Yazar arşivleri: Ahmet SALTIK

Ahmet SALTIK hakkında

Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet SALTIK’ın özgeçmişi için manşette tıklayınız: CV_Ahmet_SALTIK Hekim (Halk Sağlığı Profesörü), Hukukçu (Sağlık Hukuku Uzmanı) Mülkiyeli (Kamu Yönetimi - Siyaset Bilimci)

(+1) değil, gündemi emekçi halk belirleyecek

  • (+1) sermaye adına her şeyi belirleyecek öyle mi? Yağma yok! Sömürü uğruna üst yapıda oynanan oyunlara ve söz verilip yapılmayanlara kanılmayacak.
Türk Sanat Müziğiyle aram sıcak değildir ama gündem seçime odaklanınca ve seçimin parlamento seçimini tali olmaya iten başkanlık seçimi olma özelliği ağır basınca; “yapacağız, edeceğiz, vereceğiz” gibi seçim vaatleri açık artırmaya girince; adaletsiz seçim hukuku, yönetimi ve denetimi aklıma takılınca; dahası başkan seçimindeki (50+1) oranı tartışmaya açılınca ve daha adaletsiz seçim hukuku üzerine çalışmalar ortada dolaşınca Şekip Ayhan Özışık’ın sözlerini yazıp bestelediği, Zeki Müren’in de hakkını vererek söylediği o nihâvend/düyek şarkının ilk bölümü takılıyor dilime:
  • Yine hazan mevsimi geldi
    Yine yapraklar rüzgârların peşi sıra gidecek
    Yine deli gönlüm, yine bu mevsimde
    Hicranını yalnız başına çekecek
    Hüsranını yalnız başına çekecek
“Düzenin siyaseti, bu siyaset içinde demokrasinin olmazsa olmazı seçimler o kadar da bozuk plak değil ki, iyi örnekler de var” diyenleri duyar gibiyim. Sorun da bu iyi örnek yinelemelerinde zaten.

Kapitalizmin ve siyasetinin kimilerine göre iyi örnekleriyle iç çelişkilerin törpülenmesi ve kimi bunalım durumlarında sert bir şekilde bozulan dengelerin kısmen giderilmesi dışında, küçük nefes pipetleri verilen geçici iyileştirmeler dışında sömürünün ortadan kalktığı görülmüş mü?

Asıl olarak sömürülenlerin, ezilenlerin, yoksullaştırılanların, gericiliğin karanlığında yaşamaya bırakılanların, onların yanındaki ilericilerin ve aydınlanmacıların mücadeleleriyle kazanılan hak ve özgürlükler kapitalizmin / emperyalizmin ihtiyaçlarına göre kerte kerte ya da hızla geri alınmıyor mu? Hukuk, adalet hemen her alanda sermaye sınıfı ve işçi sınıfı arasında çifte standart uygulanmıyor mu?

Emekçi halk kendisini sömüren düzenin hicranını çekmez ama hüsranını sürekli çektiği tartışmasız. Bu hüsran üzerine oynuyor düzen içi siyaset, “bu sefer tamam, artık kurtulacağız” diye diye… Düzen içi muhalefet, “bizimle hüsran yaşamayacaksınız, gelin ayrılığımıza son verelim” diyor iktidara oturmak için. Siyasal iktidar da sanki iktidarda değilmiş gibi kılıktan kılığa giriyor.

(+1) ve oradan gelecek başkanlı rejim sihirli formül değil ki… Sermayenin emekçi halk üzerindeki denetimi ve sömürü düzeninin istikrarı için uygun görülen seçeneklerden biri. Öte yandan, parlamenter rejimde neler yaşandı ki emekçiler yönünden yoktular.

Gündemi ve programı emekçilerin belirlediği, aşağıdan yukarıya emekçi halkın oluşturduğu meclislerce yönetilen ve denetlenen bir yapıya var mısınız?

Ne oldu? Kapitalizmin bozuk plakları yerine devrimci müzik gelecek diye mi ürktünüz?

Sermayenin egemenliğinde siyasal iktidarların nöbet değişikliğinde dahi yapılamayacak şeyler var. Asıl olarak da sınıflı toplum ve sermaye sınıfının egemenliği değişmeyecek, sömürü yok olmayacak. Bu açık.

Anayasa, yasalar, hukuksal değişiklikler, yargı reformu dikkate alınacaksa eğer haydi birkaç madde önerelim. Bakalım adaletsiz seçime sarılan düzen içi partiler, birini dahi gündemlerine alacak mı?

Birincisi, Anayasada çokça geçen ama din özgürlüğüne sıkıştırılan laiklik kavramını, açık olarak şöyle yazalım mı?

  • “Siyasal, hukuksal, ailesel ve toplumsal yaşam, eğitim işleri, devlet işleri, tümüyle ya da bir bölümüyle, dine ve din kurallarına dayandırılamaz. Dinsel inanç bireysel bir tercihtir; her yurttaş herhangi bir dine inanmakta ya da inanmamakta, bunları açıklayıp açıklamamakta özgürdür. Din kimlik konusu yapılamaz.”

İkincisi, eğitim için şöyle yazalım mı?

  • “Eğitim her aşamasında parasız sunulan kamusal bir hizmettir, tüm toplumsal kesimlere eşit olarak sunulur.”

Üçüncüsü, sağlık için şöyle yazalım mı?

  • “Sağlıklı olmak temel bir insan hakkıdır. Sağlık hizmetinin tüm insanlara eşit ve parasız olarak sunulması esastır.”

Daha çok madde var. Örneğin özelleştirmeyi ve işsizliği yasaklayalım mı?

Sendikalaşma önündeki engellemeleri kaldırmayı, memurlara ve diğer kamu görevlilerine toplu iş sözleşmesi yapma hakkı ve grev hakkı vermeyi de unutmayalım. Hak gasplarını sağlayan yasaları kaldırmayı unutmayalım.

Bu arada CBK’leri sınırlandırmayı, yasalarla düzenlenen örneğin cumhurbaşkanına hakaret maddesini, OHAL yasaklarını, hak ihlallerini ve komisyonunu, OHAL’den devreden yasaları kaldırmayı da unutmayalım.

Zor mu, olanaksız mı?

O zaman yasakların ortadan kaldırılacağı iki öneriyi milyonlarca emekçi adına kabul edersiniz her halde, seçime gidiyorsunuz ya…

  • Grev hakkı tüm emekçileri kapsayacak biçimde yasalarla güvence altına alınır. Hakkın özüne dokunacak engelleme ve yasaklar getirilemez.”
  • “Toplantı ve gösteri yapma, örgütlenme ve propaganda bütün bireylere ve toplumsal örgütlenmelere açıktır, yasaklanamaz.”

Bu kadar da olmaz demeyin. Emekçi halkın nefesi mücadeledir, eylemdir, olmadı direnme hakkını kullanmaktır.

(+1) sermaye adına her şeyi belirleyecek öyle mi? Yağma yok! Sömürü uğruna üst yapıda oynanan oyunlara ve söz verilip yapılmayanlara kanılmayacak.

  • Gündemi örgütlü emekçi halk belirleyecek, sınıfsız sömürüsüz toplumu emekçi halk kuracak.

‘Millet İttifakı’nın adayı

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
Cumhuriyet, 15 Kasım 2021

 

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun, İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun veya Ankara Belediye Başkanı Mansur Yavaş’ın “Millet İttifakı”nın cumhurbaşkanı adayı olmasını doğru bulmadığını açıklaması, hem CHP tabanında hem de “Millet İttifakı” tabanında büyük rahatsızlık yarattı.

Kamuoyu araştırmalarına göre “Cumhur İttifakı”nın cumhurbaşkanı adayı AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı sandıkta yenebilen iki olası aday olan Ekrem İmamoğlu’nun ve Mansur Yavaş’ın bertaraf edilmeye çalışılmaları, 2023 seçimlerini “Millet İttifakı”nın kazanmasını tehlikeye atmıştır. Kılıçdaroğlu’nun bu açıklamasına en çok sevinen siyasi partiler AKP ve MHP olmuştur.
***
“Millet İttifakı”nın cumhurbaşkanı adayının Kemal Kılıçdaroğlu olması durumunda, yeni seçim sistemine göre, “Millet İttifakı”nın seçimi kazanması zorlaşır. Çünkü yeni sisteme ve Türkiye’deki sağ ve sol oy oranlarına göre, cumhurbaşkanı olacak kişinin merkez sağ seçmenden de oy alabilmesi gerekmektedir.

Kılıçdaroğlu’nun dürüstlüğü, çalışkanlığı ve siyasi tespitlerinin birçoğundaki haklılığı, O’nun 2023 seçimlerini kazanacağı anlamına gelmez.

Kılıçdaroğlu’nun merkez sağ seçmende oy tabanı bulunmamaktadır. Nitekim CHP, Kılıçdaroğlu’ nun liderliğinde %23-28 aralığını aşamamıştır. Karadeniz, Doğu Anadolu, Güneydoğu Anadolu, İç Anadolu ve Marmara CHP’nin en zayıf olduğu bölgelerdir. CHP sadece Ege’nin ve Akdeniz’in kıyı kentlerinde, Trakya’da, İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük kentlerde yüksek oranda oy alabilmektedir.

Kılıçdaroğlu, aday olması durumunda, bu bölgelerdeki CHP oylarını korur, HDP’nin desteğiyle Güneydoğu Anadolu’dan da oy alabilir, ancak Karadeniz, İç Anadolu, Doğu Anadolu, Marmara bölgelerindeki ve Ege’nin, Akdeniz’in iç kesimlerindeki muhafazakâr seçmenden yeterli oyu alması oldukça zordur.
***
Türkiye’de din, mezhep ve etnik kimlik temelli önyargıların ne yazık ki hâlâ etkili olması, Anadolu’daki muhafazakâr çevrelerde Alevi adaya oy vermeyiz biçimindeki ayrımcı anlayışın hâlâ yaygın olması, Kılıçdaroğlu’nun önündeki en büyük engellerden birisidir. CHP tabanı bu ölçütlere göre oy vermese de muhafazakâr partilerin tabanlarında birçok kişi hâlâ bu ilkel anlayışlar üzerinden oy kullanmaktadır.

Türkiye’nin sosyolojik acı gerçekleri dikkate alınmadan Ankara’da masa başında yapılacak hesaplar, “Millet İttifakı”nın hezimetiyle sonuçlanabilecektir. Kılıçdaroğlu’nun İYİ Parti, SP, GP, DEVA tabanlarından fire verebileceği dikkate alınmalıdır.

CHP’nin belediye seçimlerini kazandığı İstanbul, Ankara, Adana, Mersin, Antalya gibi kentlerin demografik ve sosyolojik yapısı üzerinden 81 il ve 922 ilçe konusunda bir genelleme yapılamaz.

Kaldı ki CHP’nin belediye seçimlerini kazandığı bu kentlerde de seçmen, belediye başkan adaylarına oy vermiştir, Kılıçdaroğlu’na oy vermemiştir. Kılıçdaroğlu’nun bu seçimlerdeki etkisi, sadece doğru adayları göstermiş olmasıdır.
***
Bugüne kadar, “Seçimlerin ikinci turuna Recep Tayyip Erdoğan’ın ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun kalması durumunda kime oy verirsiniz” sorusunun sorulduğu yeterli sayıda kamuoyu araştırması yapılmamıştır. Böyle bir bilimsel araştırma yapılmadan Kılıçdaroğlu’nun “Millet İttifakı”nın cumhurbaşkanı adayı olarak hazırlanması acaba nasıl açıklanabilir?!

Seçimden sonra tahsis (AS: tashih, düzeltme) edilecek olan parlamenter sistemde “Kılıçdaroğlu Cumhurbaşkanı, Akşener Başbakan” formülünün gerçekleşebilmesi için de önce Kılıçdaroğlu’ nun seçilebilmesi gerekir.

Öte yanda İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’in seçimden önce ilan edilen başbakan adaylığına HDP tabanının nasıl yaklaşacağı da ayrı bir tartışma konusudur. Kılıçdaroğlu bundan dolayı HDP tabanından da fire verebilir.

Özetle, ortak aklın devre dışı kaldığı bir ortamda ortak aday bulmak olanaksızdır! CHP yönetimi halka sahte umutlar vereceğine, ortak aklı devreye sokmalıdır!

Kaos nedeni, 50+1 değil, ‘CBHS’

Anayasal düzen yıkıcıları, yıkıntıların altında kalma tehlikesi ile burun buruna geldikleri bir anda, CB’nin ilk turda seçilebilmesi için ‘salt çoğunluk (50+1) indirilsin’ demeye başladı.

Oysa, Temmuz 2018’de çalışmaya başlayan 27. Yasama Dönemi TBMM tartışmaları, şu ayrışmayı yansıtıyordu:

2017 Anayasa değişikliği, ne meşrudur ne de sürdürülebilir (demokratik Cumhuriyetçiler).

Halkoyu ile kabul edilen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi (CBHS), Anayasa sayfasını kapatmıştır (teokratik-nasyonalist monarşistler).

30+1 ne demek?

Tam 31’nci ay sonunda, “şimdi sivil anayasa zamanı” sözleriyle (1 Şubat 2021), kesinlikle kapandı dedikleri sayfayı yine kendileri açtı.

AKP-MHP (Cumhur İttifakı), birlikte değil ayrı ayrı anayasa çalışması başlattı.

1 Mayıs’ta genel çizgileriyle açıklanan taslak (MHP), Allah ile başlıyor (Başlangıç).

40+1 ise,

27. Yasama döneminin 41. ayında ise şu ayrışma gündeme oturdu:

-“Tek aksaklık, 50+1”; “50+1 ciddi sorun çıkarıyor, ülkeyi kaosa sürükleyecek…” (AKP).

“Bu sistemin meşruiyet temeli %50+1’dir. Biz hükümetin ortağı değiliz; ama Cumhur İttifakı’nın sevabına da günahına da sonuna kadar ortağız…” (MHP).

Sistem tartışması başladı.

50+1’e gelince;

Görünen o ki, 27. Yasama Dönemi 50 ayı geride bıraktığında, Cumhur İttifakı, kendini Anayasa ve sistem tartışması içinde bulacak; her ikisini birlikte sorgular olacak.

Bu nedenle, başta Millet İttifakı gelmek üzere demokratik Cumhuriyetçiler, anayasa ve sistem tartışmalarını doğru bilgi temelinde yürütme konusunda duyarlı ve özenli olmak zorundalar. İşte bir demet temizlik:

10 YANLIŞ/ 10 DOĞRU

1- “50+1, sistemin tek sorunu ve kaos doğurur” (AKP): Oysa, kaos nedeni 50+1 değil, ‘CBHS’nin kendisi, doğru deyişle Parti Başkanlığı Yoluyla Devlet Başkanlığı ve Yürütme (PBYDBY)’dir.

2- “Biz hükümetin ortağı değiliz”: Hükümet yok zaten; Yürütme, tek kişide ve fiilen ortağısınız.

3- “Biz sadece Cumhur İttifakı’nı destekliyoruz; muhalefetiz ve denge işlevi görüyoruz” (MHP): Tümüyle gerçek dışı. Genel başkan iradesi olmadan vekiller, Meclis’te ne bir söz söyleyebiliyor ne de bir el kaldırabiliyor: Anayasa’ya ve kamu yararına açıkça aykırı yasalara ‘evet’; muhalefet partilerinin en yaşamsal ve gerçekçi önerilerine ‘hayır’. Araştırma önergelerinin hiçbirinde konuşmayan vekiller, hepsine hayır diyor. Konuyla ilgili onlarca yazımdan yalnızca üçü:

– “CHP-HDP-İYİ Parti = fikir ve dil/AKP-MHP = fizik ve el” (26.7.18);

– “Cumhur İttifakı: Meclis’e takılan ters kelepçe!” (12.12.19);

– “Liyakat karşıtlığı, (FETÖ-AKP-MHP) ortak paydası mı?” (23.9.21).

4-“Parlamenter rejim, darbelere neden oldu” (AKP): Yanlış. Son darbe girişimi, ‘Parlamentonun bekleme odasına alındı’ğı ve CB’nin yasama ve yürütme yetkisini ‘fiilen’ tek başına kullandığı bir dönemde oldu.

5-“CBHS, tarihimize en uygun yönetim tarzıdır” (AKP-MHP): Yanlış, PBYDBY, tarihimize ve demokrasiye tamamen yabancıdır. Tarihimize en uygun yönetim tarzı, parlamenter rejim ve paylaşılmış iktidardır.

6-“CHP ve HDP kapatılmalıdır” (MHP ve AKP yalakaları): Anayasa madde 68/4’ü sürekli ihlal eden AKP ve MHP’dir; ama onlar da kapatılmamalı; yöneticilerini anayasal çizgiye çekici yaptırımlar uygulanmalı.

7-“CHP, Anayasa’nın değişmez maddelerini değiştirmek istiyor” (MHP): Yalan. Başlangıç paragrafına ilahi bir referans koymakla, laiklik ilkesini (md.2) dinamitlemeyi amaçlayan kendileri.

8-“Hesap millete verilir” (AKP): Yanlış. Seçimler, kirlilikleri aklama süreci değildir.

9-“Kanal İstanbul’a karşı büyükelçilere mektup yazmak, dış güçlerle işbirliğidir” (AKP): Yanlış; çünkü Kanal İstanbul’a karşı çıkmak, ülkenin bölünmez bütünlüğünü savunmaktır.

10-“OHALİİK, AYM ve ACM kararlarını uygulamak zorunda değil” (AKP-MHP): Bu, anayasal düzeni ilga suçuna teşebbüse ortaklık değil mi?

  • Hukuk ve Anayasa dışı söylem ve eylemlerle yürütülen iktidar kavgası karşısında;
  • demokratik hukuk devleti mücadelesi, bilgi temizliği görevi dahil, daha sistemli tartışmalar ekseninde yoğunlaştırılmalıdır.

‘Açık yaralar’ ve Kılıçdaroğlu

Zafer ArapkirliZafer Arapkirli 

Eski bir tabir vardır:

“Kırılan kemikler, neticede kaynar. Ama sözle açılan yaraların tedavisi bir ömür sürebilir.”

Sözle ve eylemlerle açılan tarihi toplumsal yaraların iyileşmesi ise “birkaç neslin ömrüne” yayılabilir.

Hafta sonunda, evinin çalışma odasından yayımladığı video mesajında “helalleşme”den söz ederek sadece siyasi karşıtlarını değil, aralarında kendi partisinin tabanı da olmak üzere tüm ülkeyi meraka boğan CHP Genel Başkanı, dün (beklendiği gibi) TBMM grup toplantısında bu beyanını ayrıntılandırarak ete kemiğe büründürdü.

Kılıçdaroğlu, “Yaralar hâlâ açık. Bu yaraları sarmamız lazım” diyerek konunun başlığını çok kapsamlı bir içerikle atmış oldu.

En başta da bu inisiyatifinin “İktidara gelebilmek ya da seçim kazanabilmek” değil, “İktidara geldikten sonra, bu ülkenin makûs talihini kırmak ve çocuklarımıza bembeyaz sayfa gibi bir Türkiye bırakmak” amaçlı olduğu vurgusunu yaptı. Bu vurgu, “seçim stratejisi” yorumu yapanları bir ölçüde yalanlamış oldu. Burası önemli. Çünkü Kılıçdaroğlu, partisi adına “Yönetime geleceğimiz Türkiye’de devletin eski yaraları iyileştirmek, helalleşmek ve barışmak” diye bir amaç güttüğünü vurguladı.

“İz bırakan bir iktidar, gelecek 100 iktidarın da üzerine bir şeyler ekleyerek yürüyeceği bir iktidar” vurgusu da önemliydi. Bir önemli vurgusu daha vardı Kılıçdaroğlu’nun “mektup” diye nitelediği metinde:

“Helalleşme ile hukuku karıştırmayalım. Suç işleyenin karşılığı hukuktur. Hukuk zaten hesap sorar. Helalleşme farklı bir şey” dedi. Bu ayrımı vurgulayarak zihinleri daha da açmış oldu.

Ve bugünden itibaren yoğun biçimde tartışılacak “helalleşilecekler listesi”ni de (özet liste diyelim) açıkladı. (Parantez içi ilave açıklamalar bana ait – Z.A.)

– 28 Şubatçıların açtığı yaralar,
– İkna odalarına sokulan başı örtülü kızlar,
– Roboski (terörist sanılan vatandaşlara F-16 bombardımanı) katliamı,
– Sivas, Kahramanmaraş (ırkçı – mezhepsel terör) mağdurları,
– Diyarbakır Hapishanesi mahkûmları,
– Varlık Vergisi ve 6-7 Eylül (1955 olaylarının gayrimüslim azınlık) mağdurları,
– Mahkemelerde (kumpas davaları) süründürülen askerlerimiz ve aileleri,
– Yurtdışına göç etmek zorunda kalan genç beyinler,
– Ali İsmail Korkmaz’ın ailesi,
– Soma (2014 maden katliamı kurbanları),
– Darbecilerin (12 Eylül’de) “bir sağdan bir soldan” astıkları,
– (Çorlu tren katliamı kurbanı) Oğuz Arda Sel’in annesi Mısra Hanım,
– Ahmet Kaya.

Tabii ki bu listedekiler üzerinden “muadili” tüm mağdurları kastederek hazırlanmış bir metindi Kılıçdaroğlu’nun hazırladığı. İktidar olduklarında bu helalleşmeyi başararak, kendilerine “Neler, olmuş ama önümüze bakmayı bilmişiz helal olsun onlara” dedirtmeyi amaçladıklarını da söyledi.

Bu toplumun, bu ülke topraklarının “açık yaralarından” bir demet sundu CHP Genel Başkanı.

Tek tek maddeleri tartışılabilir tabii ki. Özellikle de en başta zikrettiği 28 Şubat olayına dönük olarak tipik bir “kumpas hukuku” üzerinden üstelik FETÖ’cü savcıların marifetiyle mahkûm edilen mağdur askerler haksız yere atıldıkları cezaevinde sağlık sorunları ile boğuşurken, üstelik de 28 Şubat’ın “darbe sayılmadığı” bizzat sahte bir şekilde “mağdur ilan edilen” zamanın iktidarınca beyan edilmişken, laikliğin elden gitmesine karşı TSK ile zamanın (sivil) hükümetinin birlikte aldığı bir inisiyatiften söz ediliyorken.

Ama mektubun ruhu ve “Gelecek yeni iktidarın, geçmişin yaraları (ve yaralıları) ile helalleşmekten” söz etmesi tarihi önem taşıyan bir çağrıdır.

Bu çağrının yapılması kadar, sözü edilen “yaralı” muhatapların vereceği tepkiler ve geri dönüşler de önemlidir tabii. Elbette, CHP ve Kılıçdaroğlu’na (bu kez daha çok ve belirgin biçimde birinci çoğul şahısla konuşması da dikkatten kaçmadı) “Seçim kokulu bir çıkış” suçlaması da gelecektir. Bu kaçınılmaz.

Bundan sonrası, CHP Genel Başkanı’nın ve “İktidara birlikte yürüyoruz” dediği ortaklarının, “yol arkadaşlarının” bu inisiyatifi nasıl yöneteceklerine kalmıştır.

Bu tür bir “helalleşmenin gerekliliğinden kaynaklanan” tarihi önemini vurgulayıp başka yazılarda detaylı irdelemesine ve eleştirisine girmek dileğiyle.

Hayırlı uğurlu olsun.

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 17 Kasım 2021

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

MESCİT

AKP İstanbul Milletvekili Ahmet Hamdi Çamlı, 10 Kasım Atatürk’ü Anma Günü‘nde twitter hesabından yaptığı paylaşımda,

Anıtkabir fotoğrafını kullanarak “Keşke bir köşesinde de mescid olsaydı” yazdı.

Her yere mescit ve cami isteyenlerin keşke hepsi dürüst olsaydı…

AKSAKAL

RTE, Türk Konseyi 8. Zirvesi’nde Binali Yıldırım’ın Aksakallılar Konseyi’ne Türkiye’nin Aksakalı olarak atandığını söyledi.

Üstüne bilge yok. Yumuşak “g”yi bile şaşırmadan yazabilir…

BEKLEMEDİK

“Neymiş? Dolar on lira olacakmış da. Çok beklersiniz” demişti.

Tatlı dillim, güler yüzlüm neredesin sen?..

HELALLEŞME

Kılıçdaroğlu,”Geçmişte partimizin de hataları oldu; helalleşme yolculuğuna çıkma kararı aldım”  diyor.

CHP’de şimdiki genel başkandan büyük hata olmamıştır…

ROBOSKİ

Kılıçdaroğlu helalleşmeyi açmak zorunda kalınca “28 Şubat’ta ikna odalarına alınan başörtülülerle ve Roboski ile helalleşeceğini söyledi.

Roboski nire? Yerleşim birimlerinin isimleri değişti mi? Uludere olayı CHP döneminde mi oldu?

Şaşırmış…

KİTAP

RTE, Memur-Sen buluşmasında yaptığı konuşmada “Biz bu noktada ekonominin kitabını yazdık. Yazmaya devam ediyoruz” dedi.

Dolar 10 TL’yi geçti. Paramız pul bile değil.

G-20’nin dışına çıktık.

MB Rezervi ekside.

Dış borç rekor kırıyor.

Kara paraya açık davetiye çıkarılmakta.

Yardım alan aile sayısı bir yılda ikiye katladı.

Oku oku bitmez…

FANTEZİ

Mehmet Barlas “Bir bakarsınız CHP kapatılmış olabilir’ sözüne tepki geldikten sonra “Fantezi olsun diye söyledim” dedi.

Yaş ilerleyince fantezi ekseni kaymış…

HARAM

Malatya Yeşilyurt Belediyesi’nin MHP’li meclis üyesi Hasan Basri Yüksel, “AKP ne yaparsa yapsın sesimizi çıkartmayacak mıyız?? Bırakırım meclis üyeliğini. Zaten harama, haksızlığa el kaldırmaktan şahsım adına yoruldum” diyerek istifa etti.

Fazlası yorar…

CAİZ

Alevi ile evlenilmez” diyen Yeni Şafak yazarı Hayrettin Karaman, şimdi de  “düğünde oynamanın caiz olmadığını” söyledi.

Ne mutlu böyle aydın yazar, din adamlarımız var!

CEBİMİZ

Ulaştırma Bakanı Karaismailoğlu, TV programında Çanakkale Köprüsü’nün finansmanı ile ilgili soruyu yanıtlarken; köprü Hazineden çıkan para ile yapılırsa milletin cebinden para çıktığını, YİD sistemi ile yapılıp geçiş garantisi için hazineden ödeme yapılırsa milletin cebinden para çıkmadığını söyledi.

Nasıl inandım ve mutlu oldum anlatamam…

ŞEKER

Şekere %25 zam yapıldı.

AKP’liler ne der?

“Şeker sağlığa zararlıdır, halkımızın tüketimi azaltmasını teşvik ediyoruz” filan…
***

ÖMER HAYYAM’DAN

Her sabah yeni bir gün doğarken,
Bir gün de eksilir ömürden;
Her şafak bir hırsız gibidir
Elinde bir fenerle gelen…

İtiraz ediyorum

Av. M. Ziya YERGÖK

ESKİ ADANA BAROSU BAŞKANI
22. DÖNEM CHP ADANA MİLLETVEKİLİ

Önce, 5 Ocak 1922’de Sovyetler Birliği’nin Ankara Büyükelçiliğine atanan Aralov’un Türkiye anılarından(*) kısa bir bölüme göz atalım.(Konya)

“O gece iki medreseyi ziyaret ettik.

Kanlı canlı, hemen hepsi de gencecik mollalar medresenin avlusunda dizilmişlerdi. Bunların yanında, geniş cüppeli, beyaz sarıklı hocalar da yer almıştı. Hepsi de yerlere kadar eğilerek Mustafa Kemal Paşa’yı selamlıyorlardı.

Bunların içinden biri, bunların başı ve en nüfuzlusu, Mustafa Kemal Paşa’dan medrese sayısını artırmasını rica etti. Bu zat, ayrıca medrese öğrencilerinin askere alınmamalarını da istirham etti.

YAPACAK BİR ŞEY KALMADI

Hoca konuşurken Mustafa Kemal’in kendini tuttuğu belli oluyordu. Ama medrese öğrencilerinin askere alınmamaları söz konusu olunca, artık kendini tutamadı ve yüksek bir sesle, sertçe:

– Ne o, dedi, yoksa sizin için medrese, Yunanları mağlup etmekten, halkı zulümden kurtarmaktan daha mı değerlidir? Millet kan içinde yüzerken, halkın en iyi çocukları cephelerde dövüşür, yurt için canlarını feda ederken, siz burada genç, sapasağlam delikanlıları besiye çekmişsiniz!

Mustafa Kemal konuştukça, gözleri daha korkunç bir hal alıyordu:

– Bu asalakların askere alınmaları için hemen yarın emir vereceğim!

Hocalar sindiler, ama yüzleri öfkeden kıpkırmızı kesildi, yabancıların yanında hükümet başkanı onları paylamıştı.

Mustafa Kemal Paşa bize dönerek:

– Haydi gidelim, dedi, artık burada bizim için yapılacak bir şey kalmadı. Ve şöyle, isteksizce bir selam vererek oradan ayrıldı.

Gelelim Genel Başkanımız Sayın Kılıçdaroğlu’nun cumartesi günü yayımladığı video mesajına…

CHP Genel Başkanı Sayın Kemal Kılıçdaroğlu, yayınladığı video mesajında

  • Bugün bir yolculuğa çıkıyorum, parti olarak yanlışlarımız oldu, helalleşme kararı aldım” diyor.

Eğer, bu helalleşme kararı, Cumhuriyetin kuruluşunda dinsel cemaat ve tarikatlara, muhafazakârlara haksızlık yapıldığı kabulüne dayanıyorsa bu görüşe katılmıyor ve itiraz ediyorum. Ayrıca bu gibi kararların partimizin yetkili kurullarında tartışılmış ve karara bağlanmış olması gerektiğine de inanıyorum.

KİMLE HELALLEŞİLECEK?

Cumhuriyetin kurucu partisi kimlerle helalleşecek? Cumhuriyeti yıkmak isteyen kimi tarikat ve cemaatlerle mi helalleşeceğiz? Bir uygarlık projesi olarak Cumhuriyeti kuran, bireyleri kul olmaktan çıkarıp siyasal ve hukuksal düzenin gerçek yapıcısı yurttaş konumuna yükselten, bunu da laik hukuk düzenini yerleştirerek başaran CHP, kimlerden ve neden özür dileyecekmiş?

Muhafazakâr kesimlere sempatik görünme uğruna partimize sürekli haksızlık yapılmasına itiraz ediyorum. Devrimleri ve dönüşümleri gerçekleştiren, çok partili demokratik yaşamın öncüsü olan, “Yeni bir dünya kurulur Türkiye’de orada yerini alır” diyerek meydan okuyan, sola açılan, “Ne ezen, ne ezilen, insanca ve hakça bir düzen” diyerek oylarını yüzde 42’lere çıkaran “ABD gölge etmesin başka ihsan istemiyoruz” diyerek ulusal çıkarlarımıza sahip çıkan partimizi “tutucu ve değişime direniyor” diye suçlamak partimize haksızlıktır. Yanlış olan temel husus da, bunların partinin örgütlerinde tartışılmadan, yetkili organlarında konuşulup karara bağlanmadan gündeme getiriliyor olmasıdır.


* Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Anıları, Semyon Ivanoviç Aralov, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

CHP KABUK DEĞİŞTİREBİLECEK Mİ?

Zeki Sarıhan
zekisarihan.com
14.11.2021

Emekçileri iktidara taşımak isteyen CHP’nin Tek Parti Dönemi’yle hesaplaşması kaçınılmazdı. Şimdi Kılıçdaroğlu’nun böyle bir hamlede bulunuyor. 

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, dün yaptığı bir paylaşımda partisi ile ilgili bir kabuk değişiminin işaretlerini verdi. Hürriyet’in “Helalleşme Yolculuğuna Çıkıyorum” başlığıyla verdiği haberi, Cumhuriyet şöyle duyurdu “CHP Lideri Kılıçdaroğlu geçmişten gelen yaralarla geleceğe bakılamayacağını söyledi: KIRDIKLARIMIZLA HELALLEŞECEĞİM.”

Kılıçdaroğlu’nun da ifade ettiği, AKP tarafından sürekli kullanılan CHP’nin geçmişteki icraatının başında partinin din kurumuna ve dindarlara baskısı kast ediliyor olmalıdır. Partinin özellikle Kılıçdaroğlu’nun başkanlığı döneminde “mütedeyyin” denilen dindarlara açılma politikası bilindiğinden, toplumun helallik istenecek kesimin başında dindarlar olduğu akla gelebilir. Zira AKP, sürekli olarak din ve dince kutsal sayılan şeyleri istismarı politikasının merkezine oturtmuştur ve CHP’yi bu noktada yerden yere vurmaktadır.

EMEKÇİLERLE VE KÜRTLERLE HELALEŞME

Okuyucu, toplumun çeşitli kesimlerini incittiği bu dönemin 1923-1950 arası 27 yıllık Tek Parti Dönemi olduğunu düşünmelidir. CHP daha sonraki yıllar ya hep muhalefette olmuştur ya da kısa dönemlerde iktidar ortağı olmuştur ki, bu dönemlerde din karşıtı bir karar alması mümkün değildir. Parti, uzun yıllardan beri Ecevit’in ifade ettiği gibi “İnançlara saygılı” bir laikliği savunmaktadır. Bundan ötürü toplumun hiçbir kesimini incitmiş olmaz.

Fakat Kılıçdaroğlu’nun bu sözlerinden barışmak istediği kesimin yalnız muhafazakârlar olduğu sonucu çıkarmak yanlıştır. Bundan daha önemli olarak barışmak istediği kesimler vardır ki, bunların başında Tek Parti Döneminin yoksulları geliyor. Çünkü Tek Parti Döneminde kent burjuvazisinin ve bürokrasinin politik devlet aygıtı olan CHP, yoksulları sahipsiz bırakmış, onları mahalli mütegallibeye ezdirmiştir. O dönemde devlet “kimsesizlerin kimsesi” değil, zenginlerin arkasındadır ve onların çıkarlarının bekçisidir. Bu gerçek işçi ve köylü sınıflarının o kadar genlerine işlemiştir ki, CHP’nin sonradan edinmeye çalıştığı “sosyal demokrat” kimlik kitleleri ikna etmeye yetmemiştir. Bugün taşrada CHP’nin asıl kuvvetini oluşturan seçmen kitlesi, o zamanki mütegallibe sınıfının siyasi mirasçısı ve deyim yerindeyse torunlarıdır.

Tek parti döneminde Türkiye’nin en büyük düşmanı komünistlerdi.

Bütün Tek Parti döneminde komünistlere adeta kan kusturulmuştur. Emekçilerin türlü hak arama mücadelesi de komünistlikle suçlanmış, grev yasaklanmış, Şefik Hüsnü, Nazım Hikmet, Hikmet Kıvılcımlı gibi sosyalistler, vatan haini sayılarak zindanlara tıkılmış günışığından yoksun bırakılmıştır. Sabahattin Ali’nin devlet tarafından öldürtülmesi de CHP iktidarı dönemindedir.

CHP’nin helalleşmesi gereken 3. büyük kesim, hemen akla gelebileceği gibi Kürtlerdir.

Tek Parti döneminde onlar yok farz edilmiştir. Sonraki dönemlerde Kürtlerle arayı düzeltmek için çeşitli arayışlara giren CHP, bir türlü esaslı ve kalıcı bir adım atamamış, onun yutkunarak söylemeye cesaret edemediğini Açılım döneminde AKP söyleyebilmiştir.

KİMLER SEVİNİR, KİMLER ÜZÜLÜR

Tek Parti dönemine gelen eleştiriler, şimdiye kadar bazı aydınlar “Atatürkçülük” etiketi altında cevap yetiştirmeye çalıştılar. Savunmalarını Tek Parti Dönemi’nde açılan fabrikaları, yapılan demiryollarını sıraladılar. Batılılaşmak için devlet ve kültür hayatında yapılan değişiklikleri saydılar. Fakat yukarıda değindiğim konulara dokunmaktan kaçındılar. Atama ile oluşturulan, hiçbir denetim yetkisi olmayan bir Meclis, kuvvetler ayrılığının olmadığı, basının sansür altında olduğu bir politik sistemin eleştirisine yanaşmadılar.

Birkaç yazımda anlattığım gibi CHP’nin bunca yıldır sandıktan iktidar olacak bir sonuç alamayışının nedeni, Tek Parti uygulamalarının bagajında oluşturduğu ağırlıktır. Bunu göremeyen bir CHP kadrosu elinde CHP’nin iktidar imkânını yakalaması bir mucize olacaktır. Bunu görmenin ve göstermenin de kolay olmadığı, muhalefetin yayın organlarındaki sözcülerin savunduğu düşüncelerden anlaşılıyor. Onların gözünde Tek Parti Döneminin 1923-1938 arasındaki 15 yılında Cumhurbaşkanı olan Atatürk, tapınılması gereken bir ikon halindedir. Oysa yapılan kamuoyu araştırmalarına göre böyle bir partinin oyu %sekiz kadardır. Oyları %25 bandına oturmuş CHP’nin daha geniş bir toplum kesiminden oy aldığı anlaşılıyor. Kılıçdaroğlu’nun bu alanın çemberini daha da genişletmek istediği anlaşılıyor.

CHP’nin bu geçmişiyle hesaplaşma girişimine parti içinden direnç gösterecekler olacaktır. Bazıları, AKP’den kurtulmak için bu söylemlere tahammül edeceklerdir. CHP’deki bu yeni yönelişten En rahatsız olacak parti AKP olacaktır. Çünkü CHP aleyhine kullanmak istediği bahaneler azalacaktır.

Kılıçdaroğlu’na bu sözlerinden ötürü en çok kızan odağın ise Vatan Partisi olacağı anlaşılıyor. Aydınlık, haberi şöyle vermiştir: “Kılıçdaroğlu) Parti tarihini hedef aldı, YARALARI VARMIŞ: CHP’nin geçmişte yarattığı derin yaralar olduğunu öne sürdü”

İşi zor olmakla birlikte, Kılıçdaroğlu’na kolaylıklar dileriz.  (14 Kasım 2021)

 

 

 

Özerk-demokratik üniversite, akademik özgürlük özlemimiz 40 yıldır sürmekte

Bunların tümü ile “yerli, milli ve dini” kurumlar olduğu sonucuna varılacak ve sayıları özeli ile birlikte 203’e varan üniversite levhasını taşıyanların hiçbirinin gerçek anlamda evrensel üniversite olmadıkları sonucuna varılabilecektir.

Özerk-demokratik üniversite, akademik özgürlük özlemimiz 40 yıldır sürmekte

PROF. DR. MUSTAFA ALTINTAŞ
Öğretim Üyesi Emekçisi

I. NEDEN VE NASIL BİR ÜNİVERSİTE?

Önce bir evrensel gerçeği yinelemekte yarar var: Bütün toplumların, ulusların temel kaynağı, “insan zekası”dır. Ulusların varsıllığı, gönenci ve barışı; bilgi ve bilgiye erişim devrimi basamağındaki konumu ile yakından bağlantılıdır. Bilgili, beceri ve özgüven sahibi, öğrenme kapasitesi yüksek insanların nitel ve nicel ağırlığı özellikle yükseköğretim sistemine bağlıdır. Küreselleşen ve küreselleştikçe de karmaşıklaşan dünyamızda özgüvene sahip ve girişimci bireyler olabilmek, entelektüel bir savaşımı gerektirmektedir. Bu ise özellikle de yükseköğretim sisteminin bu ortamı sağlayacak özgürlük ve serbestlik iklimine sahip olmasını gerektirmektedir. Bu nedenden, gelişmiş ekonomiler, eğitimi, siyasal ve toplumsal önceliklerinin ilk sırasına koyarak, çağcıl uygarlık düzeylerini korumak ve geliştirmek çabasındadırlar.

Genç Cumhuriyet, üniversiteyi “en büyük bilgi evi” olarak görmüştür. 1934 tarihli İstanbul Üniversitesi Yönetmeliğinde üniversitenin görevi, “bilgi alanlarında araştırmalar yapmak, ulusal kültürü ve yüksek bilgiyi geliştirmeye ve yaymaya çalışmak, devlet ve ülke hizmet ve işleri için ergin ve olgun unsurlar yetişmesine yardım etmek” olarak tanımlanmaktadır. Yönetim görevi, üniversitede Eğitim Bakanı’nın temsilcisi Rektöre verilmiş olup, üçlü kararname ile atanmaktadır. Rektöre yardım etmek amacı ile “Üniversite Kurulu” ile “Üniversite Danışma Komitesi” yer almaktadır.

Cumhuriyet’in ilk “Üniversiteler Yasası” olan 1946 tarihli 4936 sayılı Yasada üniversiteler, “bilim (özgürlüğüne) ve yönetim özerkliği ve tüzelkişiliğe sahip yüksek araştırma ve öğretim birlikleri” olarak tanımlanmaktadır. Kuruluş ve işleyişte ilk sırada yer alan birim Fakültelerdir ve Fakültenin organları; “Fakülte Genel Kurulu”, “Fakülte Profesörler Kurulu”, “Fakülte Yönetim Kurulu”, “Dekan” olarak; üniversitelerin organları da; “Üniversite Senatosu”, “Üniversite Yönetim Kurulu” ve “Rektör” olarak sıralanmaktadır. Faküllerde kurullar, üniversitede “Senato ve Yönetim Kurulu” “karar organları”dır. Fakülte Profesörler Kurulu tarafından iki yıl için seçilen Dekan ile Fakülteler Profesörler Kurullarının bir arada yapacakları toplantıda iki yıl için ve her seçim döneminde başka bir fakülteden olmak üzere seçilen Rektör ise bu organların kararlarını uygular ve fakülte ile üniversite tüzel kişiliğinin temsilcisidir.

Daha ortada 1961 Anayasası yokken, 28 Ekim 1960 tarihli 115 sayılı Yasa ile yapılan değişikliklerle, katılımcılık ve demokratiklik genişletilmiştir.

II. ÜNİVERSİTENİN ANAYASAL KURULUŞ OLMASI

Üniversiteleri, sıradan kuruluş olmaktan “anayasal kuruluş”a dönüştüren düzenleme, 1961 Anayasası ile olmuş ve üniversitelerin bilimsel (özgürlük) ve yönetsel özerkliği, “kendileri tarafından seçilen yetkili öğretim üyelerinden kurulu organları eliyle yönetilir ve denetlenir” denilerek güvenceye alınmıştır. “Üniversite organları, öğretim üyeleri ve yardımcıları, üniversite dışındaki makamlarca, her ne suretle olursa olsun, görevlerinden uzaklaştırılamazlar.” diyerek organlar ve akademiye kadrolarına görev güvencesini verirken, “üniversite öğretim üyeleri ve yardımcıları serbestçe araştırma ve yayında bulunabilirler” kuralı ile de akademik özgürlüğün önünü açmıştır.

III. AKADEMİK ÖZGÜRLÜK ve YÖNETSEL ÖZERKLİĞE İLK SALDIRI:
1973 YÖK’Ü

Daha ortada 1961 Anayasası yok iken 28 Ekim 1960 tarihli 115 sayılı Yasa değişikliği ile 4936 sayılı Yasa’nın kazandırdığı bilimsel özgürlük ve yönetsel özerkliğin katılımcılık ve demokratiklik ile genişletilmesi ve sonrasında 1961 Anayasası ile güçlendirilmiş güvence, uzun ömürlü olamamıştır. “Toplumsal gelişmenin, ekonomik gelişmeyi aşmasını” gerekçe kılan“12 Mart 1971 Askeri Müdahalesi”, 1971 tarihli 1488 Sayılı Yasa ile yönetsel özerklik ve bilimsel özgürlüğü hizaya çekerek, devletin anayasal bir kuruluşu olan üniversiteyi, organlarını ve akademik kadrolarını “devletin(hükümetin) gözetim ve denetimi” altına sokmuştur.

Anayasa değişikliği ile bağdaşmazlık kazanan 4936 Sayılı Yasa, 1973 tarihli 1750 Sayılı Üniversiteler Yasası ile ortadan kaldırılırken, ilk YÖK ve ÜDK yasalaştırmıştır. Buna göre, MEB’in başkanlığında, her üniversitenin yetkili organınca profesörleri arasından iki yıl için seçilecek birer temsilci ile kuruldaki üniversite temsilcileri sayısı kadar, aynı süre ile MEB önerisi üzerine Bakanlar Kurulu’nca atanacak üyelerden kurulur. YÖK; “Yüksek öğretimin bütünlüğü anlayışı içinde çağdaş bilim ve teknolojinin gereklerine ve Devlet Kalkınma Planının temel ilke ve politikalarına uygun olarak, yüksek öğretim alanına yön vermek amacı ile, gerekli inceleme, araştırma ve değerlendirmeleri yapmak, yüksek öğretim kurumları arasında koordinasyonu sağlamak, uygulamaları izleyerek yetkili makam ve mercilere önerilerde bulunmakla görevli bir kurul” olarak; Başbakan’ın başkanlığında, MEB, Adalet Bakanı, üniversitelerden kura ile seçilmiş üç üye, DPT Müsteşarı, Milli Güvenlik Kurulu’nun dekanlık yapmış öğretim üyeleri arasından seçilen bir üyeden kurulan ÜDK; “üniversiteler üzerinde Devletin gözetim ve denetimi sağlamak üzere. Başbakanlığa bağlı olarak çalışan bir kuruluş” olarak tanımlanmaktadır.

Devlet Kayyumu olarak da nitelenebilecek bu iki kurul, Ankara Üniversitesi’nin başvurusu üzerine AYM’nin 1975/22 sayılı kararı ile daraltılmış 120’nci maddeye bile sığdırılamadığından, Anayasa’ya aykırı bularak ortadan kaldırmıştır.

IV. AKADEMİK ÖZGÜRLÜK VE YÖNETSEL ÖZERKLİĞE ÖLDÜRÜCÜ VURUŞ: 1981 YÖK’Ü

1971, 12 Mart Askeri Müdahalesinin dizginleyemediği toplumsal ilerlemeyi durdurmak ve yanı sıra, 24 Ocak 1980’de ilan edilen ve emperyal/kapitalist ekonomik ve finansal merkezlerinin dayattığı “Ekonomik Kararlılık Programı”na toplumun, kayıtsız-koşulsuz boyun eğmesini zora dayalı olarak sağlamak için gerçekleştirilen 12 Eylül 1980 Faşist Askeri Darbesi’nin ilk hedeflediği kurum,1971’de olduğu gibi, üniversiteler olmuştur. Ve daha, 12 Mart 1971 Askeri Müdahalesi ile değişikliğe uğratılan 1961 Anayasası’nın askıya alındığı ortamda, 2547 sayılı Yükseköğretim Yasası, 6 Kasım 1981’de yürürlüğe konulmuştur. Sanırım, 2547 sayılı Yasayı hazırlayanlar ve dayatanlar da, bunun üniversite kavramı ile yan yana getirilemez olacağı utancı ile yasaya “Üniversiteler” değil, “Yükseköğretim” adını koymuş olmalılar. 2547 sayılı Yasa, Anayasa’nın 130 ve 131’inci maddelerine kaynaklık etmiştir.

1982 tarihli Anayasada, “Yükseköğretim Kurumları” başlıklı 130. madde ve “Yükseköğretim Üst Kuruluşları” başlıklı 131. madde yer almaktadır. Anayasa’ca, Üst Kuruluş olarak tanımlanan YÖK’ün görevini; “yükseköğretim kurumlarının öğretimini planlamak, düzenlemek, yönetmek, denetlemek, yükseköğretim kurumlarındaki eğitim – öğretim ve bilimsel araştırma faaliyetlerini yönlendirmek bu kurumların kanunda belirtilen amaç ve ilkeler doğrultusunda kurulmasını, geliştirilmesini ve üniversitelere tahsis edilen kaynakların etkili bir biçimde kullanılmasını sağlamak ve öğretim elemanlarının yetiştirilmesi için planlama yapmak” olarak sıralamaktadır (AY md.131).

Üniversiteyi ise “Çağdaş eğitim-öğretim esaslarına dayanan bir düzen içinde milletin ve ülkenin ihtiyaçlarına uygun insan gücü yetiştirmek amacı ile; ortaöğretime dayalı çeşitli düzeylerde eğitim-öğretim, bilimsel araştırma, yayın ve danışmanlık yapmak, ülkeye ve insanlığa hizmet etmek üzere çeşitli birimlerden oluşan kamu tüzelkişiliğine ve bilimsel özerkliğe sahip, Devlet tarafından kanunla kurulur” olarak tanımlamaktadır.

İlgilisi 2547 sayılı Yasanın 4 ve 5. maddesinde yer alan “yükseköğretimin amacı” ve “ana ilkeleri”ne göz atarsa, bunların tümü ile “yerli, milli ve dini” kurumlar olduğu sonucuna varacak ve sayıları özeli ile birlikte 203’e varan üniversite levhasını taşıyanların hiçbirinin gerçek anlamda evrensel üniversite olmadıkları sonucuna varabilecektir. Hele hele, buna bir de, AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı’nın bu kurumların kindar ve dindar kuşaklar yetiştirme özlemini eklerseniz, akıl tutulmasından kurtulmamız olanaksız olacaktır.

2547 sayılı yasa tıpkı 1934 Tarihli İstanbul Üniversitesi Yönetmeliği’nde olduğu gibi, üniversite organları; “rektör, senato ve üniversite yönetim kurulu” olarak sıralanmaktadır. Rektör, tüzelkişiliğin temsilcisi olup, YÖK’ün önereceği, ikisi üniversitelerde görevli profesör olmak üzere dört kişi arasından devlet başkanınca atanır. Bu yöntem, 1992 tarihli 3826 sayılı yasa ile altı adaylı, üç dereceli seçime dönüştürülmüştür. Bu yöntem de, en sonunda, “Devlet ve vakıf üniversitelerine rektör, Cumhurbaşkanınca atanır” biçimine büründürülmüştür. (2/7/2018 – KHK-703/135. md.) Rektör atanmasına ilişkin ne öğrenim ne hizmet ne bilgi birikimi, deneyimi vb. nitelikler aranır olmuştur. Senato ile Üniversite Yönetim Kurulu rektöre yardımcı organ konumuna düşürülmüştür.

V. SONUÇ ve ÖNERİLER

1934–2021 dönemine ilişkin özetlemelerden çıkaracağımız sonuçları şu biçimde sıralayabiliriz:

1934 İstanbul Üniversitesi Yönetmeliği, 1946 tarihli 4936 sayılı Üniversiteler Yasası’na geçişi düzenlemiş olup, MEB’e bağlı bir kuruluştur. Rektör, Eğitim Bakanının temsilcisi olup, Eğitim Bakanının önerisi üzerine ortak kararname ve Cumhurbaşkanının onayı ile atanır. 2 Temmuz 2018 tarihli 703 sayılı KHK ile getirilen sistem ise 1934’ün de gerisindedir. Devletin de vakıfların da üniversiteleri, üst kuruluşlar da YÖK Başkan ve üyeleri de, rektörü de, dekanı da “şahsımın” olmuştur.

Dönemde iki “Üniversiteler Yasası” yürütülmüştür. İlki, üniversitelere bilimsel özgürlük ve yönetsel özerkliği kazandıran 1946 tarihli 4936 Sayılı Üniversiteler Yasasıdır. Bu yasadaki kurumsal özerklik ve bilimsel özgürlük, 1960 tarihli 115 sayılı Yasa değişikliği ile güçlendirilmiştir. İkincisi ise 1973 tarihli 1750 sayılı Üniversiteler Yasası olmuştur. Bu yasa ile amaçlanan yönetim ve denetiminin “Devlet Kayyumu”na aktarılması, AYM kararı ile önlenmiştir. Görüldüğü gibi, özerk ve demokratik üniversite yasası diye tanımlanan 4936 sayılı Üniversiteler Yasası, 1946-1973 yılları arasında, 27 yıl, 1750 sayılı Üniversitelere Yasası ise 1973-1981 yılları arasında 8 yıl uygulanmıştır.

Yükseköğretim Kurumlarının YÖK adlı devlet kayyumuna bağlanması, rektörlerin de YÖK kayyumu olarak üniversiteleri yönetmesi, 2547 Sayılı Yükseköğretim Yasası’nın özelliğini oluşturmaktadır. 2 Temmuz 2018 Tarihli 703 sayılı KHK ile de hem YÖK ve hem de yükseköğretim kurumlarının tümü, devlet-vakıf ayırımı gözetilmeksizin, 1982 Anayasasına ve 2547 sayılı Yasaya aykırı olarak “Şahsımın (Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanının)” olmuştur.

Üniversiteleri evrenselden kopartıp yerli, milli, dini kılmaya çalışarak çökerten 1981 tarihli YÖK Yasası 40 yıldır yürürlükte. Bu süre içinde, 30 Temmuz 2021’de atanan Erol Özvar ile 8 YÖK Başkanı görev almıştır. Bunlardan Doğramacı, Mehmet Sağlam, Kemal Güriz, Erdoğan Teziç “Devlet Kayyumu”, Yusuf Ziya Özcan, Gökhan Çetinsaya, M. A. Yekta Saraç ve Erol Özvar “AKP + Cumhurbaşkanı Kayyumu” olarak adlandırılabilir.

2021 ile başlayıp süren “Boğaziçi Vakası”, rektör seçimi-ataması ekseninde sürüp gitmektedir. Bu kısır döngüden çıkmanın yolu, öncelikle, Türkiye’de gerçek ve evrensel tanıma uygun üniversitelerin olmadığının kabul edilmesinden geçmektedir. Üniversiteler bilgi, düşünce ve insan üretiminin gerçekleştirildiği yerlerdir. Bu ise üniversitelerin kurumsal özerkliğini, akademik özgürlüğünü olmazsa olmaz kılmaktadır. Bu anlayışa vardıktan sonra, yönetim organlarının kendi paydaşları tarafından belirlenmesini ve yönetimin, denetimin kurullar eliyle yürütülmesini sağlamak kolaylaşacaktır.

Bugs Bunny’nin ölümü

Zafer ArapkirliZafer ARAPKİRLİ
Cumhuriyet, 12 Kasım 2021

 

Bu memleketin başına, son 20 – 30 yıldır gelen ne kadar bela varsa, bunları sadece ve sadece siyasetçilere ve bugünün siyasi iktidarına fatura etmenin haksızlık olduğuna inanıyorum. Elbette ki bu ülkede yaşayan (kendilerine oy vermiş insanlar da dahil) herkesin yaşamlarını kâbusa çeviren politikalarını, A’dan Z’ye her şeyi neredeyse 100 yıl geriye götürmelerini, ağır bir yıkıma imza attıklarını inkâr etmek değil amacım.

Bu devasa “günah yükü”nü sırtlanması ve tabii ki “hesabını vermesi” gereken bir kesim var ki o da sözünü ettiğim bu dönemin medya patronlarıdır. Daha bu iktidar, bu ülkenin başına çöreklenmediği yıllardan başlayarak sistemli olarak medya sahipliğinin, “gazeteciliği öldürmeye adeta yeminli” insanların eline geçmesi, hem sektörün kalitesinin hem de sektörde çalışanların kalitesinin yerlerde sürünmesine giden bir yolun açılması bunların yüzündendir.
Bu “kapkara sicil” ile anılacak dönemin simge isimlerinden biri de Hürriyet gazetesinin yani bir dönemin “Amiral Gemisi” olarak anılan efsane gazetenin (yani geminin) batırılması operasyonuna imza atmış olan Ertuğrul Özkök’tür. Yaklaşık 20 yılı genel yayın yönetmeni olmak üzere 35 yıl Hürriyet’in başına çöken, daha doğrusu çöktürülen, adeta planlı şekilde bela edilen ve gazetecilik dışında, “TÜSİAD üyeliği, şovmenlik, iş – reklam takipçiliği vb.” her türlü faaliyetin içinde yer almış Özkök, “Cumhuriyeti yıkım projesinin bir ayağı da sayılabilecek özgür medyayı yıkım projesinin, önemli kalfalarından biri” olarak tarihe geçecektir.

Önce Simavi ailesi, ardından Doğan ailesi, şimdi de Demirören ailesinin destekleri ile olağanüstü konforlu koşullarda Hürriyet’in başında “gazeteciliğin katledilmesi anlamına gelecek” bir yığın işe imza atmış bulunan bu kişi, sadece Hürriyet’in “güvenilir, haber veren özgürce yorum yapılabilen” kimliğini mezara gömmekle kalmamış, “işe aldıkları, liyakatsiz biçimde köşe teslim ettikleri ve haksız yere işten kovdukları” ile adeta bir yıkım – kıyım makinesi olarak da tarihe geçmiştir.

Hafta başında “kullanım/raf ömrünü” tamamlayarak gönderilen “Bugs Bunny” lakaplı bu şahıs, kendisinin ve patronlarının “rahat ve huzurlu yaşam sürmesi uğruna” çok can yakmış ve çok ah almış, haliyle çok da düşman kazanmıştır.

Bu niteliğine vurgu yaparak, 2001 yılında bir köşe yazısında kendi kullandığı ünlü bir sözü ile bağlayalım:

  • “Uzun süre bir derenin başında oturursanız, düşmanlarınızın cesetlerinin önünüzden geçtiğini görürsünüz.”

Önlerinden geçerken, seyredenlerin zerre kadar yüreklerinin sızlamayacağı – titremeyeceği bir cesetten, bir “zavallı mevtadan”, arkasından kimsenin ağlamayacağı bir yaşayan ölüden söz ediyoruz.

Hürriyet’ler, işbirlikçi medya patronları, Ertuğrul’lar ve bunların yolundan giden, bunlara heveslenen, bunları kopyalamak, taklit etmek veya klonlamak hevesi içinde olan, geçmiş ve gelecekteki benzerleri; Hepinize ders olsun.

Dolar neden artıyor?

authorYALÇIN KARATEPE

İktidarın uyguladığı yanlış politikaların ilk ve en hızlı etkisini kurlar üzerinde görmeye devam ediyoruz. Lira sahipsiz bırakılmış, serbest kur politikasından, liranın serbest düşüşü politikasına geçilmiş gibi.

Dolar kurundaki artış devam ediyor. Dün bu yazının yazıldığı saatlerde 9,98 (Kapalıçarşı’da 10 liranın da üzerini gördü) seviyelerine kadar çıkmıştı. Yaklaşık bir ay önce “dolar 9 oldu” diye yazmışım, şimdi 10 diye yazıyorum. Önümüzdeki ay hangi seviyede diye yazarım bilemiyorum. Ama artık alıştınız, sanırım. Alıştığınız şeyin kurların yükselmesi olduğunu belirteyim. Artan kur, artan enflasyon, artan belirsizlik ve risk olarak karşımıza çıkıyor, sizi yoksullaştırıyor olsa da, bu bedeli ödememiz isteniyor.

Peki, dolar neden yükseliyormuş? Anlatılanlara göre, dolar faizi yükselebilirmiş, ondan. Nasıl mı? Buyurun anlatayım.

Çarşamba günü açıklanan ABD tüketici fiyat verileri enflasyonun 30 yılın en yüksek seviyesine çıktığını gösteriyor, yüzde 6,2. Evet bizim için hedeflenen enflasyonun bile neredeyse üçte biri seviyesinde olan bu veri piyasalarda dalgalanmalara yol açtı. Enflasyonun “geçici” olduğu iddialarını boşa çıkaran bu gelişme nedeniyle ABD’de politika uygulayıcıların bir an önce eyleme geçmesi gerektiği yorumları sık yapılmaya başlandı.

Bu durumda ne yapılması bekleniyor? Bu son veri FED’in nasıl bir adım atması yönünde baskıların ortaya çıkmasına yol açıyor?

İşte uluslararası piyasalarda dalgalanmaya yol açan da bu beklenti: FED varlık alımlarındaki azalmayı daha önce tahmin edilenden çok daha erken bir zamanda hızlandırarak yapmaya başlayabilir, faiz artırımları daha erken gündeme gelebilirmiş. Evet, yanlış okumadınız, artan ve kalıcı olduğu aşikâr olan enflasyon ile mücadele etmek için politika faizlerinde artış bekleniyor. Bunu sadece yabancı iktisatçıların yazılarında görmüyoruz. Bu konuda Türkiye’de yazanların da beklentileri aynı yönde. İnanmayacaksınız belki ama Sabah gazetesi bile “ABD’de yükselen enflasyonun faizlerin artırılmasına daha erken yol açabileceği” benzeri ifadeler kullanıyor. Demek ki neymiş? Artan enflasyonu kontrol etmek için faizlerin artırılması bekleniyormuş. Bizde “enflasyonu düşürmek için” yapılan faiz indirimlerine ses çıkaramayanlar, hatta alkış tutanlar, ABD’nin enflasyonu düşürmek için faiz artırması gerektiğinin beklendiğini söylüyorlar.

Bizde uygulanan politika nedir, bir hatırlayalım: Faiz sebep enflasyon sonuçtur. Eğer enflasyon düşsün istiyorsak, önce faizlerin düşmesi gerekiyor; hatırladınız değil mi?

E, enflasyon hızlı artınca Merkez Bankası da faizleri hızlı indirdi, iki ayda üç yüz puan. Enflasyon ile mücadelede “sonuç vereceğine inandıkları” politikaları hızla hayata geçiriyorlar. Madem enflasyon bizde hala yükseliyor, o zaman Kasım ve Aralık toplantılarında da bir toplam 100-200 puanlık daha indirim “kaçınılmaz” olur sanırım.

Demek ki, liranın değer kaybetmesi doların değer kazanmasından dolayı değil.
Çünkü sadece dolara karşı değil, diğer tüm paralara karşı da değer kaybediyor.

Gördüğünüz gibi biz, yaptıklarımızın tam tersini yapanlar ile aynı sonuca ulaşmaya çalışıyoruz. Olur mu, bu iş bizde tutar mı?

Cari fazla verecekmişiz de, dolar bollaşacakmış da, sonunda enflasyon düşecekmiş de…

Eski bir Bakanın “dolar on lira olacak ya… siz daha çok beklersiniz” ifadesinin sadece “siz daha çok beklersiniz” kısmını buraya alalım, çünkü dolar zaten 10 lira oldu. Onu beklemeye gerek kalmadı.

Şimdi Godot’yu bekler gibi cari fazlayı beklemeye başladık.

Çok bekler miyiz?