Aylık arşivler: Eylül 2013

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE : DEVLET ADAMLIĞI VE DEVENİN BOYNU


DEVLET ADAMLIĞI VE DEVENİN BOYNU

Naci_Bestepe_portresi

 

 

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

 

 

Devlet adamı denince akla ne gelir?

Devlet yönetme bilincine sahip kişidir.

Devletin ve ulusun çıkarlarını bilir ve korur.

Geleceği görür, önlem alır.

Ağzından çıkan her sözün neticesini değerlendirir.
Halk deyişi ile ağzından çıkanı kulağı duyar.

Davranışları ile örnektir.

Daha pek çok nitelik sıralayabiliriz. İlk anda benim aklıma gelenler bunlar.

YÖNETİCİ DEVLET ADAMI İLİŞKİSİ

Devlet yönetiminde yer alan herkes devlet adamı mıdır?

Asla.

Herkes devlet yönetiminde rol alabilir ancak kişiyi devlet adamı yapan makamı değil nitelikleridir.

Devlet adamı olarak Türk insanının ilk aklına gelen Mustafa Kemal Atatürktür.

Başka  isimler de sayılabilir.

Türk ulusu olarak şanssızlığımız, O’nun niteliklerinde devlet adamlarının yönetime gelmemiş olmasıdır.

İsmet İnönü sonrası ve özellikle son on iki yıldır bu konuda büyük sıkıntı çekilmektedir.

SURİYE İLE SAVAŞ KONUSUNDA YÖNETİCİLERİMİZ

ABD, Suriye’yi yeniden oluşturmaya karar vermesi ile birlikte Türk hükümetine de
öncü rolü biçti.

O ana kadar Esad ile can ciğer kuzu sarması olan Başbakan RTE ve
O’nun Dışişleri Bakanı birden azılı düşman oluverdiler.

ABD, Rusya ile anlaşıp silahlı müdahaleyi ikinci plana atınca Dışişleri Bakanı
şahin tavırlarını unutup “ Bölgede hiçbir zaman dış müdahale taraftarı olmadığımızı” söylemekten çekinmedi.

Ancak O’nun kadar kıvrak olmayı beceremeyen Bülent Arınç,

“Kerry’nin kimyasal silahların teslimiyle ilgili sözü MAALESEF MÜDAHALE İMKANINI ORTADAN KALDIRDI..” diyerek savaş arzusunun benliğini ne derece sardığını
açık etti.

“Dediğim dedik” inadından dönmeyi kendine yediremeyen kibirli Başbakan RTE ise
çok daha garip açıklamalar yaparak yanlışlarına kılıf uydurmaya çalıştı.

Savaş kışkırtıcılığını ve taraftarlığını tenkit edenlere özetle; “Çanakkale’de
Haçlı zihniyeti bize saldırdığında, Kıbrıs’ta ‘yurtta sulh cihanda sulh’ mu dedik? Yurdumuz saldırıya uğradığında ‘yurtta sulh cihanda sulh’ olmaz” yanıtı verdi.

Son cümlesi tam doğru.

Çanakkale’de de, Kıbrıs’ta da vatanımız, ulusumuzu, ulusal çıkarımızı savunmak için savaştık.

Ama cümlenin tamamı kendi doğrusu ile ve Atatürk’ün özlü sözü ile çelişkili.

Atatürk; “Savaş ulusun hayatı için zorunlu olmadıkça cinayettir” demişti.

Suriye ile savaşta nerede ulusun hayatı, nerede ülkemizin ve ulusumuzun çıkarı?

ABD, İsrail ve Sömürgeci Batı’nın çıkarı ile bizim ulusal çıkarımız örtüşebilir mi?

İşte devlet adamlığı niteliğinin yokluğu bu sözlerle ortaya konmuştur.

Bir Suriye helikopterinin sınırımıza yaklaşması hatta içeri girmesi kesinlikle
yurdumuza saldırı olarak nitelenemez.

Kaldı ki, helikopterin düşürülüşü pek çok şüpheyi içeriyor.

DEVENİN NERESİ DOĞRU Kİ?

Olay yurt savunması değildir.

Savaş çıkarmak isteyenlerin bahane üretimidir.

Ortamı ısıtmasıdır.

Suriye yönetimini değiştirmek ulusal çıkarımız değildir.

Her ülkede, her rejimde iktidar ve muhalefet vardır.

Bunlara taraf olmak devlet politikalarımızın sürekliliğini, tutarlılığını, güvenilirliğini zedeler. Çünkü geçicidirler.

Bir de, “Suriye’nin gerçek evlatları” diye tuttulan taraf ulu orta, dünyaya göstere göstere kılıçla kelle koparan, bıçakla boğaz kesen azılı terör grubu ise yazık bunu söyleyenlerin devlet yöneticiliğine.

Bari doğru tarafı tutsalar da bir teselli bulunsa.

Nerdeee?

Neyi doğru yaptılar ki?

Devenin boynu misali.

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

(AYDINLIK, 25.9.13)

ÇARŞAMBA İĞNELERİ


ÇARŞAMBA İĞNELERİ

Naci_Bestepe_portresi

 

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

 

 

 

İNSANCIK

AKP Tekirdağ Milletvekili Ziyaeddin Akbulut, “Biz engellileri insan yerine koyduk”

Engelliler de sizi insan sanmıştı…

ORMANCI

RTE, ağaçların kesilmesini istemeyenlere, “Orman isteyenler için orman bol.
Sizleri ormanlara gönderelim, ormanlarda yaşayın.” dedi.

75 milyonda ormanı sevmeyen var mıdır?

Başbakan Türk halkını aşağılamıştır…

KÖLECİ

Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı, ilkokul çocuklarına terörist Hikmetyar’ı ve savaşı öven kitaplar dağıttı.

Dizinin dibine oturanlar eksik olmasın diye…

İÇECEK

Gaziantep’te su tankerinde esrar yakalandı.

Adamlar su diye dağıtıyor, beğenen içer…

AŞAĞILIK

Antalya Gazi Anadolu Lisesi Müdürü, “Merdivenlerden iniş çıkışta sorun olmasın diye” kız öğrencilere etek giymeyi yasakladı.

Aklı belinden aşağı…

KATMA

Balıkesir-Ayvalık’ta çarşaflı ilkokul öğretmeni için İlçe ME Md.”Bizim için kıyafetten çok öğretmenin öğrencisine katma değer olarak vereceği önemlidir.”

Taze beyinlere çarşafı katmış, yeterlidir…

DEMİR-AĞ

RTE hükümeti 11 yılda 98 cezaevi açtı. Beş yılda 207 tane daha açılacak.

10. Yıl Marşı’na takıp, “Neyi ördün demir ağlarla, biz ördük” diyordu anlamamıştık

O’nun örgüsü vatandaşa demir parmaklık…

GEREKSİZ

Öcalan, “Dağdan inenlerin Kandil’e gitmesine ne gerek var”

Haklı, TBMM daha yakın…

İRANLAŞMA

İran Cumhurbaşkanı Ruhani, kadınların toplumsal hayata daha fazla katılmalarını istedi.

“İran gibi olur muyuz?” diye korkardık,

İran gibi olmayı istemekten korkmaya başladık…

KAYBETTİ

“Benim milletim (Türk milleti demedi. NB) bir paket makarnaya, bir çuval kömüre oyunu satmayacak kadar onurludur, gururludur, şereflidir” dedi.

Dediği doğruysa peşin kaybetti…

KÜÇÜKLÜK

Sürgü Beldesi’nde Alevi vatandaşlara yapılan saldırı ile ilgili davada Mahkeme
3-4 yaşındaki çocukları tanık olarak dinlemek istedi.

Yargımız ne kadar küçülmüş…

DİRENME

Gezi direnişinde dayak yiyen öğretim üyesi, bir de polise direnmekten mahkemeye verildi.

Direnmeyeceksin, dayağı yiyeceksin,

Polise dönüp teşekkür edeceksin…

SEVİYESİZLER

Şamil Tayyar, “Her yer taksim, her yer direniş” sloganı atanlara “şerefsizler” ;

Nagehan Alçı, olimpiyatların İstanbul’a verilmemesine sevinenlere “vatan haini” dedi.

İşte iki çok bilmişin seviyesi…

BATIK

Akif Beki Hürriyet’te.

Amiral ya battı, ya yan yattı…

YETERLİ

Obama BM toplantısında Cumhurbaşkanı Gül’e randevu vermedi.

İki sayfa dokuz madde yeterli…

SÜRGÜN

Dolmabahçe Camisi’nin yalan söylemeyen müezzini sürüldü.

İnancın değil imamın imamı olacaksın…

7/24

Mısır, RTE’nin desteklediği İhvan (Müslüman Kardeşler)’ı yasakladı.

Bizim sınırlar açık…

YOLSUZLUK

RTE,”Artık yolsuzlukların kökünü kazıdık”

Daha derinlerden yapabilmek için…

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

ALKOL DIŞI MADDE KULANIMI ve BAĞIMLILIĞI


Dostlar
,

Meslektaşımız ve sevgili arkadaşımız Prof. Dr. Yıldırım B. Doğan‘dan
nefis bir derleme ulaştı..

  • ALKOL DIŞI MADDE KULANIMI ve BAĞIMLILIĞI

Psikiyatri alan içinde en yetkin olduğu konuda 9 sayfa dolayında tıbbi bir derleme..

Sitemizin, başta hekimler olmak üzere özellikle sağlık profesyonellerine çok yararlı olacağını düşünüyoruz..

Yıldırım hocaya “Betz hücrelerine sağık” diyerek teşekkür ediyoruz.

Okumak için lütfen tıklayınız..

portresi

 

 

 

 

ALKOL_DISI_MADDE_KULANIMI_ve_BAGIMLILIGI_2013

Sevgi ve saygı ile.
28.9.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Alman Seçimlerinin Türkiye’ye Etkisi


Dostlar
,

Sn. Öymen seçkin bir diplomat ve birikimli bir aydındır.
Kendisine saygı duyuyor ve pek çok yazısına uzmanlığı bağlamında sitemizde
yer veriyoruz. Aşağıdaki yazısında, yanlış anlamıyorsak, ciddi bir AB yandaşlığı
söz konusu. Burada Sn. Öymen ile görüş ayrılığı içindeyiz..

Biz, apaçık emperyalist ve bölücü bir poje olan AB üyeliğine karşıyız ve
hayalci buluyoruz.

  • Kemalizmin Anayasa’dan çıkarılmasını, Lozan yerine Sevr’in kabulünü
    AB Parlamentosu’nda kezlerce karara bağlayan bir yapıdır karşımızdaki.

Bölücü terör örgütünü her yönüyle apaçık destekleyen ülkemizde etnik temelde bir ayrışmayı kışkırtan da AB’dir..

AKP bu süreci uzun yıllardır kullanmaktadıır..
Ancak kazın ayağı ortaya netlikle çıkmıştır. AB Bakanı Egemen Bağış‘ın itirafı
tarihsel bir dönemeçtir :

  • “Türkiye belki de Avrupa Birliği’ne hiç üye olamayacak.”

Ayrıca Ali Babacan Dışişleri Bakanı iken de benzer yargıyı paylaşmıştır..
Washington ziyareti sırasında ABD Dışişleri Bakanı C. Rice ile görüşen A. Babacan’ın,
Fransa’nın tutumuna karşı destek isterken;

  • Türkiye’nin AB’ye alınmayacağını biliyoruzAma ortaya çıkan olumsuz havanın dağılması ve Türkiye’de kamuoyunun tepki göstermemesi için Fransa’ya baskı yapmanızı istiyoruz.” demiştir.
    (www.cumhuriyet.com.tr/?em=cumhuriyet/w/c01.html, 11.06.08)

Babacan_AB'ye_alinmayacagimizi_biliyoruz
*****

Yüce Atatürk’ün, 29 Ekim 1930’da, Türkiye Cumhuriyeti’nin 7. yıldönümü kutlamasında,

ABD’li gazeteci Dorothy Ring’in sorduğu;

  • “Türkiye ne zaman Batılılaşacak, merikanlaşacak?” sorusuna yanıtı şöyle :
  • “Türkiye, bir maymun değildir ve hiçbir milleti de taklit etmeyecektir.
    Türkiye ne Amerikanlaşacak ne de Batılılaşacaktır;
    o yalnızca ÖZ-LE-ŞE-CEK-TİR!” 
    [ Türk Kültürü, Kasım 1965, sayı 37, sf. 64 ]

Ata_Türkiye_Maymun_degil_AB'ye_hayir

 

Sevgi ve saygı ile.
27.9.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=====================================

Alman Seçimlerinin Türkiye’ye Etkisi

Sayın Dr. Onur Öymen, 1974 Kıbrıs Barış Harekartında  ülkemizin Lefkoşe Büyükelçilğiği müsteşarı idi. Gelişmeleri ilk elden ayrıntılı yaşayan bir diplomat..

Dr. Onur Öymen

 

 

Onur Öymen

 

 

Dün yapılan Alman Parlamento seçimlerini Başbakan Angela Merkel‘in lideri olduğu CDU-CSU koalisyonu oyların % 41,’inï alarak açık farkla önde bitirdi. Ana muhalefet Partisi Sosyal Demokratların oyu % 25,7’de kaldı. Merkel’in koalisyon ortağı liberal parti oyların yalnızca %4,5’unu alarak % 5’lik seçim barajının altında kaldı ve parlamentoya giremedi.Yeşiller ve Sol Parti oyların % 9’unu bile alamadı.

Bu sonuçlar Alman halkının Merkel’e güvenini tazelediğini ve Merkel’in izlediği ekonomi politikalarıyla Avrupa’nın lideri olduğunu bir kere daha gösterdi.

Üçüncü kez seçim kazanan Merkel, bu açıdan da önemli bir başarı sağladı.

Bütün bu gelişmeler Türkiye açısından ne anlam ifade ediyor?

Türkiye’de 50 yıldan beri işbaşına gelen bütün hükümetlerin ortak hedefi ülkemizi
Avrupa Birliği’ne tam üye yapmaktı. Bu sonucun alınması için Almanya’nın desteği önem taşıyordu. CDU partisinin eski lideri ve eski başbakan Helmut.Kohl zamanında Almanya Türkiye’nin üyeliğine hiçbir zaman sıcak bakmadı. Daha sonra iktidara gelen
Gerhatd Schröder liderliğindeki Sosyal Demokrat – Yeşiller koalisyonu Türkiye’nin üyeliğine destek verdi ve o dönemde üyelikle ilgili ilke kararı alınabildi.

Ancak Angela Merkel’in Başbakanlığı üstlenmesinden sonra Almanya geri adım attı ve Kohl dönemindeki politikalara döndü.

Daha ilk başbakanlığından önce Ankara’ya geldiğinde kendisiyle yaptığımız görüşmede

  • Merkel, “Benden öncekilerin yaptığını bozmam ama ben Alman halkına Türkiye’nin üyeliğini desteklediğimi söyleyemem.” demişti.

Başbakan olduğundan beri izlediği politika, Türkiye’nin tam üyeliğine hayır, imtiyazlı ortaklığa evet, politikasıydı. Son seçimler için CDU’nun hazırladığı bildirgede daha da geri adım atıldı ve imtiyazlı ortaklıktan bile söz edilmedi. Bildirgede şöyle deniliyordu:

  • Türkiye’nin tam üyeliğini reddediyoruz. Çünkü bu ülke AB üyeliği için gerekli ölçütlere sahip değildir. Türkiye büyüklüğü, ekonomisinin yapısı nedeniyle
    Avrupa Birliğine aşırı bir yük getirecektir.”

Almanya evvelce İspanya’nın tam üyeliğine de kuvvetle karşı çıkmış ancak o zamanki İspanya Başbakanı Felipe Gonzales’in ısrarlı çalışmaları sonucunda geri adım atmıştı.
Şimdi Avrupa İşleri Bakanı Egemen Bağış’ın “Türkiye belki de Avrupa Birliğine hiç üye olamayacak” sözleri Türkiye’nin İspanya’nın yaptığı gibi bir diplomatik mücadeleyi göze alamadığının itirafı gibi görünüyor.

Kuşkusuz Türkiye’nin üyeliği için bütün koşullar hazırlandıktan sonra son sözü söyleyecek olan Türk halkıdır. Ama hükümete düşen görev, Merkel başta olmak üzere Türkiye’yi Avrupa’dan dışlayarak bir Orta Doğu ülkesi haline getirmek isteyenlerin çabalarını boşa çıkartmaktır.

Merkel ve partisi Almanya’daki Türkler açısından büyük önem taşıyan çifte vatandaşlık konusuna da karşı çıkmaktadır. Birkaç ay önce bu konuda Sol partilerin verdiği bir önerge CDU milletvekilleri tarafından reddedilmiştir.

Ekonomik açıdan da iliskilerimiz bizim yönünümüzden iyi gitmiyor. Örneğin son olarak yayınlanan 2013 yılının Nisan ayına ilişkin istatistikler, Türkiye’nin Almanya’ya ihracatının %4,2 azaldığını, ithalatının ise %27,7 arttığını göstermektedir.

Türkiye’nin AKP İktidarı döneminde bütün dikkatini Orta Doğu’ya çevirmesi, demokrasi ve insan hakları alanlarında da Avrupa’nın değerler sisteminden uzaklaşması Türkiye’nin Avrupa’yla ilişkilerine büyük zarar vermiştir.

Almanya’da Angela Merkel’in Sosyal Demokratlarla büyük koalisyon yapmaya yöneleceği anlaşılıyor. Ancak daha önceki Büyük Koalisyon döneminde Sosyal Demokratlar Türkiye’yle ilgili görüşlerini Merkel’ e kabul ettirmeyi başaramamışlardı.

Türkiye’nin çağdaş dünyadan uzaklaştırılmasını önlemek başta muhalefet partileri
olmak üzere Atatürk’ün düşüncesini benimseyen herkesin ortak görevi olmalıdır.

Avrupa’da esen ters rüzgarlar bizi yolumuzdan çevirmemelidir.

Onur Öymen

Türk Aydınlanması 1: Atatürk ve Geometri Kitabı


Dostlar
,

Sn. Prof. Kemal Arı son zamanlarda birbirinden değerli yazılar yazmakta Atatürk, Aydınlanma ve yakın tarihimize ilişkin.. Sürdürmesini diliyor ve teşekkür ediyoruz.

Aşağıda, ATATÜRK’ümüzün Yazdığı Geometri Terimleri Kılavuzu hk. yazısını paylaşıyoruz.. (Görseli biz ekledik..)

Ata'nin_GEOMETRI_TERIMLERI_KILAVUZU

 

Sevgi ve saygı ile.
27.9.13, Ankara

 

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

======================================

Türk Aydınlanması 1: Atatürk ve Geometri Kitabı
Prof. Dr. Kemal ARI

  • Aydınlık İçinde Yat Atatürk; Sen Çağları Aşan Büyük Adammışsın!

Buyrun, buradan başlayalım:
“Müselles-i mütesaviyül adla”…
Herkes belleğini zorlasın; anlamı ne?
Yanıt veremediniz mi?
Yeni bir tanesini soralım:
“Zaviyetan-ı mütekabiletan-ı dahiletan”
Aaa!
Gene anlamadınız mı?
Pekala, yeni terimleri soralım; bunlar bizi kesmedi:
Örneğin; “Müselles kaimüz zaviye, Zûerbaatül adla, Zaviyatanı mütevafikatan…”
Kuşkum yok, gene anlamadınız.
Şimdi bir düş kuralım:

Çocuğunuz sabahleyin kalksın, kahvaltısını yapsın; körpe beyni ve her şeyi algılamaya can atan zekasıyla yollara dökülsün; okuluna gitsin… Burada derhal, yüz yıl öncesine atlayalım; düş bu ya! Onu, çatık kaşlarıyla bir karış sakalı, başında sarığı, mintanı, şalvarı ile bir muallim karşılasın. Sonra çocuğunuz, öteki çocuklar gibi yere diz çökerek otursunlar. Önlerinde birer rahle… Anlamadınızsa söyleyelim; rahle, yani okumak için üzerine kitap konulan çapraz tahtadan alet… Ve muallim, müderris, molla; her ne ise, alsa eline uzun bir çubuk ve çocukların başlarına dokunarak; onlara bu terimlerle
sözüm ona geometri ya da matematik dersi anlatmaya çalışsa!

Burada hemen bir parantez açalım:

Eğer tarihimiz açısından bakıyorsak; bu sakallı ve sarıklı molla, matematik; eski adı ile “riyaziye” dersi verecek konuma gelmişse, demek ki bu aşamada bile büyük bir devrim gerçekleştirilmiştir. Çünkü bir elli yıl daha öncesine giderseniz; orada riyasize dersinin de olmadığını; bilim adına ancak dini bilgilerin okutulduğunu göreceksiniz çünkü…

Neyse geçelim…

Yirminci yüzyılın başlarında, hatta cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllarda, ana kucağından kalkıp, mektebe koşan bu Türk çocukları, matematik gibi bir çağdaş ve bilimsel eğitimin temelinde yer alan bir bilim alanında, bu kavramlarla matematiği nasıl anlayacak, içselleştirecek ve onun önemine kavrayacak? Ana kucağında ise hiç işlenmemiş,
bilim yapılmamış, kaba bir Türkçe ile dimağı yoğrulmuş; beden ve ruh biçimlendirmesi buna göre yapılmış; şimdi gitmiş mektebe, Arapça’nın en ağır ağdalı bu terimleriyle matematiği anlayacak ve sonra da çağı yakalayacak ha!

Hani kimi günümüz softaları ya da molla kafalıları var; Agop Dilaçar gibi bir dil dehasını, Atatürk’ün dil devrimini gerçekleştirmesinde “akıl hocası” diye eleştirdikleri ve küçümsemeye çalıştıkları bu dahi kişinin, etnik kimliği üzerinden giderek,
olayın önemini küçümsemeye çalışırlar… Dilaçar’ı eleştirileri bile, onun “Ermeni” kimliği üzerinden küçük görme duygusu ile yapılıyor.

Bu bize kimi şeyler çağrıştırmıyor mu?

Atatürk’ün ve O’nun ortaya koyduğu çağdaşlaşma ideolojisinin temelinde, bugün
pek çok kişinin savının tersine, ırkçılık olmadığını; hangi kökten, soydan, ırktan, kabileden gelirse gelsin, herkesi ulus kimliğinde buluşturan bir anlayış olduğunu ve bu ulus bireylerinin ulusun en değerli varlıkları olarak görüldüğünü…
Evet, evet; aynen öyle…

  • Agop Dilaçar Ermeni ama bu ulusun, en değerli bilim insanlarından biri…

Kökeni Ermeni olmasına karşın, Türk Ulusu’nun çok değerli bir varlığı ve beyni…
Lütfen sözüm ona Türkiye’nin Dil Devrimi’ni küçümseyenlerin kendi kullandıkları dili şöyle bir gözden geçirin. Ve bir yandan dil devrimini eleştirirken, öte yandan
dil devriminin getirdiği sözcüklerle, meramlarını anlatmaya çalıştıklarını
derhal göreceksiniz!

Ne yaman çelişki değil mi?

Hem Dil Devrimini büyük bir tarihsel kıyım olarak görüyor ve değerlendiriyorlar;
sonra da Türk Dil Devrimi’nin Türkçeye kazandırdığı o “canım” Türkçe sözcükleri kullanmaktan da geri kalmıyorlar.
Buyurun beyler; 19. Yüzyıl Osmanlıcası ile konuşun; engel mi var?
Hemen bir örnek:

“Devletlü efendim hazretleri
İran devleti tebaasından ve Keldani cemaatinden olduğu halde bu kere arzu-yı vicdani ile kabul-i İslamiyet eylediği Mezâhib Nezaret-i Celilesinden verilip ibrâz ettiği ilm ü haberden müstefâd olan Abdulahad Efendi lisân-ı Türkî ile elsine-i ecnebiyyeye vâkıf ve ihtidası sebebiyle de âtıfet-i seniyyeye layık bir zat olduğundan nezâret-i celilelerine merbût mekâtibden birinin lisân muallimliği ve yahud buna mümasil diğer bir hizmetle ikdârı menût-ı himem-i aliyye-i dâverileridir efendim.

Fî 17 Rebiülevvel Sene 1323 ve Fî 9 Mayıs Sene 1321
Şeyh-ül islâm
Muhammed Cemâleddîn”

Anladınız mı?
Şimdi birileri şunu diyecek:
O zamanki insanlar anlıyordu.
Hayır, anlamıyordu. Ancak diplomasi dilini bilen, çok az sayıda seçkin bir grubun anladığı bu yazıyı, Anadolu’da ortalama bir insan kesinlikle anlamıyordu.
Çok merak ediyorum, acaba eski Türkçe’nin, yani Osmanlıca’nın kerametini savunanlar bu yazıyı anlıyorlar mı?

Geçelim.
Ve gelelim konunun en başında verdiğimiz Osmanlıca kalıpların anlamına:

İlki, eşkenar üçgen demek… Ondan sonraki “dış bükey açı”; ve ardı ardına sıraladıklarımız da; örneğin “Müselles kaimüz zaviye” “dikkenar üçgen”; “Zûerbaatül adla” “dörtgen”, Zaviyatanı mütevafikatan ise “yöndeş açılar” demek…

İşte Atatürk’ün en büyük hizmetlerinden biri, onun oturup; bugün bile kullandığımız matematikteki Arapça terimler yerine Türkçe karşılıklarını Türkçe’nin kurallarına göre türetip, bunları kullanarak bir geometri kitabı yazmasıdır. Tarih 1936’dır. Büyük Gazi, Türkçe ile pozitif bilimlerin yapılabileceğini göstermek ister. Ve bugün, bu zamandaş (ancak çağdışı) mollaların bile kullandığı geometrik terimleri Türkçeye kazandırır.
Ve bu kitap, ilk önce öğrencilere kaynak kitap olarak önerilir. Ardından da Türkiye’de geometri kitapları, türetilen bu Türkçe terimler kullanılarak yazılır.

İşte size bir seçki:

  • Açı, açıortay, alan, artı, beşgen, boyut, bölü, çap, çarpı, çekül, çember, dışters açı, dar açı, geniş açı; dikey, dörtgen, düşey, düzey, eğik, eksi, eşit, eşkenar, gerekçe, içters açı, ikizkenar, kesit, konum, köşegen, oran, orantı, paralelkenar, taban, teğet, toplam, türev, uzam, uzay, üçgen, eşkenar üçgen, varsayı, yamuk, yatay, yöndeş…

Çok önemli olan eğitim alanında da çok şeyi biliyor ve eskiye dönme özlemi içinde tutuşuyorlar ya; ah bir de şu terimleri kaldırmayı ve yerine eski karşılıklarını koymayı deneseler…
Ah, ah…
O zaman herkes Türkiye’de Cumhuriyet Devrimi’ni çok daha iyi anlardı…
Ah, ah..
Ah ki ah!
Ah bir deneseler, ah…
İşte, yalnız bu anlatılanlar üzerine bile azıcık düşünen bir kafa derhal şu yanıtı -eğer vicdanı varsa elbet- verecektir:

  • “Aydınlık içinde yat Atatürk… 
  • Sen gerçekten, çağları aşan, büyük bir adammışsın…”

Kemal Arı
25.09.2013.

Gelir’in de yalan TÜİK; ‘Yoksul Sayıları’n da!..

Dostlar,

Bu sitede TÜİK’in artık aklı başında hemen hiç kimsenin itibar etmediği güvenilmez ve saygınlığı kalmayan bir kurum durumuna düştüğüne ilişkin sayısal irdelemelere dayalı epey yazı yazıldı. Nüfus artış hızını bile kendi verilerinden 4 işlem ile doğru hesaplayamayan bir Kurum için ne söylenebilir??

Ne bir özür, ne özeleştiri ne de yanlışları düzeltip yinelememe..

En son, “Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması – 2012” araştırmasını eleştirmiş ve
TÜİK’in sahibinin sesi bir propaganda kurumuna indirgendiğinden yakınmıştık.  (http://ahmetsaltik.net/2013/09/23/gelir-ve-yasam-kosullari-arastirmasi-2012/, 23.9.13)

Bir siyasal iktidarın ülkenin kurumlarını bu denli yıkıma uğratma hakkı var mıdır?
Hangi uygar ülkede örneği gösterilebilir ve hoş karşılanabilir?
İktidarlar gidici, kurumlar kalıcıdır; ülke insanlarının bu tür kurumların yayımlayacağı “güvenilir” verilere gereksinimi vardır önünü görebilmek, yatırım yapmak için vs.
Yabancıların da..

Ayrıca bu saçna sapan verilerle insanların hele uzmanların ve de yabancıların yanıltılabileceğini sanmak en hafifinden “illüzyon” olsa gerektir ve
bir ruhsal sayrılık durumudur..

Böylesi yozlaştırmalar ülkede çok gereksinilen istikrara katkı değil zarar verir.
TÜİK’in ne zaman, kaç yıl sonra yeniden saygınlık kazanacağı hesaplanabilir mi??

Söz konusu TÜİK raporunu YURT‘tan, lise arkadaşımız sevgili Mustafa Sönmez de yerden yere vurmakta.. Sayıların dili ile..

TÜİK’in bu tablodan soruımlu uzmanlarının hiç bilim namusu kalmadı mı?
Dürüstlük ve insan onuru gibi kavramlardan haberleri var mı?

Ya TÜİK’i ve uzmanlarını yalan makinesine dönüştüren iğrenç siyaset kurumuna
ne demeli?

Lanetlemeli..

Sevgi ve saygı ile.
27.8.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

===================================

Gelir’in de yalan TÜİK; ‘Yoksul Sayıları’n da!..

Gelir’in de yalan TÜİK, ‘Yoksul Sayıları’n da!..

Mustafa SÖNMEZ

TÜİK’in gelir dağılımı araştırmalarının bir türevi de yoksulluk araştırmaları.
Dünkü yazımda, TÜİK’in, paylaşılan gelirinin saptanmasında güvenilmez bir yöntem kullandığından bahsetmiştim. O güvenilmez veriler yoksulların sayısının, yoksulluk oranının saptanmasında da yanlışlara sevk ediyor ve kamuoyuna hem eksik ve yanlış yoksulluk bilgileri hem de eksik yoksullaşma oranları vermeye götürüyor.

Bakın; neler, nasıl eksik ve yanlış gösteriliyor, hem de yoksulluk gibi yakıcı bir konuda!

EKSİK GELİR, EKSİK YOKSUL

Hatırlamakta yarar var; TÜİK, gelir dağılımı araştırmalarını, deneklerin gelir beyanına göre yapıyor. Farklı sınıflar, ücretli, işveren, kendi hesabına çalışan hane reisleri hem esas işlerinden elde ettikleri gelirleri, hem de farklı gelir (kira, faiz vb.) türünden eve giren gelirleri beyan ediyorlar. TÜİK, bu örneklemden elde ettiği gelir dilimlerini ‘en yüksekten en düşüğe’ sıralıyor ve oradan, en ortadakine medyan (AS: ortanca) gelir diyor.
Mesela, TÜİK’in bulgularına bakarsak; bu, 2012 yılında kişi başına yıllık 9 bin liraya yakınmış. Yani: ayda 746 TL.

TÜİK, yaygın ‘yoksul saptama’ tanımına bağlı olarak, bu en ortadaki (medyan) gelirin %60’ının altını yoksulluk sınırı kabul ediyor. Örneğin 2012 için yoksulluk sınırı yıllık 5.373 TL, aylık olarak da 448 TL kabul ediliyor. Dolayısıyla, bu sınırın altında kalan nüfus yoksul nüfus sayılıyor ve toplam nüfusun ne kadarının yoksul olduğu sonucuna ulaşılıyor.
2012 için bu sayı 16,6 milyon ya da nüfusun % 22,6’sı imiş. 2006’daysa: 17 milyon ve o tarihteki nüfusun % 25’i imiş. Böylece, AKP iktidarının son 6 yılında yoksulluk oranının neredeyse 2,5 puan, yoksul sayısının da 500 bin azaldığını görmekteymişiz!..

Görüleceği gibi; bildirime (beyana) göre elde edilen gelirler, saklanan kazançlardan dolayı ‘eksik’ sıralanınca, medyan gelir de komik rakamlara gelmekte ve yoksul sayısı da,
ona göre, olduğundan az gösterilmektedir. Uzağa değil, 2012 yılına gidelim, Türkiye’nin en ortasındaki grubun gelirinin aylık 748 TL olması size makul geliyor mu? Asgari ücretin 800 TL’ye yakın olduğu koşullarda, nüfusun ağırlığı asgari ücretli gibi bir algı makul müdür? Sakatlık buradan başlıyor; bu gelirin %60’ını aldığınızda da, “yoksul” dediğin
aylık geliri 448 TL olan insan olarak tarif edilmiş oluyor. Sayı da tabii ki 16,6 milyon,
oran olarak da nüfusun ancak %23’e yakını bu tanıma girmiş oluyor.

YAŞAM KOŞULLARI

TÜİK’in gelir ve paylaşımı ile oradan hareketle yoksulluk sınırı ve yoksul sayıları ile ilgili verileri ciddi çapaklar, eksikler içerirken; deneklere yaşam koşulları ile ilgili sorduğu sorulardan gelen bulgular, bir başka Türkiye tasviri yapıyor. Anketi yanıtlayan ailelerin
% 40,6’sı konutunda ‘sızdıran çatı, nemli duvarlar, çürümüş pencere çerçevesi vb.’ sorunlar olduğunu bildirmiş. Demek ki, evlerin neredeyse yarısı bakımsız. %47’ye yakını, oturduğu konutta ‘izolasyondan dolayı ısınma sorunu’ yaşadıklarını bildirmiş.
Hanelerin önemli borç yükleri olduğu ortaya çıkıyor. %61,3’ü ‘hanesinin taksit ödemeleri ve borçları olduğunu’ belirtmiş. Hem de, konut kredisinden filan kaynaklanan borçlar değil bunlar.

Tatil yapabilecek kadar gelirleri var mı, Türkiye’deki hanelerin?

  • Hanelerin %86’ya yakını ‘evden uzakta, bir haftalık tatili’ ancak hayal edebiliyormuş.

Hanelerin %62’ye yakını ‘beklenmedik harcamalarını’ ve %79’a yakını ‘yıpranmış ve eskimiş mobilyalarını yenileme ihtiyacını’ ekonomik nedenlerle karşılayamadığını belirtmişler.

TÜİK anketinde, ciddi finansal sıkıntıyla karşı karşıya olan nüfusun oranını saptamak için belirlenmiş 9 madde var. “Ne sıklıkta et yiyorsunuz”dan “Ne sıklıkta giysi yeniliyorsunuz”a kadar çeşitli sorular… Bunlardan en az 4 tanesini karşılayamayan ya da yoksun olanlar “maddi yoksun” diye tanımlanıyorlar ve bunların 2011 yılında oranı %60,4 iken, 2012 yılında da çok değişmemiş %59,2 olarak hesaplanmış.

Bir de böyle yoksulluk tanımı var ve evet, maddi yoksun oranı % 60!..

AKP Türkiyesi’nin gerçek yüzü daha çok burada ortaya çıkıyor.

(http://www.yurtgazetesi.com.tr/gelirin-de-yalan-tuik-%E2%80%98yoksul-sayilarin-da-makale,5870.html, 25.9.13)

Şener Eruygur Hala Tutuklu!


Dostlar,

E. Org. ve Jand. Gn. Komutanı Şener Eruygur, Eylül başında yakalanarak cezaevine kondu.. O günlerde Avukatı Sn. Filiz Esen kamuoyuna adeta çığlık atarak duyurmaya çabaladı durumun ne denli ağır bir hukuk ihlali, göz göre göre adam öldürmeye tam girişim.. olduğunu..

E. Tümg. Naci Beştepe de yazdı :

7.4 Yetmedi; Şener Eruygur’da Ölmeli!

(http://ahmetsaltik.net/?s=filiz+esen&submit=Ara, 15.9.13)

Biz de yazdık :

E. Org. Şener Eruygur Paşa’ya karşı açık insanlık suçunu durdurunuz!

(http://ahmetsaltik.net/2013/09/10/e-org-sener-eruygur-pasaya-karsi-acik-insanlik-sucunu-dururunuz/, 10.9.13)

Dinleyen yok..

Paşa, tüm maluliyetine karşın 1 ya varan süredir cezaevinde ve zaman tersine akıyor..
Her geçen saniye Sn. Eruygur’un ölüme yaklamasıdır..

% 100 engelli ve tek başına yaşaması olanaksız 72-73 yaşındaki bir insanın hapis cezasıın bu koşullarda infazı; zamana yayılmış bir adam öldürmeden farksızdır..

Sn. Eruygur’un kesin Adli Tıp Raporu ile yer – kişi – zaman oryantasyonu yapamadığı halde hapse konması, yavaş yavaş öldürme eylemidir; üstelik bilerek, tasarlayarak (taammüden!)

Bu hukuk katliamına, bu vahşete son verilmeldir.

Sn. Eruygur’un sağlıksızlığında olanlar zaten uzun yıllar yaşayamamaktadır..

Şener Eruygur Hala Tutuklu

Bırakın bari adamcağız evinde ölsün..

Erbakan’a gösterilen cezasını evinde çekme “kolaylığı” neden Eruygur’tanınmaz?
Bunun için İslamc mı olmak gerekir?
Bu tutum “İslamcı”nın “Laik” ten intikamı mıdır?
Gelecek kuşaklar böylesi keskin ayrımın bedelini ağır ödeyeceklerdir.
Yapanları da lanetleyerek..
Belki çok uzun geleceğe de kalmaz bakarsınız..

Av. Filiz Esen‘in insanlık adına çığlığını bir kez daha aşağıya alıyoruz..

Yasanın çooooook açık hükmünü de.. Bilmem kaçıncı kez..

Bari cezaevlerinden yeni ölüm haberleri gelmesin..

Ceza Muhakemeleri Yasası md. 16/2

Ceza_Muhakemeleri_Yasasi_infazi_erteleme

 

Sevgi ve saygı ile.
27.8.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net


================================================

Şener Eruygur Hala Tutuklu!

Bildiğiniz üzere müvekkilim Mehmet Şener Eruygur, 1 Temmuz 2008’de gözaltına alınmış, Savcılık sorgusunun başında beyin kanaması geçirme riski görülmesi üzerine adliyede görevli doktorun zorunlu sevki ile Taksim İlkyardım Hastanesine gönderilmiş,
sorgusu tamamlanamadan ve ifade veremeden gözaltı süresinin dolması nedeni ile çıkarıldığı mahkemede 5 dakika içinde tutuklanarak cezaevine konmuştur.

Tutuklanması üzerine kezlerce vermiş olduğumuz sağlık sorunlarının olduğu ve cezaevinde kalmasının sağlığı yönünden sakıncalı olduğunu içeren dilekçelerimize ve sağlık raporlarına karşın uyarılarımız dikkate alınmamış ve beklenen risk gerçekleşerek aşırı tansiyon yükselmesi sonucu merdivenlerden düşmüş, boynu 4 yerden kırılmış ve beyin kanaması geçirmiştir. Kocaeli Tıp Fakültesinde geçirdiği ölüm riskli beyin ameliyatının ardından 1 ay boyunca yoğun bakımda kalmış, tedavisi ise yıllarca
sürmüştür. Henüz yoğun bakımda iken ise, vekili olarak bir istemimiz olmadığı halde yargılamayı yapan heyetçe apar topar tahliye edilmiştir.

Müvekkilim, geçirmiş olduğu düşmeye bağlı kafa travması nedeniyle hiçbir zaman savunma yapacak durumda olmamış ve bundan sonra da olamayacaktır. Beyninin
hasar gören bölümleri nedeniyle okuma-yazma başta olmak üzere birçok akli melekesi asla geri getirilemeyecektir. Davanın başından beri mevcut tıbbi durumu mahkemenin bilgisi içindedir ve sağlık dosyası klasörler halinde mahkemeye defalarca sunulmuştur. Tüm bunlar bilindiği için müvekkilim yargılama boyunca tutuklanmamış ve cezaevine gönderilememiştir.

Müvekkil Mehmet Şener Eruygur’a, Adli Tıp Kurumu tarafından “organiseteye bağlı
akli arıza” 
tanısı konmuş, fiil ehliyeti olmadığı belirtilmiştir. Müvekkil bu yargılama nedeniyle bu duruma düşürülmüş iyileşme olasılığı olmadan yaşamının geri kalanını
akli arızalı olarak geçirmek zorunda bırakılmıştır. Bunun nedeni tümüyle bu mahkeme
ve bu yargılamadır.

 

Müvekkilin tahliyesi üzerinden beş yıl geçmiş ve tüm yargılama süresince mahkeme heyetinin kendisini resen görmek istemesi üzerine yalnızca 1 kez duruşmaya getirilmiştir. Bu gelişinde kendisine kimlik saptaması bile yapılamamıştır. Müvekkile kimlik saptaması yapılamadan, ifade aşamasına ise hiç geçilemeden ambulansla tekrar evine gönderilmiştir. Beş yıldır tüm yargılama boyunca müvekkil tutuksuzdur, bu beş yıllık süre içinde bırakın kaçma kuşkusunu, kendisi evinin olduğu mahalleden bile ayrılmamıştır.

İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesinin 05.08.2013 tarihindeki hüküm duruşmasında heyet, yalnızca hukuka değil insan haklarından en önemlisi yaşam hakkına aykırı bir şekilde iyileşemeyecek ve yargılanamayacak bir kişiye sanki savcılık sorgusu, kimlik saptaması, savunmaları alınmış, öbür sanıklarla aynı durumdaymış gibi hakkında hüküm kurulmuş, bu da yetmezmiş gibi bir de yakalama emri çıkartmıştır.

Hiçbir yargılama yaşam hakkında daha önemli değildir.

  • Müvekkilim, tek başına yaşama şansına sahip değildir.

Bu karar hukuksal olmamanın çok ötesinde bir karardır.

  • Yaşam hakkının ihlali doğrudan ölüme neden olmadır.

Sonuçları çok ağırdır.

Yaşama kenarında tutunan müvekkilimin cezaevine konulması bırakın basit ihtiyaçlarını gidermeyi, mevcut stabil durumunun anında bozularak çok kısa sürede vahim
kimi sonuçlarla karşılaşmasına neden olacaktır. Saatleri, günleri bilmeyen, tansiyonunu
ve öbür rahatsızlıklarını denetim altında tutan günde aldığı 16 ilacı ayırt edip izleyemeyen ve zamanında yardımsız alamayan, yön denetimini yardımla yapabilen, yediklerini
ayırt edemeyen, adlandıramayan, tek başına yaşayamayacak ve hiçbir zaman fiil ehliyeti olmayacak müvekkilimin cezaevine konması kabul edilebilir durum değildir ve bir hukukçu olarak bana göre adam öldürmeye tam teşebbüstür.

Adli Tıp Kurumu’nca müvekkilimin akıl hastalığı tanısı sabittir. Hüküm kesinleştiğinde bile akıl hastalarının ceza infazının gerçekleştirilemediği dikkate alındığında,
hükmün kesinleşmediği bu durumda kendisi ile ilgili yakalama emri çıkarılarak cezaevine konmak istenmesinin adam öldürmeye tam teşebbüs olması dışında hiçbir yasal dayanağı yoktur.

2 Eylül 2013’te yerine getirilmesi düşünülen yakalama emrine karşı yalnızca vekili sıfatıyla değil bir hukukçu ve bir insan olarak karşı olduğumu böyle bir kararın yerine getirilmesine alet olmayacağımı ve müvekkilimin adli makamlara teslimine rıza göstermeyeceğimi, evinden adli makamlarca alınması ve sonrasında olacakların tüm sorumluluğunun kararı veren heyet ve uygulayanlara ait olduğunu, vekili ve her şeyden önce bir insan olarak vicdanım gereğince kamuoyunun bilgisine saygılarımla sunarım.

M. Şener ERUYGUR
Vekili
Av. Filiz ESEN

25 Eylül 2013; Ankara Sokakları.. Kritik Çağrışımlarımız ve Acil Önerilerimiz..


25 Eylül 2013; Ankara Sokakları.. Kritik Çağrışımlarımız ve Acil Önerilerimiz..

TÜİK‘in 3 gün önce açıkladığı ” GELİR ve YAŞAM KOŞULLARI ARAŞTIRMASI“(http://ahmetsaltik.net/2013/09/23/gelir-ve-yasam-kosullari-arastirmasi-2012/, 23.9.13) yeni Gini katsayısını .46 olarak verdi. Türkiye’de gerçekte (reel olarak) bu değerin .60’ların altında olmadığını sokakta, çarşı – pazarda.. hemen her yerde gözlemliyoruz.

  • TÜİK bilimsel (!) masalları (yalanları!?) sürdürüyor..

Yaşamın gerçeğini saklamaya çalışıyorlar..
Ama halk bu koşulların içinde çırpınmakta..
Boşuna (Nafile) çaba..
Bu Marie Antoinette‘cilik asla karşılıksız kalmaz diyalektik olarak. İyi bilinir; 1789’da Paris’te halk “AÇLIKTAN” ayaklanıp Elyseé Sarayına yürüyünce Kraliçe nedimesine sorar:

– Kuzum bunlar ne istiyor??
– Açlarmış efendim..-
– Pasta yesinleeer..

**********
Ve karı – koca Marie ve XIV. Louis Antoinette giyotinle idam edilirler,
Şanlı 1789 Fransız Halk ve Aydınlanma Devrimi gerçekleşir;
Bastille (bizim Silivrimiz!) zindanına tıkılan binlerce yurtsever tutsak halk tarafından salıverilir.

Önceki gün (25.9.13) Beşevler’den Ankara Üniversitesi Dişhekimliği Fakültesi binasına yürüdük. O koca caddede yürümek zordu, öylesine kalabalıktı kaldırımlar.
Hepsi de gencecik üniversite öğrencileri..
Binlerce..
Bu insanlar birkaç yıl içinde mezun olacak; iş – aş – konut isteyecek.
Dünyayı görüyor bilişim – telekomünikasyon olanaklarıyla.
Nasıl doyuracak ya da bastıracaksınız bu genç milyonların beklentilerini?
Sadaka kolileri ile mi??
Biat kültürü ile mi??
Polis şiddetiyle mi?
1453 kartalları adlı bindirme yeşil renkli  SS kıtalarıyla mı?
Neyle neyle??
Hadi canım sen de..

Bu basınç, mut-la-ka önümüzdeki yıllarda Türkiye’de köklü dönüşümlerin yolunu açacaktır.
GEZİ isyanını iyi değerlendirmek gerekir.

*****

Devamla Ankara Üniversitesi Dişhekimliği Fakültesi binasına geldik.
Koridorlar daha önce görmediğimiz ölçüde kalabalık..
YÖK, masa başı direktifleriyle öğrenci istifliyor yüksek öğrenim kurumlarına..
İçtenlikle aktarıyoruz, koridorlarda hasta ve öğrenci trafiğinden yürümek olanaklı değil..
Radyoloji bölümünün kapısında;

“ÖĞRENCİLERİN GİRMESİ YASAKTIR” uyarısı asılı idi..

Dehşete kapıldık..

Film çekimi ve banyosu için, sıradan yurttaş gibi 1,5 saate yakın süre bekledik.
İnsanların perişan hallerini gözledik bu arada..
Öğlen arasına girmeden, zorlukla filmi dişhekimimize gösterebildik..

Kapalı mekanlarda omuz omuza..
Sokakta, dolmuş-otobüste de öyle..
Caddede araçlar tampon tampona..
Ve Başbakan R.T. Erdoğan 3-5 çocuk yapın.. demekte!?!
Akıllara durgunluk veren bir çılgınlık..
Ateşle oynamak.. Ülkenin geleceğini perişan etmek..

***************

ILO 2010 Raporu son derece uyarıcı içerikler taşıyor.. Okuyan var mı ??

  • IMF ve ILO’ya göre Dünyada 210 milyon işsiz var! Durgunluğun özellikle gelişmiş ekonomilere zarar verdiği ve bu ülkelerde işsiz sayısı toparlanma sürecine girmedi. Raporlara göre küresel kriz nedeniyle 2007’den bu yana işsiz ordusuna 30 milyon kişi daha katıldı. Dünyada işgücü yılda %1.6 oranında büyüyor ve bu işgücüne katılımı istihdam edebilmek (iş bulmak) için 45 milyon yeni iş yaratılması gerekiyor. (www.imf.org/external/np/sec/pr/2010/pr10324.htm, 2.9.10)

    Türkiye’de ise her yıl 1,25 milyon «net» nüfus artışına iş bulmak gerekli..
    Nüfus artış hızı % 1,68’lerde ama TÜİK 1.35 dolayında veriyor ??!

Rapor devamla kritik noktalara – sorunlara dikkat çekiyor :

  • Raporda “Gençler kendilerini sistemin kurbanı olarak görüyorlar ve bu durumun sorumlusu olarak gördükleri her şeye öfke besliyorlar. Küreselleşme, kapitalist sistem, politikacılar, anababalar (ebeveynler).. gençlerin öfke duydukları kesimlerin başında… «Tüm bunların sonucunda gençler kendilerine yanlış bir gelecek vaat eden dinci veya köktenci hareketlere duyarlı duruma geliyorlar..» saptaması yapılıyor.

AB Merkez Bankası Başkanı da tarihsel hatalarını itiraf etmedi mi?

Bankaları kurtardık ama gençliği yitirdik..

************

Türkiye’nin sorunları günübirlik kısa erimli, miyop ve yüzeysel önlemlerle yönetilemeyecek- ötelenemeyecek ölçüde ağırlaşmıştır.

Bu tablonun sürdürümü olanaksızdır.

24 Ocak 1980 Kararlarının 33 yıl sonra ülkeyi getirdiği tıkanma- yıkım – dağılma ortamı gözler önündedir.

KüreselleşTİRme = Yeni emperyalizm

– ekonomik yıkım,
– sömürgeleşme ve
– tam bağımsızlığın yitirilmesi ile
– ülke ve ulus bütünlüğünün dağılması riskini

burnumuza dayamıştır.

Gerek makro gerek mikro ekonomik ölçütlerin “kırmızı alarm verdiği” nin AKP iktidarının sorumlu bakanları mutlaka ayırdındadır.

Zaman zaman kamuoyuna bu yönde açıklamalarını biliyoruz
(Bizzat Başbakan, A. Babacan, Z. Çağlayan, Merkez Bankası Başkanı E. Başçı..)

Sonbahar ile birlikte kışa doğru ağır bir ekonomik bunalımın rap rapları
kulakları tırmalamaktadır.

İktidar ise gündem değiştirme ve yeni yersiz, son derece hatalı cepheler açmakta
ve senaryolar sergilemekte.. Toplumun her kesimini karşısına almakta..

Oysa ülke olağanüstü koşullarda ve OLAĞANÜSTÜ YÖNETİM ile
düze çıkma olanağı olabilir.. Üstelik acele edilirse..

İzmir İktisat Kongresi gibi (17 Şubat 1923’te 1151 temsilci ile yıkılmış – yakılmış İzmir’de toplanıp, hanlarda kalınarak 15 gün süren ve Lozan görüşmelerinin kesilmesine de
yanıt olan, görüşmeleri yeniden başlatmayı başaran bir meydan okuma olarak!)
kapsamlı bir ULUSAL İKTİSAT KURULTAYI gereksinimi vardır..

Burada ulusal ekonomi politikaları belirlenmeli ve uygulanmalıdır.

Anayasal Kurum (md. 166) Ekonomik ve Sosyal Konsey,
ne yazık ki, AKP’nin tutumuyla kadük – işlevsiz bırakılmıştır.

Çok kaygılıyız çooook..

Tarih, ders almadığımız için yineliyor..

  • Ekonomik çöküntü AKP’yi götürecek.. 
  • Ya Türkiye, ya Ulus hangi ağır faturaları ödeyecek??

Sevgi ve saygı ile.
27.9.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

Çöken Sağlık Sistemini Niteliksiz Doktor Yetiştirerek Düzeltemezsiniz!

Dostlar,

Meslek örgütümüz TTB (Türk Tabipleri Birliği) son derece kritik önemde bir soruna işaret ediyor yeniden..

Soru çok nettir :

  • Hekim sayısında iddia ettiğiniz yetersizlik,
    niteliksiz eğitim almaya mahkum 
    genç hekimlerle mi kapatılacaktır?

Oysa,

  • Sağlık sistemimiz çökmeye yüz tutmuştur
    ve yetkililer son çırpınışları ile çürük sistemi kurtarmaya çalışmaktadır.

Çözüm :

  • Koruyucu sağlık hizmetlerini yeniden yaygın ve etkin kılmaktır.
  • Her-ke-se hemen, etkin ve yaygın, sürekli, bütçeden karşılanan
    koruyucu sağlık hizmeti dışında Türkiye’nin kurtuluşu yok-tur!

Unutulmasın; piyasalaştırılmış sağlık sistemi, halka gerçek anlamda yaygın ve etkin koruyucu sağlık hizmeti sunulmasına izin vermez! Kurulu devasa özel sağlık sektörü, her gün – her saat boooolca “topal ördeğe” (hasta – yaralı) mahkumdur,

Kışkırtılmış sağlık hizmeti istemi ile para kazanılacaktır..

Sistemin temeli ahlaksız kapitalizmdir.

“Ahlaksız” piyasacı sağlık sisteminin hekim sayısını niteliği kesin olarak düşürme pahasına (kapitalizmin umurunda değil ki!) tedavi edilebildiğinin dünyada örneği yoktur!

Sağlık Bakanlığı, YÖK ve AKP hükümetini aklını başına devşirmeye çağırıyoruz
bir kez daha!

Sevgi ve saygı ile.
27.9.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==========================

Çöken Sağlık Sistemini Niteliksiz Doktor Yetiştirerek Düzeltemezsiniz!

TTB_logosu

Sağlık Bakanlığı’nın uzun süredir diline pelesenk ettiği asılsız bir iddiadır sağlıkta sorunların hekim sayısındaki yetersizliğe bağlı olduğu.

Mesai saatlerine sığmak bilmeyen iş yükü, polikliniklerde başa çıkılması mümkün olmayan hasta yoğunluğu, buna bağlı gelişen şiddet olayları, sürgün benzeri geçici görevlendirmeler Bakanlık tarafından hep “doktor sayımız yetersiz” argümanıyla savuşturuldu.

Sevk sistemini ortadan kaldırıp “tüm hastanelerin kapısını hastalarımıza açtık” diyerek bunun propagandasını yaparken, “sağlık reformları” sonucu hastane hastane  gezip  şifa bulamayan hastalar nedeniyle artan poliklinik başvurularını da “vatandaşımızın sağlık hizmetine erişimini artırdık” diye övünç kaynağı olarak gördüler.

  • Oysa sağlık sistemimiz çökmeye yüz tutmuştur
    ve yetkililer son çırpınışları ile çürük sistemi kurtarmaya çalışmaktadır.

Tıp fakültelerine 2.491 ek kontenjan açarak hekim sayısını artırma çabası başka şekilde izah edilemez. Art arda tıp fakültelerinin açıldığı, özel tıp merkezlerinin tabelalarının değiştirilerek “tıp fakültesine” dönüştürüldüğü bir ortamda, nitelikli hekim yetiştirmesi olanaksız kurumlarda tıp eğitimi verilmeye çalışılmaktadır. Bu durumun ne büyük tehlikeler barındırdığı tarafımızca ve akademisyenlerce vurgulanmaktayken, Bakanlık ve YÖK bu uyarılara kulaklarını tıkamaktadır.  Hastalarımızın sağlığı, mesleğimizin saygınlığı, hepsinden önemlisi genç hekim adaylarının “iyi hekimlik” yapma şansı elinden alınmaktadır.

Yetkililere soruyoruz:

  • Hekim sayısında iddia ettiğiniz yetersizlik, niteliksiz eğitim almaya mahkum genç hekimlerle mi kapatılacaktır?

Dünden bugüne fakülteye dönüşmüş, öğretim elemanı kadrosu yetersiz, yatak kapasitesi yetersiz, laboratuvar donanımı yetersiz fakültelerde, kalabalık sınıflarda eğitim görecek genç hekim adaylarına ve hastalarımıza karşı vicdanınız rahat mıdır?

Poliklinik başvurularını azaltmak için, sevk zincirini yeniden kurmak ve geliştirmek için, koruyucu sağlık hizmetlerini tekrar tesis etmek için çaba göstermezken,
salt hekim sayısı üzerinden sistemi onarma çabanız ne kadar gerçekçidir?

Sağlık emekçilerinin her geçen gün daha da güvencesiz şartlarda çalıştığı bu dönemde hekim sayısını artırmaktaki gayeniz, hekim emeğini ucuzlatmak mıdır?
İşsiz hekim ordusu yaratmak, sağlığı özelleştirme yolunda atılan önemli bir adım değilse nedir?

Tıp fakülteleri için açılan fazla kontenjan çürümüş sağlık sistemimizi onarmak şöyle dursun, ancak daha büyük sorunlara yol açacaktır. Tıp eğitimi iktidarın elinde oyuncak olacak bir konu değildir. Bu yanlıştan hızla dönülmeli, tıp eğitiminde yaşanan nitelik kaybı üzerine gerekli çalışmalar yapılmalı, başta temel bilimler olmak üzere tıp eğitimi hak ettiği niteliğe kavuşturulmalıdır.  Yeni açılmış tıp fakülteleri hızla değerlendirilmeli, hekim yetiştirmek için yeterli fiziksel ve akademik donanımı olmayan fakülteler öğrenci alımını durdurmalıdır. Fakültelerin kontenjanları, fakültenin öğretim elemanı sayısı ve fiziksel olanaklarına göre bilimsel ölçütlerle hesaplanarak belirlenmelidir.

Türk Tabipleri Birliği
Merkez Konseyi

24 EYLÜL 2013 (http://www.ttb.org.tr/index.php/Haberler/doktor-4033.html

DİL DEVRİMİ

DİL DEVRİMİ

portresi

 

Ahmet GÜREL
Atatürkçü Düşünce Derneği
Yazı ve Bilim Danışma Kurulu Üyesi

 

 

Ülkemizde “Kurtuluş Destanı”nın gerçekleşmesinin ardından yapılan en büyük devrim “Yazı Devrimi” olmuştur. Yıl 1928, Türkiye’de okuryazar oranı %5-10 arasında… Birilerinin söylemiyle ülke yazı devrimi ile karanlığa karışır. Toplumumuzun ne kadarının
o tarihte karanlık olduğunu, Atatürk’ün, 9 Ağustos 1928 günü, Sarayburnu Parkı’nda yaptığı konuşmadan öğrenelim:

  • “…Bir ulusun, bir toplumun %10’u okuma yazma bilir, % 80’i bilmez türdendir, bundan insan olarak utanmak gerekir. Bu ulus, utanmak için yaratılmış bir ulus değildir; övünmek için yaratılmış, tarihini övünçlerle doldurmuş bir ulustur. Ama ulusun % 80’i okuma-yazma bilmiyorsa bu yanlış bizde değildir. Türk’ün öz yapısını anlamayarak kafasını birtakım zincirlerle saranlarındır. Artık geçmişin yanlışlarını kökünden temizlemek zamanındayız. Yanlışları düzelteceğiz. Yanlışların düzeltilmesinde bütün yurttaşların çalışmasını isterim. En çok bir yıl, iki yıl içinde bütün Türk toplumu yeni harfleri bütün yurttaşların çalışmasını isterim. En çok bir yıl, iki yıl içinde bütün Türk toplumu yeni harfleri öğreneceklerdir. Ulusumuz yazısıyla, kafasıyla bütün uygar dünyanın yanında olduğunu gösterecektir.”
Atatürk, Türkçeyi nasıl değerlendirdiğini bir konuşmasında şöyle belirtmektedir:
  • Türk milletinin dili Türkçedir. Türk dili dünyada en güzel, en zengin ve en kolay olabilecek bir dildir. Onun için her Türk dilini çok sever ve onu yükseltmek için çalışır. Bir de Türk dili, Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk milleti, geçirdiği bunca tehlikeli durumlarda, ahlâkının, geleneklerinin, anılarının, çıkarlarının, özetle, bugün kendi ulusallığını yapan her şeyin dili aracılığıyla korunduğunu görüyor.
    Türk Dili, Türk milletinin kalbidir, zihnidir.”

1928 yılında, “Dil Kurulu” ve 1931 yılında da “Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti” kurulmuştur. İstanbul’da Dolmabahçe Sarayında toplanan “Birinci Türk Dil Kurultayı” 26 Eylül 1932′de gerçekleştirilmiştir. Bu nedenle “Türk Dil Kurultayı”nın ilk toplantı günü olan 26 Eylül günü, ülkemizde, “Türk Dil Bayramı” olarak kutlanmaktadır.

Ülkede bu gelişmeler olurken, neredeyse tamamı okuma yazmaya layık görülmeyen ve yüzyıllarca kul olarak yaşayan halk için ne yapılıyordu? Mevcut “Türk Ocakları” ve ardından kurulan “Halk Evleri”, 1928–1935 arasında, kent ve köylerde toplam olarak 1.376.074’ü erkek, 729.818’i kadın olmak üzere toplam 2.105.892 yetişkini okuma – yazma kurslarına almıştır.

17 Nisan 1940 günü, Köy Enstitüleri Yasası kabul edilmiş ve “Köy Öğretmen Okulları”, “Köy Enstitülerine dönüştürülmüştür. 1949 yılına dek açılan “Köy Enstitüsü” sayısı 21’e ulaşmıştı. 12 (AS: 14) yılda: 18.000 Öğretmen, 2.000 Sağlık Memuru ve 8.000 Eğitmen yetiştirmişti. Ne yazık ki 1952’de (AS: 1954) aydınlanma karşıtlarınca “Köy Enstitüleri” öğretmen okullarına dönüştürülmüştür.

“Türk Dil Bayramı”ndan korkanlar, “Köy Enstitüleri”nden korkanlar, yani Aydınlanma karşıtları ülkeyi tekrar kara günlere sürüklemişlerdir. Bu aymazlar, Anadolu’da 600 yıl önce hüküm sürmüş Karamanoğlu Mehmet Bey’i de bilmezler mi? Karamanoğlu Mehmet Bey, divanda konuşulan ile halk arasında konuşulan dilin birbirine uymadığını görerek,
bu ayırımı ortadan kaldırmak ve ülkenin her yerinde Türkçe konuşulmasını sağlamak üzere 13 Mayıs 1277’de yayımladığı fermanında şöyle buyurmuştur;

  • “Bugünden Sonra, Divan’da, Dergâh’da, Bergah’da Meclis’te, Meydan’da Türkçeden başka Dil konuşulmaya ve defterler dahi Türkçe yazıla.”
  • Bütün bunların dışında, önemli olan bir başka nokta da, kurucusu olduğu kurumların kendinden sonra da çalışmalarını sürdürebilmeleri için Türkiye İş Bankası’ndaki parasının ve paylarının yıllık gelirlerinin, kimi kişilere verilecek aylıkların dışındaki büyük bölümünün Türk Tarih ve Dil Kurumları arasında bölüştürülmesini dileyen Atatürk’ün Vasiyetnamesinde hiçbir önkoşul koymamasıdır. Gerçekten de O’nun, ölümünden “66” gün önce kendi özgür kararı ile düzenleyip 5 Eylül 1938’de Beyoğlu VI. Noterliği’ne teslim ettiği Vasiyetname’sinin 6. maddesinde şöyle denilmekteydi:

“Her sene nemadan mütebaki miktar yarı yarıya Türk Tarih ve Dil Kurumlarına
tahsis edilecektir. K. ATATÜRK.”

Bu ülkenin kurtarıcısı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk’ü biraz anlayabilseydik, Devrimlerinin gerçek izleyicisi olsaydık, ülkede Türkçe konuşmayan kalmayacak ve ana dilde eğitim gündeme gelmeyecekti.

Fazıl Hüsnü DAĞLARCA’nın “Türkçe Katında Yaşamak” şiirinin son kıtası ile
yazımızı sonlayalım:

Seslenir seni bana “Ova”m, “Dağ’ım,
Nere gitsem bulur beni arınmış.
Bir çağ ki akar ötelere,
Bir ak … ki yüce atalar, bir al … ki ulu oğullar,
Türkçem, benim ses bayrağım