Etiket arşivi: Baskın Oran

Türkiye’nin bağımsızlığına müdahale meselesi

Türkiye’nin bağımsızlığına müdahale meselesi

23 yıldır İzmir’de yaşayan Protestan rahip Brunson Ekim 2016’dan beri tutulduğu cezaevinden ev hapsine nakledildi. Bu vesileyle, Türkiye’nin bağımsızlığına müdahale edildiği yazıldı çünkü bu nakle ABD’nin yaptığı baskının sebep olduğu düşünülüyor. Düşman ikiz olan sağcılar ile ulusolcular yapıyor bunu esas olarak. Şimdi, bütün bunları teker teker ele alalım da, ne yaptığımızı bilelim.
***
Önce, Brunson’ın niteliği.

Evet, adam misyoner. Ne var bunda kardeşim? Dinini yaymak istiyor; TC’de din yaymak yasak mı? Yasaksa, 71.362 imam istihdam eden ve 7 milyarlık 2017 bütçesini beğenmeyen, şimdi de özel TV kanalı kurarak film ve dizi çekecek olan Diyanet neyle iştigal ediyor?

Haa, sadece İslam’ı yaymak serbest de diğer dinleri yaymak yasak ise, onu da bilelim. Galiba farkında değiller; adamı mahkum ettirmek isterken Türkiye’yi ve İslam’ı fena halde aşağılıyorlar çünkü bu ülkedeki gayrimüslim sayısı nüfusun binde birinden de az. Buna paranoya demek bile yetmez; artık bilmiyorum ne denir.

Haa, Türkleri aşağılıyormuş. Kanıtı? “Kilise cemaatinden” (ajan olmasın?) birinin ifadesine göre, kilisesindeki oturma yerlerinde “Türkler oturamaz” yazıyormuş. Suçlamanın bu kadar saçması da nadir bulunur. İnsan utanır yahu. Fethullahçıların sahte delil ürettiğini ortaya koymuş insanların bunu yapması dehşet verici.

Haa, Kürtleri Hıristiyanlaştırmaya çalışıyormuş. Kürtler de bayılıyorlardı Hıristiyanlaştırılmak için! Bir gram mantık be kardeşim!

Mantık derken aklıma geldi. Bu Protestan rahibi bi de FETÖ’cüymüş! Tehlikenin farkında mısınız; adam hem PKK’li hem FETÖ’cü!

Eğer yakında, küçük oğlanlara düşkündü demezlerse şaşarım!
***
Gelelim Türkiye’nin bağımsızlığı meselesine.

Evet, ABD’den yaptırım tehditleri geliyor. Çünkü,“Bizden papaz istiyorlar, sizde de bir papaz var, verin yargılayalım diyorum” zihniyeti ve politikası, Türkiye’yi “Komşularla Sıfır Sorun” politikasından artık sistematik bir “Herkesle Sorun” ve hatta esir takası evresine getirdi.

Tabii, devlet için bunun ne kadar onurlu olduğu tartışmaya fazlasıyla açık ama ben başka bir noktaya gelmek istiyorum:

Evet, büyük çoğunluğu Protestan olan ABD, Brunson’ın iadesini istiyor. Peki, acaba bu gücü, bu rahibin şimdiye kadar hiçbir kanıt gösterilmeden suçlanmasından ve yaklaşık iki yıl yatırılmış olmasından almıyor mu? Yani, Türkiye’de demokrasinin ve yargının bu hale sokulmuş olmasından?

Türkiye’de yargı bu hale getirilmeseydi, ABD Soğuk Savaş dönemindeki gibi davranabilir miydi?
***
Şimdi, ne demek istediğimi iyi anlatabilmek için tarihte biraz geriye gitmek istiyorum;

  • Lozan’da fevkalade zor kaldırılmış kapitülasyonlara.

Bizde ağzında dili olan, kapitülasyonlara dümdüz gider. Oysa bunları Avrupalılar zorla almadılar zamanında. Osmanlı gümüş tepsi içinde ikram etti onlara, hem de askerî bakımdan en güçlü zamanında. Çünkü kendisi feodal çukurda debelenirken, B. Avrupa merkantilizme (denizaşırı ticaret kapitalizmine) zıplamıştı.

Başka biçimde söyleyeyim: Avrupa tüccarı, kendi ülkesinde alışık olduğu güvencelerin bulunmadığı bir şeriat düzenini, hele de 15. Yüzyıl sonunda Hindistan’a deniz yolunun keşfedildiği bir dönemde artık pas geçiyordu. Avrupa tüccarını bu topraklara getirtmek için verildi kapitülasyonlar (ekonomik, yargısal vs. avantajlar), bayıla bayıla.

Öncesi de vardı. Daha evvel de Bizans ve Araplar vermişlerdi, Avrupa tüccarı bölgeye gelsin de sürünen feodal ekonomiyi canlandırsın diye.
***
Sonraları, 19. Yüzyılda Sanayi Devrimi (ve emperyalizm) başlayınca bunlar merhem olmaktan çıkıp başa bela haline geldi ve Osmanlı’daki manifaktürü (zanaatları) beşiğinde boğdu; o bambaşka bir olay.

Bu sebepledir ki;

  • Lozan’a giden TBMM Heyeti, kapitülasyonları kaldıramazsa konferansı terk etme talimatını almıştı. Ve etti de; kapitülasyonları kaldırmadan da imzayı atmadı.

Atmadı ama, Ankara kör cahil olmadığı için, kapitülasyonların sebebini ortadan kaldırmadan bunları kaldıramayacağını biliyordu: Şeriat hukuku yerine Avrupa hukukunu getireceğine söz verdi ve bu söz üzerine, Lozan müzakerelerinin 2,5 ay kesilmesine sebep olan kapitülasyonlar tek cümlelik Madde 28’le kaldırıldı. Nitekim Medeni Kanun İsviçre’den hemen alınıp çevrildi, yürürlüğe kondu.
***
Bunları niye yazdım?
Evet, Brunson’ın serbest bırakılmasını istemek Türk yargısına müdahaledir.
Ama, Tek Adam Rejimi’nin eseri olan bu müdahale, halk deyimiyle “Allah’ın emri”dir. Ve yargıda tarafsızlık ve bağımsızlık namına zırnık bırakılmadığı için, bu aşağılanmayı oturup bal gibi sineye çekmek gerekmektedir.

  • Danıştay’ının başkanı çay toplamalara giden,
  • Yargıtay’ı milletvekili tahliye etmeyi Anayasa’nın açık hükmüne rağmen reddeden,
  • AYM’si Anayasa ve TBMM İç Tüzüğü’ne açıkça aykırı OHAL KHK’lerini onayan,
  • YSK’si 24 Haziran seçimlerinde Türkiye’nin yarısını şoka sokan

    ve şimdi de başkanı “Ezan sesi geldiğinde camiye giden yönetici istemediler. Bu nedenle imam hatip ruhu ayakta. İmam hatipli olmaktan mutluluk duyuyorum” diyen bir Türk yargısından bahsediyoruz.

Böyle bir durumda, yıllardır “dünyanın en yaşanabilir kenti” ilan edilegelen Melbourne’de otuz yıldır Ankara ve Gençlerbirliği hasretiyle yanıp tutuşan canım kardeşim Rafi Demircan’ın deyişiyle, “Neşet Ertaş’ın kendim ettim kendim buldum türküsü”nü söylememek mümkün değil.

Avrupa hukukunu getirme garantisi vermeden kapitülasyonları kaldırmanın mümkün olmadığı gibi…
***
Laf uzamasın diye, demokrasi olmadan bu devirde bağımsızlık olamayacağını anlatmayı başka bir yazıya bırakıyorum. Aklı başında olanların hep tartıştıkları, Taner Akçam’ın da son Ahval yazısında dile getirdiği; şimdi Erdoğan’ın (“İkinci Cumhuriyet”) 1930 (“Birinci Cumhuriyet”) yöntemleri uyguladığını da.

Ama hiç heveslenmesin bazıları. İki cumhuriyet arasında neredeyse bir asır bulunduğunu, bu sebeple ikincinin bir anakronizma (takvimini şaşırma) olduğunu yazmayı da ihmal etmeyeceğim.

Cevat Abi üzerinden 12 Eylül faşizmi ile günümüzün mukayesesi

Cevat Abi üzerinden 12 Eylül faşizmi ile günümüzün mukayesesi

Cevat Abi üzerinden 12 Eylül faşizmi ile günümüzün mukayesesi

Dört gün önce, 24 Temmuz’da toprağa verdiğimiz Cevat Abi, diğer adıyla Mülkiye Dekanı (1977-82) Prof. Cevat Geray, bu sıfatı bileğinin hakkıyla kazananların başında yer aldı.

Çünkü, 12 Eylül faşizminin gelmesine çeyrek kala yaşanan olağanüstü, olağandışı, en zor zamanlarda fakültesine tereddütsüz sahip çıkmıştı.

Çok zor bir işti bu, çok zor.Bunu tam bir yetkiylesöyleyebilirim; en azından iki sebeple:Hem o kara günleri bire-bir ve doludizgin yaşayanlardanım, hem de, bir olay’ın ardından Mülkiye dekanlık odasında cereyan eden ilginç bir hadise’nin tanığıyım:

Olay, 12 Eylül 1980 darbesine giden süreç içinde, o tarihte Mülkiye’ye bağlı Basın-Yayın Yüksek Okulunun (BYYO) polis tarafından basılmasıydı.

Hadise ise, operasyonu yöneten albayın Dekan Prof. Geray’ı “ziyareti”. Ben odadaki üçüncü kişiyim.
***

Hadiseye geçmeden, olay hakkında kısa bir fotoğraf:  Mülkiye hocalarından ve BYYO müdürlerinden Üstat Metin anlatıyor (benden iki yıl önce mezun Prof. Metin Kazancı; o da “üstat” lakabını bileğinin hakkıyla kazanmış biridir ama konuyu dağıtmayalım):

Dışarıdan pencerelere kurşun sıkılmakta. Üstat Metin, Prof. Alpaslan Işıklı’nın odasına koşmuş daha güvenli diye, orada Alpaslan’ı ziyarete gelmiş bir sendikacı var, camdan gelen kurşunlardan biri adamın bir yanağından giriyor öbür yanağından çıkıyor…

Bir şaşkınlık anı, ardından hemen adamı hastaneye götürmek için çıkışa koşuyorlar. Ama kapı duvar; öğrenciler sınıflarda ne kadar sıra vs. varsa getirip yığmışlar; resmen barikat. Polis dışarıdan yükleniyor, çocuklar içeriden.

Merak ettiyseniz: Öğrenciler kapıyı bi biçimde aralıyorlar, yanağından kurşun yiyen sendikacı gönderiliyor, zaten polisler de çekilmişler, olay kapanıyor…

Artık bilmiyorum, “bitiş” açısından olay ile hadise arasında bir ilişki var mıydı. Onu yorumlamak için Dekanlık odasındaki hadiseye geçmek lazım.
***

O tarihte ben Fakülte Yönetim Kurulunda asistan temsilcisiyim.Cevat Abi aradı, zaten odam aynı katta, hemen gittim.

Gittim ve bikaç saniye sonra makama bir albay daldı. Çünkü 26.12.1978’den beri Ankara’da sıkıyönetim var; anlaşılan operasyonu o yönetiyor.

Albay sinirden tir tir titremekte. Eli ve elindeki tabanca da zangır zangır bu arada. Ödüm kopuyor patlatacak diye; öyle bi durum.

Ama Cevat Abi’nin kılı kıpırdamamakta! Misafirini âlâ-yıvâlâ ile buyur ediyor. Ama albay barut. Nasıl, diye bağırıyor, nasıl içeri almazlar devletimizin güvenlik kuvvetlerini!

Cevat Abi çay-kahve-gazoz muhabbetinden başlıyor ve fazla ateşli profesörler kurulu tartışmalarında yaptığına girişiyor: Sohbeti sakız gibi uzatıyor, anlattıkça anlatıyor, insanın içini bayıyor.

Ve, sinirden bütün vücudu (ve tabancası) titreyen albay yavaş yavaş yatışmaya başlıyor; bağırmayı bırakıp dinlemeye, ardından da Cevat Abi’ye başını sallamaya koyuluyor…
***

Sonra, sonra neler oluyor? Ne olacak, “Kaptan gemiyi en son terk eder” deyip bütün baskılara yıllarca direnen Prof. Geray’a Şubat 1982’de Ankara Rektörü Prof. Tarık Somer’den bir sarı zarf geliyor: “Bugüne kadarki hizmetlerinize teşekkür ederim, dekanlığınız sona ermiştir!”

Ve son vuruş: 08.02.1983’te bir başka sarı zarfla 1402’yle üniversiteden atılıyor Cevat Abi. Yardımcıları Prof. K. Fişek ve Prof. R. Aybay’la birlikte.

O esnada dekan da, 3 kere adaylığını koyup sembolik oylar alan ve hemen Cevat Abi’nin yerine YÖK tarafından tayin edilen Prof. Necdet Serin. Neler yaptığını, ben size Mülkiye’nin yıllık telefon rehberlerinden sağlam istatistik verip özetleyeyim:

YÖK yasasından önce 147 olan öğretim üyesi sayısı, N. Serin’in tasfiyelerinden sonra 78’e düştü. Emekli olanları saymaksızın yüzde 47’lik bir tasfiye.

Mülkiye’de 6 doktora programından 3’ü hocasızlıktan kapandı. Lisansta sürüyle ders verilemez oldu.

Bu arada YÖK, 12 Eylül faşizminin halka yaranma projesi dahilinde yüzde 41 daha fazla öğrenci aldı ve ilkokullardaki gibi çifte tedrisat başladı. Prof. Doğramacı’nın çıkardığı “Beyaz Kitap”ta başarı oranının arttığı yazılmıştı, bu doğruydu, çünkü aynı yarıyılda yönetmelik 2 kez değiştirilmek suretiyle geçme notu 5’e indirilmişti. Ara testte 9 alan öğrenci, finalde sıfır alsa bile geçiyordu…
***

Mukayese, anlamak için en iyi yöntemdir. Şimdi, bugünkü üniversite dekanlarını ve rektörlerini düşününüz.

12 Eylül’de 1402’yle atılan akademisyen sayısı 77 idi, toplam olarak da 5.000 kişi. Şimdi “sivil” yönetimin attıkları yaklaşık 140.000. Atılan akademisyenler Mayıs 2017 itibariyle bile 5.295 idi. Sadece son KHK’lerden 701 sayılısıyla 8 Temmuz’da atılanlar: 18.632 kişi!

Şimdi “sivil” dönemde dava bile açılamıyor.Bırakın dava açamamayı, on binlerce insan haklarında bir iddianame bile yazılmadan senelerdir içeride. Daha ne kadar yatacakları da belli değil.Kural şu: Önce gözaltı, sonra banko tutuklama, sonra da iddianame yazmayıp içeride unutma. Senelerce.

Selam olsun sana ve senin gibilere be, Cevat Abem benim!
***

Not: Aman, iyi saatte olsunlar yanlış anlamasın diye hemen ilave edeyim: Şu andaki “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” rejimi faşizm falan değil.Estağfurullah! Hâşâ huzurdan diyeyim ve sadece şunu hatırlatıp lafı kısa keseyim:

12 Eylül’ün, hocaları ihraç etmek için Prof. İhsan Doğramacı eliyle kurduğu YÖK, şimdi 3 yıl boyunca üniversitelerden akademisyenleri ihraç etme yetkisini kendisine yükleyen yasa teklifine karşı çıktı!

Baba Diyalektik: Tek Adam, R. T. Erdoğan’a karşı…

Baba Diyalektik:
Tek Adam, R. T. Erdoğan’a karşı…

Korkunç bir aşırılıklar manzumesi olan Tek Adam Rejimi bir yandan Türkiye’yi perişan ederken, bir yandan da bizzat kurucusunu mahvedecek. Ne denli aşırılaşırsa, sonuna o denli yaklaşacak.

Mahv’ı, meşrebinize göre tercüme edebilirsiniz. Ben, müthiş bir başarısızlıktan başlayarak daha vahim sonuçlara kadar uzanabileceğini düşünüyorum. Çünkü 1. Meşrutiyet’ten (1876) beri uygulamak için çırpındığımız demokrasiyi bitirecek bu düzen kendi içinde bile tutarsızdır. Tutarsız sistem işlemez.

Opera-bale’den ilaç fiyatlarına kadar her şeye tek bir kişinin karar verdiği bir sistem olamaz, görülmemiştir, görülmüş olan tek tarihî örnek de hem ülkesini hem kendini mahvetmiştir.

Ayrıca şunu da söyleyeyim: Bu imkansız “sistem” iki sonuçtan birini verir:

1) Bu kadar işe yetişmesi mümkün olmayacağı için, kararların çoğunu Erdoğan’ın yakın çevresi alır, yani Erdoğan idare ediyorum derken edilir;

2) Yetişmeye kalkarsa, bu sistem Erdoğan’ı bitirebilir. Çünkü üstlendiği işlerin sadece imzalarını atsa başka hiçbir iş yapamaz ve hiçbir vücut buna fazla dayanmaz.

Demek ki böyle “sistem” olmaz.
***
Edilen yeminden başlayalım:

Anayasaya, hukukun üstünlüğüne, demokrasiye, Atatürk ilke ve inkılâplarına ve lâik Cumhuriyet ilkesine bağlı kalacağıma, (…) herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerinden yararlanması ülküsünden ayrılmayacağıma, (…) aldığım görevi tarafsızlıkla yerine getirmek için bütün gücümle çalışacağıma(…)”.

AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın bu yemine sadık kalması, özellikle de tarafsız olması çok zor.
***
“Bakan”lardan değil, secretary’lerden yani katiplerden oluşan hükümetle devam edelim:

Fehim Işık’ın dediği gibi, aynen bir “Savaş Kabinesi”. Çünkü OHAL döneminin baskısını devam ettirmek için daha “iyisi” kurulamazdı. “OHAL Kabinesi” de diyebilirsiniz. Çünkü:

Türkiye’de 3 tane önemli bakanlık vardır: İçişleri, Dışişleri, Maliye.

Birincisine S. Soylu isimli bir adamı yine getirdi, ki hakaret etmediği kurum ve kişi bırakmamış, hakkında durmadan dava açılıp suç duyurusunda bulunulan, Demokrat Parti genel başkanlığından transfer edilmiş bir mühtediden bahsediyoruz.

İkincisine, küstürmediği Batı ülkesi kalmamış M. Çavuşoğlu’nu yine getirdi, ki yemin törenine sadece azgelişmiş ülke büyükleri gelmesinden belli.

Üçüncüsüne, A. Babacan ve M. Şimşek gibi uluslararası itibar sahiplerini tasfiye ederek, Batılıların buz gibi soğuk durduğu damadını getirdi, ki dövizin ve tahvil faizlerinin derhal fırlamasından ve borsanın düşmesinden belli.

Türkiye’de savunma bakanlığı da vardır önemli, o makama da 15 Temmuz darbe teşebbüsü bağlamında çok tartışmalı bir ismi getirdi: Genkur Başkanı Org. H. Akar. Tartışmalı olduğu için biat eder ve TSK’yi zapturapt altında tutar diye herhalde, ki hoparlörden “Erdoğan” adı duyulur duyulmaz hazırol’a geçtiğinden belli.

Geri kalan katipler hakkında yandaş olmayan medya şunları yazıyor:

ETS Turizm’in sahibi Murat Ersoy, Turizm Bakanı.

Medipol Üniversitesinin Mütevelli Heyeti ve Yönetim Kurulu Başkanı Fahrettin Koca,
Sağlık Bakanı.

Tarım ve Ormancılık Bakanı Bekir Pakdemirli büyük dondurulmuş patates üreticisi McCain Food’un Ortadoğu danışmanı.

Hakkında iyi şeyler de söylenen Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk ise Maya Okulları’nın sahibi.
***
Yargı ve hukuk’a geçelim.

Bu ikisi zaten şah edilmişti, şimdi şahbaz ediliyor. OHAL döneminde olduğu gibi, hukukun en temel ilkesini ve de

  • Anayasa’yı ihlal ederek KHK’yle kanun değiştirme rezaletine devam ediliyor.

Tüm dünyada istisnasız temel kuraldır:

  • Kanun, ancak başka bir kanunla değiştirilebilir.

2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanunu kanunla değil, 703 s. KHK’yle değiştirildi. Artık herhangi bir 4 yıllık üniversite mezunu (ör. kimya veya Sümeroloji mezunu) idari hakim olabilecek!

Bunu getirenin de 4 yıllık üniversite mezunu olmaması tarihin bir ironisi, herhalde…

Aynı KHK’yle, 5347 sayılı YÖK Kanunu değiştirildi. Artık cumhurbaşkanı, mil pardon Başkan, istediği kişiyi profesör olmasa da rektör atayabilecek. Hani, bi de 5 yıllık devlet memuriyeti şartı olmasa, ODTÜ veya Boğaziçi için hemen önerebileceğim rektör adayları:

Meşhur işadamı Mehmet Cengiz.

Erdoğan’a aşkını ilan eden Ethem Sancak.

16 Haziran 2013’teki Kazlıçeşme mitinginde “Erdoğan’ın g…nün kılıyım” diyen ev kadını.

Veya, bir tık yukarı diyorsanız: Yabancı dil notu 55’e indirilmiş ve sözlü sınavı (kollokyum) kaldırılmış yandaş bir doçent.
***

  • Kararnameyle kanun değiştirmeyi bırakın, Anayasa değiştiriliyor!

Anayasa md. 159’da HSK’nin doğal üyesi olarak gösterilen Adalet Bakanlığı müsteşarının yerine KHK’yle bakan yardımcısı getirildi! Osmanlı Babıalisi bunu duysa, yapanı süt kabağı gibi oyardı.

İçiniz bayıldıysa, şunları da okumadan geçin:

Bakan yardımcıları AYM üyesi yapılabilecek. Cumhurbaşkanı, pardon, Başkan yardımcıları Danıştay üyesi yapılabilecek. Dışişleri mensubu olmayanlar Dışişleri’nde genel müdür atanabilecek. Devlet Tiyatroları kapatıldı ve Cumhurbaşkanlığına bağlandı.

***

Bu örnekler yeterliyse, son KHK’ler rezaletine geçelim ki, aşırılıklar sonucu Baba Diyalektik nasıl fayrap ediliyor, iyice çıksın ortaya:

Ben önce anlamadım, çünkü “Son OHAL KHK’si yayınlandı” diye okumuştum gazetelerden. Ardından bilmem kaç tane daha yayınlanınca, araştırdım bu neyin nesidir diye.

Ve anlaşıldı ki, Tek Adam’ın çıkardığı KHK’ler biriktirilmiş biriktirilmiş, şimdi Tek Adam tarafından yayınlanıyormuş! Mesela, 4 Haziran’da kararlaştırılan ve darbe teşebbüsünün üstünden 2 yıl geçtikten sonra “OHAL’in gerekli kıldığı tedbir” olarak 18.632 kişiyi daha işten atıp açlığa mahkum etmek için çıkarılan KHK, 34 gün bekletilip yayınlanmış!

İnsanın içini kıyıyor bunlar ama, “OHAL’i gerektiren” kahkaha attıracak “tedbirler” de var bu KHK’lerde:

Ör. Sarı basın kartı vermeye yetkili makam Cumhurbaşkanlığı olarak ilan edilmiş. 112’yi boş yere işgal edene para cezası getiriliyor 
***
Bu arada, vatandaşı “hizaya getirme” faaliyetleri berdevam:

Erdoğan’ın açtığı davada beraat eden karikatürü ODTÜ mezuniyet töreninde pankart olarak taşıyan 3 öğrenci gözaltına alınıyor.

  • AkTroller halkı kimi gruplar aleyhine kışkırtmaya soyunuyor.

Bunların bir kısmı, kadınsız kalmanın azdırdığı rezillikleri sergilemekte. Ör. ODTÜ mezuniyet töreninde kız öğrencilerin taşıdığı “Herkesin aşkına kimse karışamaz” pankartı fotomontaja tabi tutuluyor. “AK Destanın Sancaktar Lideri Erdoğan” isimli sayfa tarafından Facebook’a yüklenen ve yaklaşık 1.000 kişi tarafından “beğenilen” görselde, “Vajina yangınına çare arıyoruz bulamadık – ODTÜ’lü çağdaş kızlar” okunuyor artık.

Ör. sosyal medyada “Şanlıurfa’da tecavüzü destekleyen pankart açıldı” diye yayınlanan ve 6.000 kişi tarafından paylaşılan haberde, “Tecavüz ediyorlarsa bize ediyorlar, size ne!” diyen montajlanmış bir fotoğraf…

Ör. boydan boya yarılmış bir kafatası resmi konuluyor ve altına bunun, “bilimsel olarak kanıtlanmış” biçimde “Osmanlı tokadına maruz kalmış bir askere” ait olduğu yazılıyor. Oysa 40.000 kullanıcı tarafından “beğenilen” bu fotoğraf Eski Mısır’da kafası uçurulmuş Nubyalı bir askere ait ve Michigan State Üniversitesi tarafından yayınlanmış.

Ör. Osmanlı’da 623 yılda yalnızca 2 tecavüz ve 27 hırsızlık olayının yaşandığını iddia eden haber 4.400’ün üzerinde “beğeni” alıyor…

  • OHAL devam ediyor ve R. T. Erdoğan bilinmez bir geleceğe Tek Adam tarafından sürükleniyor.

***

Feodal toplumda zaten var olan şiddet kültürü yukarıdan fena halde kurumsallaştırılmış vaziyette. Tek Adam’ın “İdam Meclis’ten geçerse ben onaylarım” diye ilan etmesi üzerine sürüyle “insan” kafiye tutturup hemen öldürmeye ve linçe girişiyor. Ör. küçük çocuğa tasallut iddiası üzerine yüzlerce kişi “İdam isteriz” sloganlarıyla Develi adliyesine saldırıyor.

Ör. “Çocuk kaçırmak için Fransa plakalı bir minibüs yakalandı, şüpheliler karakolda” haberi üzerine öfkeli kalabalık “Onları bize verin!” diye bağrışıyor. İçlerinden iki kişi girip nezarette kimsenin olmadığını gördüğü halde karakolu taşlıyorlar, üç tane ekip otosunun camlarını kırıyorlar.

Hürriyet’te Fatih Çekirge, idam denilen devlet cinayeti hakkında “Ben idam diyorum, siz ne diyorsunuz” diye yazılar yazıyor.

Bilmiyorum gazetecinin, bizzat kendi gazetesinde çıkan, sevgilisiyle yakalanan kadının mahalleli tarafından linç edilmek istendiği haberini okuyunca ne düşündüğünü

Bilmiyorum, böyle gazeteciler hesaplıyor mu, idam geri getirilirse ne olur, şu anda ağırlaştırılmış müebbet’e çarptırılmış gazeteci arkadaşları idam edilir mi, başka muhalifler bu arada idam edilecek suçlarla itham ediliverirler mi, gazeteci bunları düşünüyor mu, bilmiyorum…

***

Daha önce de yazmıştım: Tek Adam Rejimi’nde ekonominin düzelmesine imkan olmadığı içinbu kaos ve mezalim korkunç artacak.

Arttıkça, Baba Diyalektik icabı, Tek Adam Rejimi R. T. Erdoğan’ı İzmir tabiriyle “çok çikin” edecek. “Aldatıldım” vs. diyerek de kurtaramaz artık, çünkü bizzat kendisi söyledi:

  • “Ne bizim ne de bizden sonra gelecek olan cumhurbaşkanlarının; yürütme görevi konusundaki aksaklıklar, eksiklikler hususunda milletimize karşı öne sürebilecekleri bahaneleri kalmamıştır”.

Ve bekleyin, KHK’lerin “bir daha kamu görevine dönmemek üzere” diyen “kalıcı” hükümleri var ya, onlar OHAL bitince kendiliğinden sona erecek. Çünkü Danıştay İçtihatları Birleştirme Kurulunun 07.12.1989 gün ve E. 1988/6, K. 198904 sayılı kararı var, siz o zaman seyreyleyin gümbürtüyü.

Tek Adam Rejimi fena halde gözü kara gidiyor. Baba Diyalektik’i çok fena fayrap ediyor.

R. T. Erdoğan’ın buna dayanması bilmiyorum ne kadar mümkün.

Kimseler değil, R. T. Erdoğan’ın başını Tek Adam Rejimi yiyecek.

=======================================
Dostlar,

2 gün önce biz de bu CB Kararnamelerini yazdık.. “Zamane fetvası” nitelemesini kullandık :

HUKUKSUZ CUMHURBAŞKANLIĞI KARARNAMELERİ ÜZERİNDEN YAPILMAK İSTENEN NEDİR??

Okunmasını dileriz.. Baskın hoca ile değindiğimiz – örtüştüğümüz ortak noktalar var..

Sevgi ve saygı ile. 15 Temmuz 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

AKP’nin iktidara gelmiş olmasından ben çok memnunum

AKP’nin iktidara gelmiş olmasından
ben çok memnunum

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Çünkü iktidara gelmeseydi çok sayıda insan durmadan diyecekti ki, ‘Ah, mütedeyyinler iktidara bi gelse. Bi gelse. Asr-ı saadet geri gelecek. Laiklerin bozduğu her şey düzelecek.

Şunu kesinlikle biliniz ki AKP iktidara gelmeseydi bu özlem ilelebet sürecek ve sürdürkçe güçlenecektibaskınoranHiç itiraz etmeyiniz: Türkiye’nin AKP’yi mutlaka fiilen yaşaması lazımdı. Sadece şükrediniz: Yaşıyor.
***
AKP iktidara gelmeseydi, mütedeyyin insanlar sürekli diyeceklerdi ki: Bizimkiler ötekiler gibi “Devlet malı deniz, yemeyen domuz” demez. İslamiyet’te faiz haram olduğu için, laikler gibi faizle iş görmez. Lüks harcama yapmaz. Suiistimal yapmaz. Çünkü haram yemiş olur. Mesela afet ve salgın hastalık gibi durumlar dışında kullanılamayan “davetli ihale” yöntemiyle yandaşlarını zengin etmez, kendisi de yüzde almaz.
Mesela, yandaş şirketlere köprü ve tünel inşa ettirip, yılda şu kadar araç geçecek ama merak etme, geçmezse ben milletin bütçesinden karşılarım demez. Köprü ve tünellerin bütçeden ödenen 2 aylık zararının 34 milyon TL olmasına yol açmaz.
Mesela, cumhurbaşkanlığı sarayına sadece temizlik için yılda 2 milyon harcamaz.
Mesela, metropollerin orta yerindeki imar planlarını değiştirip rant sağlamak karşılığında kendine ve akrabalarına daireler ayarlamaz.
Mesela bütçeden yılda 6,5 milyar TL ödenek alan Diyanet’in parasını faize yatırıp bir yılda 255.000 TL faiz kazanmasına izin vermez.
Çünkü kanundan korkmasa bile Allah’tan (c.c) korkar. Ah, bi iktidara gelseler!
***
AKP iktidara gelmeseydi, mütedeyyin insanlar sürekli diyeceklerdi ki:
Bizimkiler “İsraf haramdır” zihniyetiyle hareket eder. Oy avlamak için bütçenin dibine kibrit suyu ekip ondan sonra da dış borca ve vergilere yüklenerek milli gelirin % 50’sini aşan bi dış borca batmaz.
Vergilere yüklenip de halkı galeyana getirme tehlikesi ortaya çıkınca, “milletin babası” hemen devreye girip zamları azaltmak suretiyle kendine oy toplamaya tenezzül etmez.
Ah, bi iktidara gelseler!
***
AKP iktidara gelmeseydi, mütedeyyin insanlar sürekli diyeceklerdi ki:
Bizimkiler ötekiler gibi haksızlık-hukuksuzluk yapmaz. Hz. Ömer adaletinden ayrılmaz. Kendi istediği hükümleri çıkartmak için devletin savcılarını, yargıçlarını korkutmaz.
Mahkemeye verilen insanları mahkum ettirmek için deliller üretmeye girişmez. TV programına katılıp “Çocuklar ölmesin” dedi diye hamile bir öğretmeni bir buçuk yıl hapis yatırmaz.
Yazı yazdı, konuştu, tvit attı, bi bankadan çocuğunun okul taksitini ödedi, öteki bankanın kaldırımına bastı, bi şifreli haberleşme programı indirmiş birisi tarafından telefonla arandı demek ki gazeteci değil teröristmiş diye insanları içeri atmaz. Aylar boyu duruşmaya çıkarmadan tutuklu bırakmaz. Çünkü Allah’tan (c .c) korkar. Ah, bi iktidara gelseler!
***
AKP iktidara gelmeseydi, mütedeyyin insanlar sürekli diyeceklerdi ki:
Bizimkiler hürriyetlere büyük ehemmiyet atfeder. Hz. Muhammed’in (s.a.v)  baskılardan kurtulmak için 622 yılında Mekke’den Medine’ye Hicretlerinin ertesi yılı yaptığı Medine Sözleşmesi örneğini hatırlar ve uygular. Yani, Hz. Muhammet (s.a.v.) nasıl o günkü bütün fikir ve inançlara saygı göstermek için Müslümanları, Yahudileri ve Putperestleri içine alacak şekilde şehrin aşiret ve aileleri arasında resmen bir Medine Sözleşmesi yaptıysa ve buna uyarak bütün kesimlerin haklarına riayet ettiyse, öyle adil bir istişare düzeni kurar. Muhaliflerin farklı fikirlerine yer açar. Ah, bi iktidara gelseler!
***
AKP iktidara gelmeseydi, mütedeyyin insanlar sürekli diyeceklerdi ki:
Bizimkiler insanları aldatmaz. Bazı fazla nazik durumlar zuhur ettiğinde, “aldatıldım” deyip işin içinden sıyrılmaya da kalkmaz. Mesela Esed beni aldattı, Obama beni aldattı, FETÖ beni aldattı, Barzani beni aldattı filan demez. Ah, bi iktidara gelseler!
***
AKP iktidara gelmeseydi, mütedeyyin insanlar sürekli diyeceklerdi ki:
Bizimkiler iktidara gelse kin tutmaz. Mesela kimseye “Bunun bedelini ağır ödeyecek. Öyle bırakmam onu” demez, hakkında yakalama emri ve kırmızı bülten çıkartmaz, yurttaşlıktan atmaya girişmez. Hanımının pasaportuna el koydurtmaz. İnatlaşmaz. Hatayı savunmaz. Mesela en basitinden, yaz saatini sürekli kılıp yargı kararına rağmen aynen devam etmez. Ah, bi iktidara gelseler!
***
AKP iktidara gelmeseydi, mütedeyyin insanlar sürekli diyeceklerdi ki:
Bizimkiler 12 Eylül’deki askerler gibi kavmiyetçilik yapmaz. Kayyımların park ismi değiştirip dindaşımız Kürtlerin haysiyetini kırmasına izin vermez. Onları susturmak için ordu sevk etmek yerine mahalli idareleri kuvvetlendirerek insan hakları vermek yolunu seçer.
12 Eylül’de askerlerin sıkıyönetimde yaptığı gibi memurları ve üniversite hocalarını sorgusuz-sualsiz işten atıp bi de dava açmalarını engellemez. OHAL var diye grevleri ertelemez, grevci işçileri gözaltına almaz. 28 Şubat’ta askerlerin yaptıkları gibi imam-hatip okullarımızın 5 mezundan sadece 1’ini üniversiteye yollayabilecek bi vaziyete sokulmasına izin vermez.  12 Eylül’de başörtülü kardeşlerimizin üniversitelerden dışarı atılması misali, üzeri İngilizce yazılı tişörtlerle dolaşan insanları içeri atmaz.
Bizimkiler dış politikada laiklerin bunca ihmal ettiği Müslüman Ortadoğu’yla münasebetlerimizi mükemmelen düzelteceklerdir. Ah, bi iktidara gelseler!
***
AKP iktidara gelmeseydi, mütedeyyin insanlar sürekli diyeceklerdi ki:
Bizimkiler her şeyden önce ahlaka ehemmiyet verirler. Küçük oğlan çocuklarının onun kursunda bunun kursundaonun vakfında bunun vakfında “taciz” edilmelerine her türlü imkanı kullanarak mani olurlar. Ah, bi iktidara gelseler!
***
Mütedeyyin yurttaşlarımız şu anda bunların hiçbirini söyleyemiyorlar.
“Allah’tan korkan” AKP’nin 14 yıldır iktidarda olması nedeniyle.
=====================================
Evet dostlar,

Baskın hocanın AKP’nin sürgit iktidarında sergileyegeldiği kerameti kendinden menkul “icraatı” ndan çoooooooooooook hoşnut (!) olduğu rahatlıkla anlaşılıyor bu yazıdan (!)..

RECEP TAYYİP ERDOĞAN'ın yazılmamış ANILARI ile ilgili görsel sonucu

Buna benzer söylemlerini “RECEP TAYYİP ERDOĞAN’ın yazılmamış ANILARI” adlı kitabında da gözlüyoruz. (“yazılmamış” sözcüğü kitap kapağında da soluk..) Belge yayınlarından çıkan 446 sayfalık bu önemli kitap ilk baskısını Mart 2017’de yaptı.. İlginç bir yazım biçemi kullanılıyor. Gerçekte RTE’nin kendi anılarını yazmış olması söz konusu değil. Oran, “hayalet yazar” mottosu ile, RTE’nin yapageldiklerini, adeta O’nun ağzından aktarıyor ve bu eylemlerin gerekçelerini kendi yorumu – hayal gücü ile koyuyor.. Çok başarılı.. Okunmasını öneririz.

Ancak, 12 Eylül 2010’daki 26 maddelik blok anayasa değişikliğinde bugünler hazırlanırken, Baskın Oran’ın Mülkiye‘nin en seçkin hocalarından biri olarak neden “YETMEZ AMA EVET” çiler içinde  – önünde yer aldığını biz hâ-lâ” anlayabilmiş değiliz!

Eh Baskın hoca ne de olsa en karizmatik Mülkiye hocalarından biriydi. Vardır bir bildiği bizim aklımızın ermediği!? Ayrıca Baskın hocadan bu “eyyamcı” davranışına ilişkin şu ana dek bizim öğrenebildiğimiz bir özeleştiri de gelmedi.. Ama kitabından ve bu yazısından çooooooooook  ama pek çok canının yandığı apaçık görülüyor.. Bu kitabın yarı dolaylı özeleştiri sayalım mı?

  • Bu arada AKP harikalar yaratmayı kesintisiz ve gecikmesiz sürdürüyor :
  • ABD Türk vatandaşlarına vizeyi askıya alınca, birkaç saat içinde AKP = RTE de tersini yaptı. Eh ne de olsa dış ilişkiler karşılıklılık (mütekabiliyet) temelinde yürütülüyor.. İdlib’e Rusya ile atılan adımların akut bedellerinden biri.. Kılıçlar çekilmiş durumda ve teenni – sağduyu hiç bu denli ivedi ve yaşamsal olmamıştı!

Sevgi ve saygı ile. 08 Ekim 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Osmanlıda İlk Reformlardan Bugünkü Kararnamelere Türkiye

Dostlar,

Bizim de üyesi olduğumuz Mülkiyeliler Birliği’nin Çarşamba söyleşileri sürüyor.
1 Mart 2017 Çarşamba günü akşamı saat 18:30’da Mülkiye’nin duayenlerinden
Prof. Baskın Oran konuşmacı.. Konusu

  • Osmanlıda İlk Reformlardan Bugünkü Kararnamelere Türkiye

BASKIN ORAN

İlgi ve bilgiye sunarız..

Sevgi ve saygı ile. 26 Şubat 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Haziran ayaklanması AKP-PKK’yi böldü!

Haziran ayaklanması AKP-PKK’yi böldü!

MEHMET ALİ GÜLLER

25 gündür aralıksız süren Haziran ayaklanması Türkiye’yi bölme projesinin aktörlerini böldü: 1. AKP’yi böldü. 2. PKK’yi böldü. 3. Açılım’ı böldü ve AKP ile PKK’nin arasına girdi.

1. AKP’yi böldü

a. Cemaat, Gezi eylemlerinde adım adım Tayyip Erdoğan’ın izlediği “şiddet” politikasını eleştirdi. Erdoğan ise, Türkçe Olimpiyatları’na katılarak, Gülen’e “bu süreçte kavga etmeyelim” mesajı verdi.

b. TSK karşıtlığı nedeniyle AKP’ye destek veren liberal, piyasacı kesimler, “yetmez ama evetçiler” ve AB sürecinin destekçileri, son birkaç aydır işaretleri beliren ayrılıklarını, Haziran ayaklanması ile netleştirdiler. Hemen hepsi AKP’nin tramvayından indi.

c. Abdullah Gül, Haziran ayaklanmasını fırsat bilerek ön plana çıktı ve polis şiddetini eleştirdi. Gül, Erdoğan Kuzey Afrika’dayken devlet adına “mesaj alındı” dedi; Erdoğan’ın yanıtı ise özetle “alınacak mesaj yok” şeklindeydi. Gül, bu süreçte Rize, Artvin, Ardahan “seçim” gezisine çıkarak, her gün medya önünde olmaya çabaladı.

d. Erdoğan’a vekâlet eden Arınç’ın Gezi eylemleriyle ilgili kimi “olumlu” mesajları Erdoğan’ı kızdırdı. Erdoğan’ın kapalı kapılar ardında “altının oyulmaya çalışıldığından” şikâyet etmesi ve ardından yaptığı konuşmalarda “partisine nifak sokulmaya” çalışıldığından şikâyet etmesi ve hatta son olarak “içimizdeki hainler” vurgusu yapması durumu göstermesi bakımından önemliydi.

Gerçi yalanlandıysa da, bu süreçte Erdoğan’ın kendisine yönelik ağır sözleri nedeniyle Arınç’ın istifa ettiği fakat Gül’ün ısrarıyla vazgeçtiği de iddia edildi.

Bu süreçte Ertuğrul Günay’ın polis şiddetine tepkisi, Erdal Kalkan’ın “Yeter! Söz gençliğin” çıkışı, İbrahim Yiğit’in “iç savaş uyarısı” yapması partideki kırılmalara işaret ediyordu.

Şamil Tayyar ile Kutalmış Türkeş’in tuvalette kavga etmesi ise partinin içine düştüğü gerilimi yansıtıyordu.

e. AKP’yi destekleyen en önemli örgütlerden Mazlum-Der Haziran ayaklanmasına bakış nedeniyle bölündü. Eski milletvekili olan Dernek Başkanı Ahmet Faruk Ünsal’ın bir kısım dernek yöneticisi ve üyesiyle birlikte imzaladığı Gezi Parkı bildirisi, Yönetim Kurulu’nu böldü.

2. PKK-BDP-DTK’yi böldü

a. Haziran ayaklanmasının ilk günlerinde dozer önüne yatan BDP Milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in girişimi şahsiydi. Nitekim bu köşede daha önce de belirttiğimiz gibi BDP’liler durumu “Sırrı’nın kendi eylemi” diye niteliyordu.

Zaten sonrasında BDP hiç yoktu ve hatta BDP Grup Başkanvekili İdris Baluken, “BDP olarak hiçbir sebep ve durumda biz bu ırkçı, ulusalcı, cinsiyetçi, tekçi, militarist kesimlerle yan yana durmayacağız.” diyerek partisinin pozisyonunu özetliyordu. Öyle ki Bülent Arınç BDP’ye şöyle sesleniyordu:

  • “BDP’nin olayın ilk anından itibaren takındığı tavrı takdir ediyor ve
    kendilerine teşekkür ediyoruz.”

Ancak BDP’nin örgütsel tavrına rağmen, Taksim’e gelen ve eylemlere destek veren BDP’liler vardı.

b. İlerleyen günlerde BDP heyeti İmralı’ya gitti ve Öcalan’ın “Taksim’i ulusalcılara bırakmayın” talimatını getirdi. Ardından BDP Taksim’e çıkmaya ve Apo posteri açmaya başladı. Erdoğan’ın “can simidi” gibi sarıldığı bu görüntüler üzerinden her gün “ulusalcılarla bölücüler yan yana” propagandası yapması, Öcalan’ın talimatının gerçek sahibine işaret ediyordu: Hakan Fidan!

Amaç, Apo posterleri açarak halkın Taksim’e sahip çıkmasının engellenmesiydi. Nitekim BDP İstanbul’da eylemlere katılıyor, İzmir’de katılmaya çabalıyor fakat Diyarbakır’da eylem yapmıyordu! Fakat Fidan’ın hedefinin tutmadığını önemle belirtelim!

c. Haziran ayaklanması Sırrı Süreyya Önder’i DTK ile de karşı karşıya getirdi. Önder Nuçe TV’de açık açık DTK’yi suçladı: “Türkiye yanıyor, dünyanın en büyük isyanlarından biri… DTK tek cümleyle destek açıklaması yapmadı.”

DTK Eş Başkanı Ahmet Türk, Önder’in sözleri karşısında “Ben ve Aysel Tuğluk Gezi hakkında kişisel açıklamalarda bulunduk.” yanıtı verdi.

3. Açılım’ı böldü

a. Halk hareketi ile sallanan Erdoğan, rüzgâr karşısında durabilmek için söylem değiştirdi. Kendisinin “İmralı”, kurmaylarının da “barış elçisi” diye isimlendirdiği Öcalan, ansızın bölücü başı ve terörist başı oldu. BDP, Erdoğan’ın asıl niyetini bilse de, tabanda rahatsızlık yarattığı için Erdoğan’ın bu sözlerine tepki göstermek zorunda kaldı.

b. BDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş başta olmak üzere pek çok yetkili, bu süreçte hükümetin Açılım konusunda ev ödevlerini yapmadığını vurgulamaya başladı. Sürecin kesintiye uğradığı hem Ankara’da, hem de Diyarbakır’da fazlasıyla dile getirildi.

c. Daha ilginci şu iki haberdi: PKK, TSK’nin çekildiği bir askeri üsse yerleşmiş ve küçük çaplı bir çatışma yaşanmıştı. PKK, komutanları taşıyan bir helikoptere ateş açmıştı.

d. AKP ve PKK’nin akil adamları da bu süreçte bölündü. Polis şiddetine itiraz edenler olduğu gibi Açılımın tavsadığından şikâyet edenler de vardı. Örneğin, Baskın Oran ,“Erdoğan barış sürecini buruşturup attı” diyordu artık.

Erdoğan’ı Türk bayrağına sarılmaya mecbur eden sürecin farkında olan deneyimli isim Ahmet Türk ise bu tür açıklamalara itiraz etti ve “bu hükümetle barış olmaz” sözlerini şu aşamada gerçekçi bulmadığını söyledi.

Hatta Türk, daha da ileri giderek Erdoğan’ın yardımcısı gibi konuştu ve Gezi eylemlerinde demokrasi talebi olduğu gibi hükümeti yıpratmak isteyen ve çözüm sürecine karşı olan bir senaryonun da devrede olduğunu savundu.
(Son Güncelleme: Pazartesi, 24 Haziran 2013 20:10)