Yazar arşivleri: Ahmet SALTIK

Ahmet SALTIK hakkında

Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet SALTIK’ın özgeçmişi için manşette tıklayınız: CV_Ahmet_SALTIK Hekim (Halk Sağlığı Profesörü), Hukukçu (Sağlık Hukuku Uzmanı) Mülkiyeli (Kamu Yönetimi - Siyaset Bilimci)

Paris’ten Net Sıfır Emisyon Hedefine

EKONOMİ POLİTİK

Prof. Dr. A. Erinç Yeldan
Kadir Has Üniversitesi
erinc.yeldan@khas.edu.tr
13 Ekim 2021
Diğer EKONOMİ POLİTİK yazılarım için tıklayınız.

Paris’ten Net Sıfır Emisyon Hedefine

Türkiye 7 Ekim günü Paris Anlaşması’nı TBMM’de onaylayarak, iklim değişikliği ile ortak mücadeleye katılacağını resmi olarak ilan etti.

Paris Anlaşması diye anılan metin, 2015’te Paris’te toplanan 21. Taraflar Konferansında (COP-21) sunulan Ulusal Niyet Beyanları (Intended Nationally Determined Contributions) üzerine kurgulanmış idi.
***
Yazının tümünü 2 görseli (grafiği) ile PDF dosyası olarak görüp okumak için lütfen.
tıklayınız.

yeldan785_13ekim2021_paristenaydye (1)

Sevgi ve saygı ile. 18 Ekim 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik     

CUMHURİYETİN SAĞLIK DEVRİMİ : Sosyalleştirme ve Günümüz Piyasacı Sağlık Hizmetleri

Dostlar,

15 Ekim 2021 Cuma günü, öğlen arasında, Hacettepe Üniversitesi Atatürkçü Düşünce Topluluğu’nun çağrısı ile bir konferans sunduk. Poster aşağıdaki gibi hazırlanmıştı.

Topluluk Başkanı, Hacettepe Tıp 4. sınıf öğrencisi Eray Peker tüm hazırlıkları yapmıştı sağolsun. Sabah Atılım Tıp Fakültesindeki dersimizden 12:00’de ayrıldık ve yarım saatte Kızılcaşar’dan Sıhhiye’ye yetişmeye çabaladık. Hacettepe’nin bahçesinde park yeri olanaksız! Geçen yıl emekli olduğumuz Ankara Tıp bahçesine bıraktık aracımızı ve “4 nala” (!) Yeşil anfiye koştuk.

50 (evet, tam elli!) yıl önce 1971’de henüz ergin (reşit) bile olmayan bir çocuk / genç olarak bu güzelim – seçkin Tıp Fakültesinde Tıp Eğitimine başlamıştık. Tam yarım yüzyıl sonra ise, ak saçlı ve emekli bir öğretim üyesi olarak aynı koridorlarda, mekanlarda idik.

Hazırladığımız yansılarla 45-50 dakika içinde sunumumuzu yaptık. 13:30’da derslere devam edilecekti. Bu yansıları aşağıda bilgi ve ilginize sunuyoruz (97 yansı, 7 MB):

Cumhuriyet Dönemi Sağlık Hizmetleri ve Günümüz, Ahmet Saltık

Mustafa Kemal ATATÜRK‘ün Devrimleri arasında SAĞLIK DEVRİMİ yeterince incelenmemiştir Oysa bu alanda yapılanlar da gerek Felsefesi gerek eylemi ve gerek sonuçları bakımından gerçek bir Devrim niteliğindedir.

Tarihçilerin, özellikle Cumhuriyet Tarihi – Devrim Tarihçilerinin, Tıp Tarihçilerinin, yeni kuşak hekim ve sağlıkçıların bu alana mutlaka eğilmeleri gerekmektedir. Sunumumuz yansıları oldukça varsıl sayılabilir. 1988 – 2020 arasında Tıbbiyede öğrencilerimize bu konuyu aktardık. Atılım Tıp’ta da sürdüreceğiz. Web sitemizde yazdıklarımız da oldu..

Bilgi ve ilginize sunarız..

Sevgi ve saygı ile. 18 Ekim 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter : @profsaltik     

Yönetemeyen demokrasi

Alev Coşkun
Alev Coşkun
Cumhuriyet, 17 Ekim 2021

 

Bu haftaki Pazar yazımda “Yönetemeyen Demokrasi” konusunu ele alıyorum.

Demokrasi, halkın yöneticilerini seçimle belirleme esasına dayalı bir yönetim biçimidir. Temel unsur; eşit, adil, dürüst ve hukuka dayalı olarak yapılan genel seçimlerle yöneticilerin seçilmesidir.

Ancak salt genel seçim, demokrasinin varlığını kanıtlamaz. Yalnızca seçim demokrasi için yeterli olsaydı, 2. Dünya Savaşı öncesi genel seçimlerle iktidara gelen Almanya’da Hitler, İtalya’da Mussolini, Portekiz’de Salazar ve İspanya’da Franco gibi faşist ve otoriter yönetimler demokrasi sayılırdı.

Kuvvetler ayrılığı

Demokrasilerde genel seçimler ne kadar önemliyse, halkın temel hak ve özgürlüklerinin de anayasal güvence altına alınması o derece önemlidir.

Kuşkusuz diğer önemli bir unsur, siyasal iktidarın elinde toplanan gücün anayasal kurallar çerçevesinde sınırlandırılmasıdır. Bu da kuvvetler ayrılığı ilkesinin kabul edilmesi ve işlemesi ile olanaklıdır.

Türk halkı, Tanzimat’ın ilanı olan 1839’dan bugüne, belirli dönemlerde kısıtlamalar olsa da parlamenter sistemle yönetilmiştir ki bu da toplam 182 yılı bulmaktadır.

Ancak son yapılan halkoylaması sonucunda dünyanın hiçbir ülkesinde bulunmayan ve “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adı verilen bir sisteme geçildi. Dünyada bir benzeri olmayan “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”ne 2018 yılında geçtik.

Erdoğan, “Her şey iyi olacak. Ekonomi kanatlanıp uçacak” diyordu. Oysa bu sistemle çok büyük bir gerileme dönemi başlamıştır.

Bu sisteme geçeli 3 yıl 3 ay oldu. Bu kadar kısa bir dönemde devlet kurumları adeta çöktü. Özellikle devletin her katmanında denetim sistemleri devre dışı bırakıldı. Kamu yönetiminde yetenek (liyakat) yerine, dine dayalı zihniyete inanan adamlar yerleştirildi.

Bu sistemde, “partili cumhurbaşkanı” tek yetkili oldu. Her şeyi o biliyor, her şeye o karar veriyor. Yasama organı, yetkileri elinden alınmış, sadece adı “Meclis” olan bir kuruma dönüştü.

Cumhurbaşkanı tarafından atanan bakanların Meclis’e gelip hesap vermeleri ortadan kaldırıldı. Çağdaş ve evrensel demokratik sistemin vazgeçilmez unsuru olan kuvvetler ayrılığı ilkesi iptal edildi.

Son 3 yıl 3 aydır uygulanan bu sistemle Türkiye ne yazık ki “yönetemeyen demokrasi” modeline dönüştü.

Yöneten – yönetemeyen demokrasi

Yöneten ve yönetemeyen demokrasi konusu, siyaset bilimciler tarafından derinlemesine incelenmiştir. Siyaset bilimci G. Bordeau, “Yöneten Demokrasi” adlı 3 ciltlik kitabında bu konuyu inceledi. Prof. Bordeau: “Kimi siyasal partilerin demagoji ve halk dalkavukluğu yaparak seçimlerde tepkisel oyları ele geçirebildiklerini, ancak böylesi durumların demokratik yaşamda daha büyük yeni sorunlara yataklık yaptığını” irdeliyor.

Yazar, yetersiz ve donanımsız siyasal iktidarların oluşması sonunda, kaybedenin aslında “yönetilen”lerin yani halkın kendisinin olduğunu savunur ve bu gibi modellerin sonunda “yönetemeyen demokrasi”lere dönüştüğünü de vurgular.

Demokrasi teorisine geri dönüş

ABD’nin Colombia (AS: Columbia) Üniversitesi siyaset bilimi öğretim üyesi Prof. Dr. Giovanni Sartori ise “Demokrasi Teorisine Geri Dönüş” adlı yapıtında, “Yönetemeyen Demokrasi” konusunu ele almıştır. Bir ülkede yönetemeyen demokrasinin unsurları olarak “Aşırı Yük ve Sorunların Çözülememesi” kavramlarını irdelemiştir. Prof. Sartori, bir ülkede iktidarın çözmekle yükümlü olduğu sorunların ağırlığını belirtmek amacıyla da “overload” (aşırı yük) olgusunu ortaya atmıştır.

Örneğin siyasal, toplumsal, dış politika ve ekonomi alanlarındaki birçok sorunla (aşırı yük), karşı karşıya olan bir ülke, öncelikle bu sorunları çözmek için “sorun üreten” değil; “sorun çözen” siyasal iktidarlara gereksinim duyar…

Popülist yaklaşım ve yönetemeyen demokrasi

Ancak, iktidara gelen siyasal parti eğer sorunları görmezden gelerek popülist davranışlarla halkı oyalama yoluna giderse, siyasal ve toplumsal sorunlar birikir. Bu noktada “sorun çözücü” olmak yerine, “sorun yaratıcılık” ve “sorun üreticilik” ortaya çıkar ki bu da “yönetilmezlik” (ungovernability) olgusunu yaratır ve sonunda durum, “yönetemeyen demokrasi”ye dönüşür.

Prof. Sartori’ye göre bir ülkede hem “aşırı yük” (ağır sorunlar) hem de sorun çözememek, sorunları ortada bırakıp “halk dalkavukluğu” ya da “çatışma yöntemi” yani “toplumu kutuplaştırma” öne çıkıyorsa, “yönetilmezlik” konusu üst düzeye ulaşır. Bu da “yönetilemeyen demokrasi” olgusunu ortaya çıkarır. Sartori bu noktada şu yargıya varıyor:

  • Toplumsal sorunları çözemeyen siyasal iktidarlar giderek erirler ve ufalırlar. 

Prof. Dr. Sartori bu noktada siyaset bilimci Karl Mannheim’ın ünlü “Man and Society in Old Age Reconstruction” kitabına gönderme yaparak “…toplumda liderlik yokluğuna” işaret eder, “halkın giderek umudunu yitirmesini” ve “demokrasi dışı istekleri bulunan gruplara fırsat veren olgunun işte bu genel yönetme, çekip – çevirme yokluğu” olduğunu vurgular. (s.179)

Türkiye’de durum

Şimdi Türkiye’ye bakalım.

1. AKP, iktidara geldiği günden itibaren (AS: başlayarak) temel politika olarak toplumu kutuplaştırma yolunu izledi.

2. Ayrıca, ekonomik alanda Türkiye son derece ciddi sorunlarla karşı karşıyadır. İşsizliğin en üst düzeyde olduğu, her üç gençten birinin iş bulamadığı, ekonomik daralmanın son yılların en üst düzeyine ulaştığı bir ekonomik durum. İşçilerin tedirginliği, tarım kesiminin giderek yoksullaşması, orta tabakanın giderek kaybolması gibi son derece önemli ekonomik ve toplumsal sorunlar…

3. Gelir dağılımındaki adaletsizliğin giderek büyümesi,

4. Cumhurbaşkanı Erdoğan, kendisini doğruları en çok bilen kişi olarak görüyor ve buna göre hareket ediyor. Dünyanın hiçbir ülkesinde devlet başkanları merkez bankalarına karışmaz (müdahale etmez). Erdoğan, “faiz sebep, enflasyon neticedir” gibi kendisinin yarattığı ekonomik teorilerle Merkez Bankası’na karışıyor. Bunun sonunda Merkez Bankası başkanı kısa sürelerde değişiyor. Merkez Bankası rezervleri eriyor, halkın 128 milyar doları kaybediliyor. Ocak 2020’de 5.96 TL olan Dolar, 22 ayda 9.18 TL’ye yükseliyor (%55’in üzerinde bir yükselme gerçekleşiyor.).

5. Dış politikada ABD ile Rusya arasında adeta bir top oyunu gibi gidip gelmeler, zikzaklar çiziliyor. Ortadoğu’da; Irak, Suriye, Afganistan, Yunanistan ve Doğu Akdeniz’deki sorunlar giderek büyüyor.

Gündem saptırılıyor

Bugünkü siyasal iktidar bu önemli sorunlar üzerine yoğunlaşma yerine sürekli sürtüşme ve kavga yolunda politika geliştiriyor; temel konulardan kaçma politikası uyguluyor.

AKP iktidarı, rövanş alma hırsı ile yargı, eğitim ve Orduya karşı bu alanları “ele geçirme” anlayışıyla hareket ediyor ve özellikle üniversiteler, aydınlar ve eleştirel basınla kavga etmeyi temel bir politika önceliği haline getirmiş bulunuyor.

Siyasal iktidar, düşman yaratıp, bu düşman kesimle sert bir kavga vererek, hem tabanını güçlendirmeye çalışıyor hem de gündem değiştiriyor. Oysa, gerçek ve çağdaş demokrasilerin temel unsurları (AS: ögeleri) çatışma değil, uzlaşmadır.

Türkiye’de son üç yıldır uygulanan ve dünyanın hiçbir yerinde olmayan “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi”, dünya siyaset bilimi literatürüne “Yönetemeyen demokrasi modeli” olarak geçmiş bulunuyor.

Sayısal çoğunluk

Çağdaş demokrasi kuramının önde gelen düşünürlerinden Robert A. Dahl, Demokrasi ve Eleştirileri adlı eserinde “sayısal çoğunluk” ve “çoğulculuk” kavramları üzerinde durur. Gerçek demokrasinin çoğulculuktan geçtiğini vurgular. Amaç bütün kesimlerin demokrasi sürecine katılımının sağlanmasıdır.

Demokrasi, Mecliste sayısal çoğunluğa sahip siyasal partilerin her istediklerini yapmasını onaylayan bir sistem değildir. Tersine çağımızın demokrasi anlayışı katılımcılık ve çoğulculuk ilkelerine; yasama, yürütme ve yargının birbirinden bağımsızlığı ve birbirlerini denetlemeleri temeline dayanır. Çağdaş demokrasi anlayışı, geniş fikir alışverişi, uzlaşma ve oydaşma kavramları üzerine yükselir.

Ne yazık ki, AKP iktidarında bu çağdaş düşünceleri göremiyoruz. AKP iktidarı ve lideri uzlaşma yerine çatışmayı; erklerin birbirlerini denetlemesi yerine, gücün bir elde toplanmasını, oydaşma yerine sayısal çoğunlukla her türlü kararı Cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle ve gerektiğinde Meclis’ten geçirerek sonuçlandırmayı yeğliyor.

Bunları temel politikalar olarak kabul ediyor ve uyguluyor.

SONA DOĞRU

Ancak bugün, AKP iktidarı bir yanda yoğun dış politika baskıları, öte yanda ekonomik alanda yapılan hatalar ve çalkantılar içinde çırpınmaktadır.

Genel kabul gören görüş şudur:

AKP iktidarı artık ekonomiyi düzeltemez, işsizliği çözemez, enflasyonu denetim altına alamaz, yükselen kurları toparlayamaz.

AKP iktidarının temel ekonomi politikası borçlanma üzerine kurgulanmıştır. Nitekim, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin uygulandığı son üç yılda, Türkiye Cumhuriyeti’nin 95 yılının toplamından daha fazla borçlanıldı. 2018 Haziran ayında 970 (969.9) milyar TL olan Türkiye’nin borç stoku, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçildikten sonra 1 trilyon 57 milyar TL’lik borç eklenmiş ve toplam borç stoku 2 trilyon 27 milyar TL’ye ulaşmıştır.

Döviz cinsi iç borç stoku ise bu üç yılda tam 394 kat artmış bulunuyor.

Milli gelirin durumu

Özellikle işaret etmemiz gereken önemli nokta şudur:

  • Türkiye’de kişi başına düşen milli gelir son 7 yıldır sürekli düşüş gösteriyor.

Verilere göre 2013 yılında 12 bin 582 Dolar olan milli gelir, 2020 yılında 8 bin 547 dolar oldu. 2013’ten bugüne kişi başına düşen milli gelirdeki azalma yüzde 31.67 oldu. Bu derece düşüş 2. Dünya Savaşı’nda bile görülmedi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, her konuda en çok bilendir. “Faiz sebep, enflasyon neticedir” biçiminde formüle ettiği, ekonomi kuralını ısrarla uygulayarak Merkez Bankası rezervlerinin erimesine neden oldu. Geçen hafta yine aynı yola girildi. Faiz indi ama enflasyon düşmedi; tersine, yükseldi ve döviz kurları tavan yaptı.

AKP iktidarı bir kısırdöngünün içine girmiştir..

Yeteneksiz ve partizan yönetimin yarattığı sorunlar ve her gün ortaya çıkan yolsuzluklar karşısında AKP siyasal iktidarı sarsıntılar geçirmektedir. AKP iktidarı giderek otoriterleşiyor. En tipik örnek Basın İlan Kurumu’dur ve bu kurum bir ceza kurumuna dönüşmüştür.

Böylece art arda verilen resmi ilan kesme cezalarıyla başta Cumhuriyet gazetesi olmak üzere eleştirel basın ekonomik baskı altında tutulmak isteniyor.

KUTUPLAŞMAYI KÖRÜKLÜYOR

Türk siyasal yaşamının hiçbir döneminde kurumlar arasında bu derece çatışma ve güvensizlik oluşmadı. Halk artık mevcut siyasal kurumların işleyişinden, ülkenin yönetiminden memnun olmadığını açıkça göstermektedir. Nitekim son kamuoyu anketleri halkın bu düşüncesini açıkça ortaya koymaktadır. Bulguların özeti şudur:

1. Halk, uygulanan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nden memnun değildir.

2. Bu sistemi destekleyen AKP+MHP’nin Cumhur İttifakı giderek erimektedir.

Türk toplumunda gelir dağılımı adaletsizliği son kertede büyüdü. Orta gelir tabakası yok oldu. Araştırma şirketi Konda’nın son bulguları şöyledir:

Cumhur İttifakı %41.6, Millet İttifakı %44.1. Bunların açılımı şöyledir:

AKP %32.7, MHP %8.9, CHP %24.8, İyi Parti % 19.3, HDP % 11.7’dir.

Ülkemizin gerek ekonomik, gerek toplumsal yüzlerce sorunu çözüm beklerken, siyasal iktidarın bunları çözmek yerine sürekli çatışmaya dayalı politikalarla ülkeyi kutuplaştırması çok hatalıdır. Üç yıldır uygulanan ve dünyanın hiçbir yerine olmayan “Türk Tipi”  Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi iflas etmiştir. Ne yazık ki, AKP siyasal iktidarı “yönetemeyen demokrasi” konumuna girmiştir.

İlk seçimlerde, çağdaş parlamenter sisteme dönmek en acil yapılacak iştir.

KAYNAKÇA

1. Giovanni Sartori, Demokrasi Teorisine Geri Dönüş, (Çev.: Tuncer Karamustafaoğlu ve Mehmet Turan), Ankara, Yetkin Yayınları, 1993.
2. Karl Mannheim, Man and Society in Old Age Reconstruction, London, Routledge & Kegan, 1940.
3. A.D. Lindsay, The Modern Democratic State, London, Oxford Press, 1943.
4. Robert A. Dahl, Demokrasi ve Eleştirileri, (Çev.: Levent Köker), Ankara, Yetkin Yayınları, 1196.

Not: Aynı başlıkla 22.7.2009 tarihli Cumhuriyet gazetesinde özet bir yazım yayımlanmıştı.

Giderayak güldürüyorlar

Zafer ArapkirliZafer Arapkirli
Cumhuriyet, 15 Ekim 2021

 

Bir insan için de, bir kurum için de, bir siyasi parti için de, hele hele iktidardaki bir siyasi parti için de en arzu edilmeyen durum, gelişmelerin girdabına kapılarak “iradesi hilafına savrulma” halidir. Bunun bir başka biçimi de olup biteni yani gündemi belirleme yeteneğini yitirmek, “proaktif” yani ilk ve önce davranıp tavır almaktan ziyade, başkalarının aldıkları tavra söyledikleri her lafa yanıt vermek yani “reaktif” duruma düşmektir. Bugünün iktidar koalisyonunun manzarasını tam da bu şekilde tarif etmek mümkündür.

Kılıçdaroğlu’nun “Siyasi cinayetler işlenmesinden endişe ediyorum” uyarısına karşı, İçişleri Bakanı’nın “MİT’e sordum, Emniyet’e sordum. Yok öyle bir şey” demesi, buna mukabil geçen 20 yılda yaşanan ve kimilerinde 50-100 canın bir anda yitirildiği siyasi cinayet ve katliamları unutturmaya çalışması da güçlü bir örnek sayılmaz mı? Çok sayıda toplu katliam (Suruç, Ankara, Merasim Sokak, Dolmabahçe, Reina baskını, Atatürk Havalimanı baskını) ve bireysel (Hrant Dink, Tahir Elçi, Gezi Şehitleri, Kumpas süreci şehitleri, Yasin Börü, HDP’li Deniz Poyraz) cinayet sanki bu iktidar döneminde işlenmemiş gibi pişkin pişkin “Recep Tayyip Erdoğan 70’lerin 80’lerin 90’ların siyasi cinayetler devrini kapatmıştır” diyebilmek ve yazabilmek, (olayın muhtevası, yitirilen yüzlerce insan canı olmasını saymazsak) bir kara mizah örneği değil midir?

Bu ülkede 800 bin futbol sahası büyüklüğünde orman alanının cayır cayır yanmasını muhalefetle didişerek izleyen bir Orman Bakanı’nın, kalkıp da “Türkiye, yangınlarına müdahalede dünyanın en iyisi” mealinde konuşması, bir “başyapıt” sayılmaz mı?

Sağlık Bakanı’nın, her gün giderek daha da vahim bir hal aldığı anlaşılan, görülen bir Covid-19 pandemisi tablosuna baka baka hâlâ (aklınca) mizah ürünü tweet’ler atabilmesine ne demeli?

TÜGVA rezaleti ile ilgili belgeleri ilk gün “montaj – düzmece” diye inkâr edip ardından “Kim sızdırmış bunları?” diye atarlanmak, adeta “Kendilerine güldürmek için özel bir çaba”nın ürünü değilse, nedir?

Hepsini alt alta dizip toplamasını aldığınızda, “Eyvah.. Gidiyoruz galiba” diye özetlenebilecek bir ruh halinden söz ediyoruz. Giderayak daha çok katıla katıla (aslında acı acı) güleceğimiz iyice belli oldu.

Düzgün TV Programımız- 15 Ekim 2021

Dostlar,

Bu gün, 15 Ekim 2021 gecesi, Türkiye saati ile 21:00’de, Avusturya’da yaşayan kardeşimiz Sn. Kazım Balaban’ın Düzgün TV adlı youtube kanalından yayın yapan programına konuk olacağız. / OLDUK

Twitter ve Facebook erişkeleri (linkleri aşağıda..)
Pazartesi de youtube erişkesini (linkini) koymayı umuyoruz.

Konumuz

  • KÜRESEL İKLİM FELAKETLERİ ve SAĞLIK SORUNLARI

Sayın Kazım Balaban’a daha önce de konuk olmuş ve şu konuyu işlemiştik :

  • 98. YILINDA LOZAN ANDLAŞMASI’na SAHİP ÇIKMAK :
    KRİTİK BİR TARİHSEL GÖREV

1 Ağustos 2021 günü gerçekleştirdiğimiz konuşma erişkesine (linkine) ve kullandığımız 110 yansıya şu adresle, web sitemizden erişilebilir :

98. YILINDA LOZAN ANLAŞMASI’na SAHİP ÇIKMAK : KRİTİK BİR TARİHSEL GÖREV – Prof. Dr. Ahmet SALTIK

2,5 ay sonra bir kez daha DÜZGÜN TV‘deyiz ve konumuz oldukça güncel, yukarıda da yazdığımız gibi..

Unutulmamalı ki, Kovit-19 küresel salgını, özünde bir Çevre Sağlığı sorunu! 

Kovit-19 bir çevresel / çevre kökenli, hastalık, alt küme olarak da bir zoonoz; hayvanlardan insanlara geçen bir hastalık.

Yukarıdaki program görselinin alt bölümünde youtube, facebook, twitter ve instagram logoları var. Yani, bu sosyal medya hesaplarında canlı yayın olarak izlenebilecek. Program sonrasında izlenebilmesi için gerekli erişkeleri (linkleri) burada paylaşacağız.

  • Son OECD toplantısında dikkat çekilen olgu, ardışık küresel afetlerin / salgınların salt zaman sorunu olduğu idi..

Ne var ki doğanın “tanıyacağı” (!?) bu süre belirsiz.
Henüz Kovit-19 pandemisi ile başedilememişken, Küresel toplumun son derece  zorlanacağı açık, apansız bastıracak bir küresel afet karşısında..

Yaklaşık 65 dakikalık TV konuşmamızı izlemek için lütfen tıklayınız..

https://www.facebook.com/duzgunTv/videos/560313098381421

Aşağıdaki erişke, twitter ortamında izlemek için.

Ve youtube ortamında..

PROF.DR.AHMET SALTIK İLE İKLİM FELAKETİ – YouTube

İlgi ve bilginize sunarız.

Sevgi ve saygı ile. 15 Ekim 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik     

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Şeriatçılık ve Kürtçülük

Örsan K. ÖymenÖrsan K. Öymen
Son Yazısı / Tüm Yazıları

Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik iki büyük tehdit vardır :

  1. Bunların birisi şeriatçılık, dincilik, köktendincilik, İslamcılık, irtica olarak da adlandırılan laiklik karşıtı harekettir,
  2. Öbürü de Kürtçülük olarak da adlandırılan bölücü harekettir.

Laiklik karşıtı hareketler demokrasi yerine teokrasiyi kurmayı hedefler.

Bölücü hareketler de üniter (AS: tekil) yapıyı yıkarak Türkiye’nin toprak bütünlüğünü tehdit eder.

Laiklik karşıtı hareketler din ve mezhep üzerinden, bölücü hareketler etnik kimlik üzerinden siyaset yapar.

Türkiye’yi bir kanser tümörü gibi saran bu iki hareket, emperyalizme hizmet eder. Türkiye’yi zayıflatmak için mücadele edenler, bu hareketleri kullanırlar. Dünyada Türkiye’nin kötülüğünü isteyen ne kadar güç varsa, bu hareketlerden birisini veya ikisini birden destekler. Emperyalizm, bir ülkenin dışarıdan değil, içeriden yıkılabileceğini bilecek kadar kurnazdır. Emperyalizmin bu kumpası, Kurtuluş Savaşı’ndan beri sürmektedir.

Din, mezhep ve etnik kimlik, emperyalizmin en büyük silahlarıdır.

O nedenle emperyalizm, sömürdüğü ülkelerde, anayasaya ve vatandaşlık bilincine düşmandır. Çünkü . Din, mezhep ve etnik kimlik ise siyasallaştığı zaman bölücü, yıkıcı ve parçalayıcıdır.
***

İsmail Kahraman adlı cumhuriyet, laiklik ve demokrasi düşmanı AKP’li zattın, halkın istemesi durumunda laiklik ilkesinin anayasadan çıkarılabileceğini söylemesi, Türkiye’nin temellerine dinamit yerleştirmektir!

Birincisi, yapılan kamuoyu araştırmalarına göre, halkın büyük çoğunluğu laiklik ilkesini savunmaktadır ve bir din devletini, teokratik bir rejimi istememektedir.

İkincisi, halkın çoğunluğu laiklik ilkesinin anayasadan çıkmasını savunacak olsa bile bu durum, laiklik ilkesinin anayasadan çıkmasını haklı çıkarmaz ve meşrulaştırmaz.

Çünkü dünyada hiçbir anayasal demokraside, halkın çoğunluğunun demokrasinin ortadan kaldırılmasını istemesi üzerine, demokratik düzene son verilmez.

Halkın çoğunluğu faşizm isterse faşist düzen kurulmaz; halkın çoğunluğu monarşi isterse monarşik düzen kurulmaz; halkın çoğunluğu teokrasi isterse teokratik düzen kurulmaz; halkın çoğunluğu diktatörlük isterse diktatörlük kurulmaz. Kurulursa onun adı halkın egemenliğine dayalı demokrasi olmaz.

Halkçılık ile popülizm aynı şeyler değildir. Halkın egemenliği popülizm değildir. Faşizmin, monarşinin, teokrasinin, diktatörlüğün geçerli olduğu düzenlerde, halk egemen olamaz. Diktatör, padişah, kral, halife, papa, ruhban sınıfı egemen olur!

Almanya’da 1933 yılında Nazilerin ve Adolf Hitler’in oyçokluğuyla iktidara gelerek faşist bir diktatörlük kurması, nasıl haklı ve meşru görülemezse, laiklik ilkesinin oyçokluğuna dayanarak kaldırılması da haklı ve meşru görülemez!

Laiklik karşıtlığı İslamofaşizmdir. İslam dini siyasallaşmadığı sürece, laiklik ilkesiyle barışık bir biçimde, demokratik bir düzende varlığını sürdürebilir, siyasallaştığı zaman da İslamofaşizme dönüşür.
***
Son haftalarda olduğu gibi, “Kürt sorunu” söylemi üzerinden siyasal partilerin içinde bir tartışmayı açmanın da Türkiye’ye bir yararı yoktur.

Türkiye’de Kürt kökenli vatandaşların dili, onlarca yıl baskı altında kalmıştır ve asimile edilmeye çalışılmıştır. Bu, elbette yanlıştır. Ancak bu sorunların çoğunluğu çözülmüştür. Halen devam eden bazı eksikler de giderilmelidir.

Örneğin Kürt kökenli vatandaşların çoğunlukta olduğu illerdeki tüm okullarda seçmeli Kürtçe dersleri olmalıdır; bu illerdeki tüm üniversitelerde Kürt Dili ve Edebiyatı bölümleri kurulmalıdır; arzu eden vatandaşlar köylerin, kasabaların, kentlerin Kürtçe adlarını kullanabilmelidir; HDP üzerinde uygulanan bazı hukuka aykırı baskılar ortadan kaldırılmalıdır.

Ancak Kürt sorununun çözülmesinden, bağımsız bir ülke olarak Kürdistan’ın kurulması veya federasyon, özerklik, anadilde eğitim gibi uygulamalar anlaşılıyorsa, bunun Türkiye’nin anayasasına ve
üniter yapısına aykırı olduğu açıktır. 

Dini, mezhebi, etnik kimliği, dünya görüşü ne olursa olsun, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkes, mevcut anayasaya göre de anayasa ve yasalar önünde eşittir. Önemli olan, devletin bunu uygulaması ve vatandaşların da vatandaşlık bilincine ulaşmasıdır.

ARTI TV Programımız – 14 Ekim 2021

Dostlar,

Bu gün sabah 09:00 – 09:45 arasında ART TV‘de Sn. Nazım Alpman‘ın konuğu olduk.


Konumuz,

  • SALGININ ERİŞTİĞİ DÜŞÜNDÜRÜCÜ AŞAMA

idi.

Gerçekten de 18+ yaş nüfusunun %75’ine 2 doz aşı yapan (!?) bir ülkede nasıl olur da her gün “resmen” 30 bini aşan yeni olgu ve yine “resmen” 200’ün üzerinde ölüm olabilir!?

Mutlaka bir yerlerde ciddi yanlışlar yapılıyor olmalı!

Ancak Sağlık Bakanlığı ipin ucunu koyvermiş, Bakan, “kısıtlama yok çünkü aşı var...” buyuruyor ama Dünyada 4. dalga inişe geçmişken ülkemizde hala yükselmede. Son haftada yeni tanı alan toplam olgu sayısı 200 bini aşkın ve bu rakam ile Türkiye dünyada 3. sırada. Toplam olgu sayısında da 6.!

Kapsamlı biçimde irdeledik sorunu, çözüm önerilerimizi aktardık.
Olası hata kaynaklarını ortaya koyduk.
Örneğin 1 ayı aşkın zamandır “kritik durumda” olan kovit-19 hasta sayısı Türkiye’de nasıl 633 olarak sabit kalabilir!??

Yazıklar olsun!

İzlemek, paylaşmak ve masum insanların daha çok ölmemesi için izleyelim, paylaşalım..

 


Sevgi ve saygı ile. 14 Ekim 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik     

 

 

Kazanımlar, kayıplar…

Zafer ArapkirliZafer Arapkirli
Son Yazısı / 
Tüm Yazıları 
Cumhuriyeet, 13 Ekim 2021

 

Millet için tünelin ucu, muktedirler için çıkış kapısının dışı görünmeye başladığından beri, 20 yıllık destekçileri, yancıları, yardakçıları, şakşakçıları, beslemeleri aldı bir telaş.

Bir yandan, muhalefet partilerinin geçmişten çok farklı bir tavırla, çözülemeyen sorunlar üzerine peş peşe yaptıkları “çözüm formülü açıklamaları”, bir yandan giderek hıncahınç dolu meydanlara hitaben konuşmalar yapan muhalif liderlerin görüntüleri, bir yandan da kamuoyu yoklamalarında hızla tersine dönen rüzgârın grafik anlatımları, “muktedir için gidiş marşının” notaları anlamına geliyor.

İşte tam da bu yüzden, sadece “mührün sahipleri” ve onların “mühürdarları” değil, sistemden yararlanan, nemalanan, muktedir sayesinde rahata eren, istediklerini yaptıran ve çoğunluğun ıstırabı pahasına refah ve güven içinde yaşayanları, büyük bir telaş almış görünüyor.

Geçmiş iktidar değişikliklerinde, genelde böyle durumlarda, sadece sessiz ama belirgin bir panik içinde “Gemiden nasıl atlarım?” ya da “En yakın filika nerede?” derdine düşen muktedir yancıları, bu kez ilginç bir şey daha yapmaya başladılar. O da “Kazanımlarımız ne olacak? Bizden sonra gelenler, ya onları elimizden almaya kalkışırlarsa?” söylemini dillendiriyorlar.

Neden? Çünkü, geçmiş iktidarlarda sadece bir tür basit anlamda “kadro” değişiminden söz edilirken, bu kez bir “ihtilal”in kazanımlarıdır kastettikleri. Daha 2002 yılının 3 Kasımı’nda seçimi kazandıkları an başlayan ve aradan geçen 19 yıllık sürede her gün kendisine bir başka mevzi ve kazanım elde eden ihtilalci bir rejimden söz ediyoruz çünkü.

O yüzden, geçen günlerde besleme medyada bazı kalemlerin giriştikleri “Evdeki bulgur, kurtlu bulgur, pirinç” muhabbetini ilgiyle izlemekteyiz. Tabii ki bunların “kazanımdan” kastettikleri şey, başlıca iki konu başlığı altında incelenebilir.

Birincisi, “gerici ve anti-laik düzenlemeler”. Yani, dinin ve hurafelerin, çağdaş uygarlık ve bilimsel düşünceden uzaklaşarak, ülkeyi neredeyse çağlar boyu gerilere taşımış olmaları. Hayatın her alanında sarıklı, cüppeli, takkeli birilerinin katıldıkları törenler, vaazlar ve fetvalarla düzenlenmeye çalışılan günlük yaşam. Bir yandan eğitim sistemini neredeyse anaokulu düzeyinden üniversite düzeyine kadar, fiilen ve zihniyet olarak “imam hatipleştirmeye” tabi tutmaları, bir yandan “Velev ki siyasi simge” diye itiraf ettikleri bir şekilde, başörtüsünü “kişisel bir tercih olmaktan çıkarıp sosyal ve siyasal bir bayrak olarak” ülkenin tüm burçlarına dikme uygulaması ile, bu dediğim “geriye doğru değişimin doruklarına” çıktılar.

İkincisi de geldiklerinde zaten var olan bütün rant kapılarına konup, çöküp, yenilerini yaratıp, bunların üzerinden (iç ve dış) yandaşlarına döşedikleri hortumlarla devasa yeni rant havuzları yaratmak da en önemli kazanımlarından biriydi. Yabancı sermayeyi, yatırım amaçlı değil ülke para piyasalarının yağmalanması amacı ile bütün kaynaklarımızın üzerine atmaca gibi davet etmek, ortaklaşa yürütülen bir soygun düzeni ile “iliğimizin kemiğimizin sömürülmesine” aracılık etmek de başlıca “kazanım”dı onlar için.

İyi de…

Kazananların yanı sıra bir de kaybeden olmalı, bu “gerici ihtilal” sürecinde, değil mi?

Kaybeden taraftaki muazzam insan kitlesi açısından bakınca da o kesimin de “Ya bizim kayıplarımız?” deme hakkı doğmuyor mu?

Cumhuriyet tarihi boyunca, (yani 2002’yi dönüm noktası alınca 79 yılda) elde edilmiş görece demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olmaktan kaynaklanan kazanımların elimizden uçup gitmesine ne diyeceğiz?

Kurucu önderimiz Mustafa Kemal ATATÜRK ve arkadaşlarının, ömürlerini hasrettikleri devrimlerle elde ettiklerimizin hesabını kimden soracağız? Şapka devriminden Harf devrimine, medeni hukuktan laikliğin en temel kazanımlarına “en hakiki mürşit” ilimin rehberliğinden dış politikadaki yurtta sulh cihanda sulh ilkesi ile görece “kazasız belasız” yaşanan bir hayatın “berhava” edilmiş olmasını nasıl telafi edeceğiz?

20 yıl öncesi ile kıyaslanamayacak düzeyde yoksullaşmanın, paramızın pul olmasının (dün öğleden sonra 9 TL’yi geçmiş ABD Doları kurunun) enerjiden başlayarak her türlü temel sektörde dışa bağımlılığının bilmem kaç kat artmış olmasının faturasını kim ödeyecek?

Sen başörtüsü, imam hatipler, gerici düzinelerle rektör ve dekana emanet edilmiş pırıl pırıl eğitim kurumlarının, Orduya, polise FETÖ’cü hainler başta olmak üzere bin türlü cemaat, tarikat zehrinin bulaştırılmış olmasının getirdiği avantajları yitirmenin hesabını yaparken, öteki tarafta, üstelik de (yukarıda saydıklarımın) bir tanesi bile kişisel kayıplar sayılmayacağı gerçeği ortada iken, bu muazzam “kayıplar yığını” ne olacak?

O yüzden…

Ülkeyi değil kendi “kazanımlarınızı” düşünerek ele geçirdiğiniz “mührü” usulca masanın üzerine bırakıp gideceğiniz o günü, yani seçim gününün gecesini büyük bir iştahla bekliyoruz. “İştah” derken yanlış anlaşılmasın. Obur ve bir türlü doymak bilmeyen muktedirlerden farklı bir iştah bu. Bugünün “kaybedenleri” olarak, bir şeyleri “yemek” değil, demokratik kazanımlarımızı geri almak gibi bir kaygıdan söz ediyoruz.

Kayıp – kazanç derken, hesap tam da budur.