Etiket arşivi: Arap Baharı

Direniş ve Başarıyı Iskalamamak


Dostlar,

Türkiye ayakta..
Can yitikleri var, bilinen 4 can..
Göz yitikleri var, 10’u aşkın insanın..
Ağır yaralı var, 50 dolayında..
7-8 bin dolayında fiziksel – bedensel yaralı ve
Milyonlarca da onuru – gururu zedelenmiş manevi yaralı yurttaş..
Okyanusun ötesinde de Brezilya yönetiminin uygarca, insanca, demokrat davranışı..
Birileri hiç ders almıyor ve Türkiye ağır bedel ödüyor.
Kuşku yok diktatör gidecek ve yasal  hesabı da sorulacak..
Bunca akıldışılığın başkaca açıklaması olabilir mi?

Bu cenderenin kırılmasını, giderek totaliterleşen siyasal iktidarın bırakıp gitmesini istiyor.
Kısır döngü sürüyor. Ülke polisini, polis şefi gibi en tepe yöneticiler yönetiyor ve
ülke şiddet sarmalından yakasını kurtaramıyor..

Sayın Merdan Yanardağ‘ın önemli yazısını birkez daha dikkatle okumak gerek,

“Direniş’te başarıyı ıskalamamak” için..

Sevgi ve saygı ile.
22.6.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

======================================

Direniş ve Başarıyı Iskalamamak 

portresi

 

Merdan YANARDAĞ
YURT Gazetesi

 

Bilindiği gibi, AKP iktidarına karşı giderek siyasal talepleri öne çıkan bir
halk isyanına dönüşen Gezi Parkı direnişine “devam” kararı alındı.
Bu direniş, Hükümetin ve Başbakan Tayyip Erdoğan‘ın bütün dengelerini ve kimyasını bozmuş görünüyor. Direnişin kapsamı, bileşimi, Uluslararası desteği onu daha da büyütüyor ve Hükümeti temellerinden sarsıyor.

Birbiriyle örtüşen çok özel ulusal ve uluslararası koşulların iktidara getirdiği
AKP ve Erdoğan, kendilerine sunulan olanağı rejim değişikliği gerçekleştirmek için bir fırsata dönüştürmeye kalkıştı. Ancak öyle anlaşılıyor ki, kendisine biçilen rolü abartarak özerklik alanını bütün sinsi siyasal İslamcı sağ hareketler gibi
fazlasıyla abarttı. Çünkü, bugüne kadar AKP iktidarına kayıtsız şartsız destek veren ABD ve AB sanki bir kıvılcım çakmış gibi bu desteklerini geri çekmeye başladı.

Gerçekte Türkiye’de % 10-15 aralığında bir oy potansiyeline sahip olan siyasal İslamcı hareket, merkez sağın çökmesi ve bu alandan gelen siyaset sınıfının yolsuzluklara batarak tasfiye olması sonucu birden bire kendisini iktidarda buldu. Başlangıçta uzlaşmacı bir tutum izleyerek tepkileri yumuşatmayı başaran AKP, Batı’nın ve ABD’nin bölgeye yönelik stratejik çıkarlarının savunulmasında rol üstlendi. Ancak, bu rolü
kendi özel hesapları için kullanmaya kalktı.İşte Gezi Parkı direnişi bütün kartların yeniden karılmasına ve dizilmesine yol açtığı için gerek Türkiye’de gerekse dünyada Türkiye ile ilgili bütün güçler kendi pozisyonlarını yeniden düzenlemeye başladı. ‘Taksim Dayanışması’ isimli platform tarafından
Gezi Parkı direnişine devam kararı açıklanırken şöyle deniyor:
  • “Taksim Gezi Parkı direnişçileri ve Taksim Dayanışması olarak bu süreç boyunca öğrendiğimiz en önemli şey mücadelenin zaman ve mekânla sınırlandırılamayacağı ve bundan sonra da hayatın, kentin ve ülkenin
    her metre karesinde ve her anında devam edeceğidir. Bu süre içinde üzerimizde yürütülen şiddet politikalarına rağmen farklı eğilimlerin zenginliği ile bir araya gelebildiğimizi, tartışabildiğimizi, ortaklıklar yaratabildiğimizi ve
    birlikte mücadele edebildiğimizi gördük.”
Evet, en önemli kazanım budur. Onurları kırılmak istenen, aşağılanan, ezilen, sömürülen görmezden gelinen kitleler, gerici-faşizan bir polis rejimi kuran AKP İktidarının yenilebileceğini gördü ve korku duvarını aştı.
***
Hâlâ devam eden, kırılamayan yakın tarihimizin en görkemli halk direnişine Türkiye genelinde 10 milyon yurttaşın katıldığı belirtiliyor. Halkın çok büyük bölümü 11 yıldır kendilerine hakaret edilmesine, aşağılanmalarına, adaletsizliğe, yaşam tarzlarına müdahale edilmesine, değerlerine saldırılmasına, yağma düzenine, sömürüye isyan ettiler. Gezi Parkı direnişi işte bu isyanın fitilini ateşledi. Çünkü insanlar, son 11 yıldır nerede bir ağaç kesiliyorsa orada bir yağma olduğunu biliyor. Çevre bilinciyle buluşan politik düzeyi yüksek bir halk direnişi ile karşı karşıyayız.

  • Bu isyanın ‘Geniş Ortadoğu’da “Arap baharı” diye olayla bir benzerliği bulunmuyor.

Çünkü Arap baharı ile bölgede bütün yozlaşmışlıklarına karşın cumhuriyetler yıkıldı. Yerine dinci rejimler kuruldu. Türkiye’de ise halk, gençlik, emekçiler siyasal İslamcı bir iktidara, dinci bir rejime karşı özgürlük ve adalet için ayaklandı.

  • İnsanlar seküler ve demokratik hakları için meydanlara çıktı.
  • İktidar kibri ve güç sarhoşluğu içinde AKP İktidarı ve Erdoğan
    ağır bir bozguna uğradı.
Hesap hatası yaptılar. Laikliğin toplum tarafından sanılanın ötesinde içselleştirildiğini göremediler ve Cumhuriyeti bir avuç seçkinin rejimi sandılar. İdeolojik ön yargılarının kurbanı oldular.

Cumhuriyetin geniş bir kitle tabanının olduğunu anlayamadılar.

Şaşırdılar, ezberleri bozuldu. Cumhuriyetin yerine daha İslami bir rejim kurarak devletle milleti barıştırmaya kalkıştıklarında, kendilerini milletle kavga halinde buldular.

***

  • Gezi Parkı direnişiyle beklenmedik bir siyasal, kültürel ve ahlaki bir yenilgiye uğrayan Tayyip Erdoğan, bir başbakan gibi değil, dar bir
    siyasal İslamcı grubun lideri gibi, AKP de büyük bir ülkenin sorumluluğunu üstlenmiş hükümet gibi değil, cihatçı bir örgüt gibi davranıyor.
Bu nedenle Erdoğan ve AKP demokratik parlamenter rejimlerin yüklediği sorumlulukların gereğini yapmak (örneğin muhalefetin, baskı gruplarının ve yurttaşların eleştirilerini dikkate almak) yerine bin yıllık gerici, karşıtlaştırıcı ve provokatif bir dile ve
yalana başvuruyor. Yenilgiyi hazmedemediği anlaşılıyor. Saldırganlaşıyor.
Bu nedenle AKP’nin dün Ankara’da düzenlediği “Milli İradeye Saygı” mitingi tam bir fiyaskoya dönüşüyor. Bir milyon kişiyi toplamak üzere düzenlenen mitinge katılım
yüz binin altında kalıyor. Öyle ki, sadece kendi partilerine verilen oyları “milli irade” olarak gören bu çarpık ve faşizan demokrasi anlayışı ağır bir yenilgiye daha uğruyor.Toplumun diğer kesimlerini (burada yarıdan fazlasını) milli iradenin bir başka ifadesi olarak görmeyenlerin altından iktidar zemini kaymaya başlıyor.
Ancak, unutmamak gerekiyor ki, AKP sıradan bir merkez sağ iktidar değil.
AKP 11 yıllık iktidarında ABD’nin de desteğiyle rejimi değiştirdi. O nedenle AKP hükümeti düşse ya da bu parti seçimleri kaybetse bile, kurduğu dinci-faşizan rejim nedeniyle iktidarda kalmaya devam edecek. Bu nedenle köklü bir dönüşüm ve rejimi değiştirecek radikal bir siyasal programa sahip olmadan AKP iktidarına son vermek zor.
Daha önce de altını çizdiğim gibi, bütün olan bitenlerin gösterdiği tek şey var;

  • AKP Hükümeti ve Erdoğan’ın siyasi ömrü doldu.

Eğer direniş aynı yaygınlıkta ve kitlesellikte sürdürülür, örgütlü bir karakter ve
disiplin kazanır, daha da önemlisi haklılık zeminini korur, akılcı hareket eder ve
siyasal hedeflerini net biçimde ortaya koyarsa fazla beklememiz de gerekmeyebilir.
Bu durumda AKP’nin gidişi bir takvim meselesi haline gelir.

Direnişe “devam” kararı alanların bütün olasılıkları değerlendirip, durumu doğru
analiz ettiklerini umuyorum.

Gezi Direnişi “kimi hatalar” nedeniyle yenilgiye uğrasa bile,
AKP artık eskisi gibi iktidar olamayacaktır.
Kazanmayı bilmek gerekiyor.
Bu toplumun, bu kuşağın bir başarı hikayesine ihtiyacı var.
Iskalamamak gerekiyor.
(Merdan Yanardağ Yurt, 16.06.13)

Türker ERTÜRK : ELLERİM KIRILSAYDI


ELLERİM KIRILSAYDI

portresi_sade

 

 

 

 

E. Amiral Türker ERTÜRK

Bizi yazdıklarımızdan ve TV programlarımızdan izleyenler bilirler, 2,5 yıl önce
“Bugün AKP’ye oy verenler, yarın ellerimiz kırılsaydı da keşke oy vermeseydik diyecekler ama biraz geç olacak.“
demiştim. Çünkü değerlendirebiliyordum ki;

  • Erdoğan’ın liderliğindeki AKP’nin sürdürdüğü politikalar emperyalizme yapılan taşeronluğun gereğidir, bu toprakların çıkarına değildir ve ülkemizi hızla bir
    iç savaşa, bölünmeye, ayrıştırmaya ve çöküşe doğru götürmektedir
    .

O gün bu değerlendirmeleri yaparken ne yazık ki, en yakın kimi arkadaşlarımız söylediklerimizi abartılı buluyor Türkiye’nin hızla esenliğe doğru gittiğini söylemeye çalışıyorlardı.

Bakın bugün ise AKP’nin % 70’ten çok oy aldığı Reyhanlı’dan arıyorlar,
“Keşke ellerimiz kırılsaydı ve Allah bizi kahretseydi de AKP’ye oy vermeseydik.
Biz ettik biz bulduk. Siz haklıymışsınız!“
diyorlar. Başbakan Erdoğan da durumun farkında, saldırıdan sonra ABD’ye kaçtı!

Tüm Türkiye ayakta ve isyan halinde! Başbakan Erdoğan hâlâ olayın nedenini ve boyutlarını anlamamış durumda, yalan yanlış ve olayların üzerine benzin döken bir yaklaşım içinde açıklamalar yapmaya devam ediyor.

Tek doğru bir açıklaması var : “Bu olaylar ideolojik“ diyor. Evet, olaylar Taksim’de ağaçların ve çevrenin katledilmesi girişimi üzerine başladı ama bunun boyutlarını
çoktan aştı bile! Doğrudur halk kurucu ideolojisine, Türk Devrimlerine, Cumhuriyetimize ve Atatürk’e sahip çıkmak, bölücülüğe, teröristlerle işbirliği yapanlara ve
ulusal kahramanlarımıza ayyaş diyen densizliğe karşı isyan etmek için sokaklara çıkmıştır.

Erdoğan’ın “Birkaç çapulcuya pabuç bırakmayız, AVM değil otel yapacağız, Taksim’e cami yapacağız, ben de 1 milyon toplarım.“ sözleri sorumlu bir insanın söyleyebileceği şeyler değil. Bu söylemler olayları azdırmaktan başka bir işe yaramaz.

Cami duvarına işedin!

Taksim’in halk tarafından zaptı sırasında ben de çocuklarımla birlikte
İstiklal Caddesindeydim. Gazeteci kimliğim de olduğundan, bir yandan da kalabalığın
ruh halini, neler yapıldığını izlemeye ve etrafı gözlemlemeye çalışıyordum.
İyi ki polisi son anda çektiler! İnsanlar kararlıydılar Taksim’e çıkacaktılar, aksi durumda kan dökülürdü. Bu kararı Başbakan’a rağmen aldıran, O’nu ikna etmeyi başaran sorumluluk sahibi bürokratları kutluyorum.

Kalabalık etrafa zarar vermiyordu, kendisine karşı kimyasal silahlarla saldırılmasına karşın. Bir tane bile kötü örneğe ben tanık olmadım. Sanırım geceden kalma kimi dükkanlara ve iş yerlerine zarar verilmişti ama bunlar münferitti hatta provokasyon amaçlı bile olabilirdi.

Taksim ve çevresinde gördüğüm iki pankartı sizlerle paylaşmak isterim :

  • “Tayyip cami duvarına işedin“ ve “Kimyasal Tayyip“. 

Daha neler var neler!

Toplumumuzun bu tepkisi asla sizi şaşırtmasın. Batı’da toplumlar tepkilerini genel olarak anında gösterirler. Bizim toplumumuz ise kolay kolay tepki vermez, tepkisizmiş gibi gözükür hep içine atar, sonra bir neden ile bir patlar katır tepmişten betere döndürür. Bu durumu biraz da içe dönük insan yapısına benzetebilirsiniz.
Olanların hepsi bir birikimin eseridir. Bunu yalnızca Taksim’e bağlamak safdillik olur.

Yalnızca Türkiye değil yerküremizde Türkün yaşadığı her yer ayakta, herkes destek veriyor. Amerika’dan, İngiltere’den, Fransa’dan, Hollanda’dan, İsveç’ten Belçika’dan, Macaristan’dan eylem haberleri geliyor.

Olayları tüm dünya basını verdi ve vermeye devam ediyor ama ağır sansür altındaki ve çıkarlarını AKP ile bütünleştirmiş sermayenin patronu olduğu medya görmezlikten gelmeye ve olanları halkın gözünden kaçırmaya devam ediyor. Bunun mutlaka hesabı sorulacaktır!

Geçtiğimiz Cuma İzmir Güzelbahçe’de “Emperyalizmin kıskacında Türkiye“ konulu konferansta ve Pazar günü ise Nevşehir’de Milli Merkez Anayasa Forumu’nda idim. İnsanlar Başbakan Erdoğan’a kızgınlar ve derhal istifa etmesini istiyorlar.

Türk baharı değil!

Hafta sonu Orta Anadolu’nun iki kenti olan Nevşehir ve Kayseri’de Taksim’e destek veren eylemler yapılıyor ve buralarda halk polisle çatışıyor. En son 2011 genel seçimlerinde AKP Nevşehir’de % 60 ve Kayseri’de % 65 oy oranına sahip olmasına karşın. Gördüm ki, Milli Merkez’in çalışmaları buralarda da ses getirmiş ve halk için
umut olmuş.

Batı, ülkemizde halen devam eden olayları “Türk Baharı” olarak değerlendiriyor.
Bunun adı Türk Baharı değil! Bu AKP zulmüne, emperyalizme ve işgale karşı
Türk Halkının başkaldırısı olup Atatürk’te birleşme hareketidir.
Bu herhangi bir partinin tek başına bir başarısı da değildir.

Arap Baharı ve sonrasını ABD belirlemiştir. Oysa Türkiye’deki hareket hedefine ulaştığında, sonrasını halk belirleyecektir. Ayrıca yalnız AKP değil, emperyalizm ve Cemaatle işbirliği içinde olan ve onlara hoş görünmeye çalışan muhalefet partileri de silkelenip kendilerine gelmezlerse tarih olacaklardır.

Emperyalizm şu anda bu enerjiyi kendi çıkarları lehine yönlendirmeye çalışmakta ve suyu kendi kovasına doldurma çabası içindedir. Uyanık olmalıyız! Hazırlanan seçenek daha güler yüzlü olabilir ama sonuçları bakımından beş beteri gelebilir!

Batılı dostlarımız bahar adlandırmasında eğer çok ısrarlı iseler, bilmelerini isteriz ki,
bu bahar rüzgarını estiren yüksek basınç alanı Arap Bahar’ındaki gibi Atlantik üzerinden değil Anadolu üzerinden oluşmuştur.

Satırlarımı sevgili hocam Bekir Sıtkı Erdoğan’ın dizelerinden alıntı yaparak
bitirmek istiyorum :

  • Müjdeler var yurdumun toprağına taşına
    Erecek Cumhuriyetim sonsuz şeref yaşlarına.

Saygılar sunarım. (4.6.1, AYDINLIK)

Batı intikam alıyor : Ortadoğu’dan Atatürk’ün izi silinmeye çalışılıyor!

Batı intikam alıyor :

Ortadoğu’dan Atatürk’ün izi silinmeye çalışılıyor!

Hüsnü Mahalli, Ortadoğu’dan Atatürk’ün izinin silinmeye çalışıldığını savundu

Ortadoğu’yu en iyi bilen isimlerden biri olan Hüsnü Mahalli’ye göre Arap Baharı olarak sunulan halk hareketleri Batı tarafından, bölgedeki

tam bağımsızlık, antiemperyalizm felsefesi güden laik rejimleri devirmek

amacıyla tetikleniyor.

Mahalli, “Türkiye’de Atatürk Cumhuriyeti felsefesinden kurtulmanın çabası nasıl devam ediyorsa bu coğrafyanın tümünde de cumhuriyetler ortadan kaldırılmak isteniyor.” diyor.

LEYLA TAVŞANOĞLU’nun söyleşisi 

Cumhuriyet 31.03.2013

SÖYLEŞİ
Leyla Tavşanoğlu

Hüsnü Mahalli’ye göre Atatürk Cumhuriyeti felsefesi Ortadoğu’dan silinmek isteniyor.

Batı uyumlu İslam peşinde

Dikkat edin. Şimdiki hedef Türkiye’de Atatürk Cumhuriyeti felsefesinden kurtulmanın çabası nasıl devam ediyorsa bu coğrafyanın tümünde de Atatürk’ün ürünü olan cumhuriyetler ortadan kaldırılmak isteniyor. Niye Katar’da, Suudi Arabistan’da bir şey olmuyor?

Sünnilikle beslenmiş bu coğrafyadaki bir Arap devletler topluluğu Şii İran’ı sıkıştırabilir. Hüsnü Mübarek de ABD uşağıydı ama din adına konuşmazdı. Çünkü laikti. Ama bugün artık o coğrafyadaki toplumlara din adına konuşan Mursi gibi, Erdoğan gibi birileri gerekiyor.

LEYLA TAVŞANOĞLU

Kırk yıldır Türkiye’de yaşayan Suriyeli gazeteci Hüsnü Mahalli, Ortadoğu coğrafyasını en iyi bilen kişilerden birisi. Mahalli, sözüm ona Arap Baharı olarak sunulan halk hareketlerinin aslında Batı tarafından, bölgedeki tam bağımsızlık, anti-emperyalizm felsefesi güden laik rejimleri devirmek amacıyla tetiklendiğini söylüyor. Batı’nın, bu coğrafyada yaşayan insanlara kibirle tepeden baktığını ve “hiçbiriniz beş para etmezsiniz” tavrı içinde olduğunun da altını çiziyor.

– ABD Başkanı Obama’nın İsrail’i ziyareti sırasında İsrail Başbakanı Netanyahu’nun Mavi Marmara gemisi baskını nedeniyle neredeyse olaydan üç yıl sonra Türkiye’den özür dilemesini nasıl analiz ediyorsunuz?

H.M. –
 Bu coğrafyada her şey birbirine bağlı. Son on beş gündür meydana gelen gelişmelere bakarsanız bunu anlarsınız. Önce Suriyeli muhaliflerin geçici hükümeti İstanbul’da kuruldu ve başına Amerikan vatandaşı bir Kürt seçildi.
Peşinden, Türkiye’nin bölgesel hesapları ve Suriye’nin geleceği açısından çok önemli olan Öcalan’ın açıklamaları geldi. Bir gün sonra Obama’nın arabuluculuğuyla Netanyahu, Erdoğan’ı aradı ve özür diledi. Ama ondan 4-5 gün önce Başbakan Erdoğan, “Siyonizmle ilgili sözlerim yanlış anlaşıldı” dedi. Obama İsrail’deyken “Lübnan’daki Hizbullah terör örgütüdür” dedi. Bir gün sonra içinde Hizbullah’ın bulunduğu Lübnan hükümetinin başı Mikati ABD ve Suudilerin baskısı sonucu istifa etti. Bölge çok sıcak ve tehlikeli bir süreç içine sürükleniyor. Lübnan’da iç savaş riski var. Böyle bir savaş Esad’a karşı olan herkesi mutlu eder. Sırada Irak, ardından da İran olur. Yakında da Netanyahu Ankara’ya gelirse hiç kimse şaşırmasın.

– 40 yıldır Türkiye’de yaşayan ve gazetecilik yapan bir Suriyeli olarak Suriyeli muhaliflere Türkiye’nin kucak açması sizce ne anlama geliyor?

H. M. – Olayların ilk başladığı günlerde ben, “Bütün bu coğrafyaya yönelik, Arap Baharı denilen büyük bir oyun oynanıyor. Aslında bu bir kanlı bahardır. Suriye üzerinde yazılan senaryoların hiçbiri doğru değildir. Tümü yalan ve zorlamadır. Bütün dünya üzerine çullansa Esad gitmez” dedim.

Bunun üç-beş temel nedeni vardı. Çin’in vetosu, İran’ın desteği gibi dış etkenlerden söz etmiyorum. Ama içeride kim ne derse desin bugün bile bir seçim yapılsa Esad oyların en az % 60’ını alır. Suriye’nin sosyolojik yapısı radikal İslamcı bir yönetime elvermez. Çünkü nüfusun %10’u Alevi, % 15’i Hıristiyan, % 5’i Dürzi, % 3’ü İsmaili, % 10’u Kürt, geri kalan da Sünni. Ama Sünnilerin de yarıdan fazlası Esad yanlısı. Örneğin Baas Partisi. Baas Partisi’nin % 90-95’i Sünni. Parlamentoda 230 milletvekili var. Alevi milletvekillerinin sayısı dokuz. Otuz üç kişilik Bakanlar Kurulu’nda iki Alevi bakan var.

– Peki, Suriye bağlamında Ankara’nın politikasını nasıl görüyorsunuz?

H.M. – Türkiye’nin Suriye konusunda yürüttüğü müdahil anlamda politikası olmasaydı Suriye sorunu on günde çözülmüştü. Zaten siyasi partiler yasası çıkmış, anayasa değişmişti. Esad o zaman, “Biz seçime hazırız. Uluslararası gözlemcilerin gözetiminde seçimlere gidelim” dedi. Ama muhalefet yine “İstemezük” dedi. Bu istemezükçülerin arkasında da Katar, Suudi Arabistan ve Türkiye vardı. Çünkü onların Suriye’ye yönelik bir projesi vardı. Bakın, daha Suriye’den hiç kimse kaçmamışken Türkiye’de kamplar kuruldu. Sonra da Özgür Suriye Ordusu denilen oluşum ortaya çıktı. Suriye’deki muhalefetin bütün lojistik desteğinin tümünün Türkiye’den gittiğini dünya âlem biliyor. Bunu ben değil, ABD, İngiliz, Fransız, Alman medyaları söylüyor. Ben söylesem, “Hüsnü taraf tutuyor. Onun için böyle konuşuyor” diyecekler. Ama benim bütün söylediklerim bu Batı medya organlarında yer aldı. Burada en önemli nokta şu: Ürdün, Irak, Lübnan Arap olmalarına rağmen Suriye’ye müdahil olmuyor da Arap olmayan Türkiye müdahil oluyor. Bütün bu yapılanlar 50-60 yıl sonra tartışılacaktır. Çünkü bu, bölgede Osmanlı’yı çağrıştırıyor.

ABD vatandaşları yerleştiriliyor

Bu coğrafyada değişen iktidarların yerine gelen adamlara bakarsanız ortak noktalarını görürsünüz

– Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun neo-Osmanlıcılık düşleri mi?

H.M. – Ahmet Bey’in ne düşündüğü çok da önemli değil. Ama Arap entelijansiyası tarafından bakıldığında Osmanlı hayallerinin görüldüğü düşünülüyor. Yani endişe şu: “Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi sırasında Osmanlı 1516’daki Merci Dabık Savaşı’yla Arap âlemini ele geçirdi. Şimdi aynı rüyalarla Suriye’den girip Arap âlemini ele geçirecek.”

Ama bu coğrafyada esas plan o değil. Esas plana bakalım. Arap Baharı Tunus’ta başladı. Libya, Mısır,Yemen ve Suriye’de devam etti. Sayı olarak 22 Arap ülkesi var. Tunus ve Mısır’da Arap Baharı oldu. Libya ise zaten işgal edildi.
Öbür Arap ülkelerinde neden Arap Baharı yaşanmadı?

H.M. – Onların alayı Amerikan uşağı olduğu için oralarda bahar mahar olmaz. Bir de bütün bu Arap Baharı’na maruz kalan ülkelerin hepsi cumhuriyet. Öbürlerine ve sistemlerine bakın. Tunus, Libya, Mısır, Suriye’de hep Atatürk felsefesi hâkimdi. Suriye’de tabii ki hâlâ öyle. Atatürk felsefesi yani tam bağımsız, anti-emperyalist rejimler.

Bakın, bu coğrafyada ilk anti-emperyalist kurtuluş savaşının lideri olduğu için ben Atatürk’ün ismini kullanıyorum. Dolayısıyla dikkat edin. Şimdiki hedef Türkiye’de Atatürk Cumhuriyeti felsefesinden kurtulmanın çabası nasıl devam ediyorsa bu coğrafyanın tümünde de Atatürk’ün ürünü olan cumhuriyetler ortadan kaldırılmak isteniyor. Niye Katar’da, Suudi Arabistan’da bir şey olmuyor? Batı yüz yıl sonra bu cumhuriyet felsefesinden intikam almak istiyor.

Peki, Suriye geçici yönetimi başbakanı seçiminin İstanbul’da yapılmasına ne diyorsunuz?

H.M. – Adam ABD’nin Teksas eyaletinde Houston’da 22 yıldır yaşayan Amerikan vatandaşı bir Suriyeli. Adı da Ghassan Hito. Suriye muhalefet koalisyonunun mücadelesinde hiçbir dönem bu adamın adı yoktu. Hito’nun eşi de Hıristiyan Amerikalı. Hito yıllardır bir Amerikan iletişim teknolojisi şirketinde yöneticilik yapıyormuş. Bu da çok önemli ve dikkat çekici. Libya’da Kaddafi rejimi devrildi. Abdürrahim El Keibisimli ABD vatandaşı Kaddafi’den sonraki ilk Libya başbakanı oldu. Onun da adı hiç duyulmamıştı. O da ne tesadüftür ki iletişim teknolojisi uzmanı. Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi de ABD vatandaşı. NASA’da (ABD Havacılık ve Uzay Dairesi Başkanlığı) çalışmış.

Irak’ta ABD işgali sonrası ilk başbakan da nasıl bir rastlantıysa hem ABD hem de İngiliz vatandaşı olan Allawi’ydi. Kaderin bir cilvesi birkaç gün önce İstanbul’da Hito seçilirken Allawi de İstanbul’da, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’yla görüşüyordu. Ben gizli bir şey söylemiyorum. Bu coğrafyada değişen iktidarların yerine ABD’den sipariş edilen insanlar getirilip yerleştiriliyor.

Yani, ABD’li düşünür Huntington’ın medeniyetler çatışması kuramına göre bu coğrafyada uyumlu İslam mı isteniyor?

H.M. – Kesinlikle öyle. Öbür düşünür Fukuyama da bunu söyledi. Adamlar özetle diyorlar ki: Bu coğrafyanın insanları, siz bir işe yaramazsınız. Sizin kaderinizi Batı belirleyecek. Onun için siz uslu uslu oturun. Sıranızı bekleyin.

Tarih boyunca anti-emperyalist olan Müslüman Kardeşler de bugün artık Kuran’ı muranı unuttu, ABD’nin ağzına bakıyor, yeni Kuran yazıyor. Amaç da şu: Sünnilikle beslenmiş bu coğrafyadaki bir Arap devletler topluluğu Şii İran’ı sıkıştırabilir. Hüsnü Mübarek de ABD uşağıydı ama din adına konuşmazdı. Çünkü laikti. Ama bugün artık o coğrafyadaki toplumlara din adına konuşan Mursi gibi, Tayyip Erdoğan gibi birileri gerekiyor.

PORTRE
HÜSNÜ MAHALLİ

Halep, 1949 doğumlu. Ortaöğrenimini Halep’te yaptıktan sonra yükseköğrenimi için Türkiye’ye geldi. İki yıl İTÜ Makine Mühendisliği Fakültesi’nde okuduktan sonra gazeteciliğin kendisi için çok daha çekici bir meslek olduğuna karar verdi.
İÜ Gazetecilik Yüksek Okulu’nu bitirdi. Radyo-televizyon alanında lisans üstü çalışmasını yaptı. “Türk-Arap İlişkileri” konulu teziyle doktora derecesini aldı.
İlk gazetecilik deneyimini İsmail Cem’in çıkardığı Politika gazetesinde muhabir olarak yaşadı. Geçmiş yıllarda İstanbul’daki Yabancı Basın Derneği’nin başkanlığını yaptı. BBC, NBC televizyonlarının yanı sıra pek çok Arap ülkesinde radyo, dergi, gazete, ajans gibi basın organlarında görev aldı. 40 yıldır Türkiye’de yaşıyor.

Müslüman Kardeşler ve Şeriata Gömülen Mısır…


Dostlar
,

Mısır’da Müslüman Kardeşleri iktidarda ve artık Mısır açık, resmi bir şeriat ülkesi.

Son seçimleri, Müslüman Kardeşlerin de desteğini alarak kazanan Mısır Devlet Başkanı Mursi, ülke anayasasını değiştirdi ve bu ülke dinini “islam” olarak ilan etti.
Bundan böyle ülke hukukunun kaynağının laik hukuk değil, İslam şeriatı olacağı da anayasal kural (hüküm) oldu.. Tarih 30 Kasım 2012..Hayırlı mı olsun diyelim,
“yola devam” mı diyelim?

Şunları sormayalım mı   ??

– Din insanlar için değil midir? Ülkenin-devletin dini olur mu?
82 milyonluk Mısır’da bu dini benimsemeyen milyonlarca insanın hukuku ne olacaktır?
– Birincil İslam kaynaklarında (Kuranda) zorlama var mıdır, tebliğ ile sınırlı mıdır?
– ……………………..

BOP ve türev araçlarından Arap Baharı, Ortadoğu’ya demokrasi getirecekti
değil mi??

Bir dinin (demek ki başka dinler de var!), dahası bu dinin yorumlarından biri olan bir mezhebin (demek ki başka mezhepler de var!) şeriatını (dinsel kurallarını,
şer’i hükümlerini) yaşamın tüm alanlarında egemen kılmak; tek sözcükle demokrasiyi “katletmek” demektir.

Bir kez daha, BOP yandaş ve işbirlikçilerinin, eşbaşkanlarının, şeriata hoşgörülü yaklaşan tatlı su demokratlarının suratlarında şaklayan tarihin tokatıdır Mısır’daki şeriatçı darbe.. Göz göre göre, Batı emperyalizmince taşları döşenmiştir. O Batı ki;
bir yanda İslamofobi ile kendi halklarına ve rejimine çok gereksindiği düşmanını yaratmakta, öbür yanda da Ortadoğu halklarını şeriatın dipsiz kuyusunda sonsuza dek karanlığa itmekte, dünyada bir iddiası olamayacak, halkları köleleştirilmiş – müritleştirilmiş kukla devletlere dönüştürmektedir.

O ikiyüzlü Batıdır ki, Avusturya’da geçtiğimiz yıllarda seçim kazanan Haider’in faşist partisine hükümet kurdurtmamıştır..

Evet.. “kravatlı şeriat” artık Mısır’da iktidardır.
84 yıllık kadim cihad irşad edilmiştir.

 

 

 

 

 

 

“Arap Baharı”, nehrin yatağını,
kabul ve itiraf edelim ki değiştirmiş, değiştirebilmiştir.
*****************
Müslüman Kardeşler’in tarihine kısaca göz atmak öğretici olacaktır.. (http://www.ikhwanweb.com/,
The Muslim Brotherhood Official English Website, 2.12.12)

Müslüman Kardeşler örgütü 1928’de Hasan el Benna tarafından kuruldu. İsrail’in kurulmasının ardından (1948), Mısır rejimini, “Siyonizme karşı pasif” olmakla suçlayan ve Filistin safında mücadele veren örgüt, kuruluşunu izleyen 20 yıl içinde büyük gelişme gösterdi.

Gerçekleştirdiği eylemler nedeniyle Mısır yönetimi tarafından etkinlikleri yasaklanan örgüt, 1948’de Başbakan Mahmud Fehmi Nukraşi’yi öldürdü. Örgütün kurucusu Benna da 1949’da öldürüldü. Mısır hükümeti, örgütü
1948’de yalnızca dinsel bir örgüt olarak yasal düzlemde kabul etti ancak 1954’te, Mısır’da şeriat yasalarında ısrar ettiği gerekçesiyle yeniden yasaklandı.

Aynı yıl, dönemin Devlet Başkanı Cemal Abdül Nasır’a suikast girişiminde bulunan Abdül Munim Abdul Rauf ve 5 arkadaşı idam edildi.

  • Dört yüz bin” yandaşı tutuklandı.. Ama yetmedi..

Binlercesi de Suriye, Suudi Arabistan, Ürdün ve Lübnan’a kaçtı. Nasır’ın başbakanlığa atadığı Enver Sedat’ı, Mısır hukukuna şeriat maddeleri ekleyeceği sözü vermesine ve örgüt üyesi binlerce mahkûmu serbest bırakmasına karşın, 1979’da İsrail’le barış anlaşması imzaladığı için suikast sonucu öldüren bu örgütün, resmi olarak 1954’ten bu yana etkinlikleri yasak olmasına karşın, Mısır meclisinde 17 sandalyesi var. Müslüman Kardeşler’in 7 ülkede temsilciliği bulunuyor.
*************
Müslüman Kardeşler’in 1928’den bu yana 84 yıldır sürdürdükleri dar-ül harp kavgası başarıya ulaşmış gözükmektedir. Ağır silahlı 1,2 milyon polisi (Türkiye’de yaklaşık 250 bin), buna karşın 550 bin kişilik ordusu olan Mısır’da, dakikalar içinde, Mursi öncülüğündeki şeriatçı rejime Ordu’nun selam çakması gelmiştir. Mısır laboratuvarından öğrenilecek dünya dolusu dersler vardır.

1979’un Şubat’ında da İran’da Şah Rıza Pehlevi’ye dinci Humeyni darbesi vurulmuştu. Orada da Ordu, “müslüman kardeşleri” ne silah doğrultamamıştı. Humeyni yıllarca Paris’te sürgün “çile” sini doldurmuş ve artık ikbal zamanı gelmişti. Şah rejimini tasfiye etmek için şeriatçılarla ittifak, vinçlerde binlerce idam demekti..

Şah’ın ordusundan kaçan bir general Çubuk’ta sığınmacı iken, Genelkurmay Başkanı Hikmet Karadayı, o dönemde -kendisi Tuğgeneral iken- bu kişi ile söyleşisini aktarmıştı basına. Karadayı sormuştu, nasıl farketmediniz bu şeriatçı kalkışmayı.. diye.
İranlı generalin yanıtı çok çarpıcı idi :

Bir çiçek her gün gözünüzün önünde büyürse bunu farkedemiyorsunuz!
*********
Türkiye bölgesinde giderek yalnızlaştırılıyor.

İran ve Irak rejimleri demokratik değil. Suriye’deki iyi kötü laik rejimi yıkmak üzere Türkiye, eli kanlı Batı’nın yüz kızartıcı taşeronluğunu yapıyor.. Bir bakıma koçbaşılık ya da mezbaha koçluğu..
Ortadoğu mezbahasına sürülecek başka sürü kalmadığında, kesim sırası koçbaşı ya da mezbaha koçuna gelecek..

Ernst Hemingway’in ünlü romanının adını çağrıştırarak soralım :

* Çanlar Kimin İçin Çalıyor??
* Türkiye, Devr-i AKP’de “Türk Baharı” doğum sancılarında mıdır??
– Atlantik ötesinde “çile dolduran” ve ilahi irşadı sabırla bekleyen Türk vatandaşı, ilkokul mezunu emekli vaizler var mıdır?

 

 

 

 

 

Ve ekleyelim :
Quo vadis Türkiye’m!?

Ne dersiniz Türk halkı ve aydınları??

Sevgi ve saygı ile.
2.12.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net 

BÖLÜNMEYE ve KÜRT BAĞIMSIZLIĞINA GİDEN YOL HARİTASI ve STRATEJİSİ İÇİN ÖNSÖZ

Dostlar,

İzmir’den Sayın Hikmet Yavaş’ın,

  • BÖLÜNMEYE ve KÜRT BAĞIMSIZLIĞINA GİDEN YOL HARİTASI ve STRATEJİSİ İÇİN ÖNSÖZ

başlıklı bir çalışması bize ulaştı. pdf formatındaki 42 sayfalık kapsamlı dosyanın
özenle irdelenmesi gerekiyor.

  • Bu harita ABD Silahlı Kuvvetler Dergisinin (US ARMED FORCES JOURNAL)  Haziran 2006 sayısından alınmıştır.
  • Bu haritaya iyi bakın. Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu bölgesinin koparılarak, bağımsız bir Kürt Devleti kurulacağını belgelemektedir. Bu projenin adı
    “Büyük Ortadoğu Projesi” dir. “Arap Baharı” adı altında uygulamaya sokulmuştur.

Türkiye’nin birlik ve beraberliğini istiyorsanız, evlatlarınızın ve torunlarınızın geleceğini düşünüyorsanız, Türkiye’yi bölüp parçalamayı amaçlayan bu haritayı unutmayın ve unutturmayın.

………………………….

Sayın Hikmet Yavaş şöyle bağlıyor dosyasını :

SON SÖZ              : Türk halkı artık gözünü açmalı okuduklarına ve dinlediklerine körü körüne inanmamalıdır. Daima sorgulamalıdır. Bizi aptal yerine koymaya çalışanlara izin vermemelidir. Temelleri dinamitlenmiş bir Cumhuriyetin, çeşitli kamplara bölünmüş bir milletin ve yıpranmış
bir ordunun kimlerin işine yarayacağını düşünmelidir. Bizi aldatmaya çalışanlara,
ŞİDDETE BAŞVURMADAN HUKUK KURALLARI ÇERÇEVESİNDE
mutlaka tepkini göstermelidir. Haksızlığa, hukuksuzluğa, hırsızlığa, hortumculuğa,
din üzerinden çıkar sağlamaya çalışanlara, psikolojik harbin piyonlarına,
sessiz kalmamalı ve alkış tutmamalıdır.

ABD eski Dışişleri Bakanlarından Henry KISSINGER; “Birleşik Devletlerin
dış politikasını yalnızca seçmene değil, gelecek nesillere de borçlu olduğumuz şeyler açısından yönetmeye çalışıyoruz” diyor. (74)

Şimdi soru şu; “Acaba Türk siyasileri, Türkiye’nin iç ve dış politikasını sadece seçmene değil, gelecek nesillere de borçlu olduğumuz şeyler açısından yönetmeye çalışıyorlar mı?” Bu sorunun cevabını, bu ülkeyi yönetmeye talip olmuş siyasilerimiz, aydınlarımız ve Türk halkı araştırmalı ve sorgulamalıdır.

KNC (Kurdish National Congress) gibi Kürt Kuruluşlarının yapmaya çalıştıklarına kızmamalıyız. Aksine saygı duymalıyız. Hiç olmazsa adamlar etnik kimliklerini saklamadan mertçe ortaya çıkıyor, yaptıklarını ve yapacaklarını açıkça söylüyorlar. Bunda kokulacak veya kızılacak hiçbir şey yoktur. Çünkü hiçbir organizasyon, dünyanın süper gücü de olsa, içinizi karıştıracak ve içinizden sizi arkadan hançerleyecek işbirlikçileri yoksa hiçbir şey yapamazlar. Esas korkulacak olanlar, kendilerini gizleyerek Türk kimliği arkasına sığınıp el cep ilişkileri nedeniyle kendilerini satmış olanlardır. Demokrasi, özgürlük, insan hakları gibi her T.C. vatandaşının hakkı olan
yüce insani değerler arkasına gizlenenlerin yüzsüzlükleri mide bulandırıyor.

Onların;
“Gözleri vardır görmez,
ağızları vardır doğruyu söylemez,
kulakları vardır duymaz,
mideleri vardır doymaz.”

Saygılarımla.

Hikmet YAVAŞ (İZMİR)
hikmetyavas@gmail.com
http://hikmetyavas.wordpress.com/

Not: Sayın okuyucuların, http://hikmetyavas.wordpress.com/ adresinde yayınlanmış olan aşağıdaki yazıları da okuyup, Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu daha derinliğine değerlendirmeleri önerilir.

a. Delilleriyle Birlikte Gerçek Darbe Planını Açıklıyorum.
b. Damarlarında Şeytan Dolaşıyor.
c. Türk Halkını Tarihe Tanıklık Etmeye Ve İçimizdeki Hainleri Tanımaya Çağırıyorum.

===============================================================

Bu kapsamlı raporu okumak için lütfen tıklar mısınız??

Bolunmeye_ve_Kurt_Bagismizligina_Giden_Yol_Haritasi_Kasim_2012
Sevgi ve saygı ile.
28.11.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

İBRET VERİCİ BİR DEMOKRASİ DERSİ

İBRET VERİCİ BİR DEMOKRASİ DERSİ

Prof. Dr. Mümtaz SOYSAL
PUSULA, Temmuz 2012, sayı 41

Ülkelerin iklimine ve yönetim sistemine göre biraz değişse de mevsimler takvimi ile siyasal yaşamlar arasında hep rastlanan bir bağlantı vardır. Örneğin, bizde Haziran sonlarına doğru havalar ısınırken siyaset soğur
ve iktidar mücadelesinin sıcaklığı azalır. Gerginliklerin yerini tatil atmosferinin ve dinlenmekte olan sinirlerin yumuşaklığı alır. Ayrıca, başkent tenhalaşmakta ve siyasal ağırlık merkezi yavaş yavaş başka kentlere kaymaktadır.

Elbet ara sıra içte ve dışta ortaya çıkan olağanüstü gelişmeler bu durgunluğu bozsa da, Mayıs ortalarından başlayarak siyasal etkinliklerin azalması, çalışmaların yavaşlaması doğal sayılır. Partiler genellikle bu durgunlaşmanın dışında kalmaz, onlar da hız keserler.

Bu yıl, farklı oldu. Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinin siyasal rejmlerini Batılı büyük devletlerin çıkarlarına uygun biçimlere sokmaya yönelik çabalar Mısır seçimleriyle birlikte pek sağlam görünmeyen bir istikrara bağlanmışken, Suriye’deki çalkalanma yalnız o ülkenin içini hallaç pamuğu gibi darmadağın etmekle kalmadı, devletler arasında Soğuk Savaş yıllarını andırır bir cepheleşme yarattı:

Bir yanda Batılı büyük devletlerle Türkiye’nin de desteklediği Suriyeli âsiler; öte yanda Esad hanedanının yönettiği Suriye devletiyle yanında İran, Rusya ve Çin. Son günlerin “düşürülen uçak” olayı Ankara’nın şimdiye kadarki politikasıyla nasıl bir çıkmaza sürüklendiğimizi açıkça gösterdi ve ülkeyi tehlikeli bir ikilemle karşı karşıya bıraktı: Ya Şam yönetiminin bilinçli ve küstahça davranışı karşısında dıştan bakıldığında pek onurlu gözükmeyen bir sonucu sineye çekmek gerekecektir, ya da gereksiz ve anlamsız bir silahlı kapışmaya sürüklenip yanlıştan yanlışa sürüklenmek zorunda kalınacaktır.

***
Gelinen nokta, başlangıçta benimsenen ve Türkiye gibi bir devlete çok yakıştığı söylenen bir politikanın yanlışlığını ortaya koymuş oldu. Ankara, yıldızının yükselmekte olduğu söylenmiş bir devletten beklenen role çağırılmış ve böyle bir çağrıyı gözleri kapalı hemen benimseyivermiştir. Sözde gurur okşayıcı bir çağrıydı bu: Büyük bir imparatorluğun vârisi yüzyıllar boyu egemenliğini sürdürdüğü topraklara yeniden “göz kulak olması” ve Batı dünyasının ilkelerine o topraklarda saygı gösterilmesini sağlaması istenmekteydi.
Böyle bir çağrıyı kim reddedebilirdi?

Nitekim, Ankara da reddetmedi.

Oysa, böyle bir göreve hevesle sarılmadan önce Suriye’deki durumu çözümlemek ve orada neler olmakta olduğunu, kimin ne yapmak istediğini iyi anlamak gerekiyordu. Ayaklananlar acaba gerçek demokrasi ve özgürlük âşıkları mıydı? Yoksa ülkede karışıklık çıkarıp o kaosta Batı yandaşlarını iktidara getirmek ve bölge için Batılı büyük
devletlerce öngörülmüş yeni düzenin kurulmasında yararlanılmak istenen gruplar mı söz konusuydu?

Mezhep kavgaları kışkırtılarak Sünni ve Alevi mi birbirine düşürülmüştü?
Üstelik, böyle bir hengâmeye bulaşmak Ankara’nın İran’la ve Rusya’yla kurduğu ilişkilere zarar vermeyecek miydi? Hesapsızlığın zararları saymakla bitmez ve bunların getireceği yararların neler olabileceğini de
kimse bilemezdi.

***

Ama bütün bunlardan daha da vahim olan ve Şark ya da Ortadoğu kültürünün insanlarınca asla affedilmeyecek sosyal psikoloji hatası, henüz birkaç yıl önce “ma aile” sarmaş dolaş olunmuş insanlara birden bire sırt çevirmek ve onlara karşı Batılı büyüklerle bir olmaktı.

Öte yandan, Suriye’yle kapışmanın Türk sanayicilerce üretilmiş malları Yakın Doğu’ya satma çabalarına vereceği zarar kolay hesap edilmeyecek kadar büyüktü. Gerçekten bütün bunları düşünmeden böyle bir politikaya niçin ve nasıl sarılındığını anlamak çok zordur. Hele “komşularla sıfır sorun” formülüyle yola çıkanların “stratejik derinlik” ararken böyle bir sonuç yaratmış olmaları diplomasi tarihinin ibret sayfalarından hiç eksik olmayacak.

***

Oysa Suriye devletini yönetenler, hiç tanımadığımız ve ilk kez ilişkiye girdiğimiz insanlar değil. Beşar Esad ya da Esed babasından devraldığı devleti aynı ilkeler çerçevesinde yönetmeyi sürdürmek niyetiyle işbaşına geçmişti. O tarihte, daha önceki dönemin gerginlikleri zaten büyük ölçüde giderilmiş ve oğul Esad devraldığı yönetimin Türkiye’yle ilişkilerini daha da geliştirebileceğı bir zemin bulmuştu. Kısacası, ilişkilerin bugünkü duruma sürüklenmesi, Suriye tarafında kesin ve belirgin bir siyaset değişikliği yüzünden değil, tam tersine Ankara’nın bu ilişki konusundaki politikasında köklü bir tutum kaymasının ortaya çıkmasından ötürü olmuştur.

Beşar Esad’ın işbaşına geçişiyle birlikte önceki ilişkinin daha da geliştirildiği ve neredeyse tam bir kucaklaşmaya dönüştüğü bir noktada ansızın beliren bir tutum kaymasıdır bu. Yalnız Türk kamuoyunu değil, ölgenin birçok ülkesindeki insanları şaşırtan bir dönüş olmuş, Türk tarafı, birden bire, Suriye’deki durumun ve epeydir sürmekte olan kargaşanın sorumluluğunu bütünüyle Beşar yönetimine yüklemek yolunu seçmiş ve eleştiri okları hep o yönetime çevrilmiştir.

Aslında bu şaşırtıcı dönüş, Arap Baharı’nı yönlendiren Batılı büyük devletlerin rejim öğütme değirmeni çarklarına Suriye’yi de itmiş olmalarından kaynaklanmaktaydı. Kuzey Afrika’da Tunus ve Libya’yla başlayan senaryoyu uygulama sırası artık Suriye’ye gelmişti: İnsan hakları ihlalleriyle suçlanan kesimlerin direnişleri, direnişlerin şiddete dönüşmesi, şiddetin şiddete doğurması, iktidarca alınan önlemlerin zalimleşmesi, zalimliğin göçlere ve baş kaldırışlara yol açması ve sonuçta iç savaş uçurumuna sürüklenme raddesine getirilmiş bir toplum.Kısacası, ve demokratik düzeni sağlamak amacıyla dış müdahaleyi, rejim değişikliğini hatta huzur getirici işgali kabul etmeye hazır duruma getirilmiş bir toplum ortamı.
Ankara’nın yanlışı, böyle bir senaryonun savunucuları arasına katılmak, rejim muhaliflerine kanat germek
ve sanki uygulayıcılığına da soyunacakmış gibi bir izlenim vermek.

Oysa, taraflar arasında tercihsiz ve tarafsız bir tutum komşuya daha fazla huzur getirebilir ve
Türkiye’ye daha az zarar verirdi.