Yazar arşivleri: Ahmet SALTIK

Ahmet SALTIK hakkında

Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet SALTIK’ın özgeçmişi için manşette tıklayınız: CV_Ahmet_SALTIK Hekim (Halk Sağlığı Profesörü), Hukukçu (Sağlık Hukuku Uzmanı) Mülkiyeli (Kamu Yönetimi - Siyaset Bilimci)

İç göç politikası var mı? 

MUSTAFA AYDIN
EMEKLİ VALİ YARDIMCISI

29 Nisan 2022, Cumhuriyet

Ülkemiz uzun süredir iç göç ve bunun yarattığı sorunları çözmekle ve ihtiyaçları karşılamakla uğraşmakta, ekonomik kaynaklarını büyüyen kentlerin ihtiyaçlarını karşılamaya harcamakta, bitmeyen kamu harcamaları ile sorunlar çözülmeye çalışılmaktadır. Yasal düzenlemelerde “İç göç” konusu bir başlık olarak ele alınmamış ve bir sorun olarak ifade edilmemiştir.

2022 yılında yaşadığımız çevreye baktığımızda, göç alan yerler fazlasıyla büyümüştür ve bu büyümenin getirdiği sorunlarla baş edilmeye çalışılmaktadır. Göç veren yerler boşalmış, özellikle kırsal kesim gerilemiş, üretim yapılmayan, zayıf bir ekonomik yapıya sahip yerler haline gelmiştir.

  • İç göç kalkınma / kalkınamama sorunudur.

Ayrıca artan nüfus ve bağlı etkileri nedeniyle afet zararlarını artıran bir sorundur. Bu sorunları çözmek için ülke kaynakları bu yerlere artarak harcanmaktadır. Bu nedenlerle iç göç önlenmeli ve buna yönelik tüm tedbirleri de almak gerekmektedir. Hatta tersine göç konusu da iç göçle birlikte ele alınmalı ve gerekli planlamalar buna uygun yapılmalıdır.

TÜİK verilerine göre, toplam nüfusun şehir ve kırsal nüfus içindeki oranı, 1927 yılında %24.22/75.78, 1960 yılında 31.92/68.08, 1980 yılında 43.91/56.09, 2000 yılında 64.90/35.10, 2010 yılında 76.26/23.74, 2018 yılında 92.3/7.7 gibi bir şehir ve kırsal nüfus tablosu ortaya çıkmaktadır. Bu tablo, yönetilebilir bir tablo değildir.

NE YAPILMALI

İç göç sorunu önemsenerek  bunun önlenmesi ve kırsal kesimin kalkınması için bir çerçeve yasaya ve buna bağlı olarak diğer yasal düzenlemelere ihtiyaç bulunmaktadır.

  • Mahalle olan yerler tekrar köy statüsüne kavuşmalıdır.

Anadolu’da “cazibe (çekim) merkezi kentler” oluşturulmalıdır. Sanayinin yükü, gelişmiş bölgelerden belli ölçülerde buralara taşınmalıdır.

Köyler güçlendirilmeli, öğretmen/ebe/tarım elemanı istihdamı sağlanmalıdır. Tarımda genç nüfusun da azaldığı dikkate alınarak çiftçi ailelerin SGK ile ilişkileri sigorta primleri açısından geliştirilmelidir. Köyde hayvancılık, bitkisel üretim, bu üretime dayalı basit imalat işleri, yerel ürünler geliştirilmeli, verimlilik konusu ayrıca ele alınmalıdır. Kadın üreticiler desteklenmeli, üretimde ve toplumda kadının yeri ve önemi en iyi şekilde ortaya konulmalıdır. Bal ormanları, bal meraları oluşturularak geliştirilmeleri sağlanmalıdır. Mera yönetimi konusu yeniden ele alınmalıdır. Kırsal bölgelerin sanayi yönünden gelişme politikaları yeniden ele alınmalıdır.

Köylerde halk eğitim merkezleri yeni bir anlayışla ele alınmalıdır. Her konuda günün koşullarına uygun, bilimsel temellere dayalı eğitim ve pratikler bu merkezler tarafından verilmelidir. Tarımsal eğitim, sportif ve kültürel faaliyetler mutlaka geliştirilmelidir.

  • Köy okullarının yeniden açılması konusu değerlendirilmelidir. 

PLANLANMALI

İç göç mutlaka olacaktır. Bunun tamamen (tümüyle) durmasını istemek mümkün ve doğru değildir. Ama iç göç yönetilebilir seviyede, çıkılan ve varılan yerlerde devasa sorunlar yaratmayacak seviyede (düzeyde) olmalı, iç göçle birlikte ülkenin her yerinde ekonomik ve sosyal yapı büyük değişimlere uğramamalı, kamu kaynakları bu nedenle fazladan harcanıp adeta israf edilmemelidir.

Bu arada tersine göç konusu da ayrıca değerlendirilmelidir. Büyük kentlerin ve sanayisi gelişmiş yerlerin daha da büyümesine yol açacak politika ve yatırımların yapılmasından vazgeçilmeli, aksine bu yerlerin küçülmesi konusu ele alınmalıdır.

Gezi’nin güzelliği

authorBAYAZIT İLHAN

Ne yapsalar olmuyor, karartmak için attıkları her adım Gezi’nin parıltısını güçlendiriyor. Çünkü haklı ve bu ülkenin tarihinde benzersiz özellikler taşıyor.

Gezi 2013 yazındaki haliyle değil ama değişik biçimlerde insanların özgürlük, adalet isteklerine, yaşam biçimine, emeğe, doğaya, şehre, ağaca, hayvana, börtü böceğe saygı taleplerine ışık tutmaya devam ediyor. Bunun haksız, hukuksuz yargı kararlarıyla, yurtsever insanların dört duvar arasına kapatılmasıyla boğulması mümkün değil. Darbe girişimi, Otpor, şu bu, Gezi’ye takılmak istenen kulpların hiçbiri tutmadı.

Türkiye Barolar Birliği’nin açıklaması hukukçuların bu hafta açıklanan mahkeme kararına dair yaygın kanaatini yansıtıyor: Gezi davası kararı kara lekedir. Yargıyı Gezi Parkı eylemlerini itibarsızlaştırmak, suçla ilişkilendirmek ve öç almak için kullanmaya çalışmanın göstergesidir.

GEZİ VE POLİS ŞİDDETİ

Gezi denince akla gençler, rengârenk meydanlar, dans, müzik, çadırlar, dayanışma, ağaçlara sarılmış insanlar, duran adam, orantısız zekâ, yeryüzü sofraları geliyor. Başka? Polis şiddeti, biber gazı, hedef alarak ateşlenen gaz kapsülleri, içine tahriş edici kimyasallar katılmış sular püskürten TOMA’lar, akrep denilen zırhlı araçlar, hala doğrulanamayan “camide içki içtiler”, “Kabataş’ta başörtülü bacıma saldırdılar” söylemleri…

İstanbul’da Taksim’de, Ankara’da Mülkiyeliler Birliği ve Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde acil sağlık noktalarına içeride yaralılar varken biber gazlı polis saldırıları yaşandı. O günlerde Science dergisinde aralarında çok sayıda Nobel ödüllü bilim insanının bulunduğu yazarlar tarafından Türkiye’yi barışçıl protesto gösterilerinde kullandığı aşırı polis şiddetini durdurmaya ve uluslararası hukuka uymaya çağıran bir makale yayınlandı.

GÖSTERİLERDE SAĞLIK HAKKI İHLALLERİ

Sağlık Bakanlığı protesto alanlarında yaralananlara yeterince acil sağlık hizmeti götürmediği, ambulans bulundurmadığı gibi bir de yaralanarak hastanelere başvuranların ayrı formlara kaydedilmesini istedi. Bu koşullarda hekimler ve sağlık çalışanları yaralananlara her yerde gönüllü olarak acil sağlık hizmeti sunmaya çalıştı. Ankara, İstanbul ve Hatay Tabip Odası yönetimleri verilen sağlık hizmetinden dolayı yargılandılar. İnsanlık yararına, gönüllü buna benzer sağlık hizmeti vermeyi “ruhsatsız sağlık hizmeti” olarak niteleyip suç saymaya dönük tartışmalı yasal düzenlemeler bile yapıldı.

TTB Türkiye’nin dört bir yanında Gezi Parkı protestolarında göstericilerin sağlık durumu ile ilgili verileri hekimlerden toplayıp düzenli yayınladı. 28 Mayıs-15 Temmuz 2013 arasında sağlık kurumlarına ve gönüllülerce kurulan acil sağlık noktalarına toplam 8163 kişi yaralı olarak başvurdu. O tarihe kadar 106 kafa travması, 61 ağır yaralanma, 11 kişinin gözünü kaybetmesi söz konusuydu. Sonraki can kayıpları ile birlikte 8 kişiyi kaybettik.

Yine TTB’nin o dönemde raporlaştırdığı internet tabanlı çalışmada biber gazından etkilenerek bildirimde bulunan 11155 yurttaşımızdan %68,5’i çok yoğun etkilendiğini ve ciddi sağlık sorunu yaşadığını belirtti. Etkilenenlerin %92’si sağlık yardımı almadığını ya da çevresindeki gönüllülerden aldığını bildirdi. Hastaneye başvurma ya da götürülme oranı %5 düzeyindeydi. Bunda hastanelerde fişlenme korkusunun etkili olduğu görüldü.

Daha sonrasında TTB’nin girişimleri ile Dünya Tabipler Birliği, biber gazı gibi kimyasal gösteri kontrol ajanlarının ölümcül sağlık risklerini anlatan ve ülkeleri bunları kullanmaktan kaçınmaya çağıran bir tutum belgesini kabul etti.

Gezi’nin çok yönü var. Biz hekimler için de öyle ve mesleğimizin gereğini yaptığımızı düşünüyoruz. Peki, Gezi’de ölen gençlerin katilleri serbest dolaşırken, daha önce beraat etmiş saygın insanları aynı suçlamalarla yeniden yargılayıp bu kez ömür boyu hapis cezasına, 18’er yıl hapse mahkûm etmek, tutuklamak nedir?

Bu davanın mahkeme ve temyiz süreçlerinin hâkimlerinden de siyasi görüşleri, kişisel durumları ne olursa olsun her şeyden önce mesleklerinin gereğini yapmalarını bekleme hakkımız yok mu?

CHP AYM’ye başvurmalıdır

Cezmi DOĞANER
Em. Vali Yrd.

29 Nisan 2022, Cumhuriyet

Devletin en sağlıklı işlemesi gereken kurumları bugün bir erozyon ve çöküntü içinde bulunuyor. Bir kötü (teokratik) yönetimden doğan bu yok oluş ve çöküntüdür ki ülkeyi tarihinin en büyük bunalımına sokmuştur.

Bu politikalardır ki, Cumhuriyet Türkiyesi’nin kurumlarının  tümünü aşındırmış, devleti temelinden sarsmış ve değiştirmiştir.

Şu anda en çok sarsıntıya uğrayan, aşınan, değiştirilen, çöken hatta yok edilen devlet kurumlarından biri ise eğitimdir.

Dünya teknolojik devrim çağını yaşıyor. Buyrukları yerine getiren, ekmek parası için otoriteye mekanik bir biçimde boyun eğen kişiler istemiyor.

Bugün, eğitim yapımızda karşı karşıya kaldığımız görüntü acıdır, utanç vericidir.

Eğitim, salt insanların iş gücünü artırmayı sağlamaz. Aynı zamanda kişiliğini ve dünya görüşünü de yoğurur, oluşturur.

  • Bir ülke ki okullarında taptaze çocuklar, gençler birbirlerine kinle, nefretle, hınçla bakıyorlar;
  • Bir ülke ki okullarında genç kuşaklara iktidarın denetim ve gözetiminde barış değil, kardeşlik değil, ölüm ve savaş tohumları ekilebiliyor;
  • Bir ülke ki öğretmenleri dövülüyor, kıyılıyor, horlanıyor; aile düzenleri darmadağın ediliyor.

Eğitimde bir sistem yok, Eğitim Bakanlığı salt insan yiyen bir makine gibi çalışıyor; atıyor, dışlıyor, sürüyor, göçe zorluyor, kuşakları tüketiyor.

LAİKLİĞİN DOĞUŞU

İşte, bu ülke bizim ülkemizdir.
Geldiğimiz nokta budur. Bu durum karşısında duyarsız kalamayız, susamayız.
Toplumsal yaşamın her alanında ve devletin kurumlarında özgürlük yok, zorlama çok.

Kemalizmin laiklik anlayışı; “İslami Devlet”, “Hilafet Devleti” gibi hayallere karşı çıkmış bir görüştür. Söylev’i dikkatle okuyan bir kişi, bunun Avrupa, Fransa “laisizm” i ile ilişkisinin olmadığını görebilir. Laiklik dinsizlik midir, değil midir gibi boş laflarla uğraşmanın anlamı yoktur. Laiklik, Batı devletlerinin İslam ülkelerine karşı dinsel propagandalarına karşı doğmuştur.

TARİHSEL SORUMLULUK

Anayasamıza göre Cumhuriyetimiz demokratik, laik, sosyal, bir hukuk devletidir. Eğitimde bilime ve laikliğe dayalı bir yaklaşım esastır. Ancak son yirmi yıllık yönetim boyunca iç ve dış politikalara hâkim (egemen) olan din esaslı zihniyet nedeniyle bugün bu anayasal ve toplumsal parametrelerin ciddi hasar gördüğü de bir gerçektir. Diğer bir deyişle, Cumhuriyetimizin kurucu ilkelerinden bugün bir hayli uzaklaştırılmış bulunmaktayız. Ancak bütün içini boşaltma gayretlerine rağmen değişmez kurucu ilkelerimiz anlayışımızda durmakta ve toplumumuz için referans değerlerimiz olarak geçerliliklerini korumaktadırlar.

60’lı yıllarda bir dönem İstanbul Üniversitesi’nde de görev yapan ünlü Alman Prof. Dr. Gotthard Jaeschke (1894-1983) 1951’de Hollanda’nın Leiden kentinde Almanca yayımlanan “Der Islam in der neuen Türkei” adlı ünlü araştırmasında (1972’de “Yeni Türkiye’de İslamlık” adıyla Türkiye’de yayımlandı), daha 50’li yıllarda imam hatip okullarında uygulanan tedrisatın Osmanlı medrese tedrisatı olduğunu yazıyor. Bugünleri 1951 yılından görmüştü bu bilim adamı.

Kuran eğitim merkezleri ve Diyanet Akademisi kurulmasını öngören yasanın, Milli Eğitim Kültür, Gençlik ve Spor Komisyonu’ndaki görüşmelerinde, komisyon raporuna muhalefet eden ve Diyanet Akademisi’nin bir tür “Diyanet Medresesi” olarak düşünüldüğü tespitini yaparak yasanın bu haliyle öğretim birliği ilkesine, laikliğe ve anayasaya aykırı olduğunu ileri süren ve rapora karşı 16 sayfa karşı oy yazan CHP, bu yasanın iptali için AYM’ye başvurmalıdır.

Demokrasi, kavga, muhasebe…

authorZAFER ARAPKİRLİ 

Çarşamba günü bir grup yoldaşımızla birlikte, İstanbul’un kasvetli bir eski mezarlığında 1978 yılında faşist katillerce yaşamına son verilen bir yoldaşımızı, ölüm yıldönümünde kabri başında andık.

70’lerin sonunda 12 Eylül’e koşar adım giden süreçte, demokrasi mücadelesi veren yurtsever ve devrimci gençlerin bir bir katledildiği kan ve acı dolu günlerin kurbanlarından biriydi Celal Duru. 21 yaşında, yanında bir başka yiğit, vatansever yoldaşımız canım kardeşim Emin Kutan’la birlikte vicdansız faşist katiller tarafından kaçırılmış, işkence edildikten sonra başlarına kurşun sıkılarak Fatih Ormanı’nda bırakılmışlardı.

Mezar başında ve sonrasında yaptığımız sohbette, o yılların ve günümüzün bir muhasebesini de yaptık yoldaşlarımızla. Elbette, “hiçbir canın boşuna yitirilmediği, hiçbir damla kanın boşuna dökülmediği, demokrasi mücadelesinde atılmış hiçbir adımın, üst üste koyulmuş hiçbir tuğlanın boşa dizilmediği” vurgusunu yaptık. Aradan geçen 44 yıl boyunca, hepimizin saçları bembeyaz olmuş, çoluğa-çocuğa, toruna-torbaya karışmıştık. Hayatın girdaplı yollarında, kimimiz çeşitli sürelerle faşizmin kara zindanlarında yaşlanıp bugünlere kadar gelmiştik.

Hem yaşadığımız toprakların hem de tüm dünyanın, baskı ve sömürüden arınmış olduğu özgür ve demokratik bir dünya idealine ulaşmak için azmin ve kararlılığın ve devrime inancın gerekliliğini elbette hatırladık ve hatırlattık hep. Ancak, en az bu kararlılık ve inanç kadar, yani “kavgadan dönmemek” kadar önemli bir başka gerekliliği de birbirimize hatırlattık.

O da ezilen ve hem ekonomik hem siyasal hem de sosyal baskılar altında inim inim inleyen kitleleri bilinçlendirerek mobilize edebilme şartı. Bu şart, bugün her zamankinden daha can alıcı ve kendisini bariz biçimde dayatan bir hayati gerçek.

12 Eylül öncesinde; meydanlara, amfilere, caddelere ve sokaklara zaman zaman sığmayan coşkulu emekçi kalabalıklarını, işçi sınıfının görece yaygın sendikal örgütlenmiş halini anımsadığımızda, bugünle kıyaslayıp bir hayli hayıflanıyor insan.

Baskıyı, işkenceyi, toplumsal uyuşturmayı, gençliğin ve emekçi kitlelerin depolitizasyonunu kendine ülkü edinmiş ve bu zulmü adeta bir “bayrak yarışı” gibi birbirine devreden faşist yönetimler, bugün her anlamda demokrasi talep eden kitlelere karşı “galebe çalmış” bir görüntü sergiliyor. O bayrak yarışında maalesef önde görünüyorlar.

İşte, 2013’ün yaz aylarına girilirken bu ülke topraklarının dört bir yanına dalga dalga yayılan o şanlı direniş ve başkaldırının önemi, tam da bu manzara karşısında bir kez daha öne çıkıyor. O şanlı direnişin, yani “Gezi”nin 9’ncu yıldönümü yaklaşırken, İstanbul Adliyesi’nde pazartesi günü verilen ağır mahkûmiyet kararları, “muktedirin” önemli ve tarihi bir mesajı olarak algılanmalıdır. Şunu demiştir faşizm (bir kez daha):

  • “Bir daha bu tür toplu ve yaygın, görece de olsa örgütlü bir başkaldırıya asla girişilmesin.
  • İbret olacak öyle cezalar verilsin ki, ezilen kitleler değil sokağa çıkmak, camdan dışarı bakıp seslenmeye bile cesaret edemesin.”

Niyet ve asıl amaç budur. Osman Kavala’ya verilen ağırlaştırılmış müebbet (ki, idama denktir) Mücella Yapıcı, Can Atalay, Çiğdem Mater, Tayfun Kahraman, Hakan Altınay, Mine Özerden, Yiğit Ali Emekçi’ye verilen 18’er yıllık mahkûmiyet cezaları, dosyadaki ve yargılama sürecindeki 1001 hukuksuzluk, usulsüzlük ve vicdansızlık bir yana bırakılsa dahi, aslında yüksek sesli siyasi bir uyarı mesajı ve bir kavga çağrısıdır.”

İşte, bugünden itibaren Türkiye’de demokrasinin tesisi, hukukun üstünlüğünün sağlanması ve ezilen kitlelerin özgürleştirilmesi gibi temel taleplere sahip çıkmak isteyen herkesin algılaması gereken şey de budur. Gezi’de olduğu gibi, ama bu kez daha örgütlü, daha fedakârca ve daha yüksek sesle faşizmin her türüne karşı ayaklanabilmenin gerekliliği. Anayasal haklarımızı sonuna kadar kullanarak, muktedirin suratına

  • “Sizleri istemiyoruz.
  • Biz nefes almak istiyoruz.
  • Hürriyet istiyoruz.
  • Zincir ve pranga istemiyoruz” diye haykırabilmek.

Ülkenin bugün içinden geçmekte olduğu ağırın da ötesinde ölümcül ekonomik buhran, demokratik hak arayışlarına; fabrikada, tarlada, okulda, atölyede, işyerinde hayatın her alanında indirilen coplar, vurulan kelepçeler, tam da bu kavgaya çağrı niteliği taşımıyor mu?

Öyleyse, “başta bu ülkenin sol-sosyalist güçleri olmak üzere, kitlelere bu bilincin ve bu kavganın gerekliliğini kavratmak için tüm işimizi gücümüzü bırakıp mobilize olmanın zamanı” bugün değilse ne zamandır?

Yaklaşmakta olan seçim öncesinde, kitlesel anlamda ne kadar yüksek ses çıkarabilirsek, zaferin o kadar yakın olacağını anlatmaya gerek var mıdır?

İFLASIN EŞİĞİNDEKİ TÜRKİYE

Ali Ercan

Prof. Dr., Çekirdek Fiziği (Nükleer Fizik)

İFLASIN EŞİĞİNDEKİ TÜRKİYE

Evet, hiiç kıvırtmadan acı, çıplak gerçeği bir kez daha söyleyelim, değerli arkadaşlar, Sevr’i dayatanlara yenildik !

Gerçi kurtarılan vatan toprakları haritası değişmedi, ama üzerindeki ulusal kaynaklarımız, fabrikalarımız, bankalarımız, tarım, hayvancılık, madenler, sular, ormanlar…. ne varsa tümüyle elden çıktı, yabancılaştı; Ülkenin içi boşaltıldı.

Ülkemizden yüz milyarlarca Dolara varan sermaye oligarklar elinde dışarıya kaçırıldı; Merkez Bankası tamtakır-kuru bakır görünümünde….

Arap bahşişiyle günü kotarmaya çalışıyor mevcut “Tek Adam Rejimi“…

Abd-ul-hamid Han(!) zamanındaki “Düyun-u umumiye” koşullarından pek de farklı değil son durum.

Mustafa Kemal zamanında 1,26 Lira olan 1 Amerikan Doları şimdi ~15 milyon Lira oldu… Doların 84 yılda ~20’de bir değerine düştüğünü hesaba katarsak,

“2022’deki 1 Lira, 1938’deki 1 Liranın 250 milyonda biri değerindedir” diyebiliriz…

Kabaca hesapla görüyoruz ki, Türk parası yılda ortalama %20 değer yitirmiştir; bir başka anlatımla,

  • Türkiye özellikle son 50 yıl boyunca, emeğinin, kazancının 1/5’ini Küresel finans sistemine kaptıran “yarı sömürge bir ülke” olarak yaşamış, iflasın eşiğine gelmiştir
  • Kısacası, Türkiye’yi “bu kez içeriden” kuşatan emperyalizmin soygun planı başarılı olmuştur.

***

Son 20 yıl, Türkiye soygununun en yoğun olduğu dönemdir. 2003-2013 arası 10 yıl boyunca (özelleştirmek rüzgarında) enflasyonun frenlendiği, paranın değerinin pek düşmediği hovardalık dönemi olmuştu; 2013’te GMH rekor düzeye çıkmış, 950 milyar Dolar olmuş ve kişi başın ortalama ulusal gelir 12 bin Doları geçmişti. Ancak satılacak bir şey kalmayınca, hızlı çöküş başladı ve 2020’de GSMH 650 milyar Dolara dek geriledi….

  • Yırtık yama tutmuyor, her geçen gün dış borç büyüyor, enflasyon yükseliyor, paranın değeri düşüyor…

IMF’nin 2022 kestirimine göre, Türkiye 692 milyar $ GSMH ile Ülkeler sıralamasında artık ilk 20′ de değil, 23. durumdadır. Kişi başına gelir, Dünya ortalaması 8800 Doların altında, ~8 bin Dolarla 106. sıradadır. (bkz. GDP 2022 tablo)

Oysa görevdeki İktidarın başı, yıllarca “Türkiye 2023’te Dünyanın en büyük ilk 10 ekonomisi içinde olacaktır” diyerek, umut satarak, Oy toplamıştı.

Öte dünya hayal aleminin tatlı uykusunda, “Allah beni zorlukla, yoksullukla sınava alıyor” diye avunan milyonlarca seçmeni var hala…

Derin kaygılarımla.æ 

Fotoğraf açıklaması yok.

Mülkiyeliler Birliği : GEZİ DAVASI KARARINI KABUL ETMİYORUZ!

Mülkiyeliler Birliği Derneği
Sayın Ahmet Saltık,

Gezi Direnişi Türkiye tarihinin en büyük ve önemli toplumsal hareketlerinden biridir.

Hepimizin katıldığı Gezi’nin haklılığı, böylesi bir hukuksuzlukla gölgelenemez.

Açılan dava ve yürütülen mahkeme sürecinde hiçbir hukuksal ilke gözetilmeden alınmış bu karar, tarihe şimdiden utanç belgesi olarak geçmiş, haklı tepkisini gösterenlerden intikam almayı amaçlayan siyasal bir karardır.

  • Mülkiyeliler Birliği olarak bu kararı kabul etmiyoruz.

Demokratik, eşitlikçi ve adil bir toplumu ve yurttaşlık haklarımızı ısrarla savunmaya devam edeceğimizi beyan ediyoruz.

#hepimizgezideydik  
#geziyisavunuyoruz 

Mülkiyeliler Birliği Yönetim Kurulu
================================================
Dostlar,

Üyesi olduğumuz Mülkiyeliler Birliği’nce yollanan ileti yukarıda.
Sitemiz okurları ile paylaşma istedik.

Dr. Ahmet SALTIK
Mülkiyeliler Birliği Üyesi (Mülkiye-2016)

Diyanet Akademisi medreseye gidiş mi?

Alev CoşkunAlev Coşkun
Cumhuriyet, 28 Nisan 2022

 

Geçen ay, 16 Mart 2022’de Meclis’ten geçen bir yasa ile Diyanet Akademisi kuruldu (3755 sayılı yasa). Diyanet Akademisi, din görevlilerinin mesleksel eğitimiyle ilgili Diyanet İşleri Başkanlığı’nın hizmet içi eğitim faaliyetlerini yürütecek.

Oysa, resmi rakamlara göre Türkiye’de, 2022 yılı itibarıyla devlet üniversitelerinde 108 ilahiyat fakültesi var. Ayrıca 38 İslam ilimleri fakültesi de hizmet veriyor. Diyanet Akademisi kuruluşunu gerçekleştiren kanun, Meclis içinde ve basında tartışma yarattı. Laiklik ilkesine vurulan yeni bir darbe olarak değerlendirildi. TBMM Eğitim Komisyonu Başkanı, AKP Ankara Milletvekili Emrullah İşler, yasa Meclis’te tartışılırken CHP’ye saldırarak, “CHP’nin içinde bulunan dine karşı bir damardan” söz etti.

Yasanın 1. maddesi, bu akademinin Kuran’ın usulüne uygun olarak okunması ve anlaşılması için kurulduğunu belirtiyor. “İlahiyat fakülteleri bu fonksiyonu (AS: işlevi) yürütemiyor mu? Bu nedenle de ilahiyat fakülteleriyle bir çelişki yaratılmayacak mı” soruları soruldu.

SON 200 YILDA YOZLAŞTI

Diyanet Akademisi dört yıllık eğitim verecek. Akademide ders görenlere, yasa gereği 5000, 6000, 7000 göstergelerle “aylık harçlık” ödenecek. Ayrıca eğitim sürerken devlet kendilerine barınma, yiyecek, giyecek desteği verecek ve tüm ihtiyaçlarını karşılayacak.

Diyanet Akademisi’nde okuyanların askerlikten muaf olmaları da istendi. Akademinin eski medreselere benzediği, aynı modelde kurulduğu belirtiliyor.

Medrese, Müslüman ülkelerde orta ve yükseköğretimin yapıldığı ve İslam dininin kurallarına uygun bilgilerin okutulduğu okuldur. Medrese kelimesi, Arapça “ders” kökünden gelir. Medresede ders verenlere “müderris” adı verilir. Okuyanlara “softa” ya da “talebe” adı verilir. Osmanlı’da medreseyi bitirenler müftü, kadı olabilirler.

Medreseler, Osmanlı’nın son 200 yılında tamamen (AS: tümüyle) yozlaşmıştı. 17. yüzyıldan itibaren (başlayarak) eğitim sadece (salt) dinsel ve hukuksal konularla sınırlandırılmış ve tamamen (tümden) ezbere dayalı bir eğitim uygulanıyordu.

1631 yılında Koçibey, padişaha sunduğu ıslah (iyileştirme) raporunda, medreselerde “öğretici hocaların ve ilim sahasının cahillerle dolduğunu, hatır, gönül ve rüşvetle medrese müderrisliğinin satın alındığını” belirtiyor. (Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, 1994, s.66-73)

ÖĞRETİM BİRLİĞİ

Bilindiği gibi, Cumhuriyetin ilanından sonra 3 Mart 1924’te Tevhid-i Tedrisat (Öğretim Birliği) Kanunu kabul edildi ve medreseler kaldırıldı. Atatürk, öğretim birliğinin önemini şöyle belirtir:

  • “Dünya uygarlık ailesinde saygın bir mevki sahibi olmak isteyen Türk ulusu, evlatlarına vereceği eğitimi, mektep ve medrese adında birbirinden büsbütün başka iki tür kuruma teslim etmeye hâlâ katlanabilir miydi? Eğitim ve öğretimi birleştirmedikçe aynı düşüncede aynı anlayışta bireylerden oluşan bir ulus yapmaya olanak aramak, olmayacak bir şeyle uğraşmak olmaz mıydı?”

Ayrıca 30 Kasım 1925 tarihinde de tekke ve zaviyeler kapatılmıştır. Yeni kurulan Diyanet Akademisi, bir ölçüde medreselerin yeniden diriltilmesi hareketidir. Bu noktada Atatürk’ün medreselerle ilgili bir olayını burada hatırlamalıyız. Milli Mücadele sırasında Sovyetler Birliği’nden gerek silah gerek parasal yardım sağlanıyordu. 1921 Aralık ayında Aralov, Sovyet Rusya’nın büyükelçisi olarak Ankara’ya geldi.

Mustafa Kemal, Aralov’u ve Azerbaycan Büyükelçisi Abilov’u cepheye götürdü. Onlara giderek güçlenen Kuvayı Milliye ordusunu göstermek istiyordu. Ankara’dan Sivrihisar’a, oradan Konya’ya geçtiler. Konya’da askeri birlikleri ve okulları ziyaret ettiler. Bir medreseye de uğradılar. Aralov, bu durumu hatıralarında şöyle anlatıyor:

  • “Konya’da trenden indiğimiz zaman artık ortalık kararmış bulunuyordu. Bizi karşılamaya gönderilen çeşitli birliklere bağlı erlerin elinde meşaleler vardı. İstasyon önündeki meydan baştan başa halkla dolmuştu. Mustafa Kemal vagondan indiği zaman bir alkış sağanağı koptu. Mustafa Kemal, ağır ağır askeri denetledi, onlarla merhabalaştı. Askeri birliklerden başka bizi, ellerinde meşalelerle kız ve erkek öğretmen okulları öğrencileri, hatta medrese mollaları bile karşıladılar. İstasyondan çıktığımız zaman, muhafız kordonunu yaran halk, bizi kuşattı.”

MİLLİ MÜCADELE Mİ MEDRESE Mİ?

“O gece iki medreseyi ziyaret ettik. Kanlı, canlı hemen hepsi de gencecik mollalar medresenin avlusunda dizilmişlerdi. Bunların yanında, geniş cüppeli, beyaz sarıklı hocalar da yer almıştı. Hepsi de yerlere kadar eğilerek Mustafa Kemal Paşa’yı selamlıyorlardı. Bunların içinden biri, bunların başı ve en nüfuzlusu, Mustafa Kemal Paşa’dan, medrese sayısını artırmasını rica etti. Bu zat, ayrıca, medrese öğrencilerinin askere alınmamalarını da istirham etti.

Hoca konuşurken Mustafa Kemal’in kendini tuttuğu belli oluyordu. Ama medrese öğrencilerinin askere alınmamaları söz konusu olunca, artık kendini tutamadı ve yüksek bir sesle, sertçe:

  • ‘Ne o’ dedi. ‘Yoksa sizin için medrese, Yunanları mağlup etmekten, halkı zulümden kurtarmaktan daha mı değerlidir? Millet kan içinde yüzerken, halkın en iyi çocukları cephelerde döğüşür, yurt için canlarını feda ederken, siz burada, genç, sapasağlam delikanlıları besiye çekmişsiniz!’

Hocalar sindiler, ama yüzleri öfkeden kıpkırmızı kesildi, yabancıların yanında hükümet başkanı onları paylamıştı. Mustafa Kemal Paşa bize dönerek ‘Haydi gidelim’ dedi, ‘Artık burada bizim için yapılacak bir şey kalmadı.’ Ve şöyle, isteksizce bir selam vererek oradan ayrıldı.”

MUSTAFA KEMAL’İN TEPKİSİ

Mustafa Kemal Paşa otomobilde uzun bir süre yatışmadı:

  • “Savaş sona erince onlarla daha ciddi konuşacağım. Her şeyden önce onları mali dayanaklarından, vakıflarından yoksun edeceğim. Yurt topraklarının büyük bir parçası, nerede ise üçte ikisi belki de daha çoğu vakıftır. Bu topraklar mollaların yaşama kaynaklarıdır. Bir de utanmadan hükümetten yardım istiyorlar.”

Aralov, kitabında konuyu şöyle sürdürüyor:

  • Mustafa Kemal, Anadolu topraklarında, şimdi gördüğümüz dinç, sağlam delikanlıları askerden kaçıran 17 bin medrese bulunduğunu söyledi. Bu tam bir kolordu demekti. Medrese öğrencilerinin şimdiye kadar niçin askere alınmadıklarını sormam üzerine Mustafa Kemal, bunların askere alınmaları için gerekli emrin verilmiş olduğunu söyledi. Bu inkılapçı adım, subaylar arasında büyük bir sevinç yaratmış ve bu olay, son günlerin en çok üzerinde durulan konusu haline gelmişti.” (S. Aralov, Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Hatıraları, Cumhuriyet Kitapları, 1997, s.127-128)

Diyanet Akademisi, 100 yıl sonra Atatürk’e karşı bir harekettir. 100’den çok ilahiyat fakültesinin yanında bir de “Medrese Modeli Akademi” yaratılıyor.

Atatürk’ün şu sözleri unutulmamalıdır:

  • “Medeniyet (uygarlık) öyle kuvvetli bir ateştir ki ona kayıtsız kalanları yakar, mahveder.
    İçinde bulunduğumuz uygarlık ailesinde layık olduğumuz yeri bulacak, onu koruyacak ve yükselteceğiz. Refah, mutluluk ve insanlık bundadır.”
    (Arı İnan, Düşünceleriyle Atatürk, 1991, s.123.)

‘MİLLETİN YAKASINI BIRAKIN ARTIK’

Medrese ile ilgili bir başka olay da Rize’de gerçekleşmiştir. Atatürk, medreselerin, tekke ve zaviyelerin kapatılmasından bir süre sonra 17 Eylül 1924’te Rize’yi ziyaret etti. Vilayetten çıktığı sırada Rize Müftüsü Ahmet Hulusi (Alemdar) Efendi ve birkaç müftü, Atatürk’e bir dilekçe verdiler. Dilekçe, medreselerin tekrar açılmasını istiyordu.

Mustafa Kemal’in yanıtı:

  • “Demek okul değil de medrese istiyorsunuz. Oysaki millet okul istiyor. Şu zavallı milletin yakasını artık bırakın da vatan evladı yetişsin, yükselsin. Medreseler asla açılmayacaktır. Millete okul lazımdır…” (Atatürk’ün Bütün Eserleri (ABE), C.17, s. 23-24)

Orada bulunan halk ve gençler, Atatürk’ü uzun uzun alkışladılar. Atatürk valiye döndü, “Bunlar İranlılardan ibret almadılar mı? Burasını İran gibi mi yapmak istiyorlar?” dedi. (ABE, C.17, s.24)

Seçim Kurulları, AYM’den “kıdem”li

60. yılını tamamlayan Anayasa Mahkemesi (AYM), kuruluşundan 12 yıl önce kıdem esasına göre oluşturulan, ama 72 yıl sonra kura (ad çekme) ile belirlenecek olan seçim kurulları üzerine karar verecek.

OYDAŞMA’DAN…

Kıdem esası, Türkiye’de çok partili siyasal yaşama geçildikten sonra iktidarın hukuk yoluyla el değiştirmesini sağlayan ve o zamandan beri uygulanan bir düzenleme. Haliyle seçim kurullarının, 72 yıllık yerleşik bir uygulaması ve seçim hukuku üzerine içtihadi birikimi var. Bu süreç boyunca kuralın uygulanmasına yönelik herhangi bir aksaklık ya da sorun ortaya çıkmadı. 1946’da çok partili hayata geçilmesinin ardından seçim yasasına ilişkin eleştiriler sonrası, uzun çalışmalar sonunda CHP ve DP uzlaşısıyla 5545 sayılı Milletvekilleri Seçimi Kanunu 16 Şubat 1950 yılında kabul edildi. Bu kanun, daha sonra 298 sayılı Kanun’da olduğu gibi il ve ilçe seçim kurullarının oluşumunda kıdemli hâkim esasını belirledi. Kısacası, seçim kurullarının oluşumuna ilişkin “kıdem esası”, demokratik siyasal hayatımızla özdeşleşmiş temel ilkelerden biri.

…İNATLAŞMA’YA

Ne var ki, 7393 sayılı yasa, il ve ilçe seçim kurullarının ad çekme yoluyla oluşturulmasını öngördü. Gerekçesiz ve kamu yararı yokluğu nedeniyle yasamanın takdir alanı dışında kalan (AS: keyfi) değişiklik, AKP-MHP’nin sayısal üstünlüğü ile dayatılan tam bir inatlaşma ürünü.

1950’de CHP, DP’ye iktidarı seçim güvenliği sürecinde devrettiği halde, 2023’te AKP-MHP ikilisi, iktidarı CHP ve müttefiklerine vermemek için, deneyim, birikim ve uzmanlık ilkelerini bir yana bırakarak yerleşik kuralı bozdu, anayasa andını ve vekillik haysiyetini hiçe sayarak.

  • Anayasa’ya ve seçim hukuku ilkelerine çoklu aykırılıklar, iptali acil hale getiriyor.

ÜÇLÜ AYKIRILIKTAN…

Yasama takdirini ortadan kaldıran gerekçe ve kamu yararı yokluğu nedeniyle değişiklik, Anayasa’nın seçme ve seçilme hakkı güvencesi (md.67) ve seçimlerin bağımsız ve tarafsız yargı güvencesi altında yapılması (md.79) ilkelerine aykırıdır. Değişiklik, bu çerçevede, demokratik devlet güvencesine (md.2) ve temel amaç ve görevi “demokrasiyi korumak” olarak belirlenen Devlet’in yükümlülüğüne (md.5), Başlangıç bölümünde geçen “... hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni…” ne de aykırıdır.

Bir yıllık sürenin 3’lü ihlali ise, usule ilişkin aykırılık oluşturuyor:

Anayasa, 1 yıl: “Seçim kanunlarında yapılan değişiklikler, yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bir yıl içinde yapılacak seçimlerde uygulanmaz” (md.67/son).

7393 saylı yasa, 3 ay: İl seçim kurulu başkan ve üyeleri ile ilçe seçim kurulu başkanları, bu maddenin yürürlüğe girmesinden itibaren üç ay içinde, (…) yapılan değişikliklere göre yeniden belirlenir. Bu şekilde belirlenen başkan ve üyeler, önceki başkan ve üyelerin görev süresini tamamlar.” (Geç. md.24).

Üçlü süre sorunu:

– Bir yıllık süre: Bir bütün olarak anlam ifade eden bir yıllık uygulama yasağı, parçalı uygulamaları dışlar. Bu nedenle, kurul yapısındaki değişiklik yürürlüğünü sürdürse bile, ancak 7 Nisan 2023’ten itibaren uygulanabilir.

-Kurul süresi: Kurulların süresi iki yıl olduğuna göre, ilk kurulların süresi neden kısaltılıyor?

-Bir yıldan az süre: Yüksek Seçim Kurulu (YSK), seçim kurullarının 6 Temmuz’a dek oluşmasını öngördüğüne göre, en geç 18 Haziran 2023’te yapılması gereken seçimlere nasıl uygulanacak?

… DOĞRUDAN UYGULAMA VE İPTALE

Bu nedenle YSK, Anayasa madde 67/sonu doğrudan uygulamak suretiyle “GEÇİCİ MADDE 24”ün uygulanamazlığı yönünde karar vermeli idi.

Bunu yapmaya daha elverişli bir konumda bulunan Anayasa Mahkemesi, madde 67’yi acilen doğrudan uygulamalı. Kuşkusuz, asıl olan iptal kararında gecikmemek. Bu bakımdan AYM, 60 yıllık tarihinde hiç olmadığından daha çok;

-Anayasal,
-Tarihsel,
-Demokratik ve hatta
-Varoluşsal bir sınav karşısında: 

  • Demokrasi tarihimizle yaşıt ve kendisinden daha kıdemli olan kurulları,
    demokratik hukuk devletinin geleceği için koruma yükümlülüğü.

Emperyalist yalan ve yurttaş sorumluluğu

Barış Doster
Barış Doster
Cumhuriyet, 27 Nisan 2022

 

ABD Başkanı Joe Biden, bir kez daha sözde soykırım iddialarını tanıdı. Bu emperyalist yalana açıkça sahip çıktı. Onun açıklamasını, adeta talimat olarak görenler de hizaya geçti, sıraya dizildi hemen. Sıraya dizilenler arasında bir zamanlar Dışişleri Bakanlığı da yapmış olan DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan, HDP milletvekili Garo Paylan, CHP milletvekili Sezgin Tanrıkulu gibi isimler de var. Şaşırmıyoruz. Daha çok olduklarını biliyoruz.

Şurası gerçek: Ülkemizde ABD emperyalizmine selam durmanın, Avrupa Birliği’nden, İngiltere’den aferin almanın yollarından biri de sözde soykırım yalanını dillendirmektir. Bu yalanı konuşmanın getirisi yüksektir. Meslek odaları, sendikalar, demokratik kitle örgütleri, yayınevleri, medya, siyasal partiler bu yalandan beslenen, fonlanan, nemalanan tiplerle doludur. Özürdiliyoruz.com takımı, yetmez ama evet güruhu, KKTC’de yes be annem tayfası, numaracı cumhuriyetçiler ve FETÖ’nün solcuları, hep bu yalanı çiğner dururlar.

Tarihsel gerçek şudur                                        :

Türkler; Birinci Dünya Savaşı’nda vatanı savunurken, cephe gerisindeki bozgunculuk faaliyetlerini, dönemin koşullarında, son çare olarak, 1915 yılında çıkardıkları Sevk ve İskân Kanunu’yla (Tehcir Kanunu) önlemeye çalışmışlardır. Dünyada sözde soykırım iddialarını hükme bağlayan tek bir mahkeme kararı olmadığı gibi, bu iddiaları destekleyen ciddi, bilimsel arşiv belgeleri de yoktur. Sözde soykırım iddiaları bu yönüyle tarihi ve hukuki değil, siyasi bir sorundur. O nedenle çözümü de arşiv, tarih veya hukuk konusu değildir, siyasidir. Sorunun tarafları, Türkiye ve Ermenistan değil, Türkiye ve emperyalist merkezlerdir. Sözde soykırım iddialarının hedefi de İttihat ve Terakki önderlerini, Cumhuriyet kurucularını soykırım suçlusu olarak göstermek, Kurtuluş Savaşı’nı karalamak, Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihsel ve siyasal temellerini sarsmaktır.

Sözde soykırım iddialarıyla mücadele etmek için, sağlam, gerçek, güçlü bilimsel bilgiye sahip olmanın yanında, ideolojik berraklık ve politik tutarlılık da gerekir. Büyük önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün sözleriyle iç cepheyi sağlamlaştırmak yanında, dış dünyaya da kapsamlı bir kamu diplomasisi ve siyasal iletişim stratejisiyle gerçekleri anlatmak zorunludur. İktidarı ve muhalefetiyle siyasal partilerin kafa karışıklığı yaşadığı, koltuk kavgasına odaklandığı bir süreçte, onlardan bu konuda kapsamlı, tutarlı, bütüncül çalışmalar beklenemeyeceğinden, üniversitelere, demokratik kitle örgütlerine, gerçek aydınlara büyük görevler düşmektedir.

YENİDEN ATATÜRK CUMHURİYETİ

Bu kapsamda, tam da 24 Nisan günü, Atatürkçü Düşünce Derneği’nin (ADD) gazetemizde de yer alan “Yeniden Atatürk Cumhuriyeti Manifestosu“, içeriği, saptamaları, çözüm önerileri ve politik öncelikleriyle dikkat çekmiştir.

  • Laiklikten hukuk devletine, eğitimden sağlığa, kadın haklarından ulaşıma, siyasi partilerden sığınmacı sorununa dek ülkemizin temel sorunlarına tek tek parmak basmıştır.

Bunlara cumhuriyetçi, kamucu, toplumcu, devletçi, emekten yana çözümler önerirken kararlı, tutarlı, yürekli yurttaşları demokratik mücadeleye çağırmıştır.

Üyelerini, Mustafa Kemal’in Askerleri olarak tanımlayan

 

KÜRESELLEŞME VE NEO-LİBERALİZM NEDİR?

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

KÜRESELLEŞME VE NEO-LİBERALİZM NEDİR?

  • Tüm dünyada ve her ülkede, bir avuç kadar kapitalist zenginin tokluktan; yine çoğu ülkelerde ve özellikle de yeterince gelişmemiş devletlerde milyonlarca insanın  yokluktan can verdiği “Yeni Dünya Düzeni” ve “post modern siyaset” in adıdır.

Dünyayı tek bir pazar haline getirip olabildiğince sömürme projesidir.

Altta kalanın canı çıksın düzeni demektir.

Dünyanın her ülkesinde ve her köşesinde sermaye sınıfının borusunun öttüğü düzendir.

Bu yeni dünya düzeninin bir türevi de siyasal dincilik ya da siyasal İslamcılıktır.

Halkın, geniş kitlelerin yararına değil; hukuka, ekonomiye, siyasete, adalete ve dinsel ahlaka iktidarda olanların çıkarlarına uygun yapay, çarpıtılmış yorumlar getirmek, gerçekleri ters-yüz etmek, geniş toplumsal yığınları sadaka kültürüne razı edip sefalet içinde yaşatma düzeni demektir.

Siyasal dincilikte din etkeni; genel ahlakın, toplumsal adaletin ve toplumsal barışın aracı olmaktan uzaklaşır.

Sadece din baronlarının, kimi dinci ulemanın ve iktidarı elinde tutanların kendi bireysel maddi çıkarları ya da iktidarda kalabilmek için toplumu dinsel, duygusal disiplin ve baskı altında tutabilmenin aracına dönüşür.

Siyasal dincilikte ilahi kaynaklı dinsel değerler erozyona uğrar, aşınır, dünyevileşip siyasal bir ideolojiye dönüşür.

Bizzat dinin ve dinsel ahlakın içi boşaltılır.

Sonuç olarak                                              :

  • En büyük zarar bizzat dine, dinin ilahi özüne verilmiş olur.

(A. Saltık : Zaten “siyasal islam”, emperyalizmin islamı boyunduruğuna almak, gütmek, kullanmak için uydurduğu yapay bir sözde dindir!)