “devrim” adı verilsin, nasıl tanımlanırsa tanımlansın, yüzlerce yıl durağan olarak kalmış Türk toplumu açısından büyük bir dönüşümdür.

Bu nedenle, 1919-1940 arası bir bütündür. Birinci aşama Kurtuluş Savaşı, 2. aşama Kuruluştur. Birbirinden ayrılmaz. Her iki aşamanın önderi Mustafa Kemal’dir. Bu nedenle Gazi Mustafa Kemal ve Atatürk birbirini izleyen bir süreçtir ve birbirinden ayrılamaz.

KİM KULLANIYOR?

Osmanlıcılar, halife hayranları, siyasal İslamcılar laik devrimleri anımsattığı için “Atatürk” adını kullanmazlar. Bir kesim soldan dönen ve kendilerine ikinci cumhuriyetçi denilen liberaller de kendi “entel takıntıları” çerçevesinde Atatürk adını kullanmayarak solculuk yaptıklarını sanırlar.

KENAN EVREN: ‘KENDİNDEN MENKUL ATATÜRKÇÜLÜK’

Atatürkçülüğü hiç anlamamış, 12 Eylül askeri cuntasının başı Kenan Evren’in Atatürkçülüğü “kendinden menkuldür”, “kendi kendine verilmiştir”, tutarsızdır. Bu nedenle gerçek Atatürkçü Nadir Nadi, “Ben Atatürkçü değilim” yazısını yazdı. Ancak Atatürk ismini kullanmaktan da hiçbir zaman geri durmadı. 16 Aralık 1965 günü bir yazısında aynen şöyle demişti:

“… Böylece büyük kahramanın ömrü boyunca nefret ettiği ve bütün gücü ile bizi kurtarmaya çalıştığı dogmacılığı şimdi gericiler O’nun adına sığınarak tam anlamıyla hortlattılar…”

Nadi, böylece “dogmacı” Atatürkçülere de karşı çıkıyordu.

Bu günlerde hiçbir değeri olmayan 40 yıl önceki Kenan Evren’e gönderme yaparak ve sebep göstererek Atatürk adını kullanmak istememek, kendini ve karşısındakileri aldatmaktan öteye bir anlam taşımaz. Bu davranışlar; Türk devriminin sosyolojik gelişimini anlayamamış, sözü edilen ayrımın da bir emperyalist tuzak olduğunun ayırdına varamamış, “entel takıntılar”dır.

SINIFSAL AÇIDAN DEĞERLENDİRME

Gerçek sosyalistler, Mustafa Kemal, Gazi Mustafa Kemal Paşa ya da Atatürk adlarını kullanmakta bir sakınca görmezler. Bundan bir ayrıcalık yaratma yoluna gitmezler. Sosyalistler, gerek Kurtuluş gerekse Kuruluşu’ ele alırken temelde eleştirel yaklaşırlar. Kurtuluş ve Kuruluş döneminde yapılanları, günümüz emekçi sınıflarının işine yarayacak düşünce modeli çerçevesinde değerlendirirler. Atatürk’ün antiemperyalist liderliğini daima üstün tutarlar. Bu nedenle, sosyalist düşünce sahiplerinin bu tutumu önemlidir ve saygıyla karşılarız.

DİNCİLER VE ‘İKİNCİ CUMHURİYETÇİLER’

Radikal dinciler, kutsal din duygularını her zaman siyaset rantı için kullananlar, Atatürk’ten nefret ettikleri için numaracı solcular da her fırsatta Türk toplumunda tartışma yaratma zeminini kullanmak istedikleri için bu ayrıma sarılmak isterler. Bu girişten sonra konuya daha somut noktalardan bakmalıyız.

KENDİSİNE UNVAN VERMEDİ

Atatürk, kendisine hiçbir zaman isim ve unvan vermedi. O’nun isimleri ya öğretmenleri ya da Meclisler tarafından verildi. Mustafa idi, ortaokulda öğretmeni tarafından kendisine Kemal adı verildi ve Mustafa Kemal oldu. Anafartalar’da savaş kahramanı olarak Mustafa Kemal adını tarihe geçirdi. Yabancı askeri strateji uzmanlarının kitaplarına genç Yarbay Mustafa Kemal adı, askeri bir deha olarak girdi.

MUŞ VE BİTLİS’İ KURTARDI

Çanakkale savaşlarındaki başarılarından sonra Diyarbakır’a kolordu komutanı olarak atandı. Generallik rütbesini Diyarbakır’da Nisan 1916’da aldı. Henüz 35 yaşındaydı.

Kolordu komutanı olarak ilk girdiği savaşta Çarlık Rusyası’nın işgalci ordularından 7-8 Ağustos 1916’da Muş ve Bitlis’i kurtardı. Böylece Mustafa Kemal Paşa adı savaş tarihi kitaplarına işlendi. Acaba bu tarihsel gerçeği dinciler, kendilerini yerli olarak tanıtanlar ve “İkinci Cumhuriyetçiler” biliyorlar mı?

KUVAYI MİLLİYE ÖRGÜTÇÜSÜ

19 Mayıs 1919’da Anadolu’ya ayak bastı ve yalnızca 80 gün sonra tüm rütbeleri elinden alındı, ordudan tart edildi ve apoletleri söküldü. Tarih 8 Temmuz 1919’dur. Ve o tarihten sonra “Kuvayı Milliye” önderi olarak sivil örgüt çalışmalarına başladı, Erzurum ve Sivas kongrelerini gerçekleştirdi, 23 Nisan 1920’de Meclis’i açtı.

Meclis başkanı olarak ve tartışmalarda demokrasiyi koruyarak dünyanın en acımasız emperyalist işgaline karşı antiemperyalist bağımsızlık savaşını yönetti. Sakarya Savaşı’ndan önce Meclis’in kararıyla Başkomutan oldu. Ancak bu karar nedeniyle asker elbisesini yeniden giydi ve savaşı yönetti. Sakarya Savaşı’nda “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır” diyerek dünyanın binlerce yıllık savaş stratejisini tersyüz etti. Tüm dünyada, anti-emperyalist savaşların temel ilkelerini belirledi. Sakarya savaşının zaferle sonuçlanması sonunda Meclis tarafından kendisine “Gazilik” unvanı oybirliğiyle verildi.

MAZLUM MİLLETLERİN ÖNDERİ

30 Ağustos 1922 bir saldırı savaşıdır. Türklerin son 200 yıldır yenilerek ve toprak yitirerek gerilemelerinden sonra ilk kez yaptıkları bir savaştır. Her şeyden önce emperyalist işgalcilere karşı bir saldırı savaşıdır. Mazlum milletlere cesaret veren bir zaferle sonuçlandı. İşte bu nedenle 30 Ağustos zafer haberini alan ve İngiliz sömürge yönetimi altında yaşayan Gandi şu açıklamayı yapıyordu: “Bu zafer, mazlum ve tutsak uluslara ilk kez bağımsızlık düşüncesini kavrattı.” (8 Eylül 1922)

Bizim ayakları yere basmayan “İkinci Cumhuriyetçi” solcular Gandi’nin bu sözlerini kavrayabiliyorlar mı, anlamını algılayabiliyorlar mı? Bu zaferin tüm dünyadaki tutsak halkların üzerindeki etkilerini değerlendirebiliyorlar mı?

ANTİEMPERYALİST BAŞARI

Kuvayı Milliye ordularının, 9 Eylül 1922’de İzmir’e girişleri, vatanın işgalci emperyalistlerden temizlenişi salt Türk milletinin bağımsızlık yolundaki temel sınır taşı değil, tüm bağımsız milletlerin emperyalistlere karşı zaferidir.

YENİ BİR EVRENE GİRİŞ

Bundan sonra, Mustafa Kemal yeni bir evrene giriyordu. Zaferden yalnızca 50 gün sonra, 1 Kasım 1922’de saltanat kaldırıldı. 29 Ekim 1923 Cumhuriyetin ilanıdır. Yalnızca bu iki tarih, Ortadoğu ve tüm İslam dünyası açısından çok büyük 2 devrimdir. Hemen ardından 1500 yıllık halifelik ilga edilerek (kaldırılarak) din devleti yıkılıyordu. Bundan sonra aydınlanma hareketi başlıyordu. Çağdaş bir toplumun inşası, adım adım yaratılması başlıyordu.

Alfabe reformu, Türklerin yüzyıllardır süren ve Araplaştırılmalarına son veren büyük devrimin adıdır. Tekke ve zaviyelerin kaldırılması, mahalle mekteplerinin kapatılması, eğitim (AS: Öğretim olacak) birliği yasasının kabul edilmesi ardından alfabe devriminin kabul edilmesi, kadın haklarının verilmesi, hukuk devrimi, kimilerinin sandığı gibi üstyapı değil; sosyolojik açıdan toplumbilimi yönünden tümüyle altyapı devrimleridir.

EKONOMİDE DEVLETÇİLİK

Cumhuriyetin ilanından sonra ekonomiye de önem verildi. Ülkenin nüfusu 13 milyon, genç kesim savaşlarda yitirilmiş, Osmanlı Devleti’nden çok büyük borç yükü devralınmış; işte bu koşullarda ülkenin dört bir yanında yabancıların elinde bulunan tüm demiryolları millileştiriliyor, tüm limanlar kamulaştırılıyordu. 1930’lardan sonra planlı ekonomiye giriliyor, kamu iktisadi girişimleri yaratılıyordu.

“Yetmez ama evet”çi liberaller, 1923’te başlayan bu sol görüşlü ekonomi politikalarının önemini ve anlamını ne yazık ki kavrayamıyorlar…

KARL MARKS VE AVRUPA AYDINLANMASI

Karl Marks, Avrupa aydınlanma devriminin ürünüdür. 400 yıl süren karanlık ortaçağ, Rönesans ve Reform, büyük Fransız İhtilali derinlemesine özümsenmeden Atatürk devrimlerinin sosyolojik nedenleri de anlaşılamaz. Karl Marks’ı Avrupa aydınlanma devrimlerinin temel bağlamından kopararak okumaya kalkanlar, ne kapitalizmi ne de sosyalizmi anlayabilirler. Marks’ı aydınlanma devrimlerinin bağlamından kopararak Atatürk’ün yaptıklarını anlayabilmek olanaksızdır.

AYDINLANMAYI BİLMEDEN OLMAZ

Sol düşünce ile Atatürk’ü bağdaştıran, Atatürk’ün temelde sol düşünce metodolojisi içinde değerlendirilmesi gerektiğini savunan İlhan Selçuk’un bir yorumunu anımsatalım. İlhan Selçuk, ayakları yere basmayan, Atatürk’ün yaptığı büyük dönüşümü küçümseyen ve anlayamayan kimi sol liberaller için şöyle diyordu:

  • “Onlar, Avrupa’daki gelişmeleri, Fransız İhtilali’ni, Aydınlanmanın büyük yazarlarını (J. Locke, Voltaire, Kant gibi) okuyup özümsemeden Karl Marks’ı okudular. Marks’ı aydınlanmanın bağlamından kopardılar, bu nedenle Atatürk’ün yaptığı büyük devrimin boyutlarını anlamalarına olanak yoktur.”

“Gardırop Atatürkçülüğü” deyimini kullanan İlhan Selçuk, bu gibiler ve burjuvalar için şöyle yazmıştı:

“Türkiye’de hiç kimse gardırop Atatürkçüsü kadar Atatürkçülüğe zarar vermedi.”

ATATÜRK, MUSTAFA KEMAL’İN DEVAMIDIR

Mustafa Kemal olmasaydı, Aydınlanma devrimcisi Atatürk olamazdı. Atatürk, Mustafa Kemal’in devamıdır. Atatürk, yüzlerce yıl ümmet olarak yaşamış bir topluma vatandaşlık bilincini vermek istedi. Atatürk devriminin temeli; ümmetten ulusa, kulluktan vatandaşlığa geçiştir. Kadının 2. sınıflıktan eşit vatandaşlığa taşınmasıdır.

Atatürkçülük, eleştirel aklın öne çıkarılmasıdır. Atatürk, “En gerçek yol gösterici ilimdir” diyen bir devrimcidir. Bu nedenle Atatürk, Gazi Mustafa Kemal’in devamıdır ve birbirinden ayrılamaz.

DEMOKRATİK DEVLETİN HAZIRLANIŞI

Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk on beş yılı kendini kabul ettirme ve dış kaynaklı iç isyanların bastırılma dönemidir. Yönetim modeli otoriterdi, ancak Kurtuluş Savaşı’nın başından itibaren sivil örgütlenme ve demokratik meşruluk temellerine dayanılmıştır. Cumhuriyetin kuruluşundan sonra karizmatik lider Atatürk, Avrupa’da 400 yıllık bir süreç sonucu ortaya çıkan Aydınlanma hareketini Türk toplumuna getirerek devrimci ve Aydınlanmacı bir yol izlemiştir.

Dünyaca ünlü siyasetbilimci Duverger, 1930’lar CHP’sini şöyle değerlendiriyor:

“…Faşist rejimlerde her gün rastlanan otorite savunuculuğunun yerini, Kemalist Türkiye’de demokrasi savunusu almıştır…

…Türk tek parti sistemi, hiçbir zaman bir tek parti doktrinine dayanmamış; tekele resmi bir nitelik vermemiş, liberal demokrasiyi ortadan kaldırma arzusuyla meşrulaştırmaya çalışmamıştır. Sahip olduğu tekelden daima rahatsızlık, utanç duymuştur.” (M. Duverger, Siyasi Partiler, s.364)

BİR SİMGE

Atatürk adı bir simgedir ve Gazi Mustafa Kemal’e Meclis kararıyla soyadı olarak verilmiştir.

Almanya’da Hitler, İtalya’da Mussolini general üniformalarını giyerek Nazi ve faşist diktatörlüklerini kurarlarken Atatürk; askeri üniformasını dolabına koyarak, Türk toplumunun çağdaşlaşması yolunda devrimlerini gerçekleştiriyor, aynı zamanda bir muhalefet partisi kurulmasının girişimlerini de yapıyordu.

Bizim “İkinci Cumhuriyetçiler”, esip gürleyen, kimi noktalarda ego şişkinliği yaşayan, ancak ayakları yere basmayan ve kendileri için sol etiketini yapıştıran sol liberaller, tüm bu büyük değişimi, devrim niteliğindeki dönüşümü anlayabiliyorlar mı? Bunları değerlendirebiliyorlar mı?

Bu gelişmeleri dünya tarihi, Ortadoğu tarihi ve Türkiye tarihi açısından ele alıp makro düzeyde özümseyebiliyorlar mı?

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, “Anadolu aydınlanması”nın devrimci önderi Atatürk adı, kimi “entellerin takıntılarını” tatmin etme alanı ve oyun sahası olmamalıdır.

Dünya Barış Günü

Dünya Barış Günü

Özdemir İnce
01 Eylül 2020, Cumhuriyet

Bugün 1 Eylül “Dünya Barış Günü”. Yannis Ritsos (1909-1990), 2. Dünya Savaşı’nda Alman işgalcilere karşı savaştıktan sonra iç savaşta faşist cepheye karşı özgürlük ve demokrasi cephesinde (ELAS, Ulusal Kurtuluş Cephesi) çarpıştı. Emperyalizm ve faşist cephe karşısında yenildikleri için yıllarca hapishane adalarda (Lemnos, Makronissos, Agios Stradis, Leros, Yaros, Samos) tutsak yaşadı. Ve bir gün biraz sonra okuyacağınız “Barış” şiirini yazdı.

Barışın değerini onun kadar, yoldaşları kadar kimse bilemez. Ülkemiz ve halkımız, kargadan kılavuzların karanlığında, kendi barışını arıyor. Ama barışa ulaşmamız için bu tür kılavuzlardan kurtulmamız gerekiyor. Yannis Ritsos, karanlığı gören, karanlıkta gören bir şairdi. Barışa ulaşmak için karanlıkta görmek gerekir.

Ben de 1 Eylül’de (1936) doğmuşum ki ne mutlu bana!
***
YANNİS RİTSOS – BARIŞ

Çocuğun gördüğü düştür barış.
Ananın gördüğü düştür barış.
Ağaçlar altında sevdalıların, sevda sözleridir barış.
Gözlerinin içinde uçsuz bucaksız bir gülümseme
elinde yemiş dolu bir zembil ve alnında ter tomurcukları
-pencerede suyu soğutan testideki damlalar gibi
akşamüstü eve dönen babadır barış.

Dünyanın yüzünde yara izleri kapanırken ağaçlar diktiğimizde
havan mermilerinin kazdığı çukurlara
yangının kavurduğu yüreklerde ilk tomurcuklarını açarken umut
ve ölüler kanlarının boşa gitmediğini bilerek
yana dönüp içerlemeksizin uyuyabildiklerindedir barış.

Barış yemek kokusudur tüten akşamleyin
arabanın yolda durmasının korkutmadığı
kapı çalınmasının dost demek olduğu
ve pencereyi saat başı açmanın,
renklerinin uzaktaki çanlarıyla gözlerimizin bayram etmesini sağlayan
gökyüzü demek olduğu zamandır barış.

Barış bir bardak sıcak süt ve bir kitaptır uyanan çocuk önünde.
Başaklar birbirlerine eğilip “İşte, ışık, ışık, ışık!” dedikleri ve ufuk çemberi ışıkla dolup taştığı zamandır barış.
Hapisaneler onarılıp kitaplıklar yapıldığı zaman
eşikten eşiğe bir türkü yükseldiği zaman geceleyin,
cumartesi akşamlan mahalle berberinden çıkan yeni tıraş olmuş
bir işçi gibi baharda ay buluttan çıktığı zamandır barış.

Geçmiş gün yitirilmiş bir gün olmadığı
sevinç yapraklarını akşamın içine salan bir kök
ve kazanılmış bir gün, hak edilen bir uyku olduğu zaman
acıyı kovmak için zamanın dört bir bucağından
güneşin hemen ayakkabılarını bağladığını duyduğun zamandır barış.

Barış ışınlar demetidir yaz ovalarında
iyilik alfabesidir tanın dizlerinde.
Kardeşim” dediğin – “Yarın kuracağız” dediğin zaman
kuracağız dediğimizi kurunca türkü çağırdığımız zamandır barış.

Ölüm yüreklerde az yer kapladığı
ve güvenli parmaklarla mutluluğu gösterdiği zaman bacalar,
ikindi vaktinin büyük karanfilini ozan ve proleter aynı şekilde kokladığı zamandır barış.

İnsanların sıkışan elleridir barış
dünyanın masasındaki ekmektir
gülümsemesidir annenin.
Budur yalnızca.
Başka bir şey değildir barış.
Ve toprakta derin karıklar açan sabahlar tek bir sözcük yazarlar:
Barış. Başka bir şey değil.
Barış.
Dizelerimin rayları üzerinde buğday ve güller yüklenmiş
geleceğe doğru yol alan trendir barış.

Kardeşlerim,
barış içinde derin derin soluk alıyor tüm dünya bütün düşleriyle.
Verin elinizi kardeşlerim, işte budur barış.
===============================

“Yurtta barış, Dünyada barış…”
“Bir milletin yaşamı tehlikeye girmedikçe savaş bir cinayettir.”

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK