Yazar arşivleri: Ahmet SALTIK

Ahmet SALTIK hakkında

Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet SALTIK’ın özgeçmişi için manşette tıklayınız: CV_Ahmet_SALTIK Hekim (Halk Sağlığı Profesörü), Hukukçu (Sağlık Hukuku Uzmanı) Mülkiyeli (Kamu Yönetimi - Siyaset Bilimci)

ÇARŞAMBA İĞNELERİ : 11 Ocak 2023

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

DARBECİ

RTE yandaş medyaya, Lafa gelince özgür basından dem vuranların, darbecilere alkış tuttuğu bir dönemde sizler, cesaretle demokrasimize sahip çıktınız.dedi.

Kenan Evren’e “Sizin zamanınızda belediye başkanı olsam İstanbul’u uçururdum” diyen şakşakçıları da biliriz…

ÇIKIŞ

DEVA Partisi Kurumsal İletişim ve Tanıtım Başkanı Sanem Oktar, “Anayasa’dan Türklüğü çıkarıyor musunuz” sorusuna, “doğru” diyerek yanıt verdi.

Ona gücünüz yetmez. Kendiniz Türklükten çıkın…

HIRSIZ

Güney Kore Devlet Başkanı’nın eşi hakkında intihalden (bilgi hırsızlığı) soruşturma açıldı.

Diploma : Bir gün mutlaka…

KIYMET

Altılı Masa açıklamasında, ”İki yüzyıllık modernleşme, 150 yıllık Meclis, 100 yıllık Cumhuriyet ve 75 yıllık demokrasi tarihimizdeki bütün ana akımların temsil edildiği bu işbirliği süreci, siyasal tarihimizde bir ilk niteliği taşımaktadır.” denildi.

Savaşta meclis kapatanları görmeyip, savaşı meclisle yürütenleri demokrasi dışı niteleyenlerin kıymet bilmezlik ayıbı… (AS: 1923-1950 arası demokrasi sayılmamış!!??)

TAZİYE

Kumpas şehidi askerlerin ve Korg. Avar’ın cenazesini görmezden gelen MSB Akar, Yunan Savunma Bakanı’nın annesine taziye telefonu açıp çelenk gönderdi.

Atatürk ve Türk düşmanlarının dostu…

ALKIŞ

Arifiye’deki törende CHP’yi eleştiren RTE’yi Gnkur. Bşk. ve KKK alkışladı.

Komutanlık yapamayanların acıklı hali…

ÜLKÜSÜZ

MHP’nin, Sinan Ateş’in öldürülmesine sessiz kalması büyük tepki çekti. Partiden istifalar sürüyor. Ülkücü sembolü bıyıklar kesiliyor.

Yamalık olmanın sonu…

BAĞLAMA

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin danışmanı ve Türkgün gazetesi başyazarı Yıldıray Çiçek, eski Ülkü Ocakları Başkanı Sinan Ateş cinayetini CHP’ye bağladı.

Bekliyorduk, gecikti…

UYUM

3.5 milyar borçlu Samsun Belediyesi’nin AKP’li başkanı Demir 7.5 milyonluk makam aracı aldı.

Kötü örnek taklidi…

Çocuk işçiliği sorunu

Cagatay_Guler_portresi
PROF. DR. ÇAĞATAY GÜLER
HALK SAĞLIĞI UZMANI
11 Ocak 2023, Cumhuriyet 

  • Enflasyonla katmerlenen çocuk işçiliği, çocukların kalıtımsal olarak sahip olduğu büyüme ve gelişme potansiyeline ulaşmasını engelleyen bir “kavrulma” süreci. Bu koşullarda çocuklar yaşının gerektirdiği büyüme ve gelişmeyi gösteremez.

Geri kalmış ülkelerin en önemli ekonomik ve sosyal gerçeklerinden biri çocuk işçiliğidir. Geri kalmış ülkelerde pandemi nedeniyle okulların kapatılması, işsizlik ve öbür ekonomik baskılar çocuk işçiliğini artırdı. Sorunların kamuoyundan gizlenmesine yönelik yaklaşımlar ve bilimsel araştırmalara bir tür dolaylı kısıtlama getirilmesi çocuk işçiliğini toplumun geleceğine yönelik bir “yeraltı etkinliği” durumuna getirdi. Enflasyonla katmerlenen bu süreç çocukların kalıtımsal olarak sahip olduğu büyüme ve gelişme potansiyeline ulaşmasını engelleyen bir “kavrulma” sürecidir. Bu koşullarda çocuklar yaşının gerektirdiği büyüme ve gelişmeyi gösteremezler. Temel besin ve tıbbi bakım gereksinimlerinin de giderilememesi onları ishal, kansızlık ve beslenme yetersizliği sorunlarına yatkın duruma getirir.

‘EN KOLAY SÖMÜRÜLENLER’

Çocuklar kimyasallar ve her türlü kirletici etkilenimine daha açık ve daha duyarlıdır. Çocuklarda eldiven ve çorap bölgelerinde çözücü emilimi yüksektir. Oysa örselenmeye, yaralanmaya yol açabilecek, süreğen etki yapabilecek uçardamla, uçartoz, duman; üretimde kullanılan çözücü, böcekkıran (pestisit), ağır metal ve yakıcı kimyasallarla etkilenim ve zehirlenmelerin söz konusu olabileceği birçok işte çalıştırılabilmektedirler. Burada tehlikeli bir açmaz söz konusudur: Büyüklerin koruyucu donanım olmadan çalışamayacağı kimi işlerde çocuklar koruyucu donanım olmadan çalışmaktadır. Çocuklara uyacak koruyucu donanım yoktur. Zaten olmamalıdır. Bu işlerde çocuğa yönelik donanım üretmek, çocuk emekçiliğini tescil eden (onaylayan) cinai (ölümcül) bir davranış olacaktır!

Temel bir uluslararası “İş ve Çevre Hekimliği” kitabının editörü olan LaDou (2021)

  • “Bütün işçiler arasında en kolay sömürülenler çocuklardır.”

der ve “çocukların, kimi Asya ülkelerinde işgücünün %11’ini, Afrika’da %17’sini ve Latin Amerika’da %25’ini oluşturduğunu” belirtir.

Uluslararası verilere göre dünyada en az 250 milyon çocuk çalıştırılmaktadır

Bu 5-17 yaş arası her altı kişiden birine karşılık gelir. Bunların %70’i tarım sektöründedir.

Yaklaşık 180 milyon çocuk bedensel, zihinsel ya da ruhsal iyiliklerini tehlikeye atacak,
uluslararası anlaşmalarla “yasaklanmış”, çok kötü işlere “koşuluyor”;
en çaresiz ve en yoksul olanlar en kötüsüne olacak biçimde…

Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) “emek” ve “çalışma” kavramlarından yola çıkarak bu kötü çalışma biçimlerine “çocuk işgücü, çocuk emekçiliği (child labor)” öbürlerine “çocuk işi (child work)” diyerek birinciyi yasaklar, biz her iki terimi de “çocuk işçiliği” diye çevirip işe iyi tarafından bakarız!

KÖLELİK

ILO 1992’de Uluslararası Çocuk İşçiliğinin Ortadan Kaldırılması Programı’nı (IPEC) başlatmıştır. Ancak ortadan kaldırmaya yönelik uygulamaların karşısına yoksulluk ve gelenekler dikilmektedir. Sözgelimi çocuğun statü kazanmasının, basit bir ifadeyle “adamdan sayılmasının” birincil koşulu durumuna getirilmektedir. Kimi kez “yaşamı öğrenmeleri”, “olgunlaşmaları”, “paranın değerini bilmeleri” vb. gerekçelerle vicdanlar susturulur. Kimi hükümetler çocuk işçiliğini rekabetçi özelliğin sürdürülebilmesinde temel zorunluk sayabilmektedir.

  • Çocukların “köleliğe yakın” koşullara mahkûm olduğu, cinsel ve fiziksel sömürüye uğrayabildiği durumlar söz konusu olabilmektedir.

İşe, çocuklara “yurt” ve “eğitim” yardımı savındaki “hayır sahiplerinin”, “çocuk işçiliği” açısından denetlenmesini sağlayacak mevzuat düzenlemeleriyle başlanmalıdır!

İNANCIN, AHLAKIN, VİCDANIN VE AKLIN İFLASI…

Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

11 Ocak 2023, İzmir

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Vatandaş soruyor :

  • “Hocam, sözde bir tarikat şeyhinin (!) altı yaşındaki kendi öz kız çocuğunu, babası yaşındaki biri ile (HÇ: bir insanla diyemiyorum) evlendirmesi (!!??) konusundaki düşüncenizi öğrenemedik. Kısaca yazar mısınız?”

Çok kısa olarak anlatayım, bu ve benzeri olayları :

1- Böylesi akıl almaz bir davranış dinden, irfandan (aydınlanmadan), izandan (anlayıştan) ve akıldan yoksunluktur. Zır cahillik, kör cahillik yani en büyük aklî (ussal) ve dinsel cehalettir.

2- Ahlaksal (Moral değerler) olarak en büyük, en çirkin ve en utanılacak rezalettir, iğrençliktir!

3- Vicdan bakımından canilik ya da canavarlıktır. Zulümlerin en ağırı ve en katlanılmazıdır.

4- Tarihsel olarak da, Hazreti Hüseyin Efendimizin Kerbela’da aç ve susuz bırakılıp, çoluk – çocuk, masum 72 aile yakını ile şehit edilmesine denk bir vahşettir (yabanıllıktır).

Çünkü inancımıza göre, masum bir insana zulüm bütün insanlığa zulümdür.

Bu zulüm kendisini asla koruyamayacak ve savunamayacak masum bir çocuğa, hem de kız çocuğuna karşı işlenmiştir.

Sözün bittiği yerdir.

Ayrıca zulmü görmezden gelmek ve hele zalimleri korumak yapılan zulme katmerli ortak olmaktır.
==============================================

Dostlar,

Tarihe geçecek bu insanlık utancı yüz karası olay, tarikat – cemaat – tekke – türbe denen pislik yuvalarının (Atatürk‘ün nitelemesi) nelere yol açabildiğinin, böylesi yoz bir kültürün sürdürülmesine ortam hazırladığı ve maskelediğinin, insanın insanlaşmasını engellediğinin, tarifsiz bataklıklara sürüklediğinin…. çok çarpıcı bir örneğidir.

Ne yazık ki asla tekil olmayıp yaygındır.

İktidar sözcülerinin saçmaladığı gibi “siyasetin konusu olmayan münferit hadise” asla değildir.
Doğrudan, tarikatlar koalisyonu AKP politikalarının kol kanat germesi ile olaylanmaktadır (meydana gelmektedir).

AKP = RTE tek adam rejimi bu olaydan politik olarak epey zarar görmüştür, bunun ayrımındadır. Kamuoyuna unutturmak için her gün yepyeni gündem oyunları sergilenmektedir. İmamoğlu’na tuzak, türbanı Anayasa’ya sokma…… gibi.

Asla unutturulmamalı ve yasal – ahlaksal – etik hesabı sorulmalıdır.
Konu gündemde tutulmalıdır. Bu ay içinde ilk duruşma yapılacaktır. Dava kitlesel olarak sahiplenilmelidir.

  • Tarikat – cemaat – tekke – türbe denen pislik yuvalarının, Atatürk‘ün nitelemesine ve eylemine uygun olarak, Devrim Yasaları kapsamında zaten kapalı olması zorunludur. (Anayasa m.174)
  • Bunların dernek, vakıf vb. maskelerle çalışması kesinkes önlenmelidir.
  • 6’lı Masa ve tüm muhalefet bu eksende birleşmeli ve Cumhur ittifakı gericiliğine karşı ortak, kararlı, sürekli yasal eylemler, öneriler üretmelidir. Kamuoyu buna hazırdır. 

Bir de;

  1. İktidarın sözde nass maskesiyle uyguladığı korkunç – yaygın toplumsal YOKSULLAŞTIRMA 
  2. Dış politikada yaşanan sefillik, ulusal çıkarların korunamaması, KKTC’yi yeterince kollayamama, işgal edilen Ege adaları, yalnızlaşma, kimi ülkelerle yoz ilişkiler..
  3. Kasıtlı olarak, Ulusu yeniden Osmanlılaştırmak için ülkemize doldurulan 10 milyon dolayında büyük çoğunluğu donanımsız, Türkçe bile bilmeyen yabancı…
  4. Korkunç yolsuzluklar, eklenen siyasal cinayetler, uyuşturucu mafyası..
  5. İktidarın OLASI SEÇİM HİLELERİ… ve alınacak önlemlerde ısrar.. örn. parmak boyası..

Bu 5 konu gündemden düşürülmemeli. Bunlar AKP = RTE‘nin yumuşak karnı.
Bunlar konuşulmasın diye sürekli gündem oyunları masaya sürülmekte..

Tek hedef, AKP=RTE iktidarını seçimde sandığa gömmektir,
ULUSAL BİRLİK tek ve en etkin yoldur!

Sevgi ve saygı ile. 11 Ocak 2023, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
​Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Mülkiye’li​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      twitter : @profsaltik    

 

AKP ile anayasa!

Av. M. Ziya YERGÖK
ESKİ ADANA BAROSU BAŞKANI

10 Ocak 2023, Cumhuriyet


Muhalefet, bu anayasa adımından kesinlikle sakınmalı ülkenin ve laik Cumhuriyetin kader seçiminde başarılı olmaya odaklanmalı. Seçim öncesi AKP ile her ne ad altında olursa olsun, yapılacak işbirliği AKP’nin 20 yıllık, hukuk ve anayasa tanımaz icraatını meşrulaştırmak anlamına gelecek ve iktidara yarayacak.

Altılı Masa‘nın, Gelecek Partisi’nin ev sahipliğinde yaptığı son toplantısında, AKP’nin başörtüsü teklifine karşı, revize amaçlı “Yeni bir başörtüsü teklifi çalışılması kararı çıktı” haberleri basında yer aldı. Böylece Altılı Masa‘yı oluşturan muhalefet partilerinin de alternatif (seçenek) anayasa değişiklik önerisi girişimiyle konu şimdi anayasa düzeyinde tartışılmakta olup Meclis’te ele alınması da çok yakın gözükmektedir.

CHP yakın zamanda, Kılıçdaroğlu’nun çağrısıyla, ülkenin ve toplumun gündeminden düşmüş ve tartışma konusu olmaktan çıkmış olmasına karşın AKP’nin, “İktidar değişirse türban ve başörtüsü konusundaki kazanılmış haklarınızı kaybedersiniz” propagandasının önünü kesmek için bir yasa önerisi vermişti. Konuyu “gollük pas olarak” gören AKP’nin karşı atak yaparak “yasa yetmez” diyerek anayasa değişikliği teklifi (önerisi) vermesiyle olay ülke gündeminde yer almıştı.

YANLIŞ YOL

Şimdi ise Altılı Masa muhalefeti, AKP’nin önerisini laiklik başta olmak üzere birçok bakımdan sakıncalı bularak bu sakıncalardan arınmış bir anayasa değişiklik önerisi hazırlama yoluna girmiştir. Bu yol yanlış bir yoldur. Gerçekte doğru olan, AKP önerisine rötuş (düzeltme) değil, bu konunun hiçbir biçimde anayasa konusu olmaması ve anayasaya taşınmamasıdır. Gerçekte iktidar kanadı, yönetmelik konusu olacak bir düzenlemeyi anayasa konusu durumuna getirerek seçim öncesi gündem değiştirmek ve toplumda kutuplaşma yaratarak buradan yeniden bir siyasal bir rant devşirmek istemektedir.

  • Dünyanın hiçbir ülkesinde kılık kıyafet konusu anayasalarda düzenlenmemiştir.

Ayrıca Anayasa Mahkemesi’nin AKP’nin 2008’de Meclis’ten geçirdiği başörtüsünün serbest bırakılmasına ilişkin anayasa değişikliğini, CHP ve DSP’nin başvurusu üzerine “düzenlemenin anayasanın 2, 4 ve 148’nci (AS: 174. md. olmalı) maddelerine aykırı bulunduğu” gerekçesiyle iptal ettiğini de gözden uzak tutmamak gerekir.

CESUR (YÜREKLİ) OLMALI

Muhalefetin, kapanmış bir konu ile ilgili yasa önerisi vermiş olmasının yanlış ve gereksiz bir adım olduğu ortaya çıkmışken, şimdi, AKP’nin anayasa değişiklik önerisine karşı seçenek anayasa değişiklik önerisi ile çıkması ikinci ve daha büyük bir yanlış olacaktır.

CHP ve Altılı Masa başta olmak üzere,
Cumhur İttifakı karşısındaki tüm muhalefet partileri,
anayasa değişiklik sürecinin hiçbir aşamasında kesinlikle yer almamalıdır.

Bu durumda iktidar kanadının konuyu referanduma (halkoylamasına) götürecek 360 oya ulaşması söz konusu olmayacaktır.

CHP’nin verdiği yasa önerisini desteklememesi de iktidarın kendi içtenliksizliği olarak görülecek ve bu durumda konuyu siyaseten de istismar edemeyecek (sömüremeyecek), etmeye kalksa da karşılık bulamayacaktır. CHP’nin, parti kurullarında ve örgütünde yeterince tartışmadan, münferit (tekil) söylemleri önemseyerek ve sahayı (alanı) yanlış okuyarak evhama (kaygıya) kapılması sonucunda bu öneriyi verdiği anlaşılmıştır.

  • Muhalefet daha özgüvenli ve daha cesur (yürekli) olmalı, yeni yanlış adımlarla,
    artık tükenmiş olan bu iktidara can suyu vermekten kaçınmalıdır.

Ülkeyi bu ucube yönetim biçiminden kurtarmak, parlamenter demokrasiyi yeniden ihya etmek (canlandırmak), ülkeyi demokrasi ve hukuk toplumuna kavuşturmak, vatandaşın aş ve iş sorununa çare (çözüm) bulmak muhalefetin öncelikli görevidir.

Toplum da buna hazırdır. Yeter ki muhalefet hata yapmasın.

Kuyudan Çıkan Gerçek

Burcu UĞUR
Kuyudan Çıkan Gerçek: En Son Ne Zaman Yalan Söylemediniz – 23 Derece 10.1.23

Kuyudan Çıkan Gerçek” 1896 yılında Jean Leon Gerome tarafından resmedildi.

Resme konu olan söylenceye (efsaneye) göre,

Yalan ile gerçek buluşurlar. 

Yalan “Bu gün hava çok güzel” der. 

Gerçek çevreye bakınır. Gerçekten de o gün hava çok güzeldir. 

Bir kuyunun önüne gelene dek zaman geçirirler. 

Yalan “Su çok güzel, birlikte banyo yapalım” der.

Kuyudan Çıkan Gerçek, 1896, Jean Leon Gerome

Gerçek, kuşkucu biçimde suya dokunur.
Su gerçekten çok güzeldir.

Ve bu, yalanın ikinci doğrusudur.

Gerçek inanır. Soyunur. Yüzmeye başlarlar.

Yalan birden sudan çıkar. Gerçeğin giysilerini giyer
ve kaçıp gider.

Gerçek kızar. Kuyudan çıkar. Yalanı bulup, giysilerini
geri almak için her yere gider.  

 

Dünyada çıplak Gerçek’i görenler O’na iyi davranmaz
ve öfkeyle bakar.

Sonunda Gerçek kuyuya geri döner ve sonsuza dek ortadan yiter.

Söylenceye (efsaneye) göre, o zamandan beri yalan, dünyanın her yerinde gerçek gibi giyinmiş olarak içimizde yaşar.  

Dünya ise hiçbir biçimde çıplak gerçeği görmek istemez.

Ne denli tanıdık (ve Jean Leon Gerome ne denli gerçekçi resmetmiş, değil mi?

Gerçek ve Yalan’dan çok, gerçek ve doğru (hakikat) ayrışmasının tam orta yerinde duruyoruz.

Çarpıtılan gerçekler, içi boşaltılan gerçekler, beyaz yalanlar, dezenformasyon, kara propaganda, stratejik yalanlar, zamanı geldiğinde gerçeğin açıklanması anlatımları (ifadeleri) ile yıllardır sarmalanıyoruz.

“Sanal Gerçeklik” (Virtual reality) çağın harika buluşu olarak bizi, bulunduğumuz zeminden, zamandan koparıyor.

İnsansı robotlar (MER) ile yakın gelecekte, “Hangisi gerçek insan!?” sorularını soracağız.

Yalnızca görünen üzerinden düşünce sistemi modelleniyor, kitleler uyum sağlıyor.

İyi de, sonuç?

Sonuç yok!

Cumhuriyet’in 100. yılına giderken tek bir yol var, sonuca götürme olasılığı olan: Yüzleşmek.

İşe gelenin kabul edildiği,

Bilgiye sahip olunmasına karşın sessizliğin seçildiği –ki yalanın en güzel yansıması olsa gerek– ve acaba kaç ayrı yüzü ile karşılaşıyoruz çarpıtılan yalın gerçeğin??

Akılla düşünülmediği ve duyguların(hislerin) dondurulduğu ile yüzleşmek…

Eyleme geçmek yerine, konfor alanında izleyici kalmanın yeğlendiği..

Ekran önünde kim beğeniliyorsa, kimin modası varsa onun peşine takılıp gidildiği..

Eline gücü geçirenin, eleştirdikleri ile hızla aynı noktaya geldiği ile yüzleşmek..

Belki de en önemlisi, kendi ürettiğimiz yalanlar ile yüzleşmek

Tam da bu noktada insan, ‘İyi ki sanat var!’ diyor.

Sonra da soruyor :

  • Sanat, gerçeğe en yakın konumlandığı için mi insanların çoğu ve iktidarlar ondan kaçıyor?

Kuyudan Çıkan Gerçek” gerçeği en çıplak durumu ile bize anımsatıyor, eğer gerçekle yüzleşme gücümüz ve yürekliliğimiz var ise…

Bu arada; en son ne zaman yalan söylemediniz?

Seçenek ve seçim

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
09 Ocak 2023 Cumhuriyet

İnsanın özgür bir iradeye ve buna bağlı olarak seçim yapma olanağına sahip olup olmadığı, felsefenin ana konularından birisidir.

Felsefede bu soruya yanıt veren üç ana akım vardır:

  • Radikal belirlenimcilik,
  • Ilımlı belirlenimcilik,
  • Belirlenmezcilik.

Radikal belirlenimcilik, insanın özgür iradeye sahip olmadığını, her şeyin insanın özgür iradesinin dışındaki bir neden ve sonuç ilişkisi içinde gerçekleştiğini savunur. Bu görüşe göre insanın özgür seçimi diye bir şey yoktur, insanın sadece (yalnızca) dış etkenler tarafından belirlenen davranışları vardır.

Bu görüşün en büyük sorunu, özgür iradeyi ve özgür seçimi bir yanılsama olarak gördüğü için, yaşama dair (ilişkin) bir amacı, ahlakı, erdemi, sorumluluğu, suçu, cezayı, adaleti ve hukuku olanaksız kılmasıdır.

Belirlenmezcilik, insanın özgür bir iradeye sahip olduğunu, insanın doğduktan ve belli bir olgunluk düzeyine eriştikten sonra, tüm eylemlerinin kendi özgür seçimine bağlı olduğunu, insanın dış etkenlerden ve kendi dışındaki nedensellik ilkesinden bağımsız olarak, kendi yaşamını oluşturabileceğini savunur.

Bu görüşün en büyük sorunu, bilimsellikten uzak oluşu, hem fizik, kimya, biyoloji, anatomi, genetik gibi doğa bilimlerinin hem de sosyoloji, psikoloji, antropoloji, tarih, siyaset bilimi, ekonomi gibi sosyal bilimlerin ortaya koyduğu nedensellik ilişkilerini yok sayması, gerçekçilikten uzak olması, fantastik bir dünya görüşü ortaya koymasıdır.

Ilımlı belirlenimcilik ise, özgür iradenin ve nedensellik ilkesinin bağdaştığını, insanın seçimlerini ve eylemlerini belirleyen dış etkenlerin ve nedenlerin de var olduğunu, ancak belli durumlarda ve koşullarda, insanın özgür iradesinin de onun yaşamını oluşturan nedenlerden birisi olabileceğini savunur. Ilımlı belirlenimcilik, bu iki mutlakçı akımın içine düştüğü genellemelerden kaçınır.
***
Ilımlı belirlenimciliğin azami düzeyde varlığını sürdürebilmesi, demokratik toplumlarda, yani halkın egemen olduğu toplumlarda olanaklıdır. İnsanın özgür iradesi ve özgür seçimi ile karar verebilmesi için, çoğulcu bir ortamda, önünde çeşitli seçeneklerin olması gerekir.

Özgür irade sorununu, toplumsal ve siyasal bağlamdan kopuk bir biçimde ele almak olanaklı değildir. Ahlak felsefesi ve siyaset felsefesi, bu bağlamda, iç içe geçmiş alanlardır.

Sonsuz sayıda seçenek, yaşamın ve insanın doğası gereği olanaksız olsa da, azami sayıda seçenek, seçim yapmak konusundaki hareket alanını genişletir. Seçeneğin olmadığı yerde seçim olmaz. Tek seçenekli bir düzende, seçimden söz edilemez.

Örneğin dincilik, ırkçılık, sermayecilik, seçenekleri çoğaltan değil, seçenekleri daraltan düzenlerdir. Dolayısıyla,

  • Teokrasinin, faşizmin, kapitalizmin geçerli olduğu düzenlerde, insanın özgür iradesiyle hareket etmesi çok zorlaşır, neredeyse olanaksız hale gelir.

Bu düzenlerin ortak yönü, hastalıklı dünya görüşlerini toplumun tamamına (tümüne) dayatmalarıdır. Bu düzenlerde, özgür irade ve özgür seçim baskı altına girer
***
Türkiye’de toplum, onlarca yıldır, bu hastalıklı ve özgürlük düşmanı dünya görüşlerinin altında ezilmektedir.

  • Din, etnik kimlik ve para üzerinden, toplumun üzerinde büyük bir baskı ve sömürü ortamı oluşturulmuştur.

Bu ortamda halkın elinde kala kala, çok partili serbest seçimli parlamenter sistem kalmıştı. Vatandaş, teokrasinin, faşizmin ve kapitalizmin iktidarı altında ezilse de, en azından serbest seçimler üzerinden, geleceğini sınırlı bir ölçüde de olsa, belirleme olanağına veya umuduna sahipti.

  • Ancak AKP iktidarı döneminde, bu seçenek de halkın elinden alınmak üzeredir!

27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbelerinde bile, seçeneksizlik bir amaç ve alışkanlık haline getirilmemişti! Darbe yapan askerler, birkaç yıl içinde iktidarı sivil yönetimlere devrederek, çok partili serbest seçimli sisteme geri dönmüşlerdir.

Bugün yaşanan, çok daha farklı bir boyut taşımaktadır.

AKP, 2007 yılında devreye soktuğu sivil darbeyi ve diktatörlük rejimini,
sonsuza dek sürdürmek için siyaset yapmaktadır!

Anayasa tuzağı ve kötü niyetli anayasacılık

ALİ RIZA AYDIN
Anayasa Mahkemesi Eski Yazmanı (Raportörü)
22.12.2022, HABER SOL
https://haber.sol.org.tr/yazar/anayasa-tuzagi-ve-kotu-niyetli-anayasacilik-359651

  • Burjuvazinin anayasası yalnızca diliyle değil, özüyle de bütünsellik oluşturur.
  • Dilindeki hukuksal gösteriş, özündeki sömürüyü saklamak için kullanılır.

Toplumsal düzenle bu sistem içinde uygulanacak rejim, anayasanın ana konularındandır. Bireysel ve toplumsal hak ve özgürlükler, egemenlik, siyasal örgütlenme ve çalışmalar, seçme ve seçilme hakkı, güvenceler, eşitlik ve adalet, toplum içinde devlet, devlet içinde iktidar, doğa, ekonomik haklar, planlama… Anayasal tezler sıralanır gider.

Bunların içinde iki unsur (öge) öne çıkar. Birincisi din ve/veya soy aklından kurtularak ortaklaş(ıl)an hukuk, laik hukuk. İkincisi ekonomi politik.

Anayasal alan insan aklının ürünü olarak siyaset ve kamu yönetimi bilimine, anayasa hukuku teorisine (kuramına) bırakılmış gibi gözükse de asıl belirleyici ekonomi politiktir.

İçinde cumhuriyet, demokratiklik, sosyallik, yasa önünde eşitlik, laiklik, çeşitlendirilmiş hak ve özgürlükler, güvenceler, sınırlandırmalar, ne barındırırsa barındırsın soru duraksamasız sorulur:

  • Sınıflı toplumun, sömürü düzeninin, burjuvazinin anayasası mı?
  • Sınıfsız, sömürüsüz toplumun anayasası mı?

Birinci soru içindeki anayasa, genellikle kapitalist/emperyalist yüzlerini göstermek yerine insan hak ve özgürlükleri, demokratik toplum düzeni, eşitlik gibi kavramlarla öne çıkar; egemenliğin soyut olarak ulusun olduğunu söyler ve yetkili organlara, temsilcilere kullandırır.

Bu düzen mülkiyet hakkı, girişim ve sözleşme özgürlüğü, özelleştirme, kamu-özel paylaşımı (Ortaklığı / İşbirliği), para, kredi, sermaye, mal ve hizmet piyasaları gibi düzenlemelerle; devlete kapitalist/emperyalist düzeni koruma, hak ve özgürlükleri sınırlandırma görevleri vererek sürdürülür.

Burjuvazinin anayasası yalnızca diliyle değil, özüyle de bütünsellik oluşturur. Dilindeki hukuksal gösteriş, özündeki sömürüyü saklamak için kullanılır. Ki o dildeki ve özdeki “hak ve özgürlük” denilenler emekçilerin uzun, sancılı ve kanlı savaşımlarıyla kazanıldığı halde…

Sömürücü düzenin, uluslararası ilişkilerde de emperyalizmin hukukundaki tuzaklar söz ve öz içinde saklı. Emekçilerin savaşımlarıyla kazanılanlar, sömürenler tarafından sömürülenlere baskı olarak dönüyor. Daha önce yazdığımız, varmış gibi gösterilen ama yine Anayasa hükmüyle uygulatılmayan grev hakkı; laikliğin din özgürlüğü içinde yok edilmesi en tipik örneklerden ikisi.

Anayasa tuzağının sahteliklerle dolu önemli özünün, burjuva niteliğinin yanına iki ekleme yapılabilir:

Birincisi hem sermaye sınıfının hem de temsilcilerinin istek ve gereksinmelerine uygun olarak hukukun hukuksuzlukla birlikte yürümesi. Başta cumhuriyetin nitelikleri ve laiklik ilkesi olmak üzere, Anayasanın ihlal edilmesi, ihmal edilmesi, çifte standart uygulanması, rafa kaldırılması bu olağandışılığın olağanlaşmış durumunu gösterir.

  • Anayasa vardır ama egemen sınıfa, sömürüye hizmet eder.

Dinin devletin, hukukun, siyasetin ve toplumsal yaşam tarzının içine yerleştirilmesi, parlamentonun parmak sayısına sıkıştırılması ve sermaye sınıfına bağlılığı, yargının halkın hak arama ve denetim aracı olmaktan çıkarılıp sermayenin ve siyasal iktidarın denetim aracına dönüştürülmesi bu düzene uyumun örnekleri. Buraya yargı kararlarındaki çelişkiler ve kaotik (karmaşık) durumla birlikte, siyasal iktidarın işine geldiğinde “tanıyorum”, gelmediğinde “tanımıyorum” dediği keyfiliği de eklemek gerekiyor.

İkinci tuzaksa, kötüye kullanılan (istismarcı) hukuk ve anayasacılık. Türkiye’nin anayasa yolculuğunda örnekleri var. Daha başlangıçta ilerlemeci ve aydınlanmacı dönemin devamında, faşizmi işaret eden eğilimler ve emperyalizmle bütünleşme görüyoruz. Anayasayla özdeş devrim yasalarına ve yasaklarına karşın laikliğin adım adım kemirildiğini, Türk-İslam tezinin ağırlığını görüyoruz. İnsan hak ve özgürlükleri adımları atılırken, bu adımların sermayenin ve siyasal temsilcilerinin sınıfsal istek, gereksinme ve çıkarlarına dayanılarak nasıl engellendiğini görüyoruz. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 sonrası daralma ve otoriteyi görüyoruz.

Yirmi yıl boyunca Anayasa üzerinde oynama, değiştirme rekorunu elinde tutan AKP kötüye kullanılan anayasacılık konusunda hayli becerikli. 2008 yılında yaptığı Anayasa değişikliği bunlardan biriydi. Anayasa Mahkemesinden döndü. Bu denetim, ne 2010 (yargıya darbe) ne de 2017 (başkanlı rejime geçişle parlamenter rejime darbe) Anayasa değişikliklerini önleyebildi. Birçok maddesinde yer verilen laiklik ilkesinin yok edilmesini hiç önleyemedi.

AKP’nin CHP’den yasa teklifiyle aldığı pas sonrası hazırlayıp Meclise sunduğu Anayasa değişikliği baş örtünme ve kıyafet gibi dinsel simgelerin kullanılmasının önünü açmayla ve sıkıştırılmış aile tanımıyla anayasacılığın kötüye kullanılmasının örneklerinden biri olarak gündeme kondu.

Değişiklik teklifleriyle Anayasanın değiştirilemez ve değiştirilmesi
teklif bile edilemez 2. maddesi dolaylı yoldan değiştirilmek isteniyor;

  • Anayasa, Cumhuriyetin niteliklerini, anayasal düzeni bozmak, laik hukuk devletini
    ortadan kaldırmak amacıyla kullanılıyor.

Kutsal din duyguları devlet, hukuk ve siyasete karıştırılırken, hukuk kurallarının yerine dinsel davranış kurallarının geçirilmesi anayasaya yerleştirilerek yok edilen laikliğin üstüne beton dökülecek.

Sonuçta “aydınlanmacı, bilim ve akla dayalı, egemen halk” söyleminden “sömürülen, kul durumuna getirilen, sermayenin ve siyasetinin ve de dinselin egemenliği altına sokulmak istenen halk”a geçişin anayasal yolculuğu hiç de saklama gereği duyulmadan yaşama geçiriliyor.

Cumhuriyetin kuruluş ve varlık nedeni bugün, siyasal İslam yönünden daha uygun bir cumhuriyete dönüştürüldü, sermaye sınıfının emekçiler üzerindeki denetimi daha kolay ve baskıcı duruma getirildi. Şimdi bu hedefler, anayasallık kötüye kullanılarak, taçlandırılmak isteniyor. Hem de düzen içi muhalefetin desteğiyle!

Sınıflı toplumun, sömürü düzeninin, burjuvazinin anayasası, varsa tüm iyiniyetine karşın, tuzaklara çok açık.

Bu ülkede işçiler var ve işçi sınıfı yaşamının her anında sınıfsal tuzakların ve sömürü gerçeğinin deşifre edilmesiyle uğraşırken, hak savaşımlarını sürdürüyor.

Sınıfsız ve sömürüsüz toplumun, sosyalist cumhuriyetin anayasası, emekçilerin anlık hak savaşımlarıyla ve çözüm belgeleriyle birlikte gerekli siyasal, toplumsal ve ekonomik koşulların yaratılmasıyla yaşama geçecek.

Anayasanın ilk maddesi: Kimse aç bırakılamaz

09 Ocak 2023, Cumhuriyet


Doğan Kuban
 Hoca’nın 23 Eylül 2016 tarihli yazısı Herkese Bilim Teknoloji dergisinde (Sayı 26) kapak olmuştu. Geçenlerde açlıktan ölen bir çocuk, ülkemizdeki açlığın fotoğrafı gibiydi. Bunlar nüfusun yüzde kaçı?

  • Açlıktan birden değil de yavaş yavaş ölenler?

Dört kişilik bir ailenin açlık sınırı aralık ayında Türk-İş tarafından 8.130 TL olarak açıklanmıştı. Asgari ücrete zam, tam açlık sınırında yapıldı.

Bir de yoksulluk sınırı var: Dört kişilik aile için hesaplanan 20.485 TL! Nüfusun yüzde kaçının evine 20.000 TL giriyor? Asgari insan gibi yaşamanın ölçüsü! Buna göre,

  • orta sınıfın nasıl da hızla yoksulluk sınırına doğru kaydığını görüyoruz.

Ülkemizde çocuk işçi sayısı hızla arttı: TÜİK’e göre sayıları 720 bin. Bunların %34’ü okulu bıraktı. OECD ülkeleri içinde yoksulluk içinde yaşayan çocuk oranı en yüksek Türkiye’de: %22.7

Çeşitli araştırmalara göre, Türkiye’de 16 milyon insan aç,
50 milyon insan da yoksul.

Kuban Hoca 2016’da dünyadaki 1 milyar insanın aç bırakılmasından yola çıkıyordu ve (AS: 2021 sonu verisi 828 milyon!) bize de bir öneride bulunuyordu:

  • Anayasa’nın 1. maddesi “Kimse aç bırakılamaz!” olsun. Okuyalım:

KOLAY SAVAŞ DEĞİL

“Her gün daha zengin olmak için yollar arayan sözde insanlığın, bir milyar insanın aç bırakılmasını günümüzde kabul etmemeliyiz. Bunu gösteriş, reklam, politik propaganda olarak yapmak da insan haysiyetine yakışmıyor. Gerçi insanlarda haysiyet sorunu da açlık gibi, yaygın bir özellik haline geldi. 

Ama yine de önce açlıktan başlayalım. Belki o vesile ile haysiyet, namus, hoşgörü, acıma gibi tarihi, insani ve dini değerler yeniden değer kazanır. Bunun, kapitalist dünyada, kolay bir savaş olmayacağını biliyoruz. Fakat biz bunu başaran ilk ülke olabiliriz.

EN UTANÇ VERİCİ GÖRÜNTÜ

  • İnsanlığın en utanç verici görüntüsü açlıktır.

Zengin, fakir bütün ülkelerde insanların bir bölümü zenginlik içinde yüzerken, kentlerde yapılar, otomobiller birbirleriyle yarışırken, kulübelerinde, çadırlarında, dağlarda, çöllerde yaşayan tek bir insanın gününü aç geçirmesi uygarlığın, bilginin, teknolojinin ve sözde Tanrı’ya inancın ham ve aldatıcı söylemler olduğunu gösteriyor.

Dünyanın zengin insanları gökdelen dikmek, silah üretmek, savaş oyunları ile hemcinslerini öldürmek gibi etkinliklerle uğraşır ve bu bağlamda dünyayı palavra ile doldururken aç kalanlara kaygısız kalıyor. ‘Ekonomist’ler büyük kuramlar üretiyor. Ama açların sayısı artıyor

Aç insanları düşünerek kanı donan belki kimse yoktur. Biz insan ve ölümü doğal fenomen olarak görmeğe alıştırılmış canavar bir soyun üyeleriyiz. Oysa hiçbir dinde ‘Hemcinslerinizi aç bırakabilirsiniz’ demiyor. 

AÇLARIN YEMEKLERİNİ ÇALANLAR

  • Her ülkede açların yemeklerini çalan örgütlü insanlar var. Bu da devlet.

O zaman devletin görevini yanlış ya da eksik tanımlıyoruz.

  • Devletin birinci ödevi toplumun tümünü doyurmaktır.

Böyle bir anayasa hiçbir uygar ülkede yok. Her anayasada devletin ilk görevi toplumun güvenliğini sağlamakla başlıyor. Neden?

  • Çünkü anayasalar insanın yaşamını sağlamak amaçlı değil, aşiret reislerinin, derebeylerinin, sultanların ve yakın çevrelerinin güvenliğini korumak için tasarlanmışlar.

Gelişme aşamasında hak ve özgürlük gibi kavramlar eklenmiş, yaşama hakkı ve yaşatma görevi arasına ‘aç bırakmamak’ yeterince açık olarak konmamış. 

Biz yaralı her canlıya, hayvan hatta bitki ve çiçeğe, acıyarak ve üzülerek bakabilen duyarlı yaratıklarız. Bu her insanda biraz vardır. İnsan demeğe layık olanlarda, diyelim. 

Fakat tıp biliminden öğrendiğimize göre, acıma hissi olmayan psikopatlar da var. Fakat insanlığın çoğunluğunun, uygarlıktan söz ettiği bir çağda açlık, kabul edilemez bir ‘aberration’, (AS: sapma) toplum bilincinin yoldan çıkmasıdır

EN BÜYÜK SAVURGAN

Türkiye gıda savurganları arasında dünyanın önde gelen ülkelerinin en önünde. (Scientific American, Ağustos, 2016 sayısı). Onun için Açlık Savaşı belki de en kolay kazanılacak savaş.

Sömürgen olarak yaşayan politik sınıf, politikayı sömürü aracı olarak kullanmaktan uzaklaşmalı.

İçi boşalmış ideolojilerden kaynaklanan sosyal ve ekonomik nedenlerle gerçekleşemeyen doğal bir insan hakkı var. Ya da bu çağda olmalı: Aç kalmamak.

Türkiye’nin açlarının tümünü doyurmağa üretimi yetişir. Türkiye’deki üretimin hesaplanan bir yüzdesi, kimsenin aç kalmayacak şekilde, anayasanın ilk maddesi olarak açlığın yok edilmesine harcanmalı.

Bunu her ülkeden önce neden başarmayalım?”
=============================================
Dostlar, 

Biz bu “dehşetli” yazısı nedeniyle hem Sn. Bursalı’yı hem merhum Kuban’ı saygı ile selamlarken, bir başka saygın, yurtsever bilim insanı, ekonomist Prof. Erinç Yeldan‘ın geçen hafta tweet hesabında paylaştığı bir çizimini (sınıfsal gelir grafikleri) ve net yorumunu eklemek istiyoruz. (Bu çizim, Prof. Yeldan hocamızın 3 tam gününü almış!)

Sevgi ve saygı ile. 09 Ocak 2023, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
​Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Mülkiye’li​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      twitter : @profsaltik

Nasıl yapmalı? Gerçek olgulardan Covid dersleri

Çin’in bir süre önce sıfır Covid-19 politikasını terk etmesi üzerine artan vaka ve ölüm sayıları dünyanın derdi olmuş durumunda. Acı ama, özetle şimdi Çin, pandeminin bitmediğini dünyaya öğreteceğe benziyor.

BİRGÜN PAZAR 08.01.2023

Fotoğraf: Alp Ergör (Solda) –
Bülent Kılıç

Ümit Kartoğlu

Geçtiğimiz ay, Dokuz Eylül Üniversitesi Halk Sağlığı Ana Bilim Dalı’ndan iki bilim insanı, Prof. Dr. Alp Ergör ile Prof. Dr. Bülent Kılıç, gerçek olgu örnekleriyle salgın yönetimini inceledikleri bir kitap yayımladılar:

  • Covid-19 Salgınında Halk Sağlığı Çalışanlarının Yapması Gerekenler

Gerçekte birçok birimde, kuruluşlarda güzel şeyler yapılıyor, ama ne yazık ki yapılan bu güzel işlerin çok azı belgeleniyor. Bu önemli, çünkü özellikle yarına yönelik hazırlıklı olmada bugünden çıkarttığımız derslerin rolü yadsınamaz. Ergör ve Kılıç’ın editörlüğünü yaptığı bu kitap, önsözünde de vurguladıkları gibi pandeminin en yoğun dönemlerinde sürveyans hizmetleri, Covid-19 polikliniği, iş sağlığı güvenliği hizmetleri ile mezuniyet öncesi tıp eğitimi ve uzmanlık eğitimi gibi 9 Eylül Üniversitesi Halk Sağlığı Ana Bilim Dalı çalışanlarınca gerçekleştirilen çalışmalar temel alınarak hazırlanmış. Kitap bu deneyimlerle zenginleştirilmiş bir çeşit “Nasıl yapmalı?” kitabı olmuş. Ergör ve Kılıç’ı kutluyorum. Kitabı yazmaya karar verme sürecinde yaşadıklarını merak ediyorum.

“Pandemiyi yaşar ve yönetirken Halk Sağlığı disiplininin bilgi birikimini kullandık” diyor Ergör, “Alanın farklı bölümlerindeki deneyimlerimizi birleştirdik. Herkes gibi günceli çok yakından izledik. Araştırma görevlilerimizle öğretim üyelerimiz alanda birlikte çalıştı. Hatalar yaptık. Öğrendik. Alandaki deneyimleri Ana Bilim Dalı içinde tartışıp irdeledik. Yalnızca Covid-19 için değil, genel olarak salgın yönetimi için yararlı olacak bir birikim oluştu. Ekip olarak erişkin eğitimini bilir ve severiz; ürettiklerimizi, öğrendiklerimizi bir kurs materyaline çevirmek ve paylaşmak bilgiyi çoğaltacaktı. Önce bunu yaptık.”

Bu güzel yaklaşım bana eğitimde “bilen diğer kişi” kavramını anımsatıyor, eğitimlerde gerçekte kimse boş değil ve sizin öğreteceklerinizi içselleştirmeye hazır beklemiyor. O nedenle gerçekte eğitime katılan her birey bir anlamda “bilen diğer kişi”. Önemli olan, bu herkesin bildiklerini bir şekilde eğitim konusuna yönlendirip kullanılmasını sağlamak. Ergör de “Kurslara başlarken senaryoları okuyucunun kendi birikim ve deneyimini katabileceği bir kurguyla kitap haline getirebileceğimizi düşünmüştük” diyerek eğitime katılan herkese ve şimdi kitabı okuyacaklara “bilen diğer kişi” gözüyle baktıklarını vurguluyor. Kılıç da salgının başında bilinmezlerin çokluğuna vurgu yaparak anabilim dalında yaptıkları çalıştayda araştırma konuları saptayıp ekipler oluşturduklarını söylüyor: “Daha sonra ilerleyen aşamalarda tüm bilgi birikimimizi yazmaya ve bundan bir kitap oluşturmaya karar verdik. Bilgilerimizi öncelikle çevrimiçi 2-3 günlük kurslar üzerinden öbür halk sağlığı çalışanlarıyla paylaştık, daha sonra gelen geri bildirimlere göre kitabımızı geliştirdik.”

Kitap ilkin halk sağlığı bakış açısıyla Covid-19’u değerlendiriyor, salgın incelemesinden, pandemide kullanılan dijital sistemlere ve kriz yönetimine dek bir yelpazede ne ve “nasıl olmalı?“yı tartışıp, en önemli bölüm olan gerçek olgu örneklerine geliyor. Örnekleri seçerken zorlanmadıklarını varsayarak, niye özellikle bu örnekler üzerinden tartışma yapmak istediklerini soruyorum. Kılıç, gerçek olgu örneklerinin tümüyle, birebir yaşadıkları olaylar olduğunu söylüyor:

Biz salgının en başından beri İzmir İl Sağlık Müdürlüğü ve Halk Sağlığı Başkanlığı ile saha çalışmalarına katıldık. Öğretim üyesi arkadaşlarımız il düzeyindeki ve hastanemizdeki salgın kurullarında yer alırken, araştırma görevlisi olan asistanlarımız sahadaki filyasyon ekiplerine destek verdiler. Hastanemizdeki tüm sağlık çalışanı sürveyansı ve filyasyonunu ise ana bilim dalımız ekipleri gerçekleştirdiler.

Kılıç saha çalışmaları sırasında asistanlarının katıldığı çalışmaları raporlaştırdıklarını, bu raporları bir çalıştayda tartışıp anonim isimlerle ve kendi eğitimlerinde kullanılmak üzere senaryolar haline dönüştürdüklerini anlatıyor. Kitapta 5 örnek var: Köy, fabrika, hastane, nüfus müdürlüğü ve kuaför çalışanları.

Ergör de gerçek olgu örneklerinin erişkin eğitimini kolaylaştıran araçlar olduğunu vurguluyor. Eğitime özgünlük getiren otantik elementler bunlar. “Bu da kitabı okuyan sağlık çalışanlarının, pandemi sırasında süreç yönetiminde yer almak zorunda kaldıkları günlük olguların yönetimi ile ilgili sorun ve açmazları irdeleyebilme fırsatı sunacak. Olguların, kuramsal bilgiyle uyumlu biçimde nasıl çözülebildiğine ilişkin önermeleri okuyacak, kendi bilgi ve deneyimi ile karşılaştırma olanağı bulacaklar.

nasil-yapmali-gercek-olgulardan-covid-dersleri-1111034-1.Covid-19 Salgınında Halk Sağlığı Çalışanlarının Yapması Gerekenler
Editör: Bülent Kılıç,Alp Ergör
Yeni İnsan Yayınevi, 2022

Geçtiğimiz yıl, Kasım ayıyla birlikte tüm dünyada ve Türkiye’de Covid-19 vakaları artışa geçti. Bu arada birçok ülke pandemi terimini bırakıp Covid-19’un artık endemik olduğundan söz ediyor, hâlâ geçerliliği olan önlemlerin tümüyle boşlanmasına gerekçe olarak bunu gösteriyor.

Ergör ve Kılıç’a birer Halk Sağlıkçısı olarak Covid-19’u artık endemik bir hastalık olarak kabul mu etmemiz gerektiğini soruyorum. Kılıç, Türkiye Sağlık Bakanlığı’nın çok iyimser bir yaklaşımla adeta Covid-19’u bitmiş gibi değerlendirmekte olduğunun altını çizerek “Bir salgın, yokmuş gibi yaparak yok olmaz” diyor:

“Öte yandan her salgının da sonsuza kadar sürmeyeceği, bir noktadan sonra şiddetini yitirerek sönümleneceğini biliyoruz. Bu bilgiler ışığı altında en iyi tavrın en kötü senaryoya göre hazırlık yapmak olduğunu düşünüyoruz.” Ergör de sorunun tam burada olduğunu, süreci olması gerektiği gibi izleyemediğimiz için sezgilerimize dayalı yorumlar yapmak zorunda kaldığımızı söylüyor:

“Eldeki tüm izlem araçları kullanım dışı artık. Epidemiyoloji sezgilerle yürüyen bir bilim alanı değildir. 0. Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Ana Bilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Mehmet Aktekin ‘sezgisel epidemiyoloji‘ terimini kullanarak süreç yönetimini eleştirmişti tüm pandemi boyunca.” Ergör, akılcı bir sistematik, sürekli ve düzenli veri akışı, bunların değerlendirilip paylaşılması, bir sürveyans sisteminin gerekliliklerinin hiçbirinin doğru dürüst gerçekleştirilmediğini vurguluyor. “Yalnız Türkiye değil pek çok ülkede pandeminin kötü yönetildiğini gördük” diyor, “Beni asıl kaygılandıran hatalardan ders alınmamış olması. Hata önemli bir öğrenme aracıdır. Kullanmak gerekir. Kullanılmazsa akılsızlık yapılmış olur.”

  • Üç yıl önce Çin’de başlayan salgın tüm dünyaya çok kısa bir sürede yayılmıştı.

Çin’deki pandemik savaş yöntemleri Batı ülkeleri tarafından hep eleştirildi. Çin, önlemlerden test, izolasyon, karantina ve kapanmaları ödünsüz uygulamaya koymakla birlikte Covid’den en önemli çıkış stratejisi olan aşıya gereken önemi vermedi. Şimdi, Çin’in bir süre önce sıfır Covid politikasını terk etmesi üzerine artan vaka ve ölüm sayıları dünyanın derdi olmuş durumda. Acı ama, özetle şimdi Çin, pandeminin bitmediğini dünyaya öğreteceğe benziyor. Öğretmesinde bir sorun yok, yeter ki dünya bundan ders alsın. Aslında bu iş iki yönlü, Çin de öbür ülkelerden aşı ile ilgili ders almalı…

Ergör ve Kılıç’ın editörlüğünü yaptığı, salgınlara yönelik çıkartılan derslerden oluşturulmuş bu güzel kitabın hekimler, sağlık emekçileri, tıp öğrencileri, meraklıları ve özellikle Halk Sağlığı çalışanlarınca başucu kitabı olması dileğiyle…

HİÇBİR SİYASİ PARTİNİN ARKA BAHÇESİ OLMAYAN ADD, AYNI ZAMANDA HİÇBİR SİYASİ PARTİNİN EMPERYALİZMİN ARKA BAHÇESİ OLMASINA SESSİZ KALAMAZ… KALMAMALIDIR…

HİÇBİR SİYASAL PARTİNİN ARKA BAHÇESİ OLMAYAN ADD,
AYNI ZAMANDA HİÇBİR SİYASAL PARTİNİN EMPERYALİZMİN ARKA BAHÇESİ OLMASINA SESSİZ KALAMAZ… KALMAMALIDIR…

Lütfü KIRAYOĞLU
Elektrik Müh. (İTÜ)

Atatürkçü Düşünce Derneğihiçbir siyasal partinin arka bahçesi olmama” kararlığındadır ve bu ilkeye uymayanlar olsa da bu kararlılığını sürdürmelidir.

Bu ilke ADD’nin siyaset dışı olduğu, siyasete karışmadığı, karışmayacağı anlamına gelmez. Tam tersine ADD ülke siyasetine Kemalist hedefler doğrultusunda yön verir, dost ya da başka konumdaki siyasal partileri uyarır, etkiler, kazanır. Bu işi yaparken de tam anlamıyla siyaset yapar. Kimilerini gücendirmemek için bu işlevini erteler ya da unutursa, bu kez siyasal partiler boş buldukları alanda yani ADD’nin arka bahçesinde iş yapmaya kalkışırlar.

ADD nasıl siyasal partilerin içişlerine karışmasını istemez, ADD’yi istekleri doğrultusunda düzenlemeye kalkmalarını kabul etmezse, ADD de siyasal partilerin içişlerine karışmaz, oralarda düzenleme yapmaya kalkmaz.

Ancaaaak… İstisnasız (Ayrıksız) bütün siyasal partilerin ülkemizin geleceği hakkındaki iç ve dış politikaları, temel ekonomik görüşleri, bağımsızlık, demokrasi, emekçilere karşı tutumu, emperyalist baskı girişimlerine karşı direnç ya da teslimiyetleri ADD’nin en yakın ilgi alanındadır. Hele hele bu siyasal parti Atatürk’ün en “büyük eserim” dediği Cumhuriyet karşısında hatalar yapan diğer “en büyük eser” dost Cumhuriyet Halk Partisinden geliyorsa asla ve asla sesiz kalamaz. geçiştiremez, “şimdi sırası değil” diyemez. En zor zamanda ortaya atılarak “TAM ZAMANINDA” tavır koyar.

UNUTMAYIN…

Birinci İnönü Savaşı‘nın 102. yıldönümü günlerindeyiz. İşte o günlerde, 102 yıl önce tam işgalciler saldırıya geçmişken Çerkez Ethem kuvvetleri ayaklanarak büyük bir kargaşaya yol açar. Ancak Mustafa Kemal Paşa ve İsmet Paşa “şimdi sırası değil” demeden, “bölünürüz” demeden işgalcilere yönelmeden hemen önce cephenin bölünmesi olasılığına karşın Çerkez Ethem isyancılarına son ve kesin darbeyi indirir. Asla bu durumda “Çerkez kardeşlerimiz bizi desteklemekten vazgeçer” endişesine kapılmazlar. Tam tersine bu olaydan günümüze dek Çerkez kardeşlerimiz kurtuluşun ve Cumhuriyetimizin en sağlam yapı taşı oldular.

  • Çerkez Ethem = Çerkezler olmadığı gibi, Kürt kardeşlerimiz = HDP değildir!

Konuşmanın, Cumhuriyetimizin temellerini sarsan gelişmelere itiraz etmenin tam sırasıdır.

Her kuruluşta danışmanlar yönetimin başında bulunanların seçimle gelmeyen, ama atanan ögelerdir. Danışmanların uluorta konuşma hakları yoktur. Onların konuşacağı, sorumlu olduğu yer bellidir.

  • Cumhuriyetin temellerine dinamit koyan görüşler,
    “Kişisel düşünce” denilerek geçiştirilemez, örtbas edilemez.

“ADD hiçbir siyasal partinin arka bahçesi değildir.”

Buna izin vermez.

  • Aynı ADD hiçbir siyasal partinin emperyalizmin ARKA BAHÇESİ olmasına sessiz kalamaz.

Hele hele Atatürk’ün partisindeki gelişmelere asla SESSİZ KALAMAZ… KALMAMALIDIR…