Etiket arşivi: Dr. Ahmet SALTIK – Mülkiyeliler Birliği Üyesi

Ahmet ŞIK’ın TBMM’de Engellenen Konuşması

Ahmet ŞIK ile ilgili görsel sonucu

Ahmet ŞIK’ın TBMM’de Engellenen Konuşması

Dostlar,

Ahmet ŞIK’ın görüşlerini bütünüyle paylaşmasak da, düşüncelerini özgürce açıklaması gerektiğine inanıyoruz. Hele milletvekili seçildikten sonra TBMM kürsüsünde.. İktidar vekilleri bu konumlarından kaynaklanan aşkın güç kullanma ve engelleme, cezalandırma eğilimini bırakmalı. Tahammülle dinlemeli.. Kanıtlarla karşılık vermeli. TBMM’deki gerilim halka yansıyor vr toplum giderek kutuplaşıyor..

Bu arada kimi AKP’li vekillerin kendilerini Saray’a gösterme hevesi ne denli hazin ve gülünç..
Bu konuşmayı kürsü dokunulmazlığı ve düşünce özgürlüğü bağlamında paylaşmak istiyoruz ..

Sevgi ve saygı ile. 25 Temmuz 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com
*****

Ahmet Şık ‘ın kürsüde engellenen konuşması:

“Öncelikle şunu bilin:

Kanun teklifinin hukuki dayanaklarına dair içerik tartışmasına girmeyeceğim. Çünkü tartışmamız gereken iktidarınızın meşru ve yapmak istediklerinizin hukuki olup olmadığıdır.

Sahip oldukları güç ve iktidarı sonsuza kadar ellerinde tutabilecekleri yanılgısıyla; yasaları silah, yargıyı da tetikçi haline getirme çabasına girişmiş ne ilk iktidarsınız, ne de son olacaksınız.

Ve önümüze koyduğunuz bu yeni yasa metniyle, darbecilerin basit bir karikatüründen ibaretsiniz.
12 Eylül cuntası nasıl emir adaletini ürettiyse, darbecilerin halefi olan, sözüm ona demokrasiye geçiş sürecinin hükümetleri de bunu bir fırsata dönüştürmek istediler.

Sandılar ki yargının boynuna geçirdikleri ipi ne kadar kısa ve sıkı tutarlarsa, “hukukun üstünlüğü” vaveylası eşliğinde iktidarları da o kadar güvende olur.
Peki amaç hâsıl oldu mu? Hayır. Geldikleri gibi gittiler.

Ama geride bıraktıkları miras, tıpkı sizlerin bırakacağı gibi, kimsenin hatırlamak istemediği korkunç bir yeryüzü cehennemi oldu.

Bugüne dek hükmünü sürdüğünüz fiili yönetim biçiminizi daha da şeditleştirmek, kötülüğünüzün iktidarını arşa değdirmek ve zulmünüzü meşrulaştırmak için darbeye karşı tedbir görünümü altında OHAL ilan etmeniz hiç şaşırtıcı değildi.

251 insanın canına mal olan bir kanlı kalkışmayı, “Allah’ın lütfu” diye görmenizin sırrı da burada saklıydı.

Darbeye direndiğini iddia edenlerin darbe hukukuna dört elle sarılması bu yüzden trajikomikti. Ama hem yaşanacak trajediye, hem de düşeceğiniz komik durumlara aldırmadan bunu yaptınız. OHAL’i ilan etmekte zaten hiç vakit kaybetmediğiniz gibi, 2 yıl boyunca bütün lütuflarından yararlanmaya da doymadınız.

Şimdi, yarattığınız toplumsal enkazın üzerine, bir de tüy dikmenin peşindesiniz.
Yurttaşlara karşı, kelimenin gerçek anlamıyla bir canavara dönüştürdüğünüz hukuku, bu yasal düzenleme ile kalıcılaştırmak istiyorsunuz.

Çünkü artık kirli suç ortaklıklarından menkul rejiminizin derinleşmesi, kökleşmesi ve kurumsallaşabilmesine ihtiyacınız var.

Kanlı bir kalkışmaya ve hemen sonrasında yaratılan hukuksuzluklara karşı, ilelebet sizin aklınızla düşünelim, sizin dilinizle konuşalım istiyorsunuz.
Çünkü darbeci güruhla suç ortaklığınızı ortaya koyacak hakikatin, sonsuza kadar sır olarak kalmasını istiyorsunuz.

Yağma ve talan üzerine inşa ettiğiniz suç düzeninize yönelik en küçük bir itiraza dahi katlanmak istemiyorsunuz.
Aksine davrananları önce medyanızla hedef gösterip, trollerinize linç ettiriyor, yargınızla da rehin alıyorsunuz.

Karşınızda diz çökmeyenlere salmak istediğiniz bu ibret ve korku dalgası yetersiz kaldığındaysa, sokakları milislerinizle dolduruyorsunuz.

Devletin sorumlulukları vardır, bireyin ise hakları. Bizde ise devletin her zaman, sadece yetkileri oldu. İktidarınızın devleti ise birey haklarının gaspçısına dönüştü.
Artık ülkemizde, evrensel normlarla tanımlı hukuka uygun yaşama hakkına sahip tek bir yurttaş bile yok.

Yargıyı elinizde bir sopaya dönüştürüp, iktidarınıza yönelik her tür eleştirinin derdest edilmesi ve siyasi rakiplerinizin tasfiyesi için kullanıyor ve hukuk cinayetlerinin altına pervasızca imzanızı atıyorsunuz.

Kimi zaman da, siyasi iktidarınızı besleyen cinayetler, yolsuzluklar, hırsızlıklar ve her türlü çirkinliğiniz ortaya çıkmasın diye, yargının iplerini çekip, üç maymunu oynatıyorsunuz.
Örnek mi istiyorsunuz?

Seçimin hemen arifesinde Suruç’ta hastane içinde Şenyaşar ailesinin katledilen üç ferdinin katilleri; onca tanığın, kamera görüntülerinin, ayan beyan delillerin varlığına rağmen korunmadı mı? Ailenin hayatta kalan kadın ve çocukları Suruç’u terk etmek zorunda kalırken hiç mi utanmadınız?
Başta HDP’nin eski Eş Başkanları Figen Yüksekdağ ve Selahattin Demirtaş olmak üzere, seçilmişleri, sudan gerekçelerle hapishanelere tıkıp yok etmeye çalışmıyor musunuz?
Milletvekilleri Enis Berberoğlu ve Leyla Güven’i hapiste tutabilmek için bin takla atmıyor musunuz?
Siz daha iyi bilirsiniz: Roboski katliamcıları, cezasızlıktan aldıkları güçle, kapalı kapılar ardında yeni katliam planları yapıyor olabilir mi?

Soma’da ve pek çok yerde meydana gelen iş cinayetlerindeki siyasi sorumluluğunuz şaşaalı adalet saraylarınızın koridorlarında örtbas edilmiyor mu?
Aladağ, Karaman başta olmak üzere tarikat ve vakıf yurtlarında kalan parmak kadar çocuklar, “kurumları yıpratmama” ikiyüzlülüğüne kurban edilmedi mi?
Türkiye artık sadece kâğıt üstünde bir Cumhuriyet. Yani, yurttaşı güdülmesi, yeri geldiğinde dövülmesi icap eden bir sürü gibi gören, hukukun rafa kaldırıldığı sözde bir Cumhuriyet.
İktidarınızın Türkiye’sinin yeni hukuku, hak kavramının yerini tamamen alaşağı ederek, devlete sahip olduğu orantısız yetkilerinin yanında bir de aşkın haklar manzumesi veriyor.
Ve bunu, bir kurumsallığa değil tekil bir şahsiyete sunuyor.
Bu şahsiyet, cumhurunun yarısının inanmadığı bir başkan. Kendisi de aynı şekilde cumhurunun yarısına inanmıyor.

Bu yüzden iktidar olarak, kendinize tetikçi kıldığınız yargınızla birlikte, artık evrensel hukuk normlarına denk düşen yasal sınırlarınıza çekilmelisiniz. Fakat biliyorum ki bu çağrıya riayet etmeyeceksiniz.
O halde en azından ne olduğunuz, bir kez daha yüzünüze karşı söylenmeli:
İktidar olmanın yarattığı kibrinizi yalan ve cehaletle yoğuruyorsunuz.
Hakikati söyleyenlere yönelik saldırganlığınızı ise acizliğinizle besliyorsunuz. AKP ‘liler konuşmanın bu kısmında kürsüye saldırdı)

Ahlaksızlığınızı, yeterli gelmediğini biliyor olsanız da, yüzsüzlükle sıvıyorsunuz.
Ve ne acı ki sizi ayakta tutan değerleriniz, sadece ve sadece bunlardan ibaret…
Orwell, “Bir toplum gerçeklerden ne kadar uzaklaşırsa, gerçeği söyleyenlerden o kadar nefret eder” diyor. Bizler seçimlerimizin ve kararlarımızın toplamı olan bu yaşamı sürdürmeye, siz de bizlerden nefret etmeye devam edebilirsiniz.

Ve fakat bilmelisiniz ki; bir yarısı sahiden çoğulcu demokrasi, adalet ve eşitlik talep ediyor, bunun için de mücadele etmeyi sürdürüyorsa; bir toplum, hak etmediği bir hayata ve bunu dayatan diktatörlüklere ancak bir yere kadar mahkûm edilebilir. Bu yer Türkiye için artık, geldiğimiz noktadır.”

Ahmet Şık’tan ilk açıklama:

TBMM kürsüsünde konuşmtuğu sırada AKP ‘li vekiller tarafından saldırıya uğrayan ve 2 birleşim çıkarma cezası alan HDP ‘li Ahmet Şık Twitter hesabından paylaşımda bulundu. Şık mesajında “Hakikat canlarını acıtıyor” dedi.

ahmet şık@sahmetsahmet

Hakikat canlarını acıtıyor.
Cumhuriyet
@cumhuriyetgzt
SON DAKİKA | Ahmet Şık’a Meclis kürsüsünde saldırı: İşte AKP’nin engellemek istediği konuşmanın tam metni
http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/1035246/TBMM_de_gerginlik__AKP_liler_HDP_li_Sik_in_konusmasini_engelledi.html 

Anıtkabir’de Atatürk’e söven aşağılık soytarı

Anıtkabir’de Atatürk’e söven aşağılık soytarı

Ahmet Hakan

Ahmet Hakan
ahmethakan@hurriyet.com.tr
Hürriyet, 22 Temmuz 2018

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır.)

ÇÜŞ ARTIK ÇÜŞ BE!

Mezara gidip mezarda yatana küfretmek! Bu nedir yahu! Nereden çıkmıştır bu hayâsız tutum? Hangi kinin, hangi nefretin ürünüdür bu? Bir insan aşağılık olur da bu kadar mı olur? Bir insan soytarı olur da bu kadar mı olur?
*
YUH ARTIK YUH BE!

Milletin en umutsuz zamanında İstiklal Savaşı’nı örgütledi diye mi Atatürk’ten bu kadar nefret ediyorsun? Yüz yıl sonra başına gelecek belaları yüz yıl önce gördü diye mi kinin var Atatürk’e? Nedir senin derdin a be şuursuz bünye!
*
YETER ARTIK YETER BE!

Bütün olumsuzluklara rağmen yaşadığın ülke bugün Ortadoğu’da pırıl pırıl parlıyorsa Atatürk sayesinde! Yaşadığın ülkenin bu coğrafyadaki diğer tüm ülkelerden bir farkı varsa Atatürk sayesinde! Bu mudur Atatürk’ün suçu a be dangalak?
*
DUR ARTIK DUR BE!

Sana sev diyen yok. Sana takdir et diyen yok. Sana kıymet bil diyen yok. Sana öğren diyen yok. Sana anla diyen yok.
Hatta sana aşağılık olma, soytarı olma diyen bile yok. Sana söylenen tek bir şey var: Azıcık saygılı ol a be ahlaksız!

Anıtkabir’de Atatürk’e söven aşağılık soytarı

ANITKABİR KÜFÜRCÜSÜYLE İLGİLİ BEŞ ÖNEMLİ NOKTA

– BİRİNCİ NOKTA: Anıtkabir küfürcüsünün hakkında soruşturma açılması, yakalanması, gözaltına alınması önemli… Ancak sonucu da önemli… Bakalım pankart açanlara yapılan muamele mi yapılacak bu şahsa?
*
– İKİNCİ NOKTA: Başörtüsüne falan bakılıp da sakın bir genellemeye gidilmesin. Bu şahsa tepki gösterenler arasında yığınla başörtülü de var.
*
– ÜÇÜNCÜ NOKTA: Bu şahsın bir provokasyon oyununun parçası olduğunu söyleyenler var. Adli makamlar, bunu da ortaya çıkarmalı.
*
– DÖRDÜNCÜ NOKTA: Eğer gerçekten de provokasyon maksadıyla bu yapılmışsa… Bu şahsa “milleti millete kırdırmaya çalışmak” suçundan da ceza verilmeli.
*
– BEŞİNCİ NOKTA: Hakaretin, küfrün çifte standardı olmaz… Ya hakarete, küfre karşısındır ya da değilsindir. Adamına göre tutum alınmaz.
==========================================
Dostlar,

Ahmet Hakan‘a nesnelliği ve duyarlığı için teşekkür ederiz..

En önemli soru; bu kızı kimlerin nerede ve nasıl yetiştirdiğidir!
Cumuriyetin okullarında laik – akılcı – sorgulayıcı – bilimsel – nesnel eğitim almış olsa böylesine kindar – nefret dolu olabilir miydi Cumhuriyeti yoktan var eden Mustafa Kemal ATATÜRK‘e?
Bu kız kaç yaşındadır ve Erdoğan’ın “dindar – kindar” neslinden midir?

Erdoğan, Gezi olaylarında bir şehir efsanesi aktarmış ve “..başörtülü bacımızın üstüne .ş.mek suretiyleeeee!…” diyerek bir ciddi ve ağır ajitasyon yapmıştı. Video kayıtlarının ellerinde olduğunu da söylemişti, birkaç gün içinde basına vereceklerdi ama yıllardır böylesi bir video kaydı çıkarılamadı..

Erdoğan ve AKP’si böylesi olaylarda neden susmaktadırlar?
Tavşana kaç, tazıya kaç taktiği midir bu? Oysa uygun gördükleri en küçük ayrıntıya bile zaman ayırmakta, ilgilenmektedirler.
Neden yüksek sesle ve göğüslerini doldurarak, içtenlikle ve kararlılıkla bu tür olayları kınamamaktadırlar?

Erdoğan Balyoz – Ergenekon davalarında “savcı” lığa soyunmuştu. Bu davada da yapar mı?

Ve AKP = RTE, “dindar ve kindar” kuşaklar yetiştirme dayatmasını sürdürecekler midir? Yeni Milli Eğitim bakanı Prof. Ziya Selçuk ne buyuracaklar? Her yer İHL yapıldı, durum bu’

Son soru      :

Erdoğan “Dindar ve kindar nesiller yetiştireceğiz..” demekle kalmadı, müfredatı bu yönde yozlaştırmakla da yetinmedi;

  • “.. dininizi ve kininiz eksik etmeyin!” diye de gürledi ayrıca. Daha önce de birkaç kez sorduk ve hiç yanıt alamadık .
  • İslamiyet dahil, insanları kindar – kinci yetiştirmeyi öğütleyen herhangi bir kitaplı din var mıdır yeryüzünde?
  • “Dininizi ve kininizi eksik etmeyin” derken din kini, kin de dini mi besleyecektir? Hangi din kinden beslenebilir, İslamiyette – Kuranda böyle bir şey var mıdır? Hangi kin bir dini ayakta tutabilir?
  • Bunca ağır tutarsızlıklar karşısında tek bir ilahiyat hocası neden ağzını aç(a)mamaktadır!? Bu tutum Müslümanlığa, bilim ahlakına –  etiğine sığar mı?
  • Erdoğan’ın bu sözleri apaçık din – İslamiyet dışıdır ve kendisi de çok ağır günah işlemiştir, işlemektedir.. Bu sözler din dışıdır, küfürdür.

    İşte sonuçlar görülüyor artık. Çoook alametler belirdi..

Küfürcü kızımızın makyajı, kaliteli gözlüğü, bakışları yerli yerinde maşallah..
Kapkara çarşaf neyi örtüyor acaba? Hani erkekleri tahrik etmeyecekti? O duruş ve bakışlar??

Safiye İnci adlı bu kız, yaşamının baharında ağır bir sabıka aldı.
Kendisinden daha çok O’nu bu hale düşüren siyasetçiler, aile, eğitim kurumları…. değil mi?

Her şeyde bir hayır vardır.. der atalar..
Bu musibetten Türkiye, AKP, Erdoğan bir ders çıkarır mı acaba??
Herkes bir vicdan muhasebesi yapmalıdır.. Yarın çok geç  olmasın!

4 yıl İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanlığı + 16 yıldır Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı makamında toplam 20 yıl geçiren bir insan artık “insan-ı kamil” olur, “pir-i pak” olur, “adam gibi adam” olur, 81 milyonu sevgi ve eşitlikle kucaklar.. Erdoğan’dan bunları bekliyoruz ülkemiz, halkımız ve de kendisi – partisi için..

Sevgi ve saygı ile. 23 Temmuz 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

SGK’ye denetim çağrısı: Saydamlığı sağlamak şart!

SGK’ye denetim çağrısı:
Saydamlığı sağlamak şart!

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)
SGK; geliri 288, gideri 312 milyar TL. Anne karnına düşmüş çocuktan emekliye herkesten sorumlu. Yapılması gereken Kurumu denetim dışına çıkarmak değil, saydamlığını sağlamak. (Cumhuriyet internet, 21 Temmuz 2018)

[Haber görseli]

Önce haber oldu ardından çeşitli köşelere konu. Ülkedeki yeni doğan çocuktan yaşlıya, çalışandan emekliye 79.7 milyon kişinin sosyal güvenliğinden sorumlu kurum, bir Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile Sayıştay denetimi dışına çıkarıldı.

Kurumun büyüklüğü ve görevi, ülkede yeterli bir sosyal güvenlik isteyen tüm duyarlı yurttaşlar gibi işi gereği bu alanda bulunanları, bu konuda kafa yormaya itti. Bunlardan ikisi de İzmir Tabip Odası Üyesi Dr. Ergün Demir ile İstanbul Tabip Odası Yönetim Kurulu üyesi Dr. Güray Kılıç. Yaptıkları çalışma bir dizi veri içeriyor.

Ancak veriler kadar vahim olan başka konular da var. Sayıştay’ın son denetim raporu ve kurumun 2016 yılı Düzenlilik Denetim Raporu verilerinden yararlanılmış çalışmaya göre, SGK’nin mali rapor ve tabloları güvenilir bilgi içermiyor ve mali saydamlığı yok.

Oysa kurumun geçen yılki toplam geleri 288 milyar 559 milyon lira. Toplam gideri 312 milyar 734 milyon lira. Arada 24 milyar liralık bir açık söz konusu. Görünün o ki, bir dizi iş yapılırken bir dizi suistimal, hata, mükerrer işlem gündeme gelmiş. Kurum zarara sokulmuş. Hasta ve emekli yurttaşların güvencesi olması gereken Kurum, bir yandan aktüeryal denge yetersizliği bir yandan da bu usulsuz işlemlerle ciddi zafiyete uğratılmış. Hâl böyle olunca, 4 numaralı kararnameyi çıkaranlara sormak gerekiyor :

  • .. Şimdi yapılması gereken SGK’yı denetim dışına iterek Kurumu daha da zayıflatmak mı yoksa, SGKyı daha saydam hale getirerek, sağlıklı bir yapıya kavuşturmak mı?

[Haber görseli]

Ölmüş kişilere de hizmet

Sayıştay SGK düzenlilik (mali ve uygunluk) denetim raporlarında belirlenen suiistimal ve usulsüzlük bulgularından kimi örnekler özetle şöyle;

  • Denetim raporunda “ölmüş” kişilere sağlık hizmeti verilmiş gibi faturalandırmaları yapan Şanlıurfa’da 40, Adıyaman, Mardin, Şırnak ve Kırşehir’de 1 adet olmak üzere 44 sağlık kuruluşu söz konusu.
  • Bu sağlık kuruluşlarından 30’unun geçen yıl da ölü kişiler adına fatura düzenlediği ve bu konu SGK’ya iletilmesine karşın Kurum, bu kuruluşlarla sözleşme yapmaya devam ediyor. (Sosyal Güvenlik Kurumu 2015 yılı Sayıştay Denetim Raporu sayfa 129)

Bu reçete çok farklı!

  • 45 sağlık hizmet sunucusu, ölen hekimler adına 24.729 işlem yapıyor, reçete yazıyor.
  • Maharetli hastaneler, kimi hastaları aynı tarihte iki hastanede yatarak tedavi etmeyi başarıyor.
  • Kurum, ölen 4.315 kişiye genel sağlık sigortası primi tahakkuk ettiriyor.

İsteyene indirim

  • Ek istihdam koşulunu sağlamayan işveren, prim teşvikinden yararlanıyor; 3.206 işyerine yersiz prim indirimi uygulanıyor.
  • Genel Sağlık Sigortası prim gelirleri, sağlık hizmetlerini karşılıyor. Hatta, 2016’da 16.4 milyar TL fazla gerçekleşiyor. Genel sağlık sigortası fonunda kalması gereken bu para, yasaya aykırı olarak Sosyal Sigorta Fonu giderleri için kullanılıyor.
    ========================================
    Dostlar,

SGK İÇİN NE YAPMALI, NE YAPMAMALI?

SGK’yı sitemizde, önemi nedeniyle zaman zaman işliyoruz. Son derece önemli bir kurum.
AKP iktidarıyla birlikte çok parçalı sosyal güvenlik sistemi, Batılı kurumların – sermaye çevrelerinin de (AB, OECD, IMF, DB) istemiyle bütünleştirildi ve şemsiye Kurum olarak SGK 5502 sayılı yasa ile kuruldu. (Sosyal Güvenlik Kurumuna İlişkin Bazı Düzenlemeler Hakkında Kanun; RG 20/5/2006 s. 26173). 1 ay kadar sonra da 5510 s. yasa çıkarılarak (Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu; RG 16/6/2006, s. 26200) Türkiye’de zorunlu Genel Sağlık Sigortası rejimine geçildi.

Artık vergi karşılığı sağlık hizmeti  yok! Sosyalleştirme ve 224 saylı yasa rafa kaldırıldı.
Sağlık dışı sosyal güvenlik zaten çok daha önceleri prim = ek vergi tabanlı idi.

SGK işlevinde kurum – kuruluşlar zorunlu, çünkü Anayasa’nın 60. maddesi “Herkes sosyal güvenlik hakkına sahiptir.” içeriğinde buyurucu kural koymuş durumda. Ayrıca 2. maddede devletin temel nitelikleri sayılırken “sosyal, hukuk devleti” nitemleri (sıfatları) de yer alıyor.

  • Dolayısıyla yasa zoru ile SGK’ye PRİM ÖDEMEK ZO-RUN-LU!

Ödemeyenlere hizmet verilmediği gibi, 6183 s. Kamu (Amme) Alacaklarının Tahsili Hk.Yasa gereğince zor işlemi yapılıyor.. Devlet sopalı tahsildargibi! Sık sık prim afları zaten olağan’ Bir de 16 Nisan 2017 Anayasa halkoylaması öncesinde bir popülist rüşvet : Ayda 53 TL’ye sigorta!

Ne var ki, yukarıdaki şemada da görüyoruz, 8 128 410 kişi SGK primini ödeyemiyor yoksulluğu nedeniyle. Buna karar veren de SGK’nın kendisi. Başvuranlar inceleniyor ve bürüt asgari ücretin 1/3’ünden az aylık geliri olanlar “SGK yoksulu” sayılıp onlardan “prim” alınmıyor. Bu sınır 2018 için 680 TL.. Böylelikle damgalanan “SGK yoksullarının” primlerini Maliye SGK’ya aktarıyor.

SGK haliyle çok sorunları olan devasa bir kurum.. Yönettiği fonlar Türkiye merkezi yönetim bütçesinin yarısına yakın.. (2018’de 312 / 762 milyar TL) Bütçeden Hazine ve Maliye’ye ayrılan toplam fonlardan daha büyük (2018 bütçesinde Maliye Bakanlığına 177,4 milyar; Hazine Müsteşarlığı 97,9 milyar TL ayrıldı).

SGK 2017 sonunda 24 milyar TL açık verdi. Bu tutar, 2017 genel bütçe açığı olan 47 milyar TL’nin yarısını aşkın. Dolayısıyla SGK açığı, Devletin borçlanması sonucunu doğuruyor.

İzmir Tabip Odasından Dr. Ergün Demir ile İstanbul Tabip Odasından Dr. Güray Kılıç meslektaşlarımızın çalışması önemlidir. SGK Sağlık primleri havuzunun 16 milyar TL fazlalık verdiği ve öbür sigorta kollarının açığını kapatmaya ayrıldığı belirtilmekte. Ancak bu tablo sağlıklı değildir. SGK, sağlık hizmet sunucularına ve bir ölçüde eczanelere gerçek bedellerinin altında geri ödeme yapmaktadır. Bu durum ilgili sağlık kuruluşlarını akçal (mali) bakımdan zorlamakta ve ne yazık ki kimi (hatta epey!?) etik – ahlak – yasa dışı durumlar yaşanmaktadır. Ayrıca SGK, geriödeme yaptığı ilaç – tıbbi gereç ve sağlık hizmeti kapsamını sürekli daraltmakta, artan cepten ödemelere insanları zorlamaktadır.

SGK’nın Aktüaryal dengesini sağlamak için kullanageldiği önlemler ne yazık ki, başından beri salt “moneter” dir.. parasal daraltma sıkı politikası. Öyle ki, OVP’lerde (Orta Vadeli Program) öngörülen ödenek dondurulmakta, ardından da “finansal istikrar sağlanmıştır” denebilmektedir! Bu politika tam anlamıyla “devekuşu” tutumudur.

SGK için 2 önemli araç var     :

  1. Saydam olacak kamuoyu denetimine açık olacak. Bu kapsamda 4 s. CBK (Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi) ile Kurumun Sayıştay’ın Anayasa kaynaklı (md. 160) denetim alanının dışına çıkarılması Anayasa’nın özüne – muradına uygun olmadığı gibi, sorunu çözmeyip büyütecektir. Nitekim Sayıştay, Şehir Hastaneleri hesaplarının da uygun olmadığını açıklamıştı (sitemizde kapsamlı yazdık). Saydamlık ve etkin denetim yolsuzlukları, israfı.. en aza indirebilir, dev açık sınırlanabilir, yönetilebilir.
  2. Sağık hizmetlerinde salt sağaltıcı (tedavi edici) değil, öncelikle KORUYUCU SAĞLIK HİZMETLERİNE yönelmek.. Bunu etkin, yaygın, nitelikli, içtenlikli bir politika demeti olarak yasal düzenleme desteğiyle yaşama geçirmek. Böylelikle hem daha sağlıklı bir topluma erişebiliriz hem de TL ve Döviz olarak tasarrufumuz olur, dış ticaret açığı ve cari açık azalabilir.

Alman SGK olan Krankenkasse, 1980 ortalarında finansal bunalıma girmiş ve moneter (parasal) kısıt yerine yasal düzenleme ile kimi önemli Koruyucu Sağlık Hizmetleri zorunlu kılınmıştı.

  • Tüm bebekler
  • Tüm gebeler
  • Ve 45+ yaş herkes…. öngörülen aralıklarla ve kapsamla düzenli, dönemsel (periyodik) sağlık hizmeti alacak..

Krankenkasse böyle “kurtuldu”.. AB – OECD – DB – IMF.. Almanya’ya ” hop hoop” demediler. Nedenin “Serbest piyasa yozluğu” olduğunu biliyorlardı elbette ama Almanya’ya dayatamadılar.

Ya Türkiye’ye?? Erdoğan’ı kim kandırdı gene?

SGK’yı Sayıştay denetimi dışına çekmek neyi çözer? Üstelik ahalinin ahlakı da bozuluyor bu işleyişle.. SGK’yı kazıklayan kazıklayana.. Hani bu ülkenin en az %99’u Müslüman’dı!? SGK’yı kazıklayanlar salt gayr-ı müslimler mi acaba??

Sonuç                   :

Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinden 4 sayılı olanı, SGK’yi de ele alırken, Kurumun Sayıştay denetimine bağlı olduğu düzenlemesini maddeleştirmedi. Bu düzenleme, gerekçelerini yukarıda açıkladığımız üzere son derece yanlıştır. Hiçbir sorunu çözmeyeceği gibi, sorunları (açıkları!) daha da büyütecektir. Türkiye’nin ve AKP = Erdoğan‘ın buna tahammülü olamaz şu çooooooook ağır ekonomik bunalım ortamında.

Yandaşların SGK üzerinden de beslenmesinin ne pahasına olursa olsun gözü kara sürdürülebileceği olasılığını = faciasını düşünmek bile istemiyoruz!? Yıllardır yazar ve söyleriz :

  • GSS halkın sağlığının değil, sermayenin kârının sigortasıdır!

Yanılıyor muyuz acaba? Özel hastane sahibi yeni Sağlık Bakanı Dr. F. Koca ne buyurur acaba??

Belki de bu son düzenleme hedeflenerek değil, gözden kaçmış olabilir. Bu takdirde artık görmeye başladığımız ve korkarız alışacağımız bir “pardon kararnamesi” ile düzeltilebilir, düzeltilmelidir.

Sevgi ve saygı ile. 23 Temmuz 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Not : Cumhuriyet’ten Özlem Toker’in “SGK neden Sayıştay’dan kaçırıldı?” başlıklı yazısının da okunmasını öneririz (20.07.2018)

Kıbrıs Barış Harekatının yıldönümünde düşünceler

Kıbrıs Barış Harekatının yıldönümünde düşünceler

Onur Öymen
(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)
Dün Kıbrıs Barış Harekatının 44. Yıldönümünü yurdumuzda ve Kuzey Kıbrıs’ta coşkuyla kutladık. Bu vesileyle düşüncelerimi soran bazı televizyonlara ve gazetelere özetle şunları söyledim:
Türkiye’nin 1960 tarihli Londra ve Zürih Antlaşmalarından kaynaklanan haklarını kullanarak Kıbrıs’a yaptığı müdahale Kıbrıslı soydaşlarımızın can güvenliğini sağlayarak onları özgürlük içinde yaşama olanağına kavuşturmuştur. Bu müdahale aynı zamanda Kuzey Kıbrıs’ı, özellikle Arap Baharıdenilen eylemlerden sonra ateş topuna dönen Orta Doğu’nun insanların barış ve demokrasi içinde ve insan haklarına saygılı bir ortamda yaşadıkları tek bölgesi haline getirmiştir.
Kıbrıs ihtilafının başından beri hemen hemen daima Rumların yanında yer alan uluslararası toplumun, siyasi şahsiyetlerin ve dünya basınının Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin bu demokratik özelliğini ön plana çıkartan bir ifadesini gördüğümüzü hatırlamıyorum.

Kıbrıs’lı Rumlar, Yunanistan’ın ve büyük devletlerin desteğinden ve Türk tarafı üzerinde uyguladığı baskılardan yararlanarak daima bir salam politikası izlemişler, her görüşme sürecinde elde ettikleri avantajları ceplerine koyarak bir dahaki seferde yeni ödünler istemişlerdir.

Geçen yaz yapılan Crans Montana görüşmelerinde de böyle olmuş, Rumlar, Türkiye’nin garantörlük haklarından vazgeçmesi ve Adadaki bütün askerlerini çekmesi yolundaki istemleri yerine getirilmediği için görüşmelerin sonuçsuz kalmasına yol açmışlardır.

İşin düşündürücü yanı, BM Genel Sekreteri Guterrez’in de, Antlaşmaları göz ardı ederek ve görevinin gerektirdiği tarafsızlığı bir yana bırakarak Türkiye’nin garantörlük hakkının savunulamayacağı yolundaki bir görüşü raporu”na yazmış olmasıdır. Bu son gelişme, 6 yıl İngiltere Dışişleri Bakanlığı yapmış olan Jack Straw’u bile çileden çıkartmıştır.

Straw, 1 Ekim 2017’de Independent gazetesinde yayınlanan “Ancak Adanın Bölünmesi Türklerle Rumlar Arasındaki İhtilafın Sona Ermesini Sağlayabilir” başlıklı makalesinde özetle şunları ifade etmiştir:

“Avrupa Birliği 1 Mart 2004’de stratejik açıdan şimdiye dek aldığı kararların en kötülerinden birini kabul ederek, Türklerle Rumlar arasında anlaşma olsa da olmasa da 1 Mart 2004’de Kıbrıs’ın AB’ye üye yapılmasını kararlaştırdı.

“Bu yazın başında Kıbrıslı Türklerle Rumlar arasında bir anlaşmaya varılması amacıyla 11 incisi yapılan uluslararası girişim, daha öncekilerde olduğu gibi, Kıbrıslı Rumlar tarafından engellendi. Türklerle Rumlar arasındaki iki bölgeli, iki toplumlu bir hükümetin kurulması sağlanarak Kıbrıs’ın birleştirilebileceğini amaçlayan müzakere maskaralığına artık son vermenin zamanıdır.

  • Çözüm Adanın bölünmesi ve Kuzey’deki Kıbrıs Türk devletinin uluslararası alanda tanınmasıdır. ” (Yazının tümüne internet üzerinden ulaşmak mümkündür.)

Ne yazık ki, ne iktidar ne de muhalefet Türkiye’nin uzun zamandan beri dile gertirdiği görüşlere hak veren Straw’un bu makalesini yeterince değerlendirebildi.

Uluslararası toplum Türklere haksızlık yapmayı sürdürmekte, ekonomik, ticari, ulaşım, hatta spor alanında uygulamaya devam ettiği baskılarla Türk tarafını dize getirip Rumların beklentisi doğrultusunda bir çözüme ulaşmaya çalışmaktadır. Böyle bir ortamda Straw’un makalesi özel bir önem taşımaktadır.

Bu arada Kıbrıs Türk liderliğinin Türkiye’nin garantörlük hakkından vaz geçilebileceği anlamına gelen sözleri tezlerimizi savunmamızı güçleştirmekte ve Rum tarafını umutlandırmaktadır.

Kıbrıslı Türklerin büyük kahramanı ve lideri Denktaş, Osmanlı imparatorluğunun savaş alanında Yunanistan’ı mağlup ettikten sonra Girit’i feda ettiğini hatırlatarak “Kıbrıs Girit olmasın” görüşünü her vesileyle dile getirirdi.

Önümüzdeki dönemde yeniden gündeme getirilmesi beklenen haksız istemlere karşı direnme gücümüzü göstererek milli davamız olan Kıbrıs’a sahip çıkmalıyız.

Kıbrıs Türklerini özgürlüğe, bağımsızlığa ve demokrasiye kavuşturan Başbakan Bülent Ecevit’in ve Kıbrıslı Türklerin lideri Denktaş’ın ve arkadaşlarının eserini yaşatmak öncelikli ödevimiz olmalıdır.

Saygılar, sevgiler. 21.07.2018
==========================================
Dostlar,

Sayın Öymen’in uzmanlık alanlarından biri Kıbrıs’tır. 1974’teki barış harekatımız sırasında da Lefkoşe Büyükelçiliğimizde görevli idi.

Batı emperyalizminin zamana oynayan salamlama (salam kesme) politikasını iyi değerlendirmek gerekir.

Yıllar geçtikçe tarihsel acı gerçekler, Rumların Türklere soykırım uygulamaları.. uutulmaya yüz tutar.. Yeni kuşaklar o tarihleri yaşamamışlardır, özdeşim (empati) kurmada giderek zorlanırlar. Bir yandan KKTC’yi tanımama, her tür ambargo ile halkı yıldırmak, bir yandan Türkiye’yi pek çok bakımdan kuşatarak sindirmeye çalışmak..

Örn. KKTC Cumhurbaşkanı bay Mustafa Akıncı‘nın akıl almaz ödünler önermesi… Sanki Rum tarafı sözcüsü neredeyse! Doğrusu ürküyor ve anlayamıyoruz. Akıncı nereye kürek çekiyor?!

Çözüm gerçekçi, eski İngiliz dışişleri bakanı Jack Straw’ın da görüp yazdıklarıdır..

  • 2 bölgeli,
  • 2 toplumlu,
  • 2 bağımsız ve egemen – eşit devletli bir model dışında kalıcı çözüm biz de göremiyoruz..

    Bu arada Kıbrıs adası çevresinde, uluslararası deniz hukuku terimiyle “münhasır ekonomik bölgede” (Exclusive Economic Zone) son derece ciddi deniz altı fosil enerji kaynaklarının varlığıdır. Kömür, doğalgaz… Bunlar Türkiye ve haliyle KKTC’nin çehresini – geleceğini dönüştürebilir boyutta, yüz milyar Doları aşan tutarda doğal kaynaklardır. Türkiye’nin enerjide dışa bağımlılığının ne denli yüksek olduğu dikkate alınırsa, sorunun Anadolu’nun güvenliğine ek olarak stratejik derinlik taşıdığı kolayca anlaşılabilir.

Ada’nın İskenderun körfezine uzanan kuzey – batı burnu olan Dip Karpaz bu 2 boyutta ayrıca önem sahibidir. Bu bölüm toprak iadesi kapsamında Rumlara bırakılırsa, hem münhasır ekonomik bölge bakımından olağanüstü zengin yeraltı kaynakları kaptırılmış olur hem de ülkemizin Adana – Mersin – İskenderun – Antalya kıyıları başta olmak üzere savunma zayıflığı doğabilecektir. Lozan görüşmelerinde Türkiye’nin Irak – Suriye sınırı çizilirken, İngiliz Başdelegesi Lord G.N. Curzon’un arkasında çok sayıda petrol mühendisi vardı ve sınır bilindiği gibi çekildi.. Dikenli tellerin hemen güneyinde zengin Irak (Musul – Kerkük) petrolleri, kuzey tarafında ise çorak Türkiye toprakları…

Benzer hatayı Kıbrıs’ta – Dip Karpaz’da asla yinelememeliyiz. Telafisi yok!

Sayın E. Tuğa. Türker Ertürk amiralimizin yukarıdaki uyarısı çok yerindedir.

AKP = Erdoğan‘ın mutlak yetkili duruma geldiği şu aşamada Kıbrıs’ta ulusal çıkarlarımıza aykırı bir yanlış yapmayacağını, kandırılmayacağını ummak istiyor, diliyoruz.

İngilizler Lozan’da Musul sorununu askıya almış, ardından 1925’te Şeyh Sait isyanını örgütleyerek Türkiye’nin Musul petrollerinden pay almasını engellemiştir. Benzer diplomasi oyunlarına Türkiye artık gelmemelidir, gelmeyecektir.

Sevgi ve saygı ile. 22 Temmuz 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

KIBRIS MUTLU BARIŞ HAREKATININ 44. YILI İLETİSİ

KIBRIS MUTLU BARIŞ HAREKATININ
44. YILI İLETİSİ

 

Konuk yazar :

R. Bülend KIRMACI

 

Türkiye’nin getirdiği barış, bazılarının Ortadoğu’ya ‘götürdüğü’ ‘barışa’ benzemez(!) 

Bizim 74’de Ada’da tesis ettiğimiz huzurdan daha insancıl bir çözüm, 21. yy’da henüz keşfedilmemiştir. 
Ordularımız ENOSİS’i yenmiş; TBMM, Yunan cuntasını devirmiştir.
Yeryüzünde KKTC ve Türkiye kadar güvenliği birbirine bağlı çok az iki kara parçası (iki coğrafya) bulunmaktadır… 
Her Kıta’dan birer devlet KKTC’yi tanımaya başlamalıdır… 
Adalarımızın ‘durumuna’ rezervle ve de araya emperyalizm girmese,
yine de iki halkın dostluğuna inanırım. 
20 Temmuz Barış Harekatı kutlu, şehitlerimizin ruhları şad olsun.
=================
Dostlar,
Sevgili kardeşimiz Sn. Kırmacı’nın mutlu barış harekatı iletisi nefis değil mi!
Kısa, özlü ve her şey yerli yerinde..

Ege adalarının durumuna “çekince” koymayı unutmaması,
kahrolası emperyalizm bozmasa 2 halkın dostluğuna “inanması”

Çook hoş.. Biz de hemen hemen aynen paylaşıyoruz..
Kendilerini kutluyor ve teşekkür ediyoruz..
Sevgi ve saygı ile. 21 Temmuz 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

Olağanüstü Hal Olağanlaşıyor

Olağanüstü Hal Olağanlaşıyor

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

AKP Grup Başkanvekilleri tarafından bu gün (18.7.18) TBMM’ne sunulan “Bazı Kanun ve KHK’lerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi” içerdiği hükümler itibariyle, olağanüstü halin olağanlaşmasını sağlayacak değişiklikler içermektedir.

Açık deyişle, OHAL döneminde 3 ayda bir yapılan süre uzatımları, bu teklifin yasalaşması halinde 3 yıla çıkarılmış olacak, adı OHAL olmayan bir süreç, fiilen aynı koşullarda devam edecektir.

  • Bu teklif, Anayasaya da aykırıdır.

    Teklif yasalaşırsa;

    • Tıpkı OHAL döneminde yaşandığı üzere, herhangi bir soruşturma açılmadan ve/veya savunma da alınmadan kamu görevinden ihraçlar devam edecektir.
    • Tıpkı OHAL döneminde yaşandığı üzere, gözaltı süreleri uzayacaktır.
    • Tıpkı OHAL döneminde yaşandığı üzere, toplantı ve gösterilerle ilgili valiler kısıtlayıcı tedbirler alabilecek, temel haklar sınırlandırılabilecektir.
    • Valiler, yurttaşların herhangi bir kente girişleri ile ilgili olarak yasaklama kararını verebilecektir.

    Her birisi yargı kararı gerektiren bu vb. daha pek çok kısıtlamaların, öyle bir karara gereksinim duyulmaksızın idari merciler tarafından uygulanması, geleceğimizin nasıl şekilleneceğini tahmin etmeyi güçleştirmeyen gelişmeler olacaktır.

    Bu önlemlerin “olası” niteliği taşıdığı, mutlaka uygulanmayacağı yönünde ileri sürülen savlar, geçerli değildir.  Çünkü TBMM’nde “tehlike” zamanlarında, onu bertaraf edecek güç mevcuttur. Geçmiş uygulamaları izleyenler için kaygı doğuran husus,

  • bu önlemlerin sadece terörle sınırlı olmakla kalmayacağı, muhalefete yöneleceği kaygısıdır.

    Ülkemizin hızlı şekilde olağan süreçlere geçmesi yaşamsal öneme sahiptir. Hukuk Devleti iddiasının hak edilebilmesinin en önemli engellerinden birisi OHAL süreçleridir. Tahrip edilen kurumsallıkların tamir edilebilmesine, OHAL’in kaldırılması ile başlanabilir.

    TBMM’nin bu kaygılarımızı paylaşacağını ummak istiyoruz. OHAL’in sınırsız uzatılması anlamına gelen ve sonuçları itibariyle OHAL’i olağanlaştıran bu değişiklikten vazgeçilmelidir.

    İSTANBUL BAROSU BAŞKANLIĞI
    20 Temmuz 2018 (Güncelleme)

=====================================================

Dostlar,

İstanbul Barosu, sağolsun, üstüne düşeni yapıyor bu açıklama ve uyarılarla..

Sanırız siz de, kendileri de “çoooook iyimser” olduklarını kabul ederler..

Hem demir yumruk = padişahtan beter yetkili tek adam, hem örtük ve sürekli OHAL

Alın size AKP demokrasisi..

12 Eylül 2010’da 26 maddelik blok anayasa değişikliği yapılırken bir yığın akademisyen – sanatçı – yazan/çizen…. entel liboşlar… “yetmez ama evet” teranesi tutturmuşlardı.

İyi saatte olsunlar; şimdilerde nerelerdeler ve nasıllar acaba? Yurt dışına tüyebildiler mi?

Üstelik “Erdoğan, “biletinizi de alalım, gidin..” jestini (!!!???) bile yapmıştı..

“Başkan Padişahım” çok yaşa!

Sevgi ve saygı ile. 20 Temmuz 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

​ZİYA SELÇUK BAKAN OLUNCA… EVDE BİR BAYRAM HAVASI! 

ZİYA SELÇUK BAKAN OLUNCA…
EVDE BİR BAYRAM HAVASI!
 

Konuk yazar : Nazım Mutlu
Ulusal Eğitim Derneği – Öğretmen Dünyası Dergisi adına
Ankara, 12.07.2018

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

8 Temmuz günü “yeni” dönemin “yeni” bakanları açıklanıp Prof. Dr. Ziya Selçuk’un Milli Eğitim Bakanı yapıldığı öğrenilince nedenini biraz anlayabileceğimiz ılık rüzgârlar esmeye başladı ortalıkta, eğitimin dincileştirilmesinden, sistemin keşmekeşe dönmesinden canı yananlar için. 16 yıldır adım adım ders programlarının din odaklı bir çizgiye gelişi, yandaş kadrolaşma, özellikle 2012’deki 4+4+4 darbesiyle şahlanan imamhatipçilik furyasıyla gelen “dindar-kindar” amaçlı insan yetiştirme programı, eğitim iklimine epeyce kara bulutlar indirdi. İktidar kadrolarının pervasız söz ve eylemleriyle canı burnuna gelen laik ve bilimsel eğitim yanlısı Cumhuriyetçi-Atatürkçü-ilerici-liberal-sağ çizgideki yurttaşların içlerine bir ferahlık gelmesini belki bir an için anlamak gerekir. Çünkü cidden çok bunaltıcı bir ortam yaratıldı.

Ama böyle bir atamayla rehavete kapılmak için vakit çok erken. Çünkü…

Gemi azıya almış bir dinci-Osmanlıcı rüzgârın dört bir yanı kuşattığı ortamda, Hüseyin Çelik, Ömer Dinçer gibi AKP ideolojisinin prototipi sayılabilecek kişiliklerle, öyle olmasalar da “otomatiğe bağlanan” “dindar-kindar” fırtınası içinde fazla ses çıkarmadan suyun akışına uyan, bir sürü velvele koparken evrak imzacısı olma işlevlerini layıkıyla tamamlayan Nimet Çubukçu, Nabi Avcı, İsmet Yılmaz gibi “evet efendimci” figürlerin üstüne “din”le ilgili bakışında ılımlı tutumlarından örnekler verilen Ziya Selçuk’un Milli Eğitim Bakanı yapılması, ev sahibinin baskısı ya da hatırına yenmek zorunda kalınan tatsız tuzsuz yemeklerin üstüne nasıl olduysa en lezzetlisi sunulan kaymaklı kadayıf etkisi yarattı, beri tarafta.  Selçuk’un, göz önünde değilken çok az kimsenin dikkatini çeken, ama bakan olunca şimdi piyasaya sürülen Cumhuriyet-Atatürk çizgisine olumlu bakışı, Gezi sürecine ilişkin yaklaşımı, siyasal İslam’a karşı demokrasi vurgusu gibi öne çıkarılan kimi tutumları üstünden adeta bir bahar havası esmeye başladı.

Böyle olunca 24 Haziran seçimleri sonrası doğan “Külliye” odaklı “yeni”liğin içinde adeta bir kurtarıcı beklentisiyle karşılanan Prof. Selçuk’un kim olduğundan biraz söz etme gereği doğdu ister istemez. Çünkü bizdeki “balık hafızalı”lık da arada bir ve pek yüksünmeden başvurduğumuz biricik özeleştirimizdir.

Toplumu yakından ilgilendiren görevlerin başındaki kişileri, çoğu kez dünya görüşlerinden ayrı tutularak ille de mesleğin içinden gelip gelmediğine göre terazinin “iyi-kötü” kefelerine koyma, ona göre sonuca gitme davranışı çok olur, nedense. Örneğin eğitimin başındaki bir bakan öğretmen kökenliyse sorun yoktur, iyidir! Eğitimci değilse, yani en yakın örneklerden Nabi Avcı gibi iletişimci ya da İsmet Yılmaz gibi denizci, hukukçu filansa, yandık! Oysa bu inanışa uymayan sayısız örnek var eğitim tarihimizde. Cumhuriyetin öncü üç büyük eğitim bakanlarından biri, Öğretim Birliği (Tevhid-i Tedrisat) Yasasının çıkmasında büyük emekleri olan, Millet Mekteplerini yaşama geçiren Mustafa Necati, hukukçudur. Görevde bulunduğu kısa süre içinde açtığı okullar yanında 1933’teki Üniversite Reformunda imzası bulunan Reşit Galip, hekimdir. Millet Mekteplerinin, Eğitmen Kurslarının mimarı, kız ve erkek teknik öğretmen okullarının kurucusu Saffet Arıkan ise subaydır.

Meslekten geliyor olmak, ülke geleceğini aydınlatmaya yarayacak bir dünya görüşüyle kaynaşmamışsa, mesleğin içinden gelmiş olması neyi değiştirir!

Bugünlerde Prof. Dr. Ziya Selçuk’la estirilen bahar havasının gerekçelerinden biri olarak bu söyleniyor: Öğretim görevlisi, öğretmen yetiştiren bir üniversitede akademisyen olması.

Selçuk Kimdir?

Öğretmenliğiyle, akademisyenliğiyle ilgili bir araştırma ya da gözlemimiz yok. Alanının iyi hocalarından olabilir elbette. Konulara yaklaşımı, onları ele alışı, anlatım biçimi… çok iyi olabilir. Bunlar, eğitim sorunlarına/konularına bütüncül yaklaşım, çözümler geliştirmek için avantajdır elbette, iyi değerlendirilirse.

Ancak bizler Ziya Selçuk’u yeni tanıyor, onun eğitimle ilgili neleri yapıp neleri yapmadığını tümden bilmiyor değiliz ki… Bilenler bilir, Sayın Selçuk, mevcut iktidarın ilk Talim Terbiye Kurulu Başkanıdır. Mustafa Necati’nin Bakanlığı sırasında kurulan (1926) ve “eğitimin beyni” olarak bilinen bu birimde 2003-2006 arasında Başkanlık görevini yürüten Selçuk, anımsanacağı gibi o yıllarda “eğitimde devrim”(!) olarak sunulan “müfredat reformu”nun başındaki kişidir. 2005’te ilköğretim, 2006’da da ortaöğretim ders programlarını “ezbercilik bitiyor, yapılandırmacı eğitim geliyor, çoklu zekâ kuramına göre hazırlanıp uygulamaya konacak yeni ders programlarıyla artık araştıran, merak eden, sorgulayan, irdeleyen insan yetiştireceğiz” gibi bir dolu propagandayla piyasaya süren… Bunu da “küreselleşmenin ihtiyaçları” doğrultusunda yapmakla övünen, o süreçte Cumhuriyetin eğitim devrimleri için “Küreselleşmeye demode arabayla gidemeyiz” (Yeni Şafak, 26.09.2018) diyen kişidir.

Gerek Öğretmen Dünyası dergisinin 2005, 2006 ve 2007 yıllarına ait çeşitli sayılarında, gerekse Ulusal Eğitim Derneği yayını olarak çıkan Zeki Sarıhan imzalı Emperyalizm Ulusal Eğitime Meydan Okuyor (Mayıs 2005) ve Hüseyin Canerik imzalı Küreselleşmenin Eğitim Programı (Haziran 2005) adlı kitapçıklarda ayrıntılarıyla belgelendiği gibi, Selçuk, emperyalizmin “küreselleşme” ambalajlı, yeryüzünde Soros eliyle sürdürülen ulus-devlet yıkıcılığının Türkiye ayağını oluşturan türlü “sivil toplum kuruluşları”yla (ya da ünlü NGO’larıyla) el ele, kol kola, AB’den alınan hibeleri yabancı uzmanlara maaş olarak ödeyip “eğitimde devrim”(!) yapan bürokratımızdır!

Selçuk’un başını çektiği ve hatta onun eğitim ayağındaki büyük çabalarıyla 2007 sonbaharında “Avrupa Birliğine girişimizi” Ankara-Kızılay’da 101 pare havai fişek atışıyla kutladığımız günleri de anarak bir küçük ayrıntıya daha değinelim:

2006’da hazırlanan ortaöğretim ders programlarından biri olan; ne amaçla bölündüğü hâlâ bilinmeyen, geçen yıl ve bu kez yeniden neden birleştirildiği de bilinmeyen Türk Dili ve Edebiyatı derslerinin Türk Edebiyatı ve Türk Dili programlarını hazırlayan ekibin, gündüzleri programlar için, geceleri de aynı derslerin kitaplarını yeni döneme yetiştirmek için nasıl yoğun mesai harcadıklarını, okullar açıldığında da yasal gereklilikleri tamamlanmadan, ayrıca başka yayınevlerinin hazırlamasına fırsat verilmeden piyasaya sürülen bu kitaplarla kaldırılan hasadın hesabı o günden bugüne verilmeden, en azından bir özeleştiri bile yapılmadan, Selçuk’la ilgili olumlu değerlendirmeler gerçekçi olmaz.

Verilmek İstenen Mesaj Ne Olabilir?

Elbette o yıllardan bu yana köprünün altından çok sular aktı. Okullardan Atatürk köşelerinin kaldırılmasını, “sınıfların duvarlarından o resimlerin indirilmesini” üyelik koşullarına ekleyen Avrupa Birliği fırtınası dindi. Küreselleşmenin uygarlaşmak için tek seçenek olduğunu ekranlardan, gazete köşelerinden toplumun beynine boca eden iç’li – dış’lı koronun sesi kesildi; o dalganın kuramcılarıyla avukatları bile yalanlarını itirafa durdular bir süredir. Yani takke düştü, kel göründü ve halkımızın AB ile ABD’ye bakışında ibrenin yönü değişti.

Durum böyleyken, var olan toplumsal iklimde, liberal eğilimleri ağır basan yeni Bakan üzerinden içeriye-dışarıya verilmek istenen mesaj ne olabilir?

Bir daha vurgulayalım      Kabul, Selçuk, iktidarın yarattığı İslâmcı imajla birebir örtüşen bir kişilik değildir. Ama en az bir o kadar göz ardı edilmemesi gereken bir olgu daha var ki, o da iktidarın özelleştirmeci yanıdır. 2002’lerde genel eğitim içindeki payı %2-3 dolaylarında olan özel okulların payı bugün %15’leri bulmuştur. Özellikle 4+4+4 yasasıyla “kolej” ambalajlı özel okullar hızlı bir artışa geçti ve bu artış, hızını kesmiş değil. Sayın Selçuk’un, sıkı kadrolaşmayla konumlanışını tamamlamış din odaklı içerik yapılanmasına yeni ayarlar vermek için değil, neredeyse başıboş yürüyen ve bir anda şişen özelleştirmeye daha planlı programlı bir düzen vermek için tercih edildiği kanısındayız. Buna, 16 yıldır liyakat yoksunu kadrolar elinde yerlerde sürünen eğitimi, bundan böyle, dünyadaki gelişmeleri yakından izleyen, öncekiler gibi İslamcı kimlik taşımayan, üstelik mesleğin içinden gelen bir bakan eliyle yürütüleceği izlenimi yaratma amacını ekleyebiliriz. Çünkü seçmenleri de içinde olmak üzere iktidara yönelen eleştirilerin başında eğitimdeki çöküş vardır.

Dileriz yanılırız, ama unutulmasın ki uzun süredir zaten evrak imzalamaktan öte yetkileri olmayan, bir gün sonra bile yukarıdan gelen hangi kararla karşı karşıya kalacaklarını kendileri de bilmeyen bakan örneklerini gördükten sonra, üstelik bütün yetkilerin tek kişide toplandığı bir sistem kurgusu içinde, bütün alanlarda olduğu gibi, eğitimde de bugüne kadar izlenen politikalardan farklı bir uygulama beklemek, boş bir avunma olur.

Bu metinle Sayın Selçuk’un geçmişteki uygulamalarından örnekler vererek bellekleri tazeleme gereği duyduk. Daha fazla bilgi için yazının başında sözü edilen kaynakların da içinde bulunduğu yayınlara bakılabilir. Sayın Selçuk, her şeye karşın, yine de bizleri şaşırtacak işler yapar mı?…  Bekleyip göreceğiz.
===================================
Dostlar,

Bizim de üyesi olduğumuz Ulusal Eğitim Derneğinin genel başkanı ama bu sanını (unvanını) Derneği adına yazdığı makalesinde bile kullanmayan alçakgönüllü bir insan Sayın Nazım Mutlu’dan bu önemli yazıyı paylaşıyoruz… Sayın Mutlu, bizim de sürdürümcüsü (abonesi) olduğumuz 36 yıllık dergi (kurucusu Sn. Zeki Sarıhan dostumuz..) Öğretmen Dünyasının da yükünü omuzluyor son yıllarda..

Eğitim politikalarında gericileştirme – dincileştirme ve sonunda baklayı ağzından çıkaran Erdoğan’ın itirafıyla “DİNDAR ve KİNDAR”, “dinini ve kinini eksik etmeyen” kuşaklar yetiştirmek, AKP’nin en temel stratejilerinden bir olagelmiştir 16 yıldır.

  • Denebilir ki, ekonomi ile atbaşı giden, belki daha da ağır yıkım ulusal eğitimde yaşanmaktadır.

Zorla imamhatipleştirme, “4+4+4” denen dünyada örneği olmayan ucube sistemin dayatılması, tüm üniversite öncesi okullarda yetişek (müfredat) ile oynanarak ağır dinci içerik yükleme..
Liselere ve üniversiteye geçişte sınavlarda yaygın hileler ve sistemi alt üst etme;
Eğitimi dincileştirip – gericileştirerek yandaşları pekiştirme (tahkim, konsolidasyon) sürdürülürken, bu kuşatmadan kurtulmak isteyen laik – çağdaş kesimin salt özel okullar seçeneğine mahkum edilmesi ve bu yolla eğitimde ciddi oranda dolaylı özelleş(tir)me..

Ve Uluslararası PISA yarışmalarında dibe vurma, üniversitelerin de gerile(til)mesi..

16 yılda bilerek ve isteyerek özellikle yükseköğrenimde olmak üzere ve öncesinde öğrenci yurdu gereksinimini karşılamayarak çocukları – gençleri tarikat / cemaat yurtlarına ve medreselerine.. teslim etmek..

Ama TOKİ ve beton sektörüyle 15 yılda 500 milyar Dolar serveti betona gömerek 2,2 milyon dolayında giderek lüksleşen konut fazlası yaratmak!

Bu yapılanların 1/1000’i vatana ihanet suçunun içini doldurabilir..

Sitemizde bu gün (17.7.18) Sayın Ayşe Kulin’in partili CB Erdoğan’a eğitim temalı açık mektubunu da yayınladık..

Bizlerin karşıtlığı (muhalefeti), tüm bilimsel dayanaklarına karşın, AKP = Erdoğan açısından bir değer taşımayabilir; görüyoruz ki taşımıyor da.. “4+4+4” ucubesi TBMM’de anamuhalefet CHP milletvekilleri dövülerek – tartaklanarak.. sopa zoruyla geçirildi.. Utanç belgeleri bunlar..

Ne var ki; bir de yaşananların öğrettiği acı gerçekler olmalı. AKP = Erdoğan‘ın hiç olmazsa onlardan ders çıkarmalarını diliyor ve hala umuyoruz..  Tersi durumda, genç kuşakları Küreselleşme cangılında rekabet edemeyecek bir Türkiye’de Erdoğan Sultan / İmparator  / Başkan ve de Halife… olsa ne yazar, olmasa ne yazar.. Elde kalan kağıttan kaplan ise.. Ülke içten işgal edilmiş ve tam sömürgeleştirilmiş ise, Osmanlı’nın son onyıllarında olduğu gibi..

Sevgi ve saygı ile. 17 Temmuz 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

 

 

 

YAPAY KATLİAM

YAPAY KATLİAM 

Suay Karaman

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

18 Kasım 2002’de Ulaştırma Bakanlığı’na getirilen Binali Yıldırım’ın döneminde 22 Temmuz 2004’teki resmi verilere göre 41 kişinin yaşamını yitirdiği, 89 kişinin yaralandığı Pamukova hızlandırılmış tren faciası yaşanmıştı. Son başbakan olarak görevini bırakacağı zaman ise, 8 Temmuz 2018 tarihinde 24 kişinin yaşamını yitirdiği, 338 kişinin yaralandığı Çorlu tren faciası yaşandı. Tabii bu kazalara facia dememek gerekir, çünkü bunların her ikisi de göz göre göre oluşan yapay katliamdır.

Pamukova’daki kazanın ardından istifa etmesi gerektiği yolundaki eleştirilere Binali Yıldırım’ın yanıtı şöyleydi: “Ben çok rahatım. O direksiyonu ben kullanmıyorum ki kardeşim. Bu seferlerle ilgili olarak 600 kişinin imzası var.” Pamukova’daki hızlandırılmış tren kazasının davası 10 yıl sürdü, bakan ve bürokratlar hakkında işlem yapılmazken yalnızca makinistlere ceza verilmişti.

Pamukova’daki kazada altyapısı ve kullanılan vagonların yüksek hıza uygun olmadığı gerçeğini inatla ve ısrarla gizlemeye çalışan siyasal iktidar, kazanın yüksek hızdan kaynaklanmadığını söyleyerek, bilim dışı ve komik açıklamalarıyla, gülünç duruma düştüklerini görememişlerdir. Zamanın başbakanı bu faciaya “abartılmasın” derken, Sağlık Bakanlığı’nın da ölü sayısını bir anda 100 kişi birden düşürmesi, belleklerden silinmemiştir.

Çorlu’daki tren kazasıyla ilgili Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı’nın açıklaması şöyle :

  • Kazanın, aşırı yağmur yağışları nedeniyle menfez ile ray arasındaki toprağın boşalması nedeni ile meydana geldiği tespit edilmiştir.”

Suçluyu hemen buldular: kazanın nedeni yağmurmuş. Kazanın yaşandığı yerdeki demiryolu hattı tarım arazilerinin ve dere yatağının üzerindedir. Ayrıca bölgenin çok yağış aldığı da bilinmektedir. Ancak yağmur yağdı böyle oldu türünden açıklamalar her türlü bilimsellikten uzak, gerçeği yansıtmayan bahanelerdir. Asıl suçlu böyle projeleri yapanlar, yaptıranlar ve yapılmış olanı denetlemeyenlerdir. Yapı ruhsatlarından mühendis ve mimarların imzalarının kaldırılmış olmasının acı sonuçları, bu kazayla (!?) birlikte bir kez daha görülmektedir.

Kazanın olduğu hatta menfez kesitinin yetersiz ve menfez üstüne yapılan dolgunun niteliksiz olduğu bellidir. Sel sularının menfezde yer alan toprak dolguyu boşaltması ile rayların askıda kalması ve kırılması sonucunda, tren vagonları raydan çıkarak bu korkunç kaza meydana gelmiştir. Dere yatağını doldurarak, bilimi hiçe sayarak tren yolu yapılırsa ve “menfez altı toprak kayması” şeklindeki açıklama ile önce insanlar güldürülür, ardından da yayın yasağı getirilir.

Özellikle demiryolu projelerinin güzergah seçiminden başlayarak, tünel, köprü, menfez gibi yol boyu bütün mühendislik yapılarında rant yerine bilimin ve mühendisliğin gereklerinin yerine getirilmesi yaşamsal önem taşımaktadır. Bilim ve teknik, ülke ve halk yararına kullanılmak yerine siyaset ve rant için kurban edildiğinde böylesi yapay katliamlar kaçınılmaz olmaktadır. Bu yapay katliamların gerçek sorumluları; yeterli altyapı yatırımı yapmayan, teknik ve bilimsel gerçekleri göz ardı eden, meslek odalarının uyarılarına kulaklarını tıkayan bürokratlar, yöneticiler, siyasiler ve rant peşinde koşanlardır. (16.7.18)
===================================
Dostlar,

“1000Ali”, siyasal tarihin 2 faciası parantezindedir..

Pamukova’da 41 kurban {1000Ali} Çorlu’da 24 kurban..

Güney Kore’nin bir gemisi açık denizde çarpışmasız batıyor; ilgili Bakan kendisini sorumlu sayıp görevi bırakıyor..

Bizde 65 kurban vız geliyor..

Büyük ATATÜRK korkarız şu sözünde yanıldı (!) : 1 Türk Dünyaya bedeldir!..

Oysa 1000 Türk 1 Binali etmiyor!

Ayrıca Devletin 2 numaralı koltuğuna buyur ediliyor..

Üstüne üstlük bir de  Devlet Övünç / Şeref madalyası ile ödüllendiriliyor..

Ama bu ödül alanı da vereni de yüceltmiyor; gerçekte ……….

Yazsak suç olacak..

Sevgi ve saygı ile. 17 Temmuz 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

Baba Diyalektik: Tek Adam, R. T. Erdoğan’a karşı…

Baba Diyalektik:
Tek Adam, R. T. Erdoğan’a karşı…

Korkunç bir aşırılıklar manzumesi olan Tek Adam Rejimi bir yandan Türkiye’yi perişan ederken, bir yandan da bizzat kurucusunu mahvedecek. Ne denli aşırılaşırsa, sonuna o denli yaklaşacak.

Mahv’ı, meşrebinize göre tercüme edebilirsiniz. Ben, müthiş bir başarısızlıktan başlayarak daha vahim sonuçlara kadar uzanabileceğini düşünüyorum. Çünkü 1. Meşrutiyet’ten (1876) beri uygulamak için çırpındığımız demokrasiyi bitirecek bu düzen kendi içinde bile tutarsızdır. Tutarsız sistem işlemez.

Opera-bale’den ilaç fiyatlarına kadar her şeye tek bir kişinin karar verdiği bir sistem olamaz, görülmemiştir, görülmüş olan tek tarihî örnek de hem ülkesini hem kendini mahvetmiştir.

Ayrıca şunu da söyleyeyim: Bu imkansız “sistem” iki sonuçtan birini verir:

1) Bu kadar işe yetişmesi mümkün olmayacağı için, kararların çoğunu Erdoğan’ın yakın çevresi alır, yani Erdoğan idare ediyorum derken edilir;

2) Yetişmeye kalkarsa, bu sistem Erdoğan’ı bitirebilir. Çünkü üstlendiği işlerin sadece imzalarını atsa başka hiçbir iş yapamaz ve hiçbir vücut buna fazla dayanmaz.

Demek ki böyle “sistem” olmaz.
***
Edilen yeminden başlayalım:

Anayasaya, hukukun üstünlüğüne, demokrasiye, Atatürk ilke ve inkılâplarına ve lâik Cumhuriyet ilkesine bağlı kalacağıma, (…) herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerinden yararlanması ülküsünden ayrılmayacağıma, (…) aldığım görevi tarafsızlıkla yerine getirmek için bütün gücümle çalışacağıma(…)”.

AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın bu yemine sadık kalması, özellikle de tarafsız olması çok zor.
***
“Bakan”lardan değil, secretary’lerden yani katiplerden oluşan hükümetle devam edelim:

Fehim Işık’ın dediği gibi, aynen bir “Savaş Kabinesi”. Çünkü OHAL döneminin baskısını devam ettirmek için daha “iyisi” kurulamazdı. “OHAL Kabinesi” de diyebilirsiniz. Çünkü:

Türkiye’de 3 tane önemli bakanlık vardır: İçişleri, Dışişleri, Maliye.

Birincisine S. Soylu isimli bir adamı yine getirdi, ki hakaret etmediği kurum ve kişi bırakmamış, hakkında durmadan dava açılıp suç duyurusunda bulunulan, Demokrat Parti genel başkanlığından transfer edilmiş bir mühtediden bahsediyoruz.

İkincisine, küstürmediği Batı ülkesi kalmamış M. Çavuşoğlu’nu yine getirdi, ki yemin törenine sadece azgelişmiş ülke büyükleri gelmesinden belli.

Üçüncüsüne, A. Babacan ve M. Şimşek gibi uluslararası itibar sahiplerini tasfiye ederek, Batılıların buz gibi soğuk durduğu damadını getirdi, ki dövizin ve tahvil faizlerinin derhal fırlamasından ve borsanın düşmesinden belli.

Türkiye’de savunma bakanlığı da vardır önemli, o makama da 15 Temmuz darbe teşebbüsü bağlamında çok tartışmalı bir ismi getirdi: Genkur Başkanı Org. H. Akar. Tartışmalı olduğu için biat eder ve TSK’yi zapturapt altında tutar diye herhalde, ki hoparlörden “Erdoğan” adı duyulur duyulmaz hazırol’a geçtiğinden belli.

Geri kalan katipler hakkında yandaş olmayan medya şunları yazıyor:

ETS Turizm’in sahibi Murat Ersoy, Turizm Bakanı.

Medipol Üniversitesinin Mütevelli Heyeti ve Yönetim Kurulu Başkanı Fahrettin Koca,
Sağlık Bakanı.

Tarım ve Ormancılık Bakanı Bekir Pakdemirli büyük dondurulmuş patates üreticisi McCain Food’un Ortadoğu danışmanı.

Hakkında iyi şeyler de söylenen Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk ise Maya Okulları’nın sahibi.
***
Yargı ve hukuk’a geçelim.

Bu ikisi zaten şah edilmişti, şimdi şahbaz ediliyor. OHAL döneminde olduğu gibi, hukukun en temel ilkesini ve de

  • Anayasa’yı ihlal ederek KHK’yle kanun değiştirme rezaletine devam ediliyor.

Tüm dünyada istisnasız temel kuraldır:

  • Kanun, ancak başka bir kanunla değiştirilebilir.

2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanunu kanunla değil, 703 s. KHK’yle değiştirildi. Artık herhangi bir 4 yıllık üniversite mezunu (ör. kimya veya Sümeroloji mezunu) idari hakim olabilecek!

Bunu getirenin de 4 yıllık üniversite mezunu olmaması tarihin bir ironisi, herhalde…

Aynı KHK’yle, 5347 sayılı YÖK Kanunu değiştirildi. Artık cumhurbaşkanı, mil pardon Başkan, istediği kişiyi profesör olmasa da rektör atayabilecek. Hani, bi de 5 yıllık devlet memuriyeti şartı olmasa, ODTÜ veya Boğaziçi için hemen önerebileceğim rektör adayları:

Meşhur işadamı Mehmet Cengiz.

Erdoğan’a aşkını ilan eden Ethem Sancak.

16 Haziran 2013’teki Kazlıçeşme mitinginde “Erdoğan’ın g…nün kılıyım” diyen ev kadını.

Veya, bir tık yukarı diyorsanız: Yabancı dil notu 55’e indirilmiş ve sözlü sınavı (kollokyum) kaldırılmış yandaş bir doçent.
***

  • Kararnameyle kanun değiştirmeyi bırakın, Anayasa değiştiriliyor!

Anayasa md. 159’da HSK’nin doğal üyesi olarak gösterilen Adalet Bakanlığı müsteşarının yerine KHK’yle bakan yardımcısı getirildi! Osmanlı Babıalisi bunu duysa, yapanı süt kabağı gibi oyardı.

İçiniz bayıldıysa, şunları da okumadan geçin:

Bakan yardımcıları AYM üyesi yapılabilecek. Cumhurbaşkanı, pardon, Başkan yardımcıları Danıştay üyesi yapılabilecek. Dışişleri mensubu olmayanlar Dışişleri’nde genel müdür atanabilecek. Devlet Tiyatroları kapatıldı ve Cumhurbaşkanlığına bağlandı.

***

Bu örnekler yeterliyse, son KHK’ler rezaletine geçelim ki, aşırılıklar sonucu Baba Diyalektik nasıl fayrap ediliyor, iyice çıksın ortaya:

Ben önce anlamadım, çünkü “Son OHAL KHK’si yayınlandı” diye okumuştum gazetelerden. Ardından bilmem kaç tane daha yayınlanınca, araştırdım bu neyin nesidir diye.

Ve anlaşıldı ki, Tek Adam’ın çıkardığı KHK’ler biriktirilmiş biriktirilmiş, şimdi Tek Adam tarafından yayınlanıyormuş! Mesela, 4 Haziran’da kararlaştırılan ve darbe teşebbüsünün üstünden 2 yıl geçtikten sonra “OHAL’in gerekli kıldığı tedbir” olarak 18.632 kişiyi daha işten atıp açlığa mahkum etmek için çıkarılan KHK, 34 gün bekletilip yayınlanmış!

İnsanın içini kıyıyor bunlar ama, “OHAL’i gerektiren” kahkaha attıracak “tedbirler” de var bu KHK’lerde:

Ör. Sarı basın kartı vermeye yetkili makam Cumhurbaşkanlığı olarak ilan edilmiş. 112’yi boş yere işgal edene para cezası getiriliyor 
***
Bu arada, vatandaşı “hizaya getirme” faaliyetleri berdevam:

Erdoğan’ın açtığı davada beraat eden karikatürü ODTÜ mezuniyet töreninde pankart olarak taşıyan 3 öğrenci gözaltına alınıyor.

  • AkTroller halkı kimi gruplar aleyhine kışkırtmaya soyunuyor.

Bunların bir kısmı, kadınsız kalmanın azdırdığı rezillikleri sergilemekte. Ör. ODTÜ mezuniyet töreninde kız öğrencilerin taşıdığı “Herkesin aşkına kimse karışamaz” pankartı fotomontaja tabi tutuluyor. “AK Destanın Sancaktar Lideri Erdoğan” isimli sayfa tarafından Facebook’a yüklenen ve yaklaşık 1.000 kişi tarafından “beğenilen” görselde, “Vajina yangınına çare arıyoruz bulamadık – ODTÜ’lü çağdaş kızlar” okunuyor artık.

Ör. sosyal medyada “Şanlıurfa’da tecavüzü destekleyen pankart açıldı” diye yayınlanan ve 6.000 kişi tarafından paylaşılan haberde, “Tecavüz ediyorlarsa bize ediyorlar, size ne!” diyen montajlanmış bir fotoğraf…

Ör. boydan boya yarılmış bir kafatası resmi konuluyor ve altına bunun, “bilimsel olarak kanıtlanmış” biçimde “Osmanlı tokadına maruz kalmış bir askere” ait olduğu yazılıyor. Oysa 40.000 kullanıcı tarafından “beğenilen” bu fotoğraf Eski Mısır’da kafası uçurulmuş Nubyalı bir askere ait ve Michigan State Üniversitesi tarafından yayınlanmış.

Ör. Osmanlı’da 623 yılda yalnızca 2 tecavüz ve 27 hırsızlık olayının yaşandığını iddia eden haber 4.400’ün üzerinde “beğeni” alıyor…

  • OHAL devam ediyor ve R. T. Erdoğan bilinmez bir geleceğe Tek Adam tarafından sürükleniyor.

***

Feodal toplumda zaten var olan şiddet kültürü yukarıdan fena halde kurumsallaştırılmış vaziyette. Tek Adam’ın “İdam Meclis’ten geçerse ben onaylarım” diye ilan etmesi üzerine sürüyle “insan” kafiye tutturup hemen öldürmeye ve linçe girişiyor. Ör. küçük çocuğa tasallut iddiası üzerine yüzlerce kişi “İdam isteriz” sloganlarıyla Develi adliyesine saldırıyor.

Ör. “Çocuk kaçırmak için Fransa plakalı bir minibüs yakalandı, şüpheliler karakolda” haberi üzerine öfkeli kalabalık “Onları bize verin!” diye bağrışıyor. İçlerinden iki kişi girip nezarette kimsenin olmadığını gördüğü halde karakolu taşlıyorlar, üç tane ekip otosunun camlarını kırıyorlar.

Hürriyet’te Fatih Çekirge, idam denilen devlet cinayeti hakkında “Ben idam diyorum, siz ne diyorsunuz” diye yazılar yazıyor.

Bilmiyorum gazetecinin, bizzat kendi gazetesinde çıkan, sevgilisiyle yakalanan kadının mahalleli tarafından linç edilmek istendiği haberini okuyunca ne düşündüğünü

Bilmiyorum, böyle gazeteciler hesaplıyor mu, idam geri getirilirse ne olur, şu anda ağırlaştırılmış müebbet’e çarptırılmış gazeteci arkadaşları idam edilir mi, başka muhalifler bu arada idam edilecek suçlarla itham ediliverirler mi, gazeteci bunları düşünüyor mu, bilmiyorum…

***

Daha önce de yazmıştım: Tek Adam Rejimi’nde ekonominin düzelmesine imkan olmadığı içinbu kaos ve mezalim korkunç artacak.

Arttıkça, Baba Diyalektik icabı, Tek Adam Rejimi R. T. Erdoğan’ı İzmir tabiriyle “çok çikin” edecek. “Aldatıldım” vs. diyerek de kurtaramaz artık, çünkü bizzat kendisi söyledi:

  • “Ne bizim ne de bizden sonra gelecek olan cumhurbaşkanlarının; yürütme görevi konusundaki aksaklıklar, eksiklikler hususunda milletimize karşı öne sürebilecekleri bahaneleri kalmamıştır”.

Ve bekleyin, KHK’lerin “bir daha kamu görevine dönmemek üzere” diyen “kalıcı” hükümleri var ya, onlar OHAL bitince kendiliğinden sona erecek. Çünkü Danıştay İçtihatları Birleştirme Kurulunun 07.12.1989 gün ve E. 1988/6, K. 198904 sayılı kararı var, siz o zaman seyreyleyin gümbürtüyü.

Tek Adam Rejimi fena halde gözü kara gidiyor. Baba Diyalektik’i çok fena fayrap ediyor.

R. T. Erdoğan’ın buna dayanması bilmiyorum ne kadar mümkün.

Kimseler değil, R. T. Erdoğan’ın başını Tek Adam Rejimi yiyecek.

=======================================
Dostlar,

2 gün önce biz de bu CB Kararnamelerini yazdık.. “Zamane fetvası” nitelemesini kullandık :

HUKUKSUZ CUMHURBAŞKANLIĞI KARARNAMELERİ ÜZERİNDEN YAPILMAK İSTENEN NEDİR??

Okunmasını dileriz.. Baskın hoca ile değindiğimiz – örtüştüğümüz ortak noktalar var..

Sevgi ve saygı ile. 15 Temmuz 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

AİHM, Cargill Davasında Hak İhlali Kararı Verdi 

AİHM, Cargill Davasında
Hak İhlali Kararı Verdi
 

Konuk yazar : Lütfü Kırayoğlu

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

Türkiye’de şeker pancarı üretimini baltalayan, şeker fabrikalarının satılmasına, kapatılmasına neden olan, halka GDO’lu, nişasta bazlı şeker yediren ABD tekeli Cargill ile ilgili AİHM’de   (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) görülen davada hak ihlali kararı verildi.

Yirmi yılı aşkın süren davada ADD Genel Sekreter YLütfü Kırayoğlu ve GYK üyesi Gürhan Akdoğan da davacılar arasındaydı. Davayı takip eden Bursa Barosu 27 Haziran 2018’de yaptığı basın toplantısında karar metnini açıkladı.

Cargill ile ilgili davada hak ihlali kararı verilmesine, yasadışı olduğu konusunda kesinleşmiş yargı kararları olmasına rağmen, faaliyetinin durdurulması kararı ile davacılara tazminat ödenmesine ilişkin bir karar çıkmadı. Türkiye ile ilgili pek çok kararı kolaylıkla veren AİHM, konu ABD tekeli olunca karar verirken eli titredi. Konu ile ilgili Bursa Barosu tarafından yapılan açıklamada şu görüşler kamuoyu ile paylaşıldı:

“Bursa ili, Orhangazi ilçesinde, Cargill şirketine nişasta fabrikası kurması için verilen izinler üzerine, bunların iptali için dava süreci 1998’de başlamıştır. Bu davalar; plan değişiklikleri, emisyon ve deşarj izinlerinin iptaline ilişkindi. Hükümet, bu yöntemle sonuç alamayınca tesisin kurulmak istendiği yeri özel endüstri bölgesi ilan etmiş, fakat bu da Danıştay’ca iptal edilmiştir. Bunun üzerine Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu’nda değişiklik yapılarak tarım arazisi olan alan sanayi alanına çevrilmiştir. Bu değişikliğin Cumhurbaşkanı tarafından (AS: A.N. Sezer) Meclis’e iadesi üzerine 2. kez yasa değişikliği yapılmıştır. Bu yasanın iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvurulmuş; yasanın kişiye özel çıkarıldığının belgelenmesine karşın mahkeme başvuruyu reddetmiştir.

“Sürecin tümünde Anayasa’ya göre millete ait egemenlik yetkisinin yargı kısmını ‘Türk Milleti’ adına kullanan mahkemelerin çeşitli kararları uygulanmayarak; yargı kararlarının etkisiz hale getirilmesi için plan ve yönetmelik değişiklikleri ve son kertede iki kez yasa değişikliği yapılarak, Türk Milletinin egemenlik hakkına hükümetler ve idare organları tarafından müdahale edilerek; Anayasa’nın kurucu ilkeleri ayaklar altına alınmıştır.

“Halen devam eden, bu yargı sürecinden sonuç alınamaması üzerine, 2005 yılında AİHM’ne AİHS’nin adil yargılanma hakkı (m.6), yaşam hakkı (m.2), aile ve özel yaşam hakkı (m.8) ve etkili başvuru ve haklarının ihlali nedeniyle başvuru yapılma zorunluluğu doğmuş ve yapılmıştır. Yaklaşık 13 yıl sonra AİHM bu başvuru nedeniyle sözleşmenin adil yargılanma hakkının (m.6) ihlal edildiğine karar vermiştir.

“AİHM, kararında dönemin Başbakanı, Bayındırlık ve İskan Bakanı ve Gemlik Belediye Başkanı’nın, mahkeme kararlarının uygulanması konusunda sorumlu olmalarına karşın idare mahkemesi kararlarını uygulamadıklarını belirlemiş ve kararı uygulamayan yetkililer hakkında açılan tazminat davasıyla ilgili olarak Yargıtay 4. Hukuk Dairesi ve Hukuk Genel Kurulu’nun verdiği kararlara 3’er kez yollama (atıf) yaparak bu durumu özellikle vurgulamıştır.

Gönderme (atıf) yapılan kararlarda idare mahkemesi kararlarını uygulama olanağına sahip yetkililerin bunun gereğini yerine getirmedikleri ve bu nedenle yargı kararlarının uygulanmamasından doğan zararlardan İYUK’nun 28. maddesi uyarınca kişisel olarak sorumlu oldukları saptaması yapılmıştır.

Bu bağlamda AİHM, hukukun üstünlüğünün temel ögelerinden birinin hukuksal kesinlik ilkesi olduğunu ve herhangi bir anlaşmazlıkla ilgili sonal (nihai) bir yargı kararının sorgulanmaması gerektiğini yinelemiştir. Yasa değişikliği, henüz uygulanmamış birçok nihai (kesin) yargı kararının etkisiz hale getirilmesini mümkün kılmıştır. Sonuç olarak mahkeme, bir dizi nihai ve uygulanabilir yargı kararını uygulamak için gerekli tedbirleri almaktan yıllardır kaçınan ulusal makamların, başvuranları etkili yargı korumasından yoksun bıraktığını belirlemiştir. Dolayısıyla, 6/1 maddesi (adil yargılanma hakkı) ihlal edilmiştir.

Yargı kararlarını uygulamayan yetkililer hakkında açılan ve halen süren giderim (tazminat) davası da hukuken karmaşık bir dava olmamasına karşın halen sürmektedir.

AİHM tarafından 18 Haziran 2018’de verilen kararın Fransızcadan çevrilen 29 sayfalık Türkçe metninin karar bölümünde şu maddeler yer almaktadır :

  1. Oybirliği ile, Sözleşme’nin 6/1. maddesiyle ilgili olarak Ali Arabacı, Ali Rahmi Beyreli, Nadir Erol, Levent Gencelli, Mustafa Özçelik ve Yahya Şimşek’in başvurlarının kabul edilebilir olduğuna karar vermiştir;
  2. Oybirliği ile, başvuranlardan Bursa Barosu, Doğayı ve Çevreyi Koruma Derneği, Eralp Atabek, Fethiye Altıntaş, Kadriye Gökçadır, Burak Giray, Nezih Sütçü et İsmail İşyapan, Nalan Bener, MM. Okan Dursun, Niyazi Sinan Doğan, Erol Çiçek, Şaban Cankat Taşkın, Lütfü Kirayoǧlu, Cumhur Özcan, Zeliha Şenay Özeray ve Öznur Çiçek tarafından yapılan şikayetin kabul edilemez olduğuna karar vermiştir ;
  3. Yukarıda belirtilen altı başvuran hakkında Sözleşme’nin 6/1 maddesinin ihlal edildiğine ;
  4. Altıya karşı bir oyla, Sözleşme’nin 2. ve 8. maddeleri kapsamında yapılan yakınmaların kabul edilebilirliğinin ve esaslarının incelenmesine gerek olmadığına karar vermiştir ;
  5. Adli tazminat talebini oy birliğiyle reddetmiştir.

Karar 19 Haziran 2018 tarihinde Fransızca yazılı olarak hazırlanmış ve Mahkeme İç Tüzüğü’nün 77/2-3. maddeleri uyarınca 19 Haziran 2018’de yazılı olarak tebliğ edilmiştir.

Türkiye’de pancar üretimi ve şeker fabrikaları tam da bu kararın öncesinde yok edildi.

=================================

Dostlar,

Değerli dostumuz, savaşım insanı, dava arkadaşımız Sn. Lütfü Kırayoğlu’nu sevinç veren ama ne yazık ki “Pirrhus” utkusunu anımsatan AİHM kararı içi gönülden kutluyoruz. Emek veren tüm yurtsever dava insanlarını da..

Şimdi ne yapılacaktır?

Sanırız, kararın gereğinin yerine getirilmesinin “eylemli olanaksızlığı” (fiili imkansızlık) gerekçesiyle hiç – bir şey! Üstelik AİHM akçalı giderim (maddi tazminat) istemini de reddettiğine göre; Cargill ve siyasetteki tüm yandaşları/ortakları için dert edecek hiçbir şey yok.

Sağol , “Batı” nın, Avrupa Konseyi’nin iftihar kurumu AİHM e mi, sen çok yaşa!

13 yıl sonra ancak böylesine “adil” (!) bir karar verilebilirdi..

Bu yazının, Sn. Kırayoğlu’nun daha önce sitemizde yayınladığımız “CARGILL Nedir…” başlıklı yazı ile birlikte okunmasını öneriyoruz.. Ki o yazıyı biz Ankara Üniveritesi Tıp Fakültesinde (Dönem 5) tıp öğrencilerimize “KüreselleşTİRme ve Halk Sağlığı” dersimizde örnek olay (case) olarak değerlendiriyoruz. Lütfen üstünde tıklayınız.

Cargill Nedir? NBŞ Nedir? Yalanlar ve Gerçekler…

Sevgi ve saygı ile. 13 Temmuz 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com