Kategori arşivi: Hekim Saltık

Güven Soner : Kapitalizm ve sağlık

Dostlar,

Bir makale.. Biraz uzunca ama ufuk açıcı..

Okunmasını öneriyoruz..
(http://haber.sol.org.tr/serbest-kursu/kapitalizm-ve-saglik-guven-soner-haberi-79014, 4.9.13)

AKP’nin yabanıl (vahşi) sağlıkta özelleştirme – piyasalaştırma dayatmalarına direnmek gerek..

Sevgi ve saygı ile.
Datça, 6.9.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=====================================

 

Güven Soner : Kapitalizm ve sağlık 


Kapitalizm ve sağlık (Güven Soner)

Sağlık nedir?

Kuşkusuz bu soruya günümüz AKP Türkiye’sinde, onun piyasacı “sağlıkta dönüşüm”programı on yıldan fazladır hayatımızdayken “haktır!” cevabını yapıştırmamız gerekiyor, duyduğumuz her yerde.

Ancak ben sağlığın kavramsal olarak ne olduğunu ele almak istiyorum.

Bu yazıda sağlığın daha genel bir tanımını sorgulamak istiyorum.

Öyle ya, sürekli olarak kavramların içinin boşaltıldığı, özünün değiştirildiği bir sistemde yaşıyoruz.

Bu yüzden ara ara durup kavram sorgulaması yapmamız, kavramların içeriğinin değiştirilmesine, onun çarptırılmasına izin vermememiz önemli.

Üstelik hayatımızın vazgeçilmez parçaları olmuş kavramlar için bunu yapmamız daha da önemli.

Sağlık da hayatımızdaki bu vazgeçilmez kavramlardan.

Sağlık kavramı üzerine

Sağlık için, günümüzde hem akademi hem sağlık çalışanları çevresinde, hem de artık halk arasında yaygın bir görünürlük kazanan, Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)’nün 1947 yılında yapmış olduğu ve hâlâ anayasasında yer alan bir sağlık tanımı kullanılıyor.

  • DSÖ yapmış olduğu tanımda; Sağlığı, yalnızca hastalığın ve sakatlığın olmayış durumu değil aynı zamanda kişinin fiziksel, ruhsal ve sosyal yönden tam bir iyilik haline sahip olması şeklinde tanımlıyor.

Bu tanım çeşitli yönleriyle yıllardır eleştiriliyor.
Kimi çevreler tanımı yeterli görmezken, kimi çevreler gerçekleştirilmesi mümkün olmadığı için çok ütopik buluyorlar.
Bu doğrultuda DSÖ birkaç kez bu tanımı sorgulamak zorunda kaldı, bazı yayınlarında farklı tanımlara yer verdi ancak; hepsi de çok kısa süre görünür kaldılar.
1947 yılından beri farklı bir tanım DSÖ anayasasında yer almadı.

Bu yazımızda sağlık tanımının küçük bir tarihsel gezintisini yaparak en son DSÖ anayasasında yer alan, yukarıda bahsedilen tanımın günümüz neoliberal dünyası ile ne kadar uyumlu olduğunu göstermeye çalışacağız.

Tarihte ‘sağlık’

Sağlık, organik dünyaya ait bir kavramdır.
İnsanlığın ilk zamanlarında bir sağlık kavramından bahsedemesek de bir olgu olarak sağlıktan bahsedebiliriz.
Bu dönemde insan, yaşamını devam ettirebilmek için doğa ile mücadele etmeye başladığı sürece adım atmıştır.
Bunun sonucunda insanın, bir yandan doğaya karşı bir savunma mekanizması olarak bedeninin ve bilincinin evrimsel süreci tetiklenmiş bir yandan da doğa ile karşı karşıya kaldığı anlarda edindiği deneyimler ile hastalık ve kaza durumlarında neler yapabileceğini keşfettiği bir öğrenme süreci belirginleşmiştir.
Birçok sistemin mükemmelleşerek doğaya karşı bir savunma mekanizması oluşturmasına evrimsel gelişim için; kanayan yaraya basınç uygulama, aşırı sıcaklarda suya girme gibi refleksleri deneyimle kazanılan uygulamalara örnek olarak verebiliriz.

İlerleyen dönemlerde, kabile tarzı yaşama geçiş ile birlikte hastalık ve kazalar daha fazla görülmeye başlanmış, hastalıkların yorumlanamadığı durumlarda hastalık nedenleri doğaüstü güçlere bağlanmıştır.
Bu dönemde hastalık, insana ya tanrı tarafından verilen bir ceza ya da kötü bir gücün insan bedenine hapsolması şeklinde algılanır.
Bunun sonucunda hasta olan kişiler ya toplumdan uzaklaştırılmış ya da bir din adamının öncülüğünde büyü ya da dualarla tedavi edilmeye çalışılmıştır.

Egemen sınıfın ayrıcalığı

Bazı bitkilerin bazı hastalıklara iyi geldiğinin gözlenmesi ve yazının da aracılığı ile bu gözlemlerin yaygınlaşması hastalık olgusuna daha farklı bir yaklaşımın önünü açar.
Özellikle Hipokrat’ın tıp alanına yaptığı katkılar ile din ile tıp bilimi arasındaki bağ büyük bir hasara uğramıştır.

Ancak bu ilerlemelere rağmen köleci toplumda sağlıklı olma durumu egemen sınıfın bir ayrıcalığı olmuş, toplumda çoğunluğu oluşturan ezilen sınıfa yönelik bir sağlık hizmeti büyük oranda görülmemiştir.

Feodalizmde de sağlık hizmeti yer yer yaygınlaşmış olsa da yine bu hizmet baskın sınıfın bir ayrıcalığı olarak görülmüştür.

  • Ezilen sınıflar çoğu zaman bir sağlık hizmetine dahi ulaşamaz.

Ayrıca bu dönemde dinlerin oynadığı gerici rol yaygınlaştığı oranda tıp ile din arasındaki bağda oluşan hasar iyileşerek güçlenmeye başlamıştır.
Sağlık hizmetleri çoğu zaman kiliselerde papaz ve rahibeler tarafından sağlanır.
Bu hizmetlerin içeriği bilimsel bir tedavi programından uzak olup daha çok dua ve rituellerden oluşmuştur.

Bu zamanlarda her sınıflı toplumda olduğu gibi sağlıklı olma durumunun egemen sınıfın bir ayrıcalığı olarak görülmesi, bunun sonucunda yaşam alanlarında sağlık hizmeti sunum ağının ya olmaması ya da sağlık hizmetine erişiminin çok zor olması, gerçeklerin yorumlanamadığı oranda olayların doğaüstü güçlere bağlanması, pozitif bilimlerin varlığına rastlanmaması gibi nedenlerle sağlık hep negatif tanımlar ile anılır.
Sağlık yerine onun zıttı olan hastalık kavramı daha fazla oranda görünürde olmuştur.

Kapitalizmde ‘sağlık’

  • Kapitalizmde temel ilke kâr maksimizasyonudur.

Bu ilke doğrultusunda kapitalizmde egemen sınıf olan burjuvazi tüm olaylara pragmatist bir çerçevede yaklaşır, neredeyse her şeyi meta olarak değerlendirir.
Burjuvazinin sağlık konusuna yaklaşımı da elbette bu şekildedir.

Kapitalizmin baskın üretim tarzı olmaya başladığı yıllardan itibaren burjuvazi, daha fazla kâr için büyük bir iştahla üretimde gaza basmış, işçileri çok ağır çalışma koşulları altında çalıştırmış, onları katlanılması güç bir yaşama maruz bırakmıştır.

Bu dönemde kazanma açgözlülüğü ile işçi sınıfının sağlığı da üretim araçlarına sahip sınıf tarafından umursanmamıştır.
Ancak daha sonra durum biraz değişmiştir.
Çünkü; koşulların çok kötü durumda olması nedeniyle çalışma ortamında işçi ölümlerinin artmaya başlaması, işçilerin iyi bir beslenme düzeninden yoksunluğu, işçilerin yaşadığı bölgelerde hijyenden bahsedilememesi(toplu yaşanılan alanlarda kanalizasyon ağlarının olmaması örneğin) gibi sebeplerle bir çok bulaşıcı hastalığın ortaya çıkması, bu bulaşıcı hastalıkların yine hijyen koşullarının kötülüğünden dolayı hızla yayılması kapitalizmde temel üretici güç olan işçi sınıfında büyük kayba neden olmuştur ve egemen sınıf kâr döngüsünü sürdürebilmek için saydığımız nedenleri göz önüne alarak işçi sınıfının sağlığını iyileştirmeye yönelik adımlar atmaya başlamıştır.

İşçi sınıfının sağlığı

Sonuç olarak, sağlık hizmeti sunum ağları işçi sınıfının yaşadığı alanlarda yaygınlaştırılıp, zamanın bilimsel gelişmeleri sayesinde bazı hastalıklar ve nedenleri saptanmış olmasının avantajı ile de bu doğrultuda koruyucu önlemlere ağırlık verilmiştir.
Ayrıca işçinin üretim sürecini devam ettirebilmesi için beslenme ve barınma ihtiyacını karşılayacağı asgari ücretleri, çalışma saatleri burjuva sınıfı tarafından yeniden düzenlenir.
Gerçekleştirilen tüm bu olumlu uygulamalarda işçi sınıfı arasında yükselen hoşnutsuzluğundan payı büyük olmuştur.
Yer yer çıkan işçi sınıfı isyanları burjuvazinin bu adımları atmasını hızlandırır.

İşçi sınıfı emek gücünü satarak yaşamını devam ettirmek zorunda olduğu için,
bu dönemde sağlık, üretim yapabilme gücü ile bağdaştırılmıştır.
Hem işçi sınıfı hem egemen sınıf sağlığı, işçinin ertesi günü için işine devam etmesini sağlayacak miktarda sahip olması gereken enerji şeklinde algılamıştır.

Emperyalizm çağında ise, 1. ve 2. Dünya Savaşı’nın getirdiği büyük hasarları ortadan kaldırmak için kapitalist devletler sağlık hizmeti sunum ağlarını daha fazla geliştirmeye başlar.
Bu geliştirme çabalarında 1917 yılında yapılan Ekim Devrimi’nin de etkisi büyük olur.
Sovyetler Birliği’nde sağlık ücretsiz ve eşit olarak halka sunulduğu için kapitalist devletler kendi halklarında bir başkaldırı meydana gelmemesi adına sağlık sunumunda iyileştirmeye gitmek zorunda kalır.
Bu iki kutuplu dünyada sosyalist kutbun bilim ve akademideki hızlı gelişimi ve diğer kutbun bu hızı yakalama çabaları dünyada bir aydınlanma patlamasına sebep olmuştur.
Tarihin bu kesitinde sağlığa yönelik holistik (bütüncül) bir bakış yaygınlaşmaya başlar.

Bu dönemde en önemli olaylardan bir tanesi Birleşmiş Milletler bünyesinde
Dünya Sağlık Örgütü’nün kuruluşudur.
Dünya Sağlık Örgütü 1947 yılında, yukarıda bahsettiğimiz holistik (A.S.: tümelci, bütüncül)  bakışın etkisi ile sağlığa yönelik bir tanım getirme ihtiyacı hissetmiştir.
Tekrarlamak gerekirse; DSÖ sağlığı, yalnızca hastalık ve sakatlığın olmaması durumu değil aynı zamanda fiziksel, ruhsal ve sosyal yönden tam bir iyilik hali olarak tanımlar.

Dünya Sağlık Örgütü, ‘tüm insanların mümkün olan en üst sağlık düzeyini ulaşmaları’ amacıyla 7 Nisan 1948’de kurulur.
DSÖ, Birleşmiş Milletler bünyesinde özerk bir kuruluş olarak ortaya çıkmıştır.
Kuruluşunun ilk 20, 30 yılında üstlendiği roller önemlidir.

Dünya Sağlık Örgütü 2. Dünya Savaşı sonrasında ağır yaralar alan ülkelere birçok hizmette bulunur ve az gelişmiş ülkelerin sağlık alanında ciddi iyileştirmeler sağlar.
Bu dönemde DSÖ, günümüzden farklı olarak BM içinde bağımsız bir hat izlemiştir.
Bu yüzden DSÖ’nün yaptığı 1947 sağlık tanımı tümüyle iyi niyetlidir ve zamanına göre bir devrim niteliği taşır[3].

Sosyalizmin etkisi

İlerleyen yıllarda iki kutuplu dünyada sosyalist ülkelerin popülerliğinin artması
DSÖ’ye de yansır.

DSÖ hem bu sol ideolojiden doğrudan etkilenir hem de kendi bünyesinde sol görüşlü akademisyenleri barındırmaya başlar.
Bu yüzden 1978 yılında DSÖ’nün gerçekleştirdiği ‘Temel Sağlık Hizmetleri Konferansı’nın Kazakistan’ın başkenti Alma-Ata’da gerçekleşmesi tesadüf değildir.
Bu konferansta ülkelerin toplum sağlığını korumaya ve sürdürmeye yönelik yapmaları gereken standartlar belirlenmiş ve “2000 yılında Herkese Sağlık”hedefi konferansın akıllarda kalan sloganı olmuştur[4].

DSÖ 1984 yılında sağlığı bu kez şu şekilde tanımlar :

  • Sağlık, birey ve grupların bir yandan, istek ve arzularının farkına varabilmesi,
    diğer yandan ise çevreyi değiştirebilme ve onunla baş edebilmesinin ölçüsüdür.

Sağlık, bu nedenle günlük yaşamın bir kaynağı olarak görülür, yaşamın bir amacı olarak değil.
Sağlık, fiziksel kapasiteleri olduğu kadar, sosyal ve kişisel kaynakları da vurgulayan pozitif bir kavramdır.

Görüldüğü gibi yakın zamanda yapılan bu tanım 1947 tanımına göre çok çok ileridedir.
Bu tanımda birey ve gruplar isteklerinin farkına varan ve çevreyi dönüştürebilen bir özne olarak vurgulanmıştır.
Ayrıca sağlık, günlük yaşamın bir kaynağı olarak görülerek, hayatın ‘olmazsa olmaz’larından sayılmıştır.
Bu tanıma göre sağlığın ücretli sunulması da düşünülemez.
Bu tanımın oluşturulmasında DSÖ’deki sol görüşlü akademisyenlerin büyük katkısının olduğu gözükmektedir ve önemli bir gelişmedir.
Ancak, bu tanım daha sonrasında DSÖ anayasasında yer bulamamış ve unutulup gitmiştir.
İnternette bile çok kolay ulaşılmayan bir hâl almıştır.

Neoliberalizm ve satılabilir sağlık

Peki, sonrasında yaptığı daha ileri tanıma rağmen, DSÖ 1947’nin sağlık tanımında neden bu kadar ısrar ediyor?

Yukarıda 1947 tanımının tamamen iyi niyet çerçevesinde ve zamanına göre bir devrim niteliğinde olduğunu belirttik.
Ancak DSÖ’nün günümüzdeki ideolojik konumlayışı dolayısıyla tanımda bir değişiklik yapmamasının iyi niyetli olduğunu söylememiz mümkün değil.
Çünkü bu tanım, neoliberalizmin sağlık anlayışı ile tamamen uygun bir tanımdır.

Neoliberalizm, 1970’li yılların ortalarından itibaren günlük hayatımıza yerleşen bir ideolojidir.
Kapitalizm yarattığı ekonomik buhrandan kurtulmak için neoliberal politikaları izlemeye başlamıştır.
Neoliberalizm, özel mülkiyete sınırsız izin verildiği, kamu sorumluluklarının ortadan kaldırılarak sorumlulukların bireylere yüklendiği, insanın toplumdan kopartılarak yabancılaşmasının tavan yaptırıldığı; onu bencilliğe, pragmatizme, bir hiçliğe iten sistemin adıdır.
Neoliberalizmde birey en temel haklarını dahi kendisi karşılamakla yükümlüdür, bu haklar da zaten satılıktır.
Sağlık bu haklardan sadece bir tanesidir.

Tüketim olarak sağlık

Neoliberal ideolojinin seksenli yıllardan itibaren ağırlık kazanmasının ardından sağlık hizmetleri hızla özelleştirilmiş, hastalar bu hizmetleri tüketen bir müşteri konumuna getirilmiştir.
Ancak kapitalizmde kârın maksimizasyonu temel ilke olduğu için sağlık hizmetlerine erişen kesimin sadece hastalardan ibaret kılınmaması sağlanmıştır.
Bu doğrultuda insan yaşamı tıbbileştirilerek[5] tüketimin süreklilik gösterdiği bir sağlık pazarı oluşturulmuştur.

Yapılan ideolojik girdiler ile bireyler kapitalizmin belirlediği vücut oranlarına sahip olmaya çalışmış, yaşlılık gibi normal bir süreç hastalık olarak gösterilerek önlemeye yönelik hizmetler satın almış, daha önce hiç de anormal karşılamadığı çekingen olma, konsantre olamama, hareketli olma durumları sosyal fobi, dikkat bozukluğu, hiperaktivite gibi adlandırmalarla tekrar ‘tanımıştır’.
Ayrıca tıp alanında kullanılan göstergeler tekrardan tanımlanmış check-up gibi programlarla ideal kolestrol seviyesi, normal kalp hızı, standart akciğer kapasitesi gibi kavramlar hayatımıza girmiştir.
Sonuç olarak sağlıklı insanlar dahi bu değerlere ulaşmak için gayret göstermeye başlamış, kendilerini ‘normal’ kılmak adına sağlık hizmeti satın alır bulmuştur.

Tüm bunlar yapılırken toplum, bir ‘risk toplumu’na dönüştürülmüştür.
Sistemin ideolojik aygıtları sürekli olarak insanlara korku yaymıştır.
Çünkü birey bunları yapmazsa daha ‘güzel’ olamayacak ya da daha fazla yaşayamayabilecektir (Son yıllarda televizyon kanallarında artan sağlık programları, medikal reklamlar tesadüf mü?)

‘Birey’ olarak ‘tam iyilik’ aramak

Üçüncü tekrarımızı yapıyoruz, ancak tekrarlamamızda fayda var; 1947 yılında DSÖ ilk andan beri anayasasında sağlığı şu şekilde tanımlamıştı: Sağlık, sadece hastalık ve sakatlığın olmayışı durumu değil, fiziksel, ruhsal ve sosyal yönden tam bir iyilik halidir.

Şimdi tüm bu yazdıklarımız ile bu tanımı tekrar düşünmekte fayda var.
İnsanlar günümüzde sürekli olarak bir sağlık hizmeti alma zorunluluğu hissediyorsa, bunun nedeni neoliberalizm insanlara işlediği “tam iyilik” haline ulaşma düşüncesidir.
Bu düzende bireyler “bireyselleşerek” pragmatistleşir ve hep en iyisine ulaşmayı arzular, bunun için de teknolojik ve bilimsel gelişmeleri kaçırmamalı, her şeyin en iyisine sahip olmaya çalışmalıdır.

Ayrıca sistem güzellik olarak ne anlamamızı öğütlüyorsa, nasıl daha iyi bir yaşama sahip olunuru, nasıl daha geç ölmemiz gerektiğini tavsiye ediyorsa, hangi kıyafetlerin iyi hangilerinin kötü olduğunu her gün medya aracılığı ile bize haykırıyorsa ve kitleler tüm bunlardan kolayca etkileniyorsa bu, insanların üzerinde beliren yine sistemin ideolojik bir girdisi olan ‘en iyiye özlem’ hâlidir.

Bu yüzden her ne kadar 1947 yılında yapılan sağlık tanımı zamanın koşullarında ileri bir aşama olsa da bu tanım, günümüzde neoliberal dünyaya hizmet etmektedir.

Peki, o halde sağlık nedir?

DSÖ’nün sağlık tanımının birçok eleştiri aldığını söylemiştik.
Bu çerçevede birçok sağlık tanımı önerisi yapıldı.
Bunların tamamını burada saymamız mümkün değil.
Ancak Onur Hamzaoğlu’nun yapmış olduğu tanımı burada paylaşmadan yazıyı bitirmemiz de büyük haksızlık olur.
Bu yüzden kapanışımızı bu tanım ile yapalım.
Onur Hamzaoğlu’nun Sol Meclis üretimi olan “Sosyalist Türkiye’de Sağlık” adlı kitapta yaptığı tanımı, her noktasında materyalizmin izlerini taşıyor.
Hamzaoğlu, sağlığı şu şekilde tanımlıyor:

  • Soyut ve somut pek çok ürünün yaratıcısı olan insanın, toplumun üyeleriyle kolektif içinde ve her bir üyenin gereksinimini sonuçta eşitliği sağlayacak biçimde örgütlenerek üretebilmesi, biyolojik ve zihinsel bütünlüğün korunması ve toplumsal örgütlülük ve üretim süreciyle birlikte geliştirilmesidir.

Notlar    :

1.Bu başlığı açarak, kapitalizmi tarihsel süreçten kopartılmış bir olgu olarak değerlendirdiğimi düşünmeyin sakın.
Sadece kapitalizm gibi karmaşık bir sistemde sağlık olgusunun daha bir özenli incelenmesin gerektiğini düşündüğüm için kapitalizm, ayrı bir başlığı hak ediyor.

2.Bu nokta önemli, çünkü kapitalizmin pragmatist ideolojisini gözler önüne seriyor.
Günümüzde de sağlık hizmeti sunum alanlarının kırsal alanlardan daha fazla oranda kent coğrafyasında yaygınlaşmasının sebebi, işçi sınıfını yerleşiminin genellikle kentsel alanlarda olmasıdır.
Kapitalizm, işçi sınıfına asgari düzeyde sağlık hizmeti sunmak zorundadır ki, fabrikasının bacası tütebilsin.

3.Burada, 1946 yılında New York’ta düzenlenen sağlık konferansında BM’ye üye olan ülkelerce DSÖ anayasasının hazırlandığını, DSÖ’nün kuruluşunun ise bundan iki yıl sonra gerçekleştiğini belirtelim.

4.2013 yılındayız ve bu hedefin gerçekleştiğinden bahsetmemiz imkânsız.
Üstelik DSÖ bu konuda bir sorgulama da yapmamıştır.
Çünkü özellikle 2000’li yıllardan itibaren DSÖ ideolojik olarak ciddi bir deformasyona uğramış ve kendisini büyük oranda egemen sınıftan yana konumlandırmıştır.

5.Kavramsallaştırma Deniz Sezgin’e ait.
Sezgin, Deniz.(2011).

Tıbbileştirilen Yaşam Bireyselleştirilen Sağlık.
İstanbul: Ayrıntı Yayınları

SGK’dan 21 hastalıkta engellilikle (malulen) emeklilik hakkı !?

Dostlar,

SGK (Sosyal Güvenlik Kurumu), geçtiğimiz günlerde Maluliyet Yönetmeliği‘nde değişiklikler yaptı. Söz konusu değişiklikler kapsam genişletme yönünde ve 1.9.13’te yürürlüğe girdi. Kurum Başkanı Yadigar Gökalp İlhan, 31.8.13 günü NTV’ye demeç verdi. (Tüm metin için lütfen tıklayınız: Maluliyet_Yonetmeligi_Degişti_SGK_1.9.13)

Bilindiği gibi SGK prim = ek vergi temelli finanse edilmektedir. 5510 sayılı
Genel Sağlık Sigortası ve Sosyal Güvenlik Yasası, 1.10.2008’den bu yana aşamalı olarak yürürlük alarak varolan sosyal güvenlik kurumlarını birleştirmiş ve
parçalı yapı sona ermiştir. (Banka Sandıklarının devri halen sürüyor..)

Ancak bu köklü değişiklikle akçal (mali) sorunlar çözülmüş değildir.

SGK devasa açıklar vermekte ve Merkezi Yönetim Bütçesinden çok ciddi
ödenek aktarımları ike (transferle) aktüaryal dengenin sağlanmasına çalışılmaktadır. Ancak bu aktarımlar Kurumun bütçesinin yarısına dek varabilmekte, Merkezi Yönetim Bütçesinin (eski deyimle genel bütçe) 1/5’ine dek tırmanabilmektedir!
Öyle ki, bu kaçınılmaz aktarımlar olmasa, Bütçe açık vermeyecektir!
Durum, önceki Çalışma ve SG Bakanı Ömer Çelik’in ağzından, “sürdürülebilir” (sustainable) değildir.

Kurumun aktüaryal (girdi – çıktı) dengeleri kritikitir.
Devletin, kamu işvereni de olması nedeniyle çalışanları için ödediği primler dışında, SOSYAL DEVLET olarak da doğrudan sistemi desteklemesi gerekir. OECD – AB ülkelerinde bu bağlamdaki katkı, tüm SGK gelirlerinin %23-35’i arasında değişmektedir.

Son değişikliğin Kuruma (SGK’ya) akçal (mali, finansal) yükünün iyi hesaplanmış olması beklenir. Ancak bu konuda iyimser değiliz. Bir kez 5510 sayıl yasa ile tam engellilik oranı %66’dan 60’a çekilerek kapsam genişletilmiş ve Kurumdan (SGK) engelli (malul) aylığı alanların sayısı 120 binlere tırmanmıştır. İkincisi, salt kanser olguları üzerinden gidilecek olsa, ülkemizde her yıl yüz bin kişiden 200’üne kanser tanısı konduğuna göre (Yıllık kanser insidens hızı 200E-05), tüm kanser tanısı alanlar ENGELLİLİK kapsamına alındığına göre, 1 yıl sonra salt yeni kanser tanısı alanlar yüzünden Kurumun (SGK) engelli aylığı ödemek zorunda kalacağı kişiler 120 binden 320 bine fırlayacaktır! Öbür yeni eklenen 20 hastalık kaynaklı havuza eklemeler bir yana.. Önceden kanser tanısı almışların engellilik başvuruları da bir yana..

Ayrıca günümüzde pek çok kanser türünün artık “kronik hastalık sayıldığı”,
birçok insanın bu hastalıkları ile birlikte yaşayarak çalışmalarını sürdürdükleri de
bir başka gerçek.

Sonuç      :
Nasrettin hoca eve 2 okka et alır eşi yemek yapsın diye.. Kadın, yaptığı yemeği komşularına ikram eder ve akşam eve gelen Hoca’ya etli yemek sunamaz. Açıklamasını ise eti kedinin kaparak yediği yönünde yapar. Hoca Nasrettin kediyi kapar ve kantara koyar.. 2 okka çekmektedir ve sorar :

– Bre kadın, bu kedi 2 okka.. Hepsi et olsa, Kedi nerede? Bu kedi ise et nerede?

*****

SGK’nın bu Yönetmelik değişikliği Kuruma / Ülkeye çok ciddi mali yük getirecektir.
SGK son derece saldırgan (agressif) davranarak prim yükümlülerinin banka hesaplarına
bile el koymakta, muvazaa ile (danışıklı) boşanan çiftlerin özel yaşamlarına girmekte, eczane ve ilaç firmalarına ağır indirimler (iskontolar) yaptırtmaktadır….

Akla, Mart 2014 yerel seçimleri gelmektedir..
Öte yandan, bizzat Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan ekonominin iyi gitmediğini,
daha kötü günlerin geleceğini açıklamaktadır.

  • Türkiye; AKP iktidarı ile binmiş bir alamete, hızla gidiyor kıyamete..

Sevgi ve saygı ile.
Datça, 3.9.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

============================================

 

SGK_logosu

21 hastalıkta engellilikle (malulen) emeklilik hakkı

  • SGK’nın (Sosyal Güvenlik Kurumu’nun) kapsamını genişlettiği engellilikle (malulen) emeklilik düzenlemesi 1 Eylül’den (2013) başlayarak yürürlüğe giriyor. 21 hastalıktan emekliye ayrılabileceklere 971 TL aylık ödenecek.

Engellilikle (Malulen) emekliliğin kapsamı genişletildi. Yeni düzenleme 1 Eylül’den (2013)  başlayarak yürürlükte. 21 hastalıktan emekliye ayrılacaklara 971 TL aylık ödenecek.

SGK’nın (Sosyal Güvenlik Kurumu) malulen emekliliğin kapsamını genişletmesiyle 4 bin 250 kişi 1 Eylül’den (2013) başlayarak emekli olabilecek.
Böylece engellilikle (malulen) emekli sayısı 119 bine çıkacak.

Düzenleme, eski yönetmeliğe göre engellilik (malullük) başvurusu yapıp reddedilenlere yeniden başvuru yapma hakkı getiriyor.

  • Engellilikle (Malulen) emekli olabilmek için kişinin çalışma gücünün veya iş kazası ya da meslek hastalığı sonucu meslekte kazanma gücünün en az %60’ını veya tümünü yitirdiği sağlık kurulunca raporlanacak.

Ayrıca en az 10 yıldan beri sigortalı olup, toplam 1800 gün (5 tam yıl, 360 x 5 = 1800 gün) sigorta primi ödenmiş olma koşulu da bulunuyor.

Kemik iliği aktarımı (nakli) dışında tüm organ aktarımlı hastalara koşulsuz engellilik (maluliyet) hakkı veriliyor. Böbrek aktarımı (nakli) sonrası uygulanan denetim (kontrol) muayeneleri ise kaldırıldı.

  • Tüm kanser hastaları tanı aldıktan sonra koşulsuz olarak engelli (malul)
    kabul edilecek.

Depresyonun teşhis ve tedavisinde köklü değişiklikler

Dostlar,

Depresyon” çok bildik bir kavram..

Özellikle son 3-4 onyılda Küreselleşitirmeci = yeni emperyalist politikalar
yaşamda eşitsizlikleri giderek derinleştirdi. YOKULLAŞTIRMA da buna eklendi
ve özellikle yoksulluk; dünya genelinde sağlık için süregelen en büyük tedhdit olma düzeyine tırmandı. (Prof. Beaglehole Prof. R, Bonita R. Both, from the World Health Organization, Geneva, 2004)

Public_Health_at_Crossroad

Konuya ilişkin daha çok bilgi için,
bu sitede daha önce yayımlanmış olan “Toplumsal uh Sağlığı” başlıklı ders notlarımıza bakılmasını öneririz.. (167 yansılık pdf dosyası)
(http://ahmetsaltik.net/2012/05/21/ toplumsal-ruh-sagligi-community-mental-health/

Temel çare dayanışmacı – paylaşımcı bir toplumsal düzendir.

Sevgi ve saygı ile.
Datça, 2.9.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=========================================

PSİKİYATRİ DÜNYASINDA DEVRİM:

Depresyonun teşhis ve tedavisinde köklü değişiklikler

  • Depresyon, Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO)
    küresel sağlığı tehdit eden önemli hastalıklar listesinin ilk sıralarında.

Son 20-30 yıldır büyük bir artış gösteren hastalığın nedeni hâlâ tam olarak anlaşılmış değil. 1980’li yıllarda mucize ilaç olarak nitelendirilen antidepresanların hastaların ancak yarısını iyileştirdiği, öbür yarısının da ilaçlara direnç geliştirdiği yeni yeni
ortaya çıkıyor.

Bu sonuçlar karşısında dev ilaç şirketlerinin pek çoğu, depresyon araştırmalarına
son vermiş durumda. Ancak bilim insanları hastalığın nedenlerini ortaya çıkartma konusunda kararlı; geliştirdikleri yeni tedavi yöntemlerinden şimdiye dek olumlu sonuçlar alındı.

Hangi hastalığa yakalanırsanız yakalanın- ister soğuk algınlığı kadar sıradan,
ister kanser kadar ciddi bir hastalık olsun- yakınlarınız hastalığınızı ciddiye alır ve iyileşmeniz için ellerinden geleni yaparlar. Ancak depresyona yakalanmış iseniz
işiniz zordur; zira kimse hasta olduğunuza inanmaz; içinde bulunduğunuz durumu şımarıklık, tembellik veya naz olarak algılar. Bu gibi durumlarda en sık duyduğumuz tavsiyeler şunlardır :

– “Her şeyin var, niye hâlâ mutsuzsun?”,
– “Kendini toparla artık!”,
– “Kafana bir şey takma!”,
– “Bütün gün yatacağına, kalk biraz işe yara” vb..

Psikiyatristlere göre depresyon geçirmekte olan bir insana “Toparla artık kendini” demek, ayağı kırık bir insana “Hadi kalk ve koş!” demekle eşdeğerdir.

  • Dünya Sağlık Örgütü’ne göre depresyon, dünyanın en yaygın ve küresel ekonomiye en fazla yük bindiren hastalıklardan biri.

Bu denli yaygın bir hastalığın hem en yanlış bilinen, hem de en çok yasınan (inkâr edilen) bir sağlık sorunu olması ilginç değil mi?

DEPRESYON GERÇEK BİR HASTALIK MI?

Depresyonun gerçek bir hastalık olup olmadığı, melankoli olarak nitelendirildiği ilk andan beri sorgulanır. 1980’li yıllarda mucize ilaç olarak nitelendirilen antidepresanların ortaya çıkışıyla birlikte, hastalığın biyolojik bir nedene dayandığı ilk kez kabul edildi.

İlaçların serotonin düzeyini “düzeltmesiyle” birlikte, hastalığın büyük ölçüde tedavi edilebilir olduğu düşüncesi, psikiyatri dünyasında geniş kabul gördü.
Özellikle Elizabeth Wurtzel’in Prozac Nation-Prozac Toplumu isimli kitabıyla
bu görüş bütün dünyaya yayıldı.

Ancak son on yıldır Prozac ve benzeri ilaçlarla tedavi edilen hastaların yaklaşık yarısında en ufak bir iyiye gidiş görülmüyor. Kullanılmakta olan ilaçların etkisi olabileceği düşünüleceğine, iyileşmeyen hastalar “tedaviye dirençli” oldukları gerekçesiyle
toplum dışına itiliyor.

Bütün bunların depresyon konusundaki belirsizliği biraz daha artırmaktan başka
bir işe yaramadığı kesin.

Bazı büyük ilaç şirketleri ilaç araştırmalarından çekilerek, bir anlamda hastalara “Ne halin varsa gör” diyorlar. Ancak ilaç şirketlerinin bu tavrı, bilim insanlarını yıldırmadığı gibi yeni arayışlara itiyor. Öyle ki, yeni geliştirdikleri kimi yöntemler, “tedavi edilemez” denilen kimi olgularda mucize olarak nitelendirilebilecek sonuçlara yol açıyor.
Bugün bilim insanları depresyon ile ilgili bugüne dek bilinenleri bir kenara bırakıp, hastalığın sanki yeni bir sağlık sorunuymuş gibi ele alınmasına sıcak bakıyor.
Bu yaklaşım, depresyonun altında yatan mekanizmaların daha iyi anlaşılmasını sağladığı gibi, dünyanın bu en anlaşılmaz hastalığının kesin tedavisinin geliştirilebileceği umudunu doğurdu.

TEK BİR BOZUKLUK DEĞİL

Yeni araştırmalar depresyonun tek bir bozukluktan kaynaklanmadığını, tam tersi altında farklı nörolojik mekanizmaların yattığı, çeşitli rahatsızlıklardan oluşan kompleks bir hastalık olduğunu gösteriyor. Böylece ilaç sektöründe 1950’lerden sonra ilk kez bir rönesansın ilk sinyalleri alınmaya başladı.

  • Depresyon en acımasız hastalıklardan biridir. 

Farklı kaynaklar farklı tahminlerde bulunmasına karşın, yaklaşık her altı kişiden birinin yaşamının bir noktasında depresyon ile tanıştığı tahmin ediliyor.
Hastalığın semptomlarına katlanmak gerçekten çok zordur.
Bunların başında

– uykusuzluk,
– umutsuzluk,
– yaşamdan kopuş,
– kronik tükenmişlik ve hatta kalp krizi gibi..

bazı hastalık risklerinin artması geliyor. Depresyondaki hasta ayrıca, kendisini diğer insanlardan soyutlar. Bu eğilimin aşırıya vardırılması sonucunda hasta tedaviyi de reddeder.

Tedavi edilmeyen depresyon hastalarında intihar eğilimi görülür.

Dünyada her 40 saniyede bir, bir insanın intihar girişiminde bulunduğunu açıklayan WHO, depresyonu, insanı yaşamdan kopartan en önemli iş görememezlik hali olarak nitelendiriyor.

İnsanları depresyona iten nedenler nedir?

Bugün kabul gören yaygın kurama göre, hastalık beyindeki kimyasal dengesizliğin bir sonucudur. Bu bağlamda birinci derecedeki suçlu serotonin denilen nörotransmiterdir. Pek çok deneyde depresyon ile düşük düzeyli serotonin arasında çok yakın bir ilişki bulundu. Genel kanıya göre bu hormonun düşük düzeyde olması nöronlar arasındaki mesajlaşmayı aksatır.

İLAÇLARIN ETKİSİNİN AZALMASI

Bu kurama göre, serotonin düzeyi artırıldığı zaman, nöronlar arası sinyal iletimi normale döner ve dolayısıyla duygudurum bozukluğu da ortadan kalkar. Etkin maddesi fluoxetine olan Prozac, serotonin varsayımına göre üretilen ilk ilaçtı. 1980’li yılların sonlarına doğru piyasaya çıkan ilacı, aynı kurama dayanan pek çok ilaç izledi.
Bunların ortak özelliği, beynin serotonini yeniden absorbe etmesini engellemek ve hormonun düzeyini yüksekte tutmaktı.

Bu ilaçlar ilk başta depresyonu iyileştiriyor gibi görünse de zaman içinde etkisini yitirdiği anlaşıldı. 1980’li ve 1990’lı yıllarda yapılan klinik deneyler, hastaların % 80 ile % 90’ının remisyona (belirti kaybı) girdiğini gösterirken, 2000’li yıllarda yapılan çalışmalar standart antidepresanların hastaların yalnızca % 60 veya % 70’inde yarar sağladığını işaret ediyordu. Bu düşüş özellikle Amerikan Akıl Sağlığı Enstitüsü’nün (NIMH) ülke çapında yürüttüğü, geniş katılımlı bir klinik deneyden elde ettiği sonuçları açıklamasıyla
netlik kazandı. Bu sonuç, ilaç şirketlerinin önayak olduğu araştırmalardan çok farklıydı. NIMH’in deneyine katılan 2876 hastadan çok azının tam şifaya kavuşması,
pek çok insanın ilaçlara duyduğu güveni sarstı.

İLAÇ ŞİRKETLERİNİN AYAK OYUNLARI

Antidepresanların etkisindeki bu belirgin düşüşün nedenleri neydi? Bir olasılık, ilaçların iddia edildiği kadar etkili olmamalarıydı. Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi (FDA),
bir antidepresana onay vermek için ilacın plaseboya göre daha üstün olduğunu gösterir iki geniş kapsamlı araştırmanın yapılmasını şart koşar. Ne var ki ilaç şirketleri yaptıkları her araştırmanın sonucunu FDA’ya iletmek zorunda değildir. Bu durumda şirketler, yalnızca pozitif sonuçları Kuruma (FDA) bildirmeyi tercih eder.

Massachusetts General Hospital’ın psikiyatri araştırmaları bölümü başkanı
David Mischoulon, ilaç şirketlerinin bir bilim dergisinde yayımlamadıkları ve kamuoyuna duyurmadıkları deneyleri gözden geçirince, pozitif sonuçlardan daha fazla negatif sonuca rastladığını açıklıyor. Bu deneylerin büyük bir bölümünde, ilaçların plasebodan “biraz daha” yararlı olduğu görülüyor. Mischoulon bu sonucu şöyle açıklıyor:

“Halihazırda herhangi bir antidepresanın hastaların ancak % 50’sine yarar sağladığını görmekteyiz. Demek ki antidepresanlara dirençli hasta sayısındaki artış, doktorların ilaçların yetersizliğini kavrayıncaya dek aradan geçen zamanın
bir yansımasından başka bir şey değil.”

YENİ UYGULAMALAR

Hastalığı denetim altına alamayan klinisyenler, yeni tedavilerin peşine düştüler.
Bu yönde çalışmalarının kapsamını genişlettiler. Bu çalışmalarda elektriksel ve manyetik beyin uyarıcılarından ve veterinerlerin kullandığı Ketamin‘den
büyük yarar sağladılar.

Deneysel uygulamaların başında “repetitive transcranial magnetic stimulation -rTMS” geliyor. Bu tedavide hastanın başına bir başlık geçiriliyor ve büyük bir makinenin altında 20 dakika kadar oturtuluyor. Bu arada hastanın sol şakağının birkaç santim uzağına yerleştirilen bir küçük bir bobinden kısa elektrik akımı geçiriliyor. Bu da yüksek yoğunluklu manyetik bir puls yaratıyor.

İlaçlara direnç geliştirdiği düşünülen kimi hastalarda, yaklaşık 15 seanslık bir uygulamadan sonra belirgin bir iyileşme olduğu saptandı. Bir çalışmada hiçbir tedaviye yanıt vermeyen 28 depresyon hastasının 12’sinden olumlu sonuç alındı.

Şu anda rTMS oldukça pahalı bir uygulama. Örneğin İngiltere’de Ulusal Sağlık Sigortası bu uygulamanın giderlerini karşılamıyor. Özel kiniklerde ise yaklaşık 6000 sterline mal oluyor.

ABD’de ise klinisyenler daha ucuz bir seçenekle benzer sonuçlar alabiliyor.
Bunun adı kraniyal elektriksel uyarım. rTMS’den daha küçük olan cihaz iskambil destesi boyutlarında. Bu uygulamada başa sabitlenmiş iki elektrottan az miktarda akım veriliyor.

KETAMİN MUCİZESİ

Uygulama kolaylığı açısından en umut verici seçenek ketamin adlı ilaç. 2000 yılında ilaç tedavisine yanıt vermeyen 8 hastaya damardan tek bir doz ketamin verildiğinde semptomların yittiği izlendi.

Birkaç araştırmadan da benzer olumlu sonuçlar alınınca New York’taki Mount Sinai Tıp Okulu’nda 72 depresyon hastasının katılımı ile bugüne dek yapılmış en geniş kapsamlı çalışma yürütüldü. İntihar eğilimi taşıyan hastalar, daha önce hiçbir tedaviden yarar sağlamazken, ketamin tedavisi ile intihar takıntısından kurtuldular. Bilim insanları ketaminin hastaların % 60’ında yarar sağladığını bildiriyor.

YENİ SUÇLU: GLUTAMAT

Geleneksel sağaltım (tedavi) yöntemlerinin işe yaramamasının nedenlerini araştıran bilim insanları, yeni bir suçlu buldular. Glutamat adı verilen bu baskın beyin nörotransmiteri, öğrenme, motivasyon, bellek ve plastisite konusunda çok önemli bir
rol oynar. Bilim insanları, glutamat düzeyinin serotonin gibi depresyondaki insanların beyninde düşük olduğunu tespit etti.

Ancak glutamat ve serotoninin ortak noktaları bu noktada sona eriyor. Nöronlar arası
ileti taşımasının yanı sıra, glutamat beynin nöronları onarmasına yardım ediyor.
Bu özellik, depresyonun son yıllarda ortaya çıkan bir kuram ile birebir uyuşuyor.

Bu kurama göre depresyon, nöronların ucundaki dendrit denilen dal benzeri yapıların büzülmesine yol açar. Buna bağlı olarak sinapslar kırık birer köprü haline geldiği için, iletilerin (mesajların) nöronlar arasındaki iletimi bozulur. Bu kuramı destekleyen bir başka kanıt da birbiri ardına oluşan depresyon ataklarının, hastayı bir sonraki atağa daha açık hale getirmesidir.

ÇÖZÜM GLUTAMAT MI?

Ketamin deneyleri, glutamatın çözüm sağlayabileceğini gösterir ilk ipuçlarıdır.
Ketamin nöronların bozuk olan dendritlerini onardığı için mesaj iletimindeki aksaklıklar ortadan kalkar. Başka deneylerde de rTKS’nin glutamat düzeyini artırdığı ortaya çıktı.

Bilim insanları bütün bu bulguların ışığında,

– Depresyonun kimyasal bir dengesizlik olarak değil, nöronların yapısal bozukluğu olarak tanımlanmasının daha doğru olacağını düşünüyor.

Ancak bu tanım serotoninin tümüyle taca çıktığı anlamına gelmemeli.
Mischoulon, daha önceki araştırmaların yanlış değil, yalnızca eksik olduğuna
dikkat çekiyor. ABD’de psikiyatrinin kutsal kitabı olarak değerlendirilen
The Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders,
depresyonu kategorilere bölüyor.

Ancak hepsinin altında yatan nörofizyolojik mekanizmanın aynı olduğunu kabul ediyor. Yeni araştırmaların bunu değiştirebileceğini düşünen Mischoulon,

“Şimdi depresyon şemsiyesi altında çok çeşitli hastalıkların toplanmış olduğunu düşünüyoruz. Bu hastalıklarda glutamat da serotonin de suçlu sandalyesinde.” diyor.

YENİ BİR BAŞLANGIÇ

Eğer depresyon çeşitli hastalıkların ortak adıysa, insanlar depresyonun hangi alt tipine yakalanmış olduğunu nasıl anlayacak? Bunun bir yolu, hangi ilaçların iyi geldiğini saptamaktır. “Eğer ilk gün ketaminden fayda sağlamıyorsanız, hiçbir zaman sağlamayacaksınız demektir” diye konuşan Amerikan Akıl Sağlığı Enstitüsü’nden (NIMH) Carlos Zarate,

“Şu anda depresyonun hangi alt tipine yakalanmış olduğunuzu anlamak için
kanda kimi faktörleri belirleme aşamasındayız. Beyin taramaları da başka bir seçenek. Böylece hastanın ilaçlardan mı, yoksa konuşma terapisinden mi daha çok yarar sağlayacağını önceden anlayabileceğiz” diyor.

Bütün bu çalışmalar henüz emekleme evresinde. Ancak kan testlerinden sonuç alınıncaya dek depresyonla savaşımda (mücadelede) glutamat içerikli çok sayıda ilacın piyasaya çıkacağı kestiriliyor. AstraZeneca, Roche ve Janssen başta olmak üzere kimi ilaç şirketleri, hap şeklinde veya damar yoluyla uygulanan ilaçları birkaç yıl içinde
pazara sunmaya hazırlanıyor.

Ancak bilim insanları bir konuda rahatsız. Eğer glutamat beyni yeniden şekillendirebiliyorsa, beyinde kalıcı bir yapısal değişiklik yaratabilir mi?
Yale Üniversitesi’nden George Aghajanian, yineleyen (nükseden) depresyon ataklarına eğilimli olan hastalarda, Ketamin’in kalıcı düzelme sağladığına ilişkin somut verilere ulaşmış durumda.

Gelecekte depresyonun tanı (teşhis) ve sağaltımında (tedavisinde) ne gibi değişikliklerle karşılaşacağımızı şimdilik bilmesek de Glutamat, depresyonu bambaşka bir açıdan ele almamızı sağlayacak. Bu da psikiyatri tarihinde sık rastlanılan bir olgu değil.

Türkçesi: Reyhan Oksay
New Scientist, 27 Temmuz 2013
(Cumhuriyet Bilim Teknik 16.08.2013)

OBEZİTEDE DÜNYA ONUNCUSUYUZ

Dostlar,

Bir yandan şişmanlık (obesite), bir yandan “AÇLIK ÖLÜMLERİ“!
Son derece düşündürücü.. Bipolar bozukluk gibi.. (Manik ve depressif uçlar..)
Kabaca 1 milyar ŞİŞMAN insan 1 milyar da AÇ insan!
7+ milyar nüfusun en az 2 milyarı bu bağlamda ciddi sorunlu..
1 milyar AÇ İNSAN sayısı da KüreselleşTİRme = Yeni Emperyalizm politikalarıyla artışta..

  • 1 milyar AÇ İNSANIN 11 milyonu her yıl AÇLIKTAN ÖLMEKTE!

Bu rakam her 5 ölümden 1’i anlamına gelmekte ve son derece ciddi..
Öbür tüm ölüm nedenlerinin önünde.. Daha açık söyleyelim;

  • 1 numaralı ölüm nedeni, 21. yy’ın postmodern dünyasında, AÇLIK!

Dünya ekonomisi için çok ağır bir sorun.. Son birkaç onyılda ABD kökenli
“fast food” kültürü tüm dünyada çok yaygınlaştı(rıldı). Dünyaya “armağanı” da (!) milyonlarca “şişman” ve “fazla kilolu” insan oldu.

Kapitalizm, “fast food” kültürü yaratarak müşterilerini artırdığı ölçüde, kazancı da büyüdü dünya genelinde zincir marketleriyle. Yarattığı markaların “Franchising” gelirleri kasalarına aktı.. Derken, obesite – fazla kilo sorunu için “çare” yi de
yine kapitalizm üretiyor.. Çoook değişik kimyasal formüller, hatta ilaçlar,
kozmetik yöntemler, egzersiz aletleri ve “obesite cerahisi”!

Sağlık ve Gıda Bakanlıkları başta olmak üzere, Milli Eğitim (okullar!) ile Spor Bakanlığı ve yerel yönetimlerin basın ile işbirliği içinde, bu ciddi ve yaygınlığı giderek artan önemli “Halk Sağlığı Sorunu” nu yönetmek üzere ulusal ölçekte denetim programları geliştirmek ana görevleridir…

  • “Ulusal Şişmanlık Denetim Programı” hızla oluşturularak
    etkin biçimde uygulamaya konmalıdır. Daha kapsamlı olmak üzere,
    çok doğallıkla, açlık – yetersiz beslenme sorunu için
    “Ulusal Beslenme Programı” olmak zorundadır.

Obesite

Sevgi ve saygı ile.
İzmir, 31.8.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==============================================

Dünya obezite sıralamasında Meksika 1. olurken Türkiye 10’uncu sırada yer alıyor.

OBEZİTEDE DÜNYA ONUNCUSUYUZ

Obezite (şişmanlık) belki de 21. yüzyılın en ciddi sağlık sorunu olma yolunda ilerliyor. Hem dünya hem de Türkiye çapındaki rakamlar da bunu belgeliyor.

Türkiye obezite sıralamasında hızla üst sıralara tırmanırken, dünya genelinde de obezite ciddi şekilde artış gösteriyor. Sağlık Bakanlığı kısa süre sonra obeziteye karşı farkındalık yaratmak için bir çalışma içine girecek. Peki yeterli mi?

BM Gıda ve Tarım Örgütü (A. Saltık : FAO) 2013 yılı rakamlarına göre, ilk kez ABD’yi geçen Meksika, dünyanın en obez ülkesi oldu. Meksika’da nüfusun %32.8’i obez! Meksika’yı sırasıyla ABD, Suriye, Venezüela izlerken, Türkiye obezite liginde 10’uncu. Ülkede obezite sıklığı erkeklerde %20,5 kadınlarda %41,0 düzeyinde. Dünya çapındaysa ise “fazla kilolu” olanların oranı %34.6, “fazla kilolu + şişman”
(A. Saltık : 2’si birlikte) olanlar %64,9, “çok şişmanlar” ise %2,9 olarak belirlenmiş.

Yeniden Türkiye’ye dönelim, bölgesel olarak da ilginç veriler karşımıza çıkıyor. %33.1 oranla Doğu Karadeniz en obez bölgemiz olurken, Orta Anadolu %20,5 ile obezitenin en düşük olduğu bölge.

Sağlık Bakanlığı da bu rakamları dikkate almış olacak ki, obezite hakkında ciddi çalışmalar yapıyor. Bakanlık tarafından yaşama geçirilmeye hazırlanan ‘
’Türkiye Sağlıklı Beslenme ve Hareketli Hayat Programı’’nda kadınların %20’sinin günde yaklaşık 6 saat TV izlemesi verisi temel alınarak, TV kanallarında egzersiz programları yayımlanması, kadınların altın günleri için menü hazırlanması ve alışveriş merkezleri gibi toplu kullanım mekânlarında egzersiz yapılabilecek alanlar oluşturulması gibi hedefler yer alıyor.

Bakanlığın, bu önlemleri almasına neden olan gerekçeler arasında hazır gıda tüketimindeki çarpıcı rakamlar da önemli rol oynuyor. Türkiye’de hazır gıda ticari tüketim kanallarında yaklaşık 32 milyar TL’lik bir harcama olduğu görülüyor.
Yıllık verilere bakınca, hazır gıda tüketimi arttıkça obezitede de koşut (paralel) bir artış görmek mümkün olanaklı. 1997’de 25 yaş üstü bireylerde obezite sıklığında erkekler %18, kadınlar %33 oranında. 2010’da erkeklerde %27, kadınlarda %42’ye yükselmiş; 2013’te erkeklerde %20,5 kadınlarda %41’le bir düşüş görülüyor.

Ancak obezite gün geçtikçe artan bir sorun. Bu sorundan yola çıkarak uzmanlar obezitenin 2015’te erkeklerde %31, 2020’de %35, 2025’te %38’e kadınlarda ise yıllara göre sırasıyla %46, %49 ve %50’sinde bu rahatsızlığın görüleceğini öngörüyor.

Dünya’da çocuklar ve gençlerde de ciddi artışlar gösteren obezite, yapılan araştırmalara göre, ABD’de son 25 yılda 3,3, -ABD yıllık obezite tedavisi harcama gideri 127 milyar $-, İngiltere’de son 10 yılda 2,8 , Mısır’da son 18 yılda 3,9, Japonya’da son 25 yılda 2,5 , Avustralya’da ise son 10 yılda 4,6 kat artış gösterdi.

DSÖ (Dünya Sağlık Örgütü) tarafından 2015 yılında dünyada 700 milyon “obez”,
2,3 milyar “fazla kilolu” insan olacağını bildiriliyor.

Toplumsal bir sorun olan obezite; insan sağlığını ciddi şekilde tehdit ediyor.

ARTIK ÇOCUKLARIN DA YÜKSEK TANSİYONU VAR

Beslenme ve Diyet Uzmanı Nil Şahin Gürhan anlatıyor :

-Obezite ne gibi hastalıklara neden oluyor?

Kadının gebe olduğu dönemden başlayarak bebeklik, çocukluk, yetişkinlik, yaşlılık her dönemde obezite sağlık sorunları getiriyor. Çocuklukta büyüme çizgisini bozuyor, çocuklarda artık yüksek tansiyon, şeker hastalığı görülüyor.

Obezite vücudumuzu erken yıpratıyor, yüksek tansiyon, şeker hastalığı,
cilt sorunları, saç sorunları ortaya çıkıyor. İnsan soyunu sağlık açısından
ciddi biçimde tehdit ediyor.

-Obeziteye gereğinden çok yemek yemek kadar kötü beslenme de
neden oluyor mu?

  • Obezitenin en önemli sebebi beslenmeye gereken özeni vermemek.

Yiyecek tüketirken, çabuk hazırlanmasından dolayı “fast food”a yöneliyoruz. Tükettiğimiz enerjiden çoğunu çok daha hızla alıp, o gün aldığınız enerjiyi bir günde tüketmemiz olanaklı olmuyor. Sonrasında fazla kalori alma, giderek şişmanlığa
yol açıyor. Siz ne denli kiloluysanız, yağ dokunuz fazlaysa, bedeniniz daha yavaş çalıştığı için, kilo almanız o kadar denli  kolay, vermeniz o ölçüde zor oluyor.
Bu durum obezitenin korunması ve sürdürülmesi (kronikleşmesi) için
zemin hazırlıyor.

– “Sağlıklı Beslenme ve Hareketli Hayat Programı” obeziteye karşı
çeşitli önlemler almayı hedefliyor. Sizce bu önlemler ne denli etkili olur?

Önemli olan insanların istemesi. Sağlık Bakanlığı’nın insanların egzersiz yapabilmesi açısından parklarda yapmış olduğu aletler, yürüyüş alanları var ama burada bireysel özen de gerekli. Sağlık Bakanlığı’nın beslenme eğitimlerinin desteği olacağını düşünüyorum. Obezite yoğun enerji alımından kaynaklanıyor. İnsanların kişi olarak da obeziteye savaş açıp, ayağa kalkmaları gerekiyor.
Çünkü kilolu insanlar gerçekten hareket etmiyor. Alışveriş merkezlerinde kimsenin egzersiz yapacağını zannetmiyorum çünkü insanların oraya gitme amaçları
çok farklı.

-Obezite ile mücadele dünya genelinde ne durumda?
Bu konuda Türkiye ile dünyayı karşılaştırır mısınız?

Türkiye’de en son ekmekle ilgili düzenlemeler yapıldı. Beyaz ekmektense
tam tahıllı ekmeğe ağırlık veriliyor. Çevrede spor için olanaklar oluyor,
son yapılan araştırmalarda doğaya dönüp rafine edilmiş yiyecekleri yaşamımızda azaltarak eskiye dönmeyi çalışıyoruz. Eskiden yaşamımız daha hareketliydi,
artık harcadığımız enerji çok azaldı bunları çoğaltmak amaçlanıyor.
Doğal yiyeceklere yönelmeye çalışılıyor. Alınan enerjiyi ve harcanan enerjiyi denetim altına almak hedefleniyor. Türkiye’de de dünyada da obeziteyle mücadele adına yapılan çalışmalar bu durumda. Ülkeler ölçeğinde çalışmalar yapılmalı diye düşünüyorum. (Cumhuriyet PAZAR Dergi 18.08.2013)

Kadına şiddet salgın boyutlarında


Dostlar
,

Türkiye gündemi gene çok yakıcı..

Suriye savaşı,
– Ekonomideki yangın,
Ergenekon vb. tertiplerin kurbanlarının yıllardır hapite tutulmaları.. vd.

Ama birtakım başka konuların da tümüyle gündemden dışlanmasına izin verilemez. Aşağıdaki yazı gibi..

Sayın Rita Urgan’ın çevirisi, Scientific American online/ (20 Haziran 2013),

  • Kadına şiddet salgın boyutlarında!

Arşivimide kalsın istemedik..

Sevgi ve saygı ile.
İstanbul, 31.8.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==============================================

Kadına şiddet salgın boyutlarında!

Dünyada her on kadından üçü yaşamının bir noktasında eski ya da halihazırdaki
eşi tarafından yumruk yemiş, yerlerde sürüklenmiş, çeşitli silahlarla korkutulmuş, tecavüze uğramış ya da başkaca şiddet içeren eylemlerle yüz yüze gelmiş…

Hemen hemen on kadından biri de eşinin dışında yabancı biri tarafından
cinsel tacize uğramıştır. İstatistikler, cinayete kurban giden kadınların üçte birinden çoğunun kocaları ya da erkek arkadaşları tarafından öldürüldüklerini gösteriyor.

Bu iç karartıcı istatistikler kadına şiddetle ilgili ilk küresel ve sistemli ölçümlerden geliyor. Lancet ve Science dergilerinde yayımlanan birbirleriyle bağlantılı araştırmalar kadınların ne sıklıkla eşleri tarafından öldürüldüklerini ve kaç kadının eşi tarafından şiddete uğradığını gözler önüne seriyor.

Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) yanı sıra, Londra Sağlık Bilgisi ve Tropikal Tıp Okulu ile Güney Afrika Tıp Araştırmaları Kurulu tarafından sunulan ilintili rapor ve yönergeler de kadınların eşleri dışındaki kişilerden ne sıklıkla cinsel şiddete uğradıklarını ve eş ya da bir başkası tarafından uygulanan şiddetin kadın sağlığı üzerindeki etkilerini irdeliyor.

Cinsel şiddet konusundaki araştırmalara katılan WHO uzmanlarından Claudia Garcia-Moreno,”Bu sayılar bizler için bir uyarı niteliğinde. Bu dünyanın her bir yerinde yaşanan ve kabul edilemeyecek boyutlara ulaşan bir sorun.” diyor.

WHO raporuna göre, şiddete uğrayan kadınların %42’si eşleri tarafından sakatlanıyor. Ne var ki, şiddet kadınlarda yaralanma ve sakatlanmaların dışında birtakım başka zararlara da yol açıyor.

  • Şiddet uygulayan eşler, kadınların bir sağlık kurumuna başvurmalarına,
    ilaç almalarına ya da gebeliği önleyici yöntemlerden yararlanmalarına da
    karşı çıkabiliyorlar.

Eşi tarafından şiddete uğrayan kadınların HIV ya da cinsel ilişki yoluyla bulaşan herhangi bir hastalığa yakalanma, kürtaj yaptırma, kilosu normalden düşük prematüre bebekler dünyaya getirme ve intihara girişme olasılıkları daha yüksek oluyor.

Bu kadınlar-eş tarafından uygulanan şiddetin hem nedeni, hem de sonucu olabilecek ögeler arasında sayılabilecek- yüksek düzeyde alkol tüketmeye ve depresyona girmeye de iki kat daha yatkın oluyorlar.

Dahası, araştırmacılar artan gerginliğin kadınlarda süreğen ağrılar, kalp hastalıkları ve mide ve bağırsak hastalıkları gibi ciddi birtakım sorunlara neden olduğuna da dikkat çekiyorlar.

Atlanta Üniversitesi’nden Kristin Dunkle, söz konusu istatistiksel değerlerin,
“şiddetin de” sigara ve alkol kullanımı gibi “anaakım” sağlık sorunlarıyla birlikte
ele alınması gerektiğine işaret ettiğini belirterek;

“Artık kimsenin başını kuma gömmesine izin veremeyeceğimiz bir noktadayız. Şiddet konusu ele alınmadığı sürece kadın sağlığından söz etmek abes olur,” diyor.

BİLİMİN GÜNDEMİNDE

Güney Afrika Tıp Araştırmaları Kurulu’nun başkanı Rachel Jewkes verilerin
cinsel şiddete bağlı olayların değerlendirilmesi ve konuyla ilgili bilgilerin yayılması yönünde yıllardır yürütülmekte olan çalışmaların bir ürünü olduğuna dikkat çekerek;

”Cinsel şiddeti ölçme girişimi bu olguyu bilimin gündemine taşıdığımız anlamına geliyor.” diye ekliyor.

Jewkes, 15-20 yıl gibi kısa bir süre öncesine dek, hükümetlerin ev içi şiddeti özel yaşamın kaçınılmaz bir parçası- çözüm getirme konusunda çaresiz kaldıkları bir durum- olarak ele aldıklarını dile getiriyor. Küresel çapta değerlere ulaşılmasının şiddeti “şiddetin ciddi bir konu olduğunu ortaya koymak için somut bir değere gerek duyan küresel güçlerin” ilgi odağı durumuna getirdiğini de sözlerine ekliyor.

Araştırmacılar, yaptıkları hesaplamaları derlemek için meslektaşlarının bu alandaki çalışmalarını ve “gri yayınlar” adıyla bilinen, hükümet yetkilileri tarafından
elde edilen istatistiklerle raporları taramadan geçirdiler. Söz gelimi, Londra Sağlık Bilimi ve Tropikal Tıp Okulu epidemiyoloji uzmanlarından Karen Devries,
kadına uygulanan şiddetin küresel bölgelere ve yaş aralıklarına göre yaygınlığını araştırmak amacıyla, onlarca bilim insanının 25 bini aşkın araştırma özetini gözden geçirdiğine dikkat çekiyor.

Devries ve arkadaşları şiddetin ülkeler çapında, ya da ülke içindeki geniş bölgeler çapındaki yaygınlığına işaret eden araştırmaların izini sürdüler. Ayrıca uluslararası çapta dört büyük araştırmayla ilgili ek çözümlemelerden de yararlandılar. Hesaplamalar, toplamda 81 ülkeden 141 araştırmanın verilerine dayanmaktaydı.

KÜRESEL ÇEŞİTLİLİK

Araştırmalar tasarımsal farklılıklarına ve yöntemsel niteliklerine göre düzenlendi. %54 ile %78 arasında değişen en yüksek düzeyde eş şiddetine Sahra altı Afrika’nın merkezinde tanık olundu. Ancak gelirin yüksek olduğu kimi Asya ülkelerinde, Kuzey Amerika’da ve Batı Avrupa’da bile şiddet oranlarının %15’in üzerine çıktığı görüldü. Eş dışındaki kişiler tarafından uygulanan cinsel şiddet hesaba katıldığında,
bu oranlarda çarpıcı bir yükselişe tanık olundu.

Araştırmalarla ilgili birtakım boşluklar söz konusu. Örneğin eşler tarafından uygulanan şiddet konusunda Afrika’nın merkezi, Doğu Asya ve Latin Amerika’nın güneyinden gelen veriler çok azdı. Ayrıca, araştırmalarda duygusal şiddetle ilgili
bir değerlendirme yapılmadı ve hesaplamalarda eşin cinsiyeti hesaba katılmamakla birlikte, çoğu araştırma çalışmalarında salt erkek eşlerle ilgili bilgilere yer verildi. Dahası, cinayetle ilgili raporların birçoğu faillerin kurbanlarla ilişkileri konusundaki bilgileri içermiyordu.

Yine de, biraraya getirilen veriler araştırmacıların ülke çapında ve yöresel kıyaslamalar yapmalarına ve toplumsal koşullarla politikaların şiddetin yaygınlaşmasında nasıl bir etki yarattığı yönünde savlar oluşturmalarına olanak tanıyacak.

Şiddet konusunda gerçek değerlere ulaşılmasıyla birlikte hükümetler ve toplum araştırmacıları, bunun önüne geçilmesi yönünde çok daha donanımlı bir konuma gelmiş olacaklar.

Rita Urgan
Scientific American online/, 20 Haziran 2013
(Bilim Teknik 16.08.2013)

Sağlıkçı risk altında

 


Sağlıkçı risk altında
İğne yapılırken ya da kateter takılırken yaşanan ele iğne batması sonucunda hastane çalışanları Hepatit B, Hepatit C, HIV/AIDS, KKKAH (Kırım Kongo Kanamalı Ateşi) gibi çok ciddi hastalıkları kapabiliyorlar

Hemşireler ve öbür sağlık çalışanları kan alırken, iğne yaparken ya da kateter takarken ellerine iğne batmasından kaynaklanan yaralanmalar ile sık karşılaşıyor.

Araştırmalara göre, dünyadaki 35 milyon sağlık çalışanı her yıl Hepatit B, Hepatit C, HIV/AIDS, Kırım Kongo Kanamalı Ateşi Hastalığı (KKKAH) ve kuş gribi ile sonuçlanabilen 2 milyon iğne batma yaralanması yaşıyor, hatta yaşamını yitiriyor.

Mesleksel kazalar ve sonuçları Türkiye’de de 450 bin sağlık çalışanını yakından ilgilendiriyor. “Görünmeyen tehlike” olarak adlandıran bu yaralanmaların güvenli sağlık ürünlerinin kullanması ile ortadan kalkabileceğine dikkat çeken uzmanlar,

“Güvenli ürünlere geçilmelidir. Sağlık çalışanı kan aldıktan ya da iğne yaptıktan sonra bu ürünleri kapakla, iki eliyle kapamak yerine, tek elle, ürünün üzerindeki-yanındaki düğmeye basarak otomatik kapanmasını sağlıyor ve risk en aza inmiş oluyor.” dediler.

Avrupa’da her yıl bir milyondan çok iğne batma yaralanması olduğu kestiriliyor. Tüm olguların %40 – 75’inin de raporlanmadığı belirtiliyor. Bu tür kaza ve yaralanmalar, hem sağlık hem de ekonomik açıdan ciddi zararlara yol açıyor. Becton Dickinson (BD) Klinik İşler Müdürü Dr. Nedim Albayrak, iğne batma yaralanmalarının ülkemizde de çok sık görüldüğünü, eğitim ve güvenlikli ürünlerin kullanımı ile bu riskin rahatlıkla ortadan kaldırılabileceğini söyledi. Güvenli ürünlerin kullanımı ile ilgili ABD’de ve Avrupa’da yasal düzenlemelerin yapıldığını,
bu ürünlerin zorunlu olduğunu kaydeden Albayrak, “Ülkemizde şu an böyle bir yasa yok. Bu konu ile ilgili risk analizleri yapılmalı, eğitimlerle farkındalık yaratılmalı ve güvenlikli ürünlere geçilmeli” dedi. (Cumhuriyet, 29.8.13)

Darvin der ki…

Dostlar,

EVRİM KURAMI‘nı bilim dünyasına armağan eden öncü ve yürekli bilim insanı, araştırmacı Charles Darwin, uzun yıllar süren saha gözlemleri, araştırmaları sonunda “Kuram”ını (Teorisini) üretti. Darvin’in bilimsel bulguları bilimsel bir kuram (teori) olarak yazıldı, bilim dünyasına sunuldu (1858) ve aradan geçen uzun yıllar (155 yıl!) bu bulguları sürekli doğruladı. Böylelikle kuram, giderek EVRİM YASASI oluştu. İzleyen dönemlerde bilimsel çalışmalar Darvin’in bulgularını desteklemese idi, önermeler KURAMLAŞAMAYACAK, bilim tarihine armağan edilecekti.

Charles Darwin ve Alfred Russel Wallace, birbirinden bağımsız olarak geliştirdikleri, “Doğal Seçilimle Evrim Kuramı”na ilişkin makalelerini Londra’daki ünlü bilim derneği Linnean Society’nin Temmuz 1858’deki bir oturumunda birlikte sundular. (http://user.tninet.se/~owl390d/dog_yasa/darwinkr.htm, 25.8.13)

    Özetle Darvin dedi ki:

Yeryüzünde canlılar birden bire bu görece “gelişkin” biçimleriyle yaratılmadı.. Koaservat denilen protein moleküllerinden milyonlarca yıl içinde evrimleşerek günümüzdeki durumlarına geldiler ve

.. bu böyle sürecek..

Darvin şunu DEMEDİ : İnsan maymundan geliyor; insanın atası maymundur!

    Darvin dedi ki :

“İnsan ve maymunun atası ortak.. Ortak atadan evrimleşerek geliyorlar.”

*****

Bilimsel akıcılıktan ve bilimsel düşünüş biçiminden, bilimsel araştırma yöntembilgisinden – yöntembiliminden nasibini alamamış, bilim terbiyesi görmemiş birileri ise konuyu inanç alanına taşıyarak yozlaştırma çabasında..

Oysa bilim sonuna dek en küçük ayrıntıyı sorgular, en küçük çelişkiyi eleştirir..

Ya inanç?? Adı üstünde, sorgulamadan inanılır, tartışılmaz, iman edilir.

Aradaki temel fark bu..

Türkiye’den bir muhterem zat bu konularda sayısı onları geçen kitap yazabiliyor.
Konuya ilişkin bir bilimsel eğitimi, diploması olmaksızın!? Bu bilgiler vahiy mi?

Günümüzde EVRİM, Biyolojinin bir ileri uzmanlık alanı.
Örn. Prof. Ali Demirsoy gibi, Prof. Aykut Kence.. gibi ömrünüzü vereceksiniz ki Evrim’i anlaya ve hakkında kitap yazabilesiniz!

Kalitim_ve_Evrim_Ali_Demirsoy

Aradan geçen 155 yılda, insanın – canlılığın evrimi ile ilgili süreklilik gösteren fosil serileri bulunujp çıkarılmıştır. Bilimi ve inancı karıştırmayanlar, net olarak Evrim Kuramı’nın kanıtlandığını ve Evrim Yasası’na dönüştüğünü görmektedirler.

Kimi yobazlar ie bilinen arkayik tutumlarını sürdürmekteler.

– Fakat EVRİM bir inanç alanı olgusu – kavramı değil.
– EVRİM Bilimsel bir gerçek.

Zurafaaların_boynu_uzuyor

İnsanlar eğitimsiz bırakılarak bilimin aydınlığından uzak daha ne denli tutulabilir?
Bu davranışın Roma’da Spartaküs ve kölelere uygulananlardan ne farkı var??

Ama bilimin ışığı o yarasaları da hizaya getirecek..

* İnsanlığı bilim özgürleştirecek..

* Demokrasi ve insan haklarının da omurgası hiç kuşku yok;
özgür ve insanlığın hizmetindeki bilim olacak..

Darvin çok önemli bir şey daha söylüyor.. O da aşağıdaki posterin üzerinde..
Bu bilgece öğütten çok dersler çıkarılmalı; TAVUK TOPLUM olmamak için..

Darvin_der_ki

Ünlü İngiliz tarihbilimci Arnold Toynbee‘ye de nesnelliği ve onun ürünü gerçekçi vefası için teşekkür ederiz.. Büyük ATATÜRK‘ün hakkını aklı başında yabancılar öncelikle teslim ediyor.. Dahası şapka çıkararak selamlıyorlar.. Bizdeki 3,5 zibidiye ne demeli??

Ne demişti Mustafa Kemal Paşa ?

* “Dünyada her şey için, maddiyat için, başarı için en gerçek yol gösterici bilimdir, fendir; bilim ve fennin dışında kılavuz aramak aymazlıktır, bilgisizliktir, doğru yoldan sapmaktır.”
(22.09.1924, Samsun öğretmenleriyle konuşma, 1925, Atatürk’ün M.A.D. s. 19)

Sevgi ve saygı ile.
Tekirdağ, 25.8.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Ambulans yok dendi Efe bebek otobüste öldü : Malpraktis mi, Komplikasyon mu?

Ambulans yok dendi Efe bebek otobüste öldü : Malpraktis mi, Komplikasyon mu?

Dostlar,

Aşağıda üzücü bir haber var..

67 günlük bir bebeğin yitirilmesi..

Niğde’de konan tanı (ön tanı?) “safra yolları atrezisi” (safra kanallarının gelişmemesi). Buna göre, karaciğerde üretilen safra, kese ve kanalı üzerinden duodenuma (12 parmak bağırsağı) aktarılamıyor ve geri teperek karaciğere yayılıyor. Parçalanmaya çalışılan safra salgısı de kanda bilirubini artırarak tıkanma sarılığına yol açıyor.

Karaciğer fonksiyon testlerine, bilirubin düzeyine, sarılık derecesine ve bebeğin genel durumuna göre çocuk hekimi meslektaşımız durumu değerlendirmiştir.

Cankurtaran ile sevke gerek görmemiştir. Annenin savına göre bu esirgemenin gerekçesi “giden cankurtaranların dönmemesi – geç dönmesi” imiş.

Ancak Mehmet Efe Akdemir bebeğin durumunun “ivedi” olması, hemen cankurtaran ile sevkini gerektirmesi durumunda çocuk hekimi meslektaşımızın böylesi bir gerekçeye dayan(a)mayacağı açıktır.

Dolayısyla, Niğde – Kayseri arası 131 km olup otobüsle en çok 2 saat sürmektedir.
Gecikmeden bir otobüsle gidilmesi de eminiz tembih edilmiştir.. Diyelim toplam 3 saat içinde Kayseri Erciyes Üniv. Tıp Fak. Hastanesine erişmek olanaklıdır.

Yerleşik tıbbi kurallara göre hekimlerin hastalarının acil olup olmama durumlarına göre bir TRİYAJ DEĞERLENDİRMESİ hakkı ve yükümü vardır. Buna göre bir öncelik sıralaması yapılacaktır. Bu bağlamda, Niğde Devlet Hastanesindeki ilgili çocuk hekimi meslektaşımız mutlaka, otomatik olarak, hatta refleks olarak ve hızla kafasından bu triyaj değerlendirmesini yaparak cankurtaran ile sevkin gerekmeyeceği yargısına ulaşmıştır. Anne ile bu yargısını paylaşmış olması arzu edilirdi. Annenin savı farklı.

Olay elbette yönetsel (idari, hastane yönetimi – başhekimliği) ve adli yönden (Savcılık) incelenecektir. Otopsi bulgularına bakılacaktır.

Bu ölümün pek ala bir komplikayon olma olasılığı da vardır.

Komplikasyon, alınabilecek makul önlemlerin alınmasına ve girişimlerin yapılmasına / yapılmamasına karşın önlenemeyen, öngörülemeyen istenmeyen sonuçlardır. Bunların olasılıkları da aşağı yukarı kestirilebilir, bilinir.

Tıbbi MALPRAKTİS ise hekimin kusurlu, hatalı, özensiz, ihmalci vb. davranışları sonucu ortaya çıkan istenmeyen olumsuz tıbbi sonuçlardır.

İkisi arasında ince bir çizgi vardır sıklıkla.
Ayırdedilmesi her zaman kolay olmayabilir.
Kuşkusuz, her somut olayda gerçeğin bilimsel olarak ortaya konması arzu edilir.
Ancak; bir denge rejimi olan hukuk sisteminde kefelerden birine ağırlık verilmesi, toplumsal düzen ve adaleti olumsuz etkiler.

Tıbbi MALPRAKTİS öne çıkarıldıkça hekimlik mesleği yapılamaz duruma gelir. Ağır ve riskli olguları hekimler üstlenmeyebilirler, bakımdan çekinebilirler, sevk ederler, köktenci girişimlerden sakınabilirler… hasta ortada ve sahipsiz kalabilir!

Elbette bu tablo da çok ağırdır ve kabul edilemez.

Hekimlerin de belli koşullarda hastalarını red ya da bakımı bırakma hakları vardır.
Sağlık kurumunun gerekli özeni götermemesi, donanımı – personeli bulundurmaması gibi..
Hasta ve yakınlarının hekime şiddet uygulaması, baskı ve hakareti gibi..

Hekimler, malpraktis baskısı karşısında “savunmacı tıp” (defensive medicine) davranışı geliştirebilirler. Gereğinden çok titizlenerek inceleme (tetkik) yaptırabilirler, yersiz hastaneye yatırabilirler, yatışı uzatabilirler, daha çok ve uzun süre ilaç kullanabilirler, hastalık raporu verebilirler…. vs.

Tüm bunların, başta hastalar ve yakınları olmak üzere, makro ölçekte ulusal ekonomiye yükü vardır. ABD’de malpraktis kaynaklı önlenebilecek (ama önlenemeyen!) sağlık giderlerinin her yıl birkaç on milyar Dolar olduğu kestirilmetedir. Ülkemizde de Şubat 2010’dan bu yana sağık çalışanları için yasal olarak zorunlu malpraktis sigortası söz konusudur. Bu primler sağlık hizmetlerinin (dolaylı) maliyetlerine yansımaktadır.

Bu bakımdan, MALPRAKTİS – KOMPLİKASYON ikilemi çok boyutlu olup, özenle değerlendirilmesi ve

    halkın doğru bilgilendirilmesi

büyük önem taşımaktadır.

Ucuz ve çirkin popülizm ile insanları sağlık çalışanları karşıtlığına (aleyhine) kışkırtmak kimseye bir yarar sağlamaz.

Kenan Evren 1980’ler başında Ağrı gezisinde halka, “O doktoru şu direğe bağlayın..” buyurmuşlardı.. (Zorunlu hizmet sorunu…)

T.C.’nin 10 yıl Sağlık Bakanlığını yapan Recep Akdağ, “bunların gözü paraya doymaz..” buyurmuşlardı.. (Erzurum’da kendisinin de muayenehanesi vardı; aylığı ve döner sermaye geliri ie yetinmiyordu!)

T.C. Başbakanı RT Erdoğan; “Bunlar iğne yapmayı bile bilmez..” buyurmuşlardı..

Erdoğan, Tam Gün Yasası’nı çiğneyerek İstanbul’da yasaklı doktora kamu hastanesinde ameliyat olmuştur ve şimdilerde, o iğne yapmayı bile bilmezler..” dediklerine fena halde gereksinimlidir hatta bağımlıdır (bilinen ciddi bağırsak hastalığı – kanseri nedeniyle..)

*******

67 günlük iken ölen Mehmet Efe Akdemir bebeğimizin acısını paylaşıyoruz, ailesine ve yakınlarına başsağlığı diliyoruz.

Sorunlara doğru tanı koymak ve doğru sağaltımı (tedaviyi) zamanında yapmak asıldır.

Türk sağlık sisteminin ciddi yapısal ve türevi işleyişe dönük sorunları vardır.

Politikacılar sağlık sistemini piyasalaştırarak halkı perişan etmişlerdir.

Küresel Senaryonun adı SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM’dür ve gelecek daha kötüdür!

Giderek artan sağlık eşitsizlikleri ve hizmete erişimdeki güçlükler karşısında halk, faturayı sağlık çalışanlarına, özellikle hekimlere kesmektedir.

Hakkari’de 50 kişinin bir olup bir hekimi vahice dövmelerinin savunulacak yanı yoktur vev tek sözcükle ÜRKÜNÇTÜR (VAHİMDİR)!

SAĞLIK ÇALIŞANLARINA DÖNÜK ŞİDDET ve nedenleri bilimsel olarak da irdelenmiş ve Sağlık Bakanlığı’na TTB (Türk Tabipleri Birliği) tarafından rapor verilmiştir. Bu bilimsel raporun gereği İVEDİLİKLE yapılmalıdır.
(SIDDET_Raporu_ATO

Son söz :

Politikacıların yerel – küresel sermaye buyruğunda insanlık dışı duruma getirdikleri yabanıl (vahşi) sağlık sisteminin halktan yana iyileştirilmesi için sağlık çalışanları ve halk karşı karşıya değil yan yana gelmelidirler.

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 24.8.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==============================================

Ambulans yok dendi Efe bebek otobüste öldü

Niğde Devlet Hastanesi’nden Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’ne sevk edilen 67 günlük Mehmet Efe Akdemir, şehirlerarası otobüste annesi Nazire’nin kucağında öldü.

Baba Ömer Akdemir, oğlunun ambulansla sevk edilmediği için öldüğünü iddia ederek,
Çocuk Hastalıkları Uzmanı Dr. A.H.’dan yakınmacı oldu.

Kayseri Kocasinan İlçesi’nde oturan fabrika işçisi Ömer ile ev hanımı Nazire Akdemir’in 17 Haziran’da dünyaya gelen çocukları Mehmet Efe, annesi Nazire’nin düğün için gittiği Niğde’nin Çiftlik İlçesi’nde hastalandı. Kocası Kayseri’de bulunan anne Nazire Akdemir, oğlunu Niğde Çiftlik’teki hastaneye götürdü. Mehmet Efe’nin durumunun kötü olması nedeniyle, ilçe hastanesinden ambulansla Niğde Devlet Hastanesi’ne sevk edildi.

‘ANNE AMBULANS İSTEDİ, DOKTOR VERMEDİ’ İDDİASI

Mehmet Efe’yle Niğde Devlet Hastanesi Çocuk Polikliniği’nde Uzman Dr. A.H. ilgilendi. Dr. A.H., kan tahlili ve akciğer filmi sonucuna göre ‘Safra yolu atrezisi’ (safra yollarının gelişememesi) tanısı koyduğu Mehmet Efe’yi, ileri tetkik ve tedavi için Kayseri’deki Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Çocuk Gastroentroloji – Hepatoloji bölümüne sevk etti. Anne Nazire Akdemir, oğlunun Niğde’den ERÜ Tıp Fakültesi’ne ambulansla götürülmesini istedi. İddiaya göre, Uzman Dr. A.H anneye,
sevk için gönderdikleri ambulansların geç geldiğini, bu nedenle bebeği kendi olanaklarıyla Kayseri’ye götürmesini söyledi. Nazire Akdemir, Kayseri’de bulunan eşi Ömer Akdemir’e de bilgi vererek, kucağında hasta oğluyla birlikte şehirlerarası bir otobüsle Kayseri’ye geldi.

YOLDA ÖLDÜ

Servis ile terminalden şehir merkezine yola çıkan Nazire Akdemir, oğlunun fenalaştığını görünce yakında bulunan Hacı Ahmet Özeşsiz Aile Sağlığı Merkezi’ne girdi. Mehmet Efe’ye burada önce aile hekimi Dr. Mustafa Sevim, daha sonra çağrılan 112 sağlık görevlileri müdahale etti. Yaklaşık 1 saat yaşama döndürülmeye çalışılan Mehmet Efe’nin yolda öldüğü belirlendi.

BABANIN İSYANI

Oğlunun acı haberini alan baba Ömer Akdemir, Aile Sağlığı Merkezi’ne koştu. Oğlunun ihmal nedeniyle öldüğünü iddia eden baba Ömer Akdemir, “Oğlum Niğde Devlet Hastanesi’nden Kayseri’ye sevk edilmiş. Eşim, doktordan ambulans istemiş ancak doktor eşimi hem ‘Sen geri zekalımısın’ diye azarlamış, hem de ‘giden ambulans geri gelmiyor’ diye ambulans vermemiş. Oğlumun yeni doğan sarılığı vardı. Sarılık nedeniyle Kayseri’de özel hastaneye, Eğitim Araştırma Hastanesi Doğumevi Kliniği’ne, Emel Mehmet Tarman Çocuk Hastanesi’ne götürdük. Tahlillerinde hiçbir şey çıkmamıştı. Başka da bir rahatsızlığı yoktu.” dedi.

SAVCILIK SORUŞTURMA BAŞLATTI

Minik bebeğin cesedi otopsi için Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi morguna götürüldü. Otopside Mehmet Efe’nin ölüm nedeninin belirlenemediği, alınan örnek parçaların Ankara Adli Tıp Kurumu’nda yapılacak patolojik incelemeler sonucunda kesinleşeceği belirtildi. Ömer ve Nazire Akdemir, Cumhuriyet Savcısı Mustafa Arslantürk’e verdikleri ifadelerde Niğde Devlet hastanesindeki Uzman Doktor A.H.’dan yakınmacı oldu. Mehmet Efe, otopsinin ardından defnedilmek üzere Niğde’nin Çiftlik ilçesine götürüldü.

TOPRAĞA VERİLDİ

Kayseri’de hastaneye götürülürken otobüste yaşamını yitiren 67 günlük Mehmet Efe Akdemir‘in cenazesi yapılan otopsinin ardından ailesine teslim edildi. Yakınları tarafından Niğde’nin Çiftlik İlçesi’ne bağlı Azatlı Beldesi’ne getirilen minik bebeğin cenazesi, belde mezarlığında kılınan namazın ardından toprağa verildi.

HASTANE İNCELEME BAŞLATTI

Öte yandan Akdemir’in babası Ömer Akdemir’in, bebeğini Kayseri’ye ambulansla sevk etmediğini iddia ettiği Niğde Devlet Hastanesi Çocuk Polikliniği’nde görevli Uzman Dr. A.H. hakkında ise inceleme başlatıldığı bildirildi. Hastane yönetimi, ailenin iddiasıyla olaydan haberdar olduklarını, yapılacak incelemenin ardından bir değerlendirme yapacaklarını belirtti. (DHA (23.8.13)

İcat Çıkarma!

Dostlar,

Hacettepe Tıp’tan 1978-81 uzmanlık eğitimi arkadaşımız sevgili
Prof. Çağatay Güler’in yazısını paylaşmak istiyoruz..

Fizyoloji ve Halk Sağlığı Uzmanı..

Renkli kişilik..

Onlarca kitabın yazarı..

Dıyarlı insan şiirleri..

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 20.8.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==============================

İcat Çıkarma!

Cagatay_Guler_portresi

Prof. Dr. Çağatay GÜLER
Hacettepe Tıp Fak. Halk Sağığı AbD

“Falanca bizden mucit çıkmaz dedi, yok ben demedim” tartışmalarına girecek değilim. Fırsat düşmüşken işin bir başka yönünü dile getirmek istiyorum. Ne çok söylüyoruz birisi düşündüğümüzden, bildiğimizden farklı bir şey söylemeye ya da anlatmaya çalıştığında, “icat çıkarma” diye. Buna rağmen patent büroları kurup “icat çıkaranın” burnundan getirmek için mevzuat düzenleriz. Cevabı aslında “Sana ne!” olan birçok soruyu yanıtlamasını isteriz icat çıkarandan:

“Senin icadın faydalı mı?”
“Evet!”
“İspat et!”
“Faydasız o zaman!”
“O zaman neden icat ettin?”

Cevabı okkalı bir “Sana ne!” olan soruları sormaya öylesine meraklıyızdır ki!

İcat çıkarmanın temeli muhalefettir ve insanlığı ilerleten de muhalefettir.
Yağmur iyidir, kötü de olur kimi zaman. Elbisemizin ıslanmasına, güneşin bizi rahatsız etmesine karşı çıktığımızda şemsiyeyi yaparız. Uçak yapmak yerçekimine muhalefettir. Paraşüt tam bir inatlaşmadır yerçekimiyle. Yazıyı bulmak zamana muhalefettir.
Newton’un ağaçtan düşen elmaya aklını takınca yerçekimini bulduğu söylenir. Öyle olsa da olmasa da benim dedem daha çok gördü elmanın ağaçtan düştüğünü. Yine de yerçekimini Newton bulacaktı. Dedemin suçu yok. Çünkü yetişmiş bir kafası vardı Newton’un ve “rastlantılar yetişmiş kafalara hizmet eder”.

Yetişmiş kafalar ses getirecekleri ortama muhtaçtır.

O unuttuğumuz Sağık Ocağı hekimleri, ebeler, sağlık memurları kapı kapı dolaşarak
gereksinimi olana daha fazla sağlık hizmeti götürerek sağlıkta gerçek eşitliği
sağlamaya çalıştılar.

Diyelim ki aslan gibi bir delikanlı yetişti. Korunabilir hastalıklarla örselenmedi. İyi beslendi. Askere gitti, geldi. Taşı sıksa suyunu çıkarır. Zeki mi zeki… Ama işsiz, akşama kadar at yarışı kahvesinde “Leyla kop da gel, Leyla kop da gel!” diye kendini helak ediyor. O zaman neden aslan gibi? Neden zeki? Demek ki birileri görevini yapmamış. Ona katma değer üreteceği iş olanaklarını sağlamamışlar. Katma değer üretecek eğitimi vermemişler. Seksenden beri eğitimin nereden nereye düştüğünü sorgulayan var mı?

Stephen Hawking… Ağır ve ilerleyen bir sinir sistemi hastalığı var. Kıpırdayamıyor. Ancak elindeki elektronik aleti sıkarak sandalyesine bağlı özel bilgisayarının ekranına dakikada 10 kelime yazarak iletişim kurabiliyor. Aslan gibi değil. Taşı sıksa suyunu çıkaramaz. Ama durmadan icat çıkarıyor bu haliyle. Kimileri kızıyor, kimileri alkışlıyor. Önemli değil. O durmadan icat çıkarıyor. Ya Stephen Hawking bizde olsaydı? “Üşütmesin” diye okula bile göndermezdik! Okulda notlarını bile “sadaka niyetine” verirdik. Belki de dilendirirdik önüne bir mendil serip! Diyelim ki yetişti, icat çıkarmaya başladı. Kızardık O’na. “Haline bakmadan Hasan Dağı’na oduna gidiyor!” diye. Hele bir de engelliler kontenjanından bir iş buldu ise daha çok kızardık. “Haline şükret” derdik. “Sen kim, icat çıkarmak kim, ortalığı karıştırıp durma!”

Varsayalım hepimiz liseyi bitirdik ya da üniversiteyi… Arşimet çağındaymışız. Bu bilgimize karşın kaçımız hamamdan “Buldum, buldum!” diye fırlardık? Kaçımız üçgenin iç açılarının toplamının 180 derece ettiğini bulabilirdik, birisi sloganlaştırıp ezberletmediyse? Demek ki diploma almakla yetişmiş kafaya sahip olmak farklı şeyler!

Yıllar önce yayımlanmış “Asacaksın Bu Doktorları” adlı kitapta ne deniyordu?

“…Yahu kardeşim… Bizde yapılan bütün tıbbi araştırmalar literatüre uyuyor
Ne zaman ki literatür dediğinin tersini söylemeye başlıyor… Bizdeki araş­tırmalar
o literatüre de hemen uyuyor… Hiç literatü­rün söylediğinin tersinin çıktığı tıbbi araştırma gör­medim…

Ne kadar uyumlu milletiz birader!”

Hadi şiirini de ekleyelim bari:

“aslında bizde
yurtdışı yayın dediğinin
yeğenim
bir kısmı ofşor (off shore)
bir kısmı
hayali ihracat.”

Hacettepe Üniversitesi Rektörüne Açık Mektup

Dostlar,

Prof. Murat Tuncer son 2 yıldır Hacettepe’nin rektörü.

Murat_Tuncer_portresi

Öncesinde ise AKP’nin Sağlık Bakanlığı’nda 10 yıldır Kanser Savaş Dairesi Başkanı idi. Uzmanlık alanı da Çocuk Onkolojisidir. Hacettepe 82 mezundur ve geleneklere göre biz onun 5 yıl daha kıdemli abisi durumundayız.. Sınıf arkadaşı olan eşi de halen bizim Fakültede (AÜTF) öğretim üyesidir.

Ne var ki, uygulamalar hiç de olumlu gitmiyor. Adını vermeyelim, bir öğretim üyesini taciz eden uygulamaları nedeniyle geçtiğimiz aylarda Ankara Tabip Odası‘nın Hacettepe bahçesinde düzenlediği uyarı – protesto toplantısına katılmştık..

Hacettepe Rektörü Dr. Tuncer, neden yerleşik ve yetkin kurulları ve hatta DEKANI dışlayarak faşist bir yasanın bilim dışı despotik yetkilerine dayanır??

Neden res’en atadığı öğretim üyeleri bilimsel olarak daha düşük profillidir?

Kimdir bu insanlar??

Rektör Tuncer, acilen bu “Truva atı manevrası” çağrıştıran davranışlarına
son vermek ve kamuoyunu aydınlatmak zorundadır.

Sevgili Prof. Dr. Okan Akhan hoca çooook zarif ve beyefendice yazmış..
Kendisini, bilim insanı kimliği ile sergilediği bu sorumlu girişimden dolayı kutlarız.

* Hacettepe yalnız rektör Murat Tuncer’e emanet değildir..

Bekliyoruz 2 eylemi de :

1. Rektör Tuncer bu biçimsel olarak mevzuata uygun ama meşruluğu – hukuka uygunluğu tartışılır atamalara son vermelidir;

2 Rektör Tuncer ivedilikle kamuoyuna net açıklamalarda bulunmalıdır.

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 20.8.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=====================================================

ATO_logosu

Değerli Meslektaşımız,

Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Okan Akhan‘ın Rektör Prof. Dr. Murat Tuncer‘e yazmış olduğu açık mektubu aşağıda dikkatinize sunarız.

Okan_Akhan_portresi

Sayın Rektör Prof. Dr. Murat Tuncer,

Sayın Hocam,
Size bu açık mektubu Tıp Fakültemizde akademik kadrolara yapılan atamalarda uyguladığınız yöntemden duyduğum rahatsızlığı bildirmek için yazıyorum.

Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, tıp eğitimi alanında devrim niteliğindeki yeniliklerle kurulmuş ve tıp alanında öncülüğünü uzun yıllar sürdürmüş olan saygın bir kurumdur. Fakültemizde uzun yıllardır var olan ve geliştirilerek sürdürülen bir bilim ortamı vardır. Bu ortamda değişik kuşaklar bir arada çalışmış ve daha genç olanlar eğitilmiştir. Genç insanların akademik kadrolara seçimi, bilimsel nitelikleri dikkate alınarak akademik kurullarca yapılmıştır. Kurumumuzda akademik kurullar her zaman yöneticilerce saygı görmüş ve akademik kadrolara atamalar akademik kurulların süzgecinden geçirilerek yapılmıştır. Hacettepe Tıp fakültesinde “liyakat” kavramı akademik kadrolara seçilen genç meslektaşlarımız için en önemli kavram olarak atamalarında kullanılmıştır. Aday bilim insanlarının siyasal düşünceleri, dinsel inançları veya cinsiyetleri bu seçimlerde rol oynamamıştır. Zaten uluslararası bilim dergilerinde Hacettepe Tıp kaynaklı yayınlara ve bu yayınları yapan bilim insanlarının sayısal ve sayısal olmayan bilimsel ölçütlerine baktığınızda kurumumuzun yüksek kalitede bir öğretim üyesi kadrosuna sahip olduğu anlaşılmaktadır. Bu nedenle kurumumuz tıp alanında yapılan ve uluslararası bilim dergilerinde yayınlanan araştırmalar sıralamasında uzun yıllardır ülkemizin en önde gelen tıp fakültesidir. Her bölümde tüm ülkenin ve bilim camiasının yakından tanıdığı çok sayıda öğretim üyesi çalışmaktadır.
Çok sayıda öğretim üyesi ise kendi alanında uluslararası bilim dünyasınca yakından tanınmakta ve yaptıkları bilimsel çalışmalar nedeniyle saygı görmektedir. Hiç kuşku yok ki kurumumuz Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’den bu yana bu ülkede en fazla uluslararası tanınırlığı ve bilimsel saygınlığı olan tıp fakültesidir. Kurumumuzdaki bu ortamı daha da yükseltecek adımların atılması en önemli beklentimdir.

Sayın Hocam,
Siz rektör olarak göreve başladıktan sonra yukarıda özetlediğim bir atama süreci kurumumuzda artık uygulanmıyor. Kadro ilanları, çoğunlukla ilgili bölümün akademik kurullarının bilgisi ve isteği dışında yapılıyor. Ayrıca seçilmiş kurullarımızın bilgisi dışında tüm süreç düzenleniyor. Üzülerek ifade etmeliyim ki, eğitimden birinci derecede sorumlu olan fakülte kurulu ve sayın dekanımızın da bu atama sürecinden bilgisi olmuyor. Son 20 ayda Hacettepe tıp fakültesi akademik kadrolarına çok sayıda Profesör ve Doçent ataması yapıldı. Ülkemizin en deneyimli, bilgili ve bilimsel niteliği yüksek öğretim kadrolarından birine sahip bir kuruma geleceğin bilim insanları olarak yetiştirilecek gençler yerine kurum geleneğine uzak meslektaşlar atanıyor. Bölümlere atanan meslektaşlarımızın çoğunun özgeçmişlerine baktığımızda uluslararası bilim dergilerinde yayınladıkları makale sayısı, bu makalelere yapılan atıflar ve h-faktörü gibi evrensel bilimsel sayısal kriterleri, atandıkları bölümlerdeki öğretim üyelerinin sayısal kriter ortalamalarının çok altında olduğu görülmektedir. Ayrıca sayısal olmayan bazı ölçütler açısından da (bilim camiasında tanınırlılık doğuran istikrarlı bilimsel çalışma yapmak, uluslararası düzeyde saygınlık yaratan yüksek etki faktörlü yayın yapmak, saygın bilim dergilerinin editörler kurulunda olmak ve saygın bilim derneklerinde sorumlu düzeylerde çalışmak gibi..) atandıkları bölümlerde çalışan öğretim üye ortalamaları ile kıyaslanamayacak bir düzey söz konusudur. Prof. ve Doçente ihtiyaç olmayan bölümlere bilimsel açıdan ilgili bölümün ortalamasının altında bilimsel ölçütlere sahip meslektaşların atanmasının anlamı camiamızda merakla tartışılmaktadır. Atamalarda kurumumuzda bugüne kadar uygulanan uluslararası akademik değerlerin yerine hangi ölçütlerin kullanıldığı da tartışmanın en temel noktasıdır.

Kurumumuza dışarıdan öğretim üyesi atanmasına kategorik olarak karşı çıkılması kabul edilebilir bir yaklaşım değildir. Ancak atanacak adayların bilimsel düzeylerinin yüksek olması en önemli beklentidir. Mümkünse, ülkemizde ilgili alanda çalışan en seçkin bilim insanları arasından atanacak öğretim üyesi seçilmelidir. Bu seçimi yapacak olan jüriler ilgili alanın bilimsel açıdan en saygın öğretim üyelerinden oluşmalıdır. Jürilerin oluşturulma yöntemi ve jürilerin bilimsel kalitesi uygun seçim için en önemli güvencedir. Bu konuda şaibe doğuran yöntemleri kullanmamak yöneticilerin sorumluluğundadır. Benzer olumsuzlukları önlemek için tüm atamaların akademik kurulların doğrudan içinde olduğu tartışma ve karar süreçleri ile düzenlenmesi gerekir. Evrensel üniversite değerlerine uygun bir tartışma ortamı en acil ihtiyacımızdır.

Sayın Hocam,
Atamaların birçoğu doğrudan sizin istek ve inisiyatifinizle yapılmaktadır. Bu atamaları yapmak var olan yasalar çerçevesinde yasal olabilir. Ancak, akademik değerler ve teamüller çerçevesinde düşünüldüğünde bu atamalarda kullanılan yöntemin meşruiyeti son derece tartışmalıdır. Ayrıca rektör olarak size bu hakkı veren yasanın 12 Eylül sonrasının faşist ikliminde yapılan bir yasa olduğunu hatırlatmak isterim. Demokratik ve özerk üniversite idealine yaklaşmaya çalışan, karar süreçlerine katılımı artıran ve fakültemizde bilim ve eğitim ortamını güçlendiren uygulamaları beklememizin hakkımız olduğu kanısındayım.

Sayın Hocam,
Hacettepe Tıp Fakültesinin
– kurum kimliğini zedeleyen,
– yüksek kalitedeki eğitim düzeyini bozan ve
– bilim üretimi ortamını olumsuz etkilediğine inandığım

bu tür atamaları durdurmanızı rica ediyorum.

Saygılarımla.

Prof. Dr. Okan Akhan
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi
Radyoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi