Etiket arşivi: Yüksek Seçim Kurulu

Anayasaya aykırı adaylık

Anayasaya aykırı adaylık

hikmet sami türk ile ilgili görsel sonucu

Prof. Dr. Hikmet Sami TÜRK
Eski Adalet Bakanı
Cumhuriyet
, 18.012019

TBMM Başkanı Yıldırım’ın anayasanın 94. maddesinin VI. fıkrasına aykırı olarak İBB Başkanlığı’na aday gösterilmesi durumunda, 17 Kasım 1963 günü İstanbul Belediye Başkanı seçiminde yaşanan olaya benzer bir sonuç, 56 yıl sonra, 31 Mart 2019 günü İBB seçiminde ortaya çıkabilir. Bu, gözden uzak tutulmaması gereken ciddi bir olasılıktır.

[Haber görseli]

1. Giriş
Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı (TBMM) Binali Yıldırım’ın Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) tarafından İstanbul Büyükşehir Belediyesi başkanlığı için aday gösterilecek olması, hukuki bir tartışmayı başlatmış bulunmaktadır. TBMM Başkanı Yıldırım’ın daha şimdiden sahaya inerek seçim çalışmalarına başlamasıyla tırmanan bu tartışmanın temelinde 1961 Anayasası’nın 84. maddesinin Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu’ndan oluşan iki meclisli parlamento yapısına göre konmuş bulunan III. fıkrasından 1982 Anayasası’nın tek meclisli Parlamento yapısına uyarlanmış ifade değişikliğiyle alınan 94. maddesinin VI. fıkrası bulunmaktadır. TBMM Başkanlık Divanının, bu arada başkan ve başkanvekillerinin tarafsızlığını korumak amacıyla getirilen bir dizi önlemin bir bölümünü düzenleyen bu fıkra, iç içe geçmiş üç cümleyi birleştiren tek cümleden oluşmaktadır. Bu fıkra şöyledir:

Hukuki açıdan eleştiri

  • “Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı, Başkanvekilleri, üyesi bulundukları siyasi partinin veya parti grubunun Meclis içindeki veya dışındaki faaliyetlerine; görevlerinin gereği olan haller dışında, Meclis tartışmalarına katılamazlar; başkan ve oturumu yöneten başkanvekili oy kullanamazlar.” 

İşte Yıldırım’ın İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) başkanlığı için aday gösterilecek olmasında hukuki açıdan eleştiri konusu olan, bu işlemin anayasanın anılan hükmüne aykırı olarak onun TBMM Başkanı sıfatını koruyarak yapılacak olmasıdır. Eğer Meclis Başkanlığı görevinden çekilerek, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlı’ğına aday olsa, bu partisinin, daha doğrusu AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın görevlendirmesiyle kendisinin tercihi olarak değerlendirilebilirdi. Ama öyle olmayacağı, Yıldırım’ın seçim çalışmalarını TBMM Başkanı sıfatını koruyarak yürüteceği, bu konuda partisinin ve kendisinin, hatta Cumhur İttifakı içinde İstanbul’da ayrı aday göstermeyip Yıldırım’ı destekleyen MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin yaptıkları açıklamalardan anlaşılmaktadır.

2. Adaylık ve açıklamalar
Basında yer alan haberlere göre bu konuda yapılan başlıca açıklamalar ve onlar hakkındaki değerlendirmelerimiz şöyle sıralanabilir:
a) “Anayasanın 94. maddesinin VI. fıkrası, Meclis çalışmaları ile ilgili bir düzenlemedir.”
Bu fıkra, siyasi parti gruplarının Meclis içindeki faaliyetleri kadar dışındaki faaliyetlerini de kapsamaktadır. Başkan ve başkanvekillerinin onlara katılmalarını yasaklayan hüküm, siyasi partilerin hem Meclis içindeki hem dışındaki faaliyetleri için geçerlidir. Yalnız Meclis çalışmaları ile ilgili bölüm, Meclis tartışmalarına katılma ve oy kullanma ile ilgili yasaklardır.
b) “Bir siyasi partinin büyükşehir belediye başkanı adayı olmak, siyasi bir çalışma değildir. O nedenle anayasanın 94. maddesinin VI. fıkrasındaki yasak kapsamına girmez.”

Anayasanın 94. maddesi 
Siyaset, ülke yönetiminde veya yerel yönetimlerde belirli görüşler doğrultusunda bir siyasi parti üyesi veya bağımsız olarak söz ve yetki sahibi olmak için yapılan çalışmalardır. Nitekim Siyasi Partiler Kanunu, 3. maddesinde siyasi partileri “Anayasa ve kanunlara uygun olarak; milletvekili ve mahalli idareler seçimleri yoluyla, tüzük ve programlarında belirlenen görüşleri doğrultusunda çalışmaları ve açık propagandaları ile milli iradenin oluşmasını sağlayarak demokratik bir devlet ve toplum düzeni içinde ülkenin çağdaş medeniyet seviyesine ulaşması amacını güden ve ülke çapında faaliyet göstermek üzere teşkilatlanan tüzelkişiliğe sahip kuruluşlar” olarak tanımlanmıştır. Dolayısıyla TBMM seçimleri gibi yerel yönetimler seçimleri, bu arada büyükşehir belediye başkanlığı seçimleri de siyasi çalışmalardır. Anayasanın 94. maddesinin VI. fıkrası ise, TBMM Başkanı ve başkanvekillerinin tarafsızlığını sağlamaya yönelik önlemlerin bir bölümüdür.
c) “Anayasanın 94. maddesinin VI. fıkrası, TBMM Başkan veya başkanvekillerinin bir siyasi partinin büyükşehir belediye başkanı adayı olmasına engel değildir.”
Bu görüş, onların tarafsızlığını sağlama düşüncesiyle bağdaşmamaktadır.
Siyasi Partiler Kanunu’nun 24. maddesinin II. fıkrası, anayasanın 94. maddesinin VI. fıkrasını tekrarlayan ilk cümlesinden sonra, ona tekrar milletvekili seçilmeye yönelik bir hüküm ekleyen ikinci cümlesinde tek istisna tanımıştır:

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı ve başkanvekilleri, üyesi bulundukları siyasi partinin veya parti grubunun Meclis içinde veya dışındaki faaliyetlerine katılamazlar. Ancak, yeniden milletvekili adayı olmaya ilişkin faaliyetleri bu hükmün dışındadır.” 

Oysa şimdi TBMM Başkanı Yıldırım’ın yeniden AKP İzmir milletvekili seçilmesi için aday gösterilmesi değil, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı için aday gösterilmesi söz konusudur. Dolayısıyla bu adaylık için çalışmak, anılan istisna kapsamına girmez.
ç) “18.1.1984 tarih ve 2972 sayılı Mahalli İdareler ile Mahalle Muhtarlıkları ve İhtiyar Heyetleri Seçimi Hakkında Kanun, 17. maddesinde şu düzenlemeye yer veriyor:

Milletvekili olsaydı
TBMM Başkanı Yıldırım da milletvekili olduğuna göre bu madde çerçevesinde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı için aday gösterilebilir.” Eğer Binali Yıldırım, sadece İzmir Milletvekili olsaydı, bu görüş doğru olurdu. Zaten anayasanın 94. maddesinin VI. fıkrasında milletvekilleri ile ilgili bir yasak yok. Yasak, tarafsızlıklarını korumak için TBMM Başkanı ve başkanvekilleri ile ilgili. Yıldırım, Yüksek Seçim Kurulu’nun 13.12.2018 tarih ve K. 1105 sayılı Kararıyla aynı gün Resmi Gazete’de yayımlanan Seçim Takvimi’ne(1) göre en geç geçici aday listelerinin ilan edileceği 22 Şubat 2019 tarihinden önce TBMM Başkanlığı’ndan çekilmeksizin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı için aday gösterildiği takdirde anayasanın 94. maddesinin VI. fıkrasına aykırı bir durum ortaya çıkacaktır.”

3. İptal Olasılığı
Gerçi 2972 sayılı Kanun’un 36. maddesindeki yollama ile yerel yönetimler seçimlerinde de uygulanan 10.6.1983 tarih ve 2839 sayılı Milletvekili Seçimi Kanunu’nun yürürlükteki 18. maddesine göre “Adaylık için görevden çekilmesi gerekenler” listesinde TBMM Başkan ve başkanvekilleri bulunmuyor. Ama onların adları, 2972 sayılı Kanun’un 17. maddesindeki “görevlerinden istifa etmek zorunda” olmayanlar listesinde de yok. Fakat onlar hakkında anayasanın 94. maddesinin VI. fıkrasında öngörülen yasak ile Siyasi Partiler Kanunu’nun 24. maddesinin II. fıkrasında onların “yeniden milletvekili adayı olmaya ilişkin faaliyetleri” ile ilgili tek istisna göz önüne alındığında; TBMM Başkanı Yıldırım’ın bu sıfat üzerinde iken İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı için aday gösterilmemesi gerektiği sonucuna varmak gerekir. Gösterildiği takdirde yine 2972 sayılı Kanun’un 36. maddesindeki yollama ile Milletvekili Seçimi Kanunu’nun 22. maddesine göre itiraz üzerine adaylığının, seçildiği takdirde tutanağının iptali olasılığı vardır. 

Böyle bir sonuçla karşılaşmanın geçmişte yaşanmış en ünlü örneği, 17 Kasım 1963 belediye başkan ve meclisleri üye seçimlerinde İstanbul Belediye Başkanlığı’na Adalet Partisi (AP) adayı olarak seçilmiş olan Avukat Nuri Eroğan’ın tutanağının iptalidir. İptal gerekçesi, bir devlet ortaklığı, bir devlet kurumu niteliği taşıyan Denizcilik Bankası Türk Anonim Ortaklığı’nda hukuk müşaviri olarak çalışan Av. Eroğan’ın bu görevinden yasal süresi içinde istifa etmemesiydi. 19.7.1963 tarih ve 307 sayılı Belediye Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’la konulan ek 5. madde yollamasıyla belediye başkanları ve belediye meclisi üyeleri seçiminde uygulanması öngörülen 25.5.1961 tarih ve 306 sayılı Milletvekili Seçimi Kanunu’nun 17. maddesine göre:
“Devlet, katma bütçeli idareler, il özel idareleri, belediyelerle, bunlara bağlı daire ve müesseseler, iktisadî devlet teşekkülleri ve bunların kurdukları müesseseler ve ortaklıkları ile kamu tüzelkişiliklerinde memur ve hizmetli olarak çalışanlarla, belediye başkanları, aday olmak veya aday gösterilmek için istifa zorunda değildirler.
Ancak, bunlar, genel ve ara seçimlerin başlangıcından iki ay önce, seçimin yenilenmesine karar verilmesi halinde, yenileme kararının ilanından başlayarak yedi gün içinde istifa etmedikçe, görevli bulundukları seçim çevresinden adaylıklarını koyamazlar, aday gösterilemezler ve seçilemezler.”

YSK’nin 1963’teki kararı
Yüksek Seçim Kurulu, 19.7.1963 tarih ve 307 sayılı Kanun’un geçici 3. maddesinde oy verme günü olarak “17 Kasım 1963 Pazar” öngörülen bu seçimin başlangıç tarihini 5.9.1963 tarih ve K. 10 sayılı Kararı ile “15 Eylül 1963” olarak belirlemiş ve “seçimlerde adaylığını koyacak kişilerden, kanunlara göre memuriyetten çekilme zorunluğunda bulunanların bu çekilme işlemini 15 Eylül tarihinden itibaren 7 gün içinde yapmaları” gerektiğine karar vermiştir (2).
Fakat İstanbul Belediye Başkanlığı AP adayı Av. Nuri Eroğan, söz konusu görevinden bu süre içinde değil, “oy verme gününün ertesi günü” (18 Kasım 1963) çekilmiştir. CHP İstanbul İl İdare Kurulu’nun itirazı üzerine İstanbul İl Seçim Kurulu, 2.12.1963 tarih ve 1923/123 sayılı Kararıyla 25.5.1961 tarih ve 306 sayılı Kanun’un 17. maddesi uyarınca AP adayı Eroğan’ı seçilmemiş saymış ve tutanağını iptal etmiştir. Bu Karara AP İstanbul İl İdare Kurulu Başkanı sıfatıyla Av. Nuri Eroğan, İstanbul İl Seçim Kurulu Başkanlığı aracılığıyla Yüksek Seçim Kurulu’na gönderdiği dilekçe ile itiraz etmiştir. Yüksek Seçim Kurulu, 5.12.1963 tarih ve Karar 669, İtiraz 532 sayılı Kararıyla konuyu usul ve esas yönünden ayrıntılı bir biçimde inceleyerek, “İtirazın reddine, İstanbul İl Seçim Kurulu’nun itiraz konusu yapılan 2.12.1963 günlü ve 1923/123 sayılı Kararının onanmasına, Nuri Eroğan’dan sonra en çok oy almış bulunan belediye başkanı adayına İstanbul Belediye Başkanlığı tutanağı verilmesine, Kararın Resmi Gazete’de yayımlanmasına… oybirliğiyle ve kesin olarak karar” vermiştir (3).

YSK’nin Eroğan kararı
Yüksek Seçim Kurulu, bu karardan kısa bir süre önce verdiği 9.11.1963 tarih ve K. 226 sayılı Kararında da “Belediye başkanlığı seçiminde, başkanlığa seçilen kimsenin seçim tutanağı, itiraz üzerine, daha önce var olan bir sebeple iptal olunursa, o kimseden sonra en çok oy almış olan kimsenin belediye başkanı seçilmiş sayılacağına… oybirliğiyle” karar vermişti (4).
Yüksek Seçim Kurulu’nun 5.12.1963 tarihli kararından sonra İstanbul İl Seçim Kurulu da, 9.12.1963 tarihli olarak “AP Belediye Başkan Adayı Avukat Nuri Eroğan’ın seçilme yeterliğine sahip olmadığı yönünden yapılan itiraz üzerine bu kişinin tutanağının iptaline dair Kurulumuzdan verilen karar Yüksek Seçim Kurulunca onanmış olmakla gerek Kurulumuzun, gerek Yüksek Seçim Kurulu’nun kararlarında belirtildiği üzere, adı geçenden sonra en çok oy almış olan CHP adayı Haşim İşcan’ın İstanbul Belediye Başkanı seçilmiş sayılması lazım gelmiş olmakla, Kurulumuzca kendisine tutanağının verilmesine, hazırlanacak tutanaklardan birisinin İstanbul Valiliği’ne gönderilmesine ve bir hafta süre ile bir örneğinin Kurulumuz kapısına asılması suretiyle ilân olunmasına… karar” vermiştir (5).

56 yıl sonra ciddi bir olasılıktır

4. Sonuç
Sosyal ve siyasal yaşamda benzer koşullar, değişik zamanlarda çoğu kez benzer sonuçlar verir. Bu anlamda “Tarih tekerrürden ibarettir.” sözü boşuna söylenmemiştir. TBMM Başkanı Yıldırım’ın anayasanın 94. maddesinin VI. fıkrasına aykırı olarak İstanbul Büyükşehir Başkanlığı’na aday gösterilmesi durumunda, 17 Kasım 1963 günü İstanbul Belediye Başkanı seçiminde yaşanan olaya benzer bir sonuç, 56 yıl sonra, 31 Mart 2019 günü İstanbul Büyükşehir Başkanlığı seçiminde ortaya çıkabilir. Bu, gözden uzak tutulmaması gereken ciddi bir olasılıktır.

Yasayla kaybettiklerimiz
Anayasamız özellikle şimdiye kadarki en kapsamlı ve rejim değişikliği niteliğinde hükümler getiren, 21 Ocak 2017 günü Meclis’te, 16 Nisan 2017 günü halkoylamasıyla kabul edilen 6771 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’la önemli ölçüde bir “mülga (yürürlükten kaldırılmış) maddeler ve fıkralar anayasası” haline geldi. Kalan maddelerinin de fiilen yok sayılarak veya çiğnenerek hareket edilmesi, her şeye rağmen sahip çıkmamız ve savunmamız gereken hukuk devletinin kolay kolay onarılamayacak biçimde çökmesine yol açabilir. Buna meydan vermemek için -şimdi TBMM Başkanı Yıldırım’ın İstanbul Büyükşehir Başkanlığına aday gösterilmek istenmesi gibi- anayasaya aykırı işlem ve uygulamalardan kaçınmak, hukuk devletinin verdiği olanaklar içinde bunları önlemeye çalışmak; en önemlisi, 6771 sayılı kanunla kaybettiklerimizi daha ileri bir düzeyde yeniden kazanmak zorundayız.

(1) Yüksek Seçim Kurulu’nun 13.12.2018 tarih ve K. 1105 sayılı Kararı ve ekindeki “31 Mart 2019 Pazar Günü Yapılacak Olan Mahallî İdareler Seçimlerinde Uygulanacak Seçim Takvimi” için bk. T. C. Resmi Gazete, 13.12.2018, S. 30624 Mükerrer, s. 1 vd, 3-15. 
(2) Yüksek Seçim Kurulu’nun 5.9.1963 tarih ve K. 10 sayılı Kararı için bk. T. C. Resmi Gazete, 11.9.1963, s. 4. 
(3) Yüksek Seçim Kurulu’nun 5.12.1963 tarih ve Karar No. 669, İtiraz No. 532 sayılı Kararı için bk. T. C. Resmi Gazete,13.12.1963, S. 11580, s. 3-6. 
(4) Yüksek Seçim Kurulu’nun 9.11.1963 tarih ve K. 226 sayılı Kararı için bk. T. C. Resmi Gazete, 12.11.1963, S. 11553, s. 11 vd. 
(5) İstanbul İl Seçim Kurulu’nun 9.12. 1963 tarihli Kararı için bk. Tarhan Erdem, Oy Aldılar Seçilemediler. 1963 ve 1968 Mahalli İdareler Seçimleri, İstanbul 2009 (Yalçın Yayınları), s. 92.

ANAYASA MAHKEMESİ BAŞKANLIĞINA

ANAYASA MAHKEMESİ BAŞKANLIĞINA

Ahlatlıbel / A N K A R A

Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN; CUMHURBAŞKANI ADAYI ve OLASI
BAŞKAN ADAYI OLABİLME ŞARTLARINI;
hem HUKUKEN hem de KANUNEN HİÇBİR ŞEKİLDE TAŞIMAMAKTADIR.

Recep Tayyip ERDOĞAN’ın ÜNİVERSİTE (Herhangi bir üniversitenin bünyesindeki en az 4 yıllık fakülte) mezunu olmadığı; kesin bir olgudur. Zaten AKP’yi birlikte kurdukları ve Yüksek Seçim Kurulu ile Siirt İl Seçim kurulları’nın; Recep Tayyip ERDOĞAN’a; ANAYASAMIZI ve YASALARIMIZI göz göre göre açıkça çiğneyerek; gökten zembille indirip bahşettikleri GAYRİMEŞRU SİİRT milletvekilliği payesi MEŞRU FARZEDİLEREK; GAYRİMEŞRU YÖNTEMLERLE kurduğu ilk hükümette yaklaşık 4 yıl boyunca yanı başında başbakan yardımcısı olarak bulunan, sayın Abdüllâtif ŞENER; Recep Tayyip ERDOĞAN’ın üniversite mezunu olmadığını ve
2 yıllık yüksekokul mezunu olduğunu kamuoyumuza bütün içtenliği ile açıklamıştı. Yüce mahkemenizce Recep Tayyip ERDOĞAN’ın SİİRT İL seçim kurulu – İstanbul
il seçim kurulları ile birlikte; Yüksek Seçim Kurulu’na çeşitli tarihlerde sunduğu
TÜM DİPLOMALARI’nın ASILLARI’nın getirtilerek KRİMİLAL incelemeye
tabi tutulmasını
; en derin saygılarımla arz ve talep ediyorum.

Bu başvuruyu yüce mahkemenize benim değil; TBMM’de grubu bulunan CHP (Cumhuriyet Halk Partisi) ve MHP (Milliyetçi Hareket Partisi) üst yönetimlerinin yapmaları gerekirdi. İsimlerini verdiğim bu siyasal partilerin görevlerini yapmamaları ve bazı durumlarda da Recep Tayyip ERDOĞAN’ın suç ortağı konumuna düşmeleri nedeniyle; BİREYSEL BAŞVURU HAKKIMI KULLANARAK; DEVLET HAYATIMIZI DERİNDEN ÇOK ÇOK MENFİ YÖNDE ETKİLEYEN; TELÂFİSİ İMKÂNSIZ çok önemli bu başvuruyu, Yüce Mahkemenize ben yapmak zorunluluğunda bırakıldım. YÜCE MAHKEMENİZ’in, DEVLETİMİZ’in GELECEĞİ AÇISINDAN YAŞAMSAL ÖNEMDEKİ ÇOK ÇOK ÖNEMLİ BU KONUYA İÇTİHAT YARATARAK RE’SEN EL KOYMASINI

en derin saygılarımla ARZ ve TALEP EDİYORUM.

RECEP TAYYİP ERDOĞAN; devlet güvenlik mahkemesi savcıları sayın NUH METE YÜKSEL ile sayın ÖMER SÜHA ALDAN tarafından yürütülen ve 12 klasörden oluşan; “İDAMI İSTENEN DOSYALARDAN“ YARGILANIP BERAAT ETTİĞİ İÇİN DEĞİL; ZAMAM AŞIMINA UĞRADIĞI“ gerekçesi ile dosyalar
RAFA KALDIRILARAK örtbas edildiği için kurtarılmıştır.
(STAR GAZETESİ, 30 Ocak 2004, Cuma).

MER’İ (Yürürlükteki) kanunlarımıza göre “İhaleye fesat karıştırma, RÜŞVET, HIRSIZLIK – YOLSUZLUK“ suçlarını işleyenler; Affa uğramış olsalar dahi CUMHURBAŞKANI ADAYI gösterilemezler.

03 Nisan 2014 günü akşamı ULUSAL TV Kanalında sayın Hulki Cevizoğlu’nun sunduğu “CEVİZ KABUĞU“ isimli programa konuk olarak katılan AKP kurucularından ve eski Başbakan Yardımcılarından sayın ABDÜLLÂTİF ŞENER, Recep Tayyip ERDOĞAN ve AKP konusunda dehşetengiz rüşvet – yolsuzluk ve hırsızlık iddialarını gündeme getirmiştir. Sayın Abdüllâtif ŞENER’in açıklamalarının bazıları kısaca şunlardır :

1- Birinin (Recep Tayyip ERDOĞAN) EVİNDE 1.000.000.000 US Doları (BİR MİLYAR Amerikan doları) NAKİT’i var ise; serveti en az 100.000.000.000 (YÜZ MİLYAR) DOLARDIR. En büyük 10 holdingin (KOÇ – SABANCI – DOĞUŞ – ENKA – ECZACIBAŞI – FİBA – BOYNER vb.) holdinglerin toplam varlıkları 100.000.000.000 US dolarından (100 milyar ABD DOLARI) daha azdır.

2- Dış basında Recep Tayyip ERDOĞAN’ın servetinin 127.000.000.000 US Doları
(Yüz yirmi yedi MİLYAR ABD DOLARI) olduğu
na ilişkin yazılar yayınlandı. Yayınlanan bu yazılar bugüne dek yalanlanmamıştır.

3- Bunca TAPE yayınlandı. Ne oldu ki demeyin. En azından MAFYA YÖNTEMLERİYLE DEVLET YÖNETİMİ NASIL OLUR? HERKES BUNU GÖRDÜ. Yaklaşık 2,5 yıl önce dış basında yayınlandığı ve yalanlanamadığı sayın ABDÜLLÂTİF ŞENER tarafından dile getirilen 127 MİLYAR Amerikan doları tutarındaki inanılması imkânsız KORKUNÇ servetin meşru yollardan edinilmesinin imkânı olabilir mi?

MİLLİ İRADE’nin Parlamentoya gerçek anlamda yansımasını çok büyük ölçüde engelleyen çarpık Seçim Kanunu ile birlikte; Yüksek Seçim Kurulu’nun affedilmesi mümkün olmayan; bilinçli ya da bilinçsiz bariz hataları ve ABD’nin çevirdiği envai çeşit oyunlar neticesi; kayıtlı seçmenin sadece %25’inin OYU’nu alabildiği halde, Parlamentodaki üye tam sayısının 2/3’ünden fazlasını ele geçiren eski (fiili)
AKP GENEL BAŞKANI RECEP TAYYİP ERDOĞAN’ın kendi ifadesi ile
24 TEMMUZ 1974’te İETT Altıntepe daire müdürlüğü “TEMİZLİK KADROSU“nda, “VASIFSIZ İŞÇİ“ OLARAK İŞE BAŞLADIĞI’nı; 14 Aralık 2004’te yayınlanan MİLLİYET GAZETESİ’ndeki RÖPÖRTAJI’nda yazar sayın CAN DÜNDAR’ın kaleminden öğrendik.

RECEP TAYYİP ERDOĞAN’ın; HUKUKEN AKP GENEL BAŞKANI OLMADIĞI ve MİLLETVEKİLLİĞİ ADAYLIĞI’nın YSK’ca iptal edilmiş olmasına rağmen;
AKP Genel Başkanı sıfatı ile 2002 genel seçimlerinde İstanbul AKP milletvekili
aday listesinin en başında yer almış olması; Yüksek Seçim Kurulu’nun İŞLEDİĞİ; TELÂFİSİ İMKÂNSIZ ÇOK ÇOK BÜYÜK ÖLÇEKLİ YASA ve ANAYASA SUÇU DEĞİL MİDİR?

Recep Tayyip ERDOĞAN, cümle alemin bildiği gibi, 12 Aralık 1997 tarihindeki SİİRT konuşmasında Minareler süngü, kubbeler miğfer, müminler asker, camiler kışlamız diye bölücü ve kışkırtıcı mahiyette bir şiir okuduğu ve halkımızı alenen kışkırttığı için, kesinleşmiş hapis cezasını da hapishanede bilfiil yatarak çekmiş olmasından dolayı; YSK’nca İstanbul milletvekilliği adaylığı iptal edilmişti.

Recep Tayyip ERDOĞAN‘ın AKP Siirt milletvekilliği adaylığını YASA’larımızı paspas gibi çiğneyerek kabul eden 2002 – 2003 yılları SİİRT İL SEÇİM KURULU başkan ve üyeleri ile birlikte, YÜKSEK SEÇİM KURULU başkan ve üyeleri; Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne karşı; telâfisi imkânsız çok çok büyük YASAL ve ANAYASAL suç işlemişlerdir. Haklarında yasal ve ANAYASAL müeyyidelerin tavizsiz uygulanması gerekmektedir.

Arz ettiğim bu gayrimeşru Siirt milletvekilliği ve akabindeki yaklaşık 4 yıllık gayrimeşru Recep Tayyip ERDOĞAN hükümetinde görevlendirilen çok sayıdaki AKP’linin de Cumhurbaşkanı, milletvekili ve Belediye Başkanı seçilebilme istekli adaylıklarının kabul edilmeyerek reddedilmesi gerekirdi. AKP ileri gelenlerinin muhtar adaylıkları dahi kabul edilemez. 2002 Siirt seçimlerinin tuhaf gerekçelerle, sanki sadece RECEP TAYYİP ERDOĞAN’ı önce Parlamentoya sokup; sonrasında da kendisine BAŞBAKANLIK MAKAMI’nın; ALTIN TEPSİ İÇİNDE SUNULMASI amacı ile gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır. Aynı seçim döneminde YAZ – BOZ TAHTASI gibi önce İstanbul milletvekilliği adaylığı Yüksek Seçim Kurulunca veto ediliyor. Birkaç ay sonrasında ise, devir değiştiği için YASALARIMIZ ve ANAYASA’mız PASPAS GİBİ ÇİĞNENEREK YENİLENEN 2002 SİİRT seçiminde AKP milletvekili aday listesinin en başına İstanbul’dan PARAŞÜT ile getirtilip oturtulabiliniyormuş?

T.C. Devleti’nin başbakanlık makamı; “ZİMMET – İHALEYE FESAT KARIŞTIRMA – KALPAZANLIK – EVRAKTA SAHTECİLİK YAPMA“ suçları başta olmak üzere, hakkında çok sayıda suç isnadı bulunan; ayrıca belediye başkanlığı öncesi ORMAN ARAZİSİ (YEŞİL ALAN) üzerine KAÇAK İNŞAAT YAPTIRMAK SUÇU’ndan l0 AY HAPİS CEZASI’na çarptırılan; (l0 aylık hapis cezası, para cezasına çevrilmiştir) ve de MİNARELER SÜNGÜ – KUBBELER MİĞFER – MÜMİNLER ASKER – CAMİLER KIŞLAMIZ diye, maksatlı şiirler okuduğu için kesinleşmiş hapis cezasını hapishanede bilfiil yatarak çekmiş olan eski mahkûmların; ABD’nin KEMAL DERVİŞ başta olmak üzere, beslediği çok sayıdaki yandaşlarını maşa olarak kullanıp; tezgâhlattırdığı bir karambol seçim ortamında, Türk halkının sadece % 25’inin OYU’nu alabilmiş olmalarına karşın, (kayıtlı seçmenin %25’inin oyu) yerleşebilecekleri bir makam
haline getirilmiş olmaması gerekirdi.

2003 yılında; Başbakanlık makamına oturan T.C. Devletinin lâik düzenini yıkma amaçlı beyanları nedeniyle kesinleşmiş hapis cezasını da hapishanede yatarak fiilen çekmiş olan AKP eski genel başkanı Recep Tayyip ERDOĞAN’ın; 26 adet yolsuzluk ve usulsüzlük dosyası TBMM’nin KANUN ÇIKARMA ve KARAR ALMA YETKİSİ kötüye kullanılarak, KİŞİYE ÖZEL KANUN çıkarılmak suretiyle işlemden kaldırılarak,
örtbas edilmiştir.

Yüce Mahkemenize arz ettiğim; vatanımızın birlik ve beraberliğini doğrudan ilgilendiren
bu çok çok önemli konularda; ANAYASA MAHKEMESİ’nce İÇTİHAT OLUŞTURULMASINI ve bu çok çok önemli başvurumun bütün yönleri ile incelenerek, KARAR’a bağlanmasını; en derin saygılarımla arz ve talep ederim.

S O N U Ç                :

Recep Tayyip ERDOĞAN’ın; dürüst olmayan yöntemlerle yaptığı ve Yüksek
Seçim Kuruluna kabul ettirdiği anlaşılan CUMHURBAŞKANLIĞI ADAYLIK BAŞVURUSU’nun YOK HÜKMÜNDE KABUL EDİLEREK İPTAL EDİLMESİNİ.
       

  1. Recep Tayyip ERDOĞAN’ın CUMHURBAŞKANI ve olası BAŞKAN SEÇİLME EHLİYETİ’nin olmadığı tesbitinin de yüce mahkemenizce yapılarak; Cumhurbaşkanlığı makamından uzaklaştırılması kararının yüce mahkemenizce alınmasını.
  2. Recep Tayyip ERDOĞAN’ın; işlediği çok sayıdaki SUÇ’tan dolayı; yüce mahkemenizde SANIK SIFATI ile yargılanması kararının da YÜCE MAHKEMENİZ’ce alınmasını;

    en derin saygılarımla arz ve talep ederim. 07 Kasım 2016

    TİMUR EREN
    ISLAK İMZA

Adres : Timur EREN (EMEKLİ lise öğretmeni)                                                          Kâzım Yılmaz Bulvarı 43/2 Mobil : 0543 274 90 22
D A T Ç A / Muğla

D A Ğ I T I M
G E R E Ğ İ  İ Ç İ N                                     B İ L G İ   İ Ç İ N

  1. Anayasa Mahkemesi Başkanlığı                   1- CHP Genel Başkanlığı
    2- Genelkurmay Başkanlığı
    3- Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı
    4- MHP Genel Başkanlığı
    5- Vatan Partisi Genel Bşk.

TÜRKİYE BAROLAR BİRLİĞİ : TEKRAR UYARIYORUZ

tbb_logosu

TÜRKİYE BAROLAR BİRLİĞİ :
TEKRAR UYARIYORUZ

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

Demokrasinin vazgeçilmezi kuvvetler ayrılığıdır. Yargı kuvveti, yasama ve yürütmeden ayrı
ve bağımsız olmazsa, anayasada devlet hangi süslü cümlelerle tanımlanırsa tanımlansın demokrasiden söz edilemez.

Bütün uyarılarımıza rağmen TBMM, Yargıtay ve Danıştay üyelerini toplu olarak azleden kanunu kabul etmiştir. Bu kanunla, yasama organı, yargı organını fiilen kendine bağlamıştır.

Bu azlin gözden kaçırılan bir diğer vahim sonucu, seçimlerin güvenliğinden ve denetiminden sorumlu olan Yüksek Seçim Kurulu üyeliklerinin de düşmesi sonucunu yaratmasıdır.
Siyasi iktidarın müdahalesiyle yeniden şekillendirilen Yargıtay ve Danıştay, iktidar partisinin de gireceği seçimleri denetleyecek olan Yüksek Seçim Kurulu üyelerini seçecektir.

Açıkça ve bir kez daha söylüyoruz, bundan sonra sıra Anayasa Mahkemesi üyelerinin azledilmesine gelmiştir.

İşte bütün bunlar, demokrasinin sonunun başlangıcıdır.
Fiilen rejim değişikliğidir.
Bu sebeple söz konusu kanunun Anayasaya aykırılığı açıktır. Aykırılığın derecesi “yokluk”tur.

Yargıda yerleştiği söylenen cemaat yapısıyla mücadelenin yolu bu değildir. Biz, yargıda “cemaatçi” yapı da istemiyoruz, cemaatçi olduğu söylenen kişileri temizleme gerekçesiyle oluşturulacağından kaygı duyduğumuz şucu veya bucu başka bir yapı da istemiyoruz.
Hakim gibi hakim, savcı gibi savcı istiyoruz. Siyasetin yargıyı kendine bağlamasını
kabul etmiyoruz, yargının da siyaset yapmasını istemiyoruz. Yargı nasıl yasama organını azledemezse, yasama organı da yüksek mahkeme üyelerini azledemez diyoruz.

Yasama-yürütme-yargı kuvvetleri birleşir, böylece demokratik rejim sona erdirilirse,
ülkede yaşayanların hak ve hürriyetleri, yöneticilerin keyfine terkedilmiş olur.

Peki bu somut olarak vatandaşlarımızın günlük hayatları açısından ne demektir?

Mesela bu, yöneticilerin “canını sıkan” kişilerin, mesela vergisinin nereye harcandığını soran bir duyarlı vatandaşın, bir kamu ihalesinin niçin o şirkete değil de bu şirkete verildiğini sorgulayan bir bireyin, bir kamu hizmetinin daha iyi verilebileceğini dile getiren bir kişinin kendini her an hapiste bulabilmesi demektir.

Mesela bu, vatandaşlarımızın, yöneticilerin ülkenin kaderini ilgilendiren karar ve eylemlerinden iş işten geçtikten sonra haberdar olması demektir.

Mesela bu, iktidar partisinde tanıdığı olanın iş bulması işini yürütmesi, hak edenin ise hakkını alamaması demektir.

Mesela bu, davaların iktidar partisinin il ve ilçe başkanlıklarında çözülmesi demektir.

Mesela bu, devleti yönetenlerin her konuda keyfi davranabilir hale gelmesi,
vatandaşların canları ve mallarının yöneticilerin iki dudağının arasında kalması demektir.

Mesela bu, mülkiyet hakkının güvencesiz bırakılması sebebiyle daha az yerli ve yabancı yatırım, yetersiz iş ve istihdam, dolayısıyla işsizlik ve fukaralık demektir.

Şimdi de basından öğrendiğimiz kadarıyla yeni kurulan istinaf mahkemelerinin başkan ve üyeleri, topluca Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na davet edilmişlerdir. Davetin konusu,
istinaf mahkemelerinin çalışmaya başlaması dolayısıyla yapılacak törendir.

Maalesef Cumhurbaşkanı,
anayasayı ihlal ederek fiilen başbakanlık da yapmaktadır.

Partisiyle bağını koparmamıştır. Tam aksine gerek partisi gerek kendisi, partinin liderliğinin Cumhurbaşkanında olduğunu her vesileyle dile getirmektedir. Şu halde, huzuruna gelmiş bireylere hangi siyasi düşüncede olursa olsun eşit davranmak zorunda olan hakimlerin, Cumhurbaşkanı’nın toplu davetine katılmaları, herhangi bir siyasi partinin genel başkanının davetine katılmalarıyla eşdeğerde olacaktır. Hatta iktidar partisinin liderinin davetine katılmanın, kamuoyunda “lidere itaat” olarak anlaşılacağı kuşkusuzdur.

Böyle bir davet varsa, Cumhurbaşkanı’na sesleniyoruz; daveti iptal edin.

Hakimlere sesleniyoruz; sizi itaatkar gösterme amacını taşıyan davete katılmayınız.

Vatandaşlarımıza sesleniyoruz; dünün ve bugünün yanlışlarını düzeltmenin yolu yeni yanlışlar yapmak değildir. Dünden ve bugünden ders alarak geleceği hep birlikte inşa etmek zorundayız.

BU GİDİŞ HİÇ DE İYİ DEĞİL…

TEKRAR UYARIYORUZ…

Avukat Prof. Dr. Metin FEYZİOĞLU
Türkiye Barolar Birliği Başkanı

VİDEO İÇİN TIKLAYINIZ

http://www.barobirlik.org.tr/Detay70809.tbb

===========================================

Dostlar,

Bu çok ciddi konu ne yazık ki, 15 Temmuz gürültüsü üçünde kaynatıldı!

12. CB RT Erdoğan, 23 Temmuz 2016 günü, “Danıştay Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” u imzaladı ve aynı gün Resmi Gazetede yayımlandı. TBMM’den 1-2 Temmuz günü geçmesine karşın, bekletildi, CB’lığına hemen yollanmadı,
çünkü CB’nın imzalama ya da geri gönderme için 15 gün süresi vardı (Anayasa  md. 89/1). Kamuoyunda çok büyük tepki vardı.. Ayrıca 5 gün içinde, boşaltılan Danıştay – Yargutay üyeliklerine atama yapılması gerekiyordu CB ve HSYK tarafından.. Pazarlıklar ve adlandırma bitirilememişti. TBMM, Başbakanlık Anayasayı çiğneyerek, TBMM’den geçerek yasalaşmış
bir metni siyasal gerekçelerle bekleterek CB’na zaman kazandırdılar.

Açıkça ANAYASAYI AYAKLAR ALTINA ALAN, o denli ki; YOK HÜKMÜNDE olan
bu yasa, RG’de yayımlandığını izleyen dakikalarda CHP tarafından Anayasa Mahkemesine götürülmüş olsaydı bile, 5 gün içinde ivedilikle incelenip yürütülmesinin durdurulması,
ardından da iptal edilmesi pratik olarak olanaklı değildi. 5 gün geçtikten sonra gelecek bir yürütme durdurulmasının ise hiçbir anlamı yok.. İptalin de, çünkü Anayasa Mahkemesi kararları geriye yürümüyor.. (retrospektif etkili değil.. AY md. 153/5). Yani atı alan Üsküdar’ı geçmiş oluyor. AKP – RTE de böyle kurguladı zaten.. (CHP’li 122 vekil, bu yasa Resmi Gazetede yayımkanmadan Anayasa Mahkemesine başvurarak “yok hükmünde” sayılması kararı alınmasını istediler fakat yüksek mahkeme bu istemi oy çokluğu ile, reddetti. Gerekçe, henüz Resmi Gazetede yayımlanmamış olması idi..)

AKP – RTE ülkeyi çok büyük gerilimlere sürüklüyor ve demokrasi dışına savuruyorlar. 

Hızla TEK ADAM YÖNETİMİ, OTORİTER hatta TOTALİTER bir rejim kuruluyor.

Bunlar hayra alameet değildir, tarih boyunca bu tür girişimler önünde sonunda
geri püskürtülmüş ve sorumluları çok ağır bedeller ödemişerdir. 21. yy’ın başında bu coğrafyada, Türkiye’de. Mustafa Kemal ATATÜRK’ün kutsal armağanı olan ülkede laik – demokratik – sosyal – hukuk devleti dışında bir seçenek yoktur.. Herkes bu yalın gerçeği aklına ve gönlüne bir güzel yerleştirmelidir. Hepimizin selameti açısından bu temel ortak kabul vazgeçilmezdir.

Ancak 15 Temmuz sonrası AKP – RTE 667- 668 ve 669 sayılı 3 OHAL Kararnamesi ile Türkiye’de hukuk devletinin kalıntılarını da süpürmüştür..

Bu dayatmayı Türk insanına ve çağdaş dünyaya kabul ettirmek olanaklı değildir.
Bu bağlamdaki kapsamlı yazımızı okumak için lütfen tıklar mısınız??

3 OHAL KARARNAMESİ İLE HUKUK DEVLETİNİN KALINTILARI DA SÜPÜRÜLDÜ .. YA BUNDAN SONRA ??

Sevgi ve saygı ile.
06 Ağustos 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Soner Yalçın : Erdoğan’ın beyni (ve katkılarımız)

Erdoğan’ın beyni

portresi_eli_cenesindeSoner YALÇIN
SÖZCÜ, 30.3.16

(Not : Bizim kapsamlı katkılarımız yazının altındadır… AS)

Erdoğan sara hastası mı?
Erdoğan hangi ilaçları kullanıyor?
Erdoğan’ın kullandığı ilaçların yan etkileri nedir?
Biliyorsunuz… Erdoğan’ın sara hastalığına ilişkin yazılar, kitaplar kaleme alındı. Ama…
Kimse ilaçların yan etkisi konusuna değinmedi.
Dün bu köşede bir hekimin mektubunu yayınladım. Sara hastalarının kullandığı ilaçların
yan etkisini bu kez farmakoloji uzmanı bir doktora sordum. Anlattı:

“Yan etkiler kişiye özel değerlendirilmelidir. Kişinin yaşı, cinsiyeti, kullanılan ilacın dozu,
o kişinin fiziksel ve ruhsal yapısı ile var olan başka hastalıkların ve kullanmakta olduğu diğer ilaçların etkisiyle, yan etkileri artabilir.

Epilepsi/sara tedavisinde kullanılan anti-epileptik ilaçlar, diğer ilaçlar gibi çok sayıda
yan etkiye sahiptirler. Bu grupta yer alan her bir ilacın kimyasal yapısı ve etki mekanizması farklı olduğundan yan etki profili de farklıdır. Ancak genel olarak bu ilaçlar beyinde ve sinir hücreleri üzerinde etkiler gösterdikleri için hepsinin merkezi sinir sistemine ait yan etkileri vardır denebilir.

Sinir sisteminin karmaşık yapısı nedeniyle, özellikle bu sistem üzerinde etki gösteren ilaçların hem nörolojik hem de psikiyatrik yan etkilerinden söz etmek mümkündür.”

Sara bir beyin hastalığıydı.
Ve ilacın yan etkisi en çok beyni etkiliyordu. Şöyle..

Beyni etkiliyor

“Sara, beyinde bir bölgenin anormal şekilde ve denetimsizce fazla çalışarak beynin
tüm bölgelerine anormal uyarıları göndermesi sonucunda ortaya çıkan bir hastalıktır.
Birçok nedenden kaynaklanabilir ancak bu anormal uyarılar tüm beyni ele geçirdiğinde
beyin normal işlevlerini yerine getiremez ve eşlik eden aşırı kas kasılmaları ile nöbet (konvülsiyon veya epilepsi krizi) ortaya çıkar.

Bu hastalığın tedavisinde kullanılan ilaçlar;

– bu anormal aktiviteyi önleyen ilaçlar (anti-epileptik);

– ve anormal aktiviteyi durduran (anti-konvülsif) ilaçlar olmak üzere ikiye ayrılır.

Anti-konvülsif ilaçlar;
beynin anormal aktivitesini çok güçlü baskılayan ilaçlardır.
Daha fazla yan etkiye neden olurlar ve genellikle (nöbet durumu kişiye zarar verebileceğinden) sadece nöbet durumlarında kullanılır.

Anti-epileptik ilaçlar
ise; sürekli ve düzenli kullanılıp nöbetin gelişini önleyen ilaçlardır. Bunlar; sinir hücrelerinin anormal aktivitelerini baskılayan ilaçlar olmaları nedeniyle, normal aktivite gösteren sinir hücreleri de bu ilaçlardan kaçınılmaz olarak etkilenirler.
Yani bu ilaçlar, normal davranmayan dokuda etki gösterirlerken, normal olan dokuları da etkiler. Bu yüzden de hem nörolojik hem de psikiyatrik birçok yan etki gösterir.
Bunlar baş dönmesi, mide bulantısı, sersemlik gibi çeşitli nörolojik yan etkiler yanı sıra, davranış ve düşünce değişiklikleri, agresyon (saldırganlık), halüsinasyon gibi
çeşitli psikiyatrik yan etkiler biçiminde ortaya çıkabilmektedir. “

Sinirliliğin sebebi

Özellikle ülkeyi yöneten politikacının sara hastası olması bizleri nasıl etkiler?

“Kişinin düşüncelerini, davranışlarını dolayısıyla o kişiye özel hal ve hareketlerini,
yani karakterini oluşturan da beyindeki sinir hücreleridir. Özellikle de ön beyin bölgelerindeki sinir hücreleri. Yapılan klinik araştırmalardan ve bildirilmiş olan
olgulardan elde edilen bilgiler doğrultusunda anti-epileptik ilaçların yan etkileri şunlardır:

Agresif (saldırgan) davranışlar, ajitasyon (heyecanlılık şeklinde beliren tutarsız aşırı davranış), anormal davranışlar anksiyete (endişe-gerginlik), bağımlılık, davranış değişiklikleri, deliryum (bilinç bulanıklığı ve huzursuzluk ile seyreden bir durum), depresyon,
dikkat bozuklukları, düşünce bozuklukları, düşmanca veya hasmani davranışlar, halüsinasyon ve delüzyonlar, hiperaktif davranışlar, huzursuzluk, intihar eğilimi ve düşünceleri, intihar, irritabilite (duyarlılık, alınganlık, hassasiyet), katatoni (kaskatı kesilme durumu)konfüzyon (kafanın karışması durumu), mizaç dalgalanmaları, öfori (keyif hali), mani (depresyonun tam tersi olan coşkunluk durumu), psikotik (şizofreniye benzer anormal düşünce içeriği) bozukluklar, sinirlilik şeklinde sıralanabilir.”
*****
Peki…
1’den çok anti-epileptik ilacın aynı kişide birlikte kullanılması yan etkileri artırmaz mı?

“Nöbet denetimi tek ilaç ile sağlanamazsa 2, 3 hatta daha çok sayıda anti-epileptik ilaç
aynı kişide bir arada kullanılabilir. Bu artış aritmetik olmayabilir, yani A ilacının düşünce
ve davranışları bozucu etkisi %3 sıklıkla, B ilacınınki ise %5 sıklıkla olduğunu varsayalım.
A ve B ilaçlarının aynı kişide (AS: birlikte) kullanılması durumunda yan etki olasılığı %8’den daha büyük (örneğin % 18) olabilir. Bu durumda bir de aynı yan etkiye sahip bir C ilacının eklendiğini varsayarsak bu oran çok daha yüksek olacaktır.”

Bitmedi…

Başka hastalıklar için başka ilaçlar da alındığında yan etkiler katlanır mı?

“Gayet tabii, ilaç ya da tedavi kombinasyonlarında tüm yan etkilerin göz önüne alınarak
toplam yan etkiyi artırdığı yönünde bir görüşe varılabilir.”

Ve ne yazık ki…

Bunları hiç tartışmıyoruz.
Soruyoruz yanıt bile alamıyoruz.
Oysa mevzubahis olan kişi; Cumhurbaşkanı!..

===============================================

Dostlar,

Sayın yazar Soner Yalçın‘ın 29 Mart 2016 günü SÖZCÜ‘deki köşesinde yayımlanan yazısını web sitemizde paylaştık :

  • ERDOĞAN NEDEN SÜREKLİ SİNİRLİ??
    (http://ahmetsaltik.net/2016/04/03/erdogan-neden-surekli-sinirli/)Bu yazının altında bir hekim olarak bizim de epey irdelememiz oldu.
    Daha önceki bir yazımıza da gönderme yaptık :
    (http://ahmetsaltik.net/2015/10/31/isvicreli-dr-hakki-acikalin-erdogan-epilepsi-hastasidir/)

    Bu 3 yazının ve bizim eklemelerimizin birlikte okunmasında yarar görmekteyiz..
    Yazıyoruz, soruyoruz, bir daha yazıyoruz…
    Dağlardan iniltiler yankılanıyor ancak Erdoğan’dan “çıt” çıkmıyor..
    Tüm bunlar Erdoğan aleyhine karine.. Öyle ya, saklanacak birşey yoksa,
    çıkar sağlık raporunuzu da açıklarsınız, diplomanızı da gösterirsiniz…

    Pekiii.. böylesine çekinme ve açıklanması gereken bilgi – belgeleri kamuoyundan saklama hakkı hukuksal olarak, etik olarak, demokratik gelenekler olarak, kültürel değerlerimiz olarak…. Erdoğan’a tanınmış mıdır?? Hak mıdır, reva mıdır??

    Erdoğan, Türkiye’nin 12. Cumhurbaşkanı olarak sonsuza dek bu yerinde,
    hukuka ve de hakkaniyete uygun demokratik kamuoyu istemlerinden kaçınabilir mi??

    Kesin olarak HAYIR!

    R.T. Erdoğan’ın gocunacak – saklayacak birşeyi yok ise, –ki olmamasını dileriz- tıpkı açık malbildirimi yükümü gibi, sağlık durumunu gösterir resmi raporu da açıklaması zorunludur.

    Bu kaçış böyle sürdürülemez..
    Hukuksal bir yol bulunmalıdır…
    Örneğin TBMM bu bağlamda yasal düzenleme yapmalıdır.
    Türk Tabipleri Birliği, Cumhurbaşkanlığına resmi çağrı yapmalıdır..

    Erdoğan’ın hekimlerinin bu durumda SIR SAKLAMA değil AÇIKLAMA YÜKÜMÜ
    söz konusudur.

  • Türk Tabipleri Birliği, yetkili Etik Kurullardan görüş alarak
    Erdoğan’ın doktorlarını açıklamaya davet etmelidir. *****

    Tayyip beyin epilepsi – sara hastası olduğuna ilişkin yazılar, yayınlar epeyce olmuştur.

    Prof. Yalçın KÜÇÜ’ün “SARALI CUMHUR” kitabı başlıbaşına bir değerdir..

    SARALI_CUMHUR_CALIGULAErdoğan’ın Başbakan iken 18 Ekim 2006’da arabasında geçirdiği kriz belleklerden silinmemiştir. Makam arabasının zırhlı camı ancak balyoz ile kırılarak Erdoğan’a tıbbi yardım yapılabilmiştir. Kendisini en yakın hastane olarak Ankara Güven Hastanesinde gören Nöroloji uzmanı meslekteşımız 42 yaşındaki Nörolog Dr. Sümer Güllap’ın, açıklananın aksine neden öldüğünün (2008) iyi araştırılması ve açıklanması gerekmektedir.
    Bu konuyu daha önce de sitemizde kapsamlı yazmıştık..
    Mutlaka okunmasını dileriz…

    Sorun etik boyutu aşmış, kriminal boyut kazanmıştır..
    Erdoğan’a dokunan “yanmakta – yakılmaktadır” !?

    Bu durum kabul edilemez ve sürdürülemez.. Temel insan haklarına aykırıdır.

    YSK’ya da (Yüksek Seçim Kurulu) açık grev düşüyor.. Cumhurbaşkanlığı seçimi ile sorumluluk bitmedi.. Seçilen kişi seçilme – görevde kalma yeterliğini yitirirse ne olacaktır??
    Hukukta temel kurallardandır : YÖNTEMDE KOŞUTLUK (Usulde paralellik)

    YSK, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı mazbatasının geçerlik koşullarının sürmesinden sorumludur. Yeterlik koşulları yitirildi ise mazbatayı iptal sorumluluğu da veren yetkinin doğasındandır, onun tamamlayıcı parçasıdır.

    Türkiye bu soruna makul “bir çare” bulmalıdır.
    80 milyonluk ülke, aziiiz Türkiye herkesten ve her şeyden daha önemlidir..
    Çaresizlik asla kabul edilemez..

    Olumlu adım atmak Erdoğan’a düşüyor..

    Sevgi ve saygı ile.
    03 Nisan 2016, Ankara


    Dr. Ahmet SALTIK
    www.ahmetsaltik.net
    profsaltik@gmail.com

Tayyip Erdoğan cumhurun değil kanunsuzluğun başıdır!

Doğu Perinçek         :
Tayyip Erdoğan cumhurun değil kanunsuzluğun başıdır!

Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek,
bu gün saat 13.00’te Partinin İstanbul İl Merkezi’nde
Genel Başkan Yardımcıları Yaşar Okuyan ve Tayfun İçli ile birlikte bir basın toplantısı yaptı. Perinçek,

“29 Mayıs saat 17.00’de Adana Uğur Mumcu alanı partimizin miting alanıdır.”
dedi.

Doğu Perinçek: Tayyip Erdoğan cumhurun değil kanunsuzluğun başıdır

Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek, bugün (26 Mayıs 2015) saat 13.00’te
Partinin İstanbul İl Merkezinde Genel Başkan Yardımcıları Yaşar Okuyan ve Tayfun İçli ile birlikte bir basın toplantısı yaparak, 29 Mayıs 2015 günü Adana Uğur Mumcu Meydanı’nda miting yapma hakkının yasalara göre Vatan Partisi’nde olduğunu açıkladı.
Perinçek, özetle şunları belirtti:

Vatan Partisi Adana İl Başkanlığımız, 07/05/2015 tarih ve 2015/7 sayılı yazısıyla
Seyhan İlçesi’nde siyasal partilere miting alanı olarak ayrılan Uğur Mumcu meydanında
29 Mayıs 2015 Cuma günü Saat 17.00’de miting yapma bildiriminde bulunmuştur.
Bizim başvurumuzdan sekiz gün sonra 15.05.2015 tarihinde Adana Valiliği,
aynı gün Cumhurbaşkanı’nın halkla buluşma toplantısı yapmak istediğini belirterek,
Uğur Mumcu Meydanı’nın siyasal partilere verilmemesini istemiştir.
Seyhan İlçe Seçim Kurulu, 18.05.2015’tarih ve 14 sayılı kararıyla 298 sayılı Kanununun
50. maddesi uyarınca Adana Valiliği’nin talebini reddetmiştir. Gerekçede, seçim propaganda faaliyetinin başlaması ve yerin siyasal partilere ayrılmış olması nedeniyle, 29 Mayıs 2015 günü Uğur Mumcu Meydanı’nda Cumhurbaşkanı Recep Tayip Erdoğan’ın Halkla Buluşma Toplantısı yapamayacağı belirtilmektedir.

İl Seçim Kurulu kararının kaldırılması için yaptığımız başvuru üzerine, Yüksek Seçim Kurulu, Seyhan İlçe Seçim Kurulu’nun yeni bir düzenleme yapmasına karar vermiştir. Yüksek Seçim Kurulu kararında, Miting Meydanının öncelikle Tayyip Erdoğan’a makul bir süreyle
tahsis edilmesi, o gün için kalan zamanın başvuruda bulunun siyasal partilere ayrılması gerektiği belirtilmektedir.

UĞUR MUMCU MEYDANI PADİŞAHIN DEĞİL
SİYASAL PARTİLERİN PROPAGANDASINA AYRILMIŞTIR

Yüksek Seçim Kurulu, hem yasaları hem de kendi ilke kararını çiğnemektedir.
Mitingimiz, Propaganda serbestisinin başladığı 28 Mayıs 2015 gününden bir gün sonradır.
28 Mayıs 2015 gününden sonra miting meydanları, seçime katılan siyasal partilere ayrılmıştır.
Anayasa, siyasal partileri “demokrasinin temel unsuru” olarak kabul ediyor.
(AS: “Siyasi partiler, demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır.” AY m. 68)
Zamanımızda demokrasiye “siyasal partiler demokrasisi” adı verilmektedir. Yüksek Seçim Kurulu’nun 236 sayılı Kararı da seçimlere katılan kurumları “siyasal partiler” olarak belirlemektedir ve ilçe seçim kurullarına bu anlayışa göre düzenleme yetkisi vermektedir.
Miting meydanında önceliğin Tayyip Erdoğan’a verilmesi, hukuka da demokrasiye de aykırıdır. Tayyip Erdoğan, bir siyasal partinin başkanı veya temsilcisi değildir.
Bu nedenle seçime katılan bir kurumu temsil etmiyor. Bağımsız aday da değildir.
YSK, 236 sayılı kararıyla da seçimden önceki 10 gün boyunca, miting alanlarının tahsisini
ilçe seçim kurullarının yetkisine vermiştir. Belirlenen meydanlar seçim propagandası için
siyasal partilere ayrılmıştır. Öngörülen süre içinde bu alanlar başka amaçla kullanılamaz.
Seyhan İlçe Seçim Kurulu, Tayyip Erdoğan’ın Adana Valiliği üzerinden yaptığı başvuruyu reddetmiş ve 29 Mayıs’ta Uğur Mumcu alanında partimizin miting yapacağına hükmetmiştir. Bunu yapmadan önce de YSK’dan görüş sormuş ve 236 sayılı karar gereği yetkinin ilçe seçim kurulunda olduğu yanıtını almıştır.

DEMOKRASİ VE HUKUK,
SULTANLARIN KULLANIMINDAN ARTAN ZAMANA HAPSEDİLEMEZ

Yüksek Seçim Kurulu, “Tayyip Erdoğan’ın kullanımından artan zaman” gibi bir kavram
icat etmiştir. Bu kavram, Padişah zamanında olabilirdi ama Cumhuriyet’te olmaz,
demokraside olmaz.
Demokrasi, Padişahtan artan zamana hapsedilemez.
Yüksek Seçim Kurulu, Sarayın herhangi bir kurumu gibi davranmaktadır.
Cumhuriyet tarihinde böyle bir utanç görülmemiştir.

ERDOĞAN KENDİSİNİ HUKUKLA BAĞLI OLMAYAN PADİŞAH GİBİ GÖRÜYOR

Tayyip Erdoğan, işgal ettiği makamın olanaklarını hukuku çiğnemek için kullanarak
AKP’ye oy toplamaya çalışıyor. Adana’da “Halkla Buluşma” adı altında yapmak istediği mitingin amacı da budur. Tayyip Erdoğan, kendisini hukukla bağlı olmayan padişah gibi görmektedir. Cumhurun değil, kanunsuzluğun başıdır.
AKP, Adana’da resmî başvuruda bulunmadan miting yapmak peşindedir.
Yüksek Seçim Kurulu da, bu kanunsuzluğa teslim ve ortak olmuştur.
Türkiye seçim sürecindedir. Seçime siyasi partiler katılır. Tayyip Erdoğan, siyasal parti değildir ve seçime taraf olamaz. Uğur Mumcu Meydanı’nda miting yapmakta ısrar etmesi,
bütünüyle Vatan Partisi’nin özgürlüğünü gaspetmeye yönelik bir tavırdır.
Yüksek Seçim Kurulu aldığı kararla 7 Haziran seçimini Tayyip Erdoğan’ın sultasına bırakıyor. Seçimler yasadışı bir yola sokulmuştur. Bu gidişe dur demek, demokrasinin gereğidir.

SEYHAN İLÇE SEÇİM KURULU’NUN
HUKUKA UYGUN DÜZENLEME YAPMASINI BEKLİYORUZ

Bu durumda Seyhan İlçe Seçim Kurulu’na kanunsuzluğu düzeltmesi ve
alanı partimizin miting yapmasına olanak sağlayacak şekilde düzenlemesi için dilekçe verdik.

Vatan Partisi kanunsuzluğa boyun eğmeyecek kararlılığa ve birikime sahiptir.

29 Mayıs saat 17.00’de Adana Uğur Mumcu alanı partimizin miting alanıdır.

Emin Çölaşan: Boşuna beklemişiz.. yazısı ve YSK Kararı..


Emin Çölaşan: Boşuna beklemişiz.. yazısı ve YSK Kararı.. 


Dostlar
,

YSK tüm meşru ve yasal, hukuka uygun beklentileri boşa çıkardı ve yalnız Türk Hukuk ve siyaset sistemine değil bizce dünya hukuk – siyaset bilimi yazınına da geçecek “Türkiye’ye özgü” bir karar verdi!

11 yüksek yargıçtan oluşan ama 7 üye ile çalışan Yüksek Kurul (AY md. 79) 4’ü yedek), onca somut ve net kanıtı görmezden gelerek Başbakan R.T. Erdoğan‘ın “kamu görevlisi” olmadığına hükmetti!? Buna göre, diyelim hakaret davalarında mahkemeler Erdoğan’ı kamu görevlisi say(a)mayabilecek.. Öyle ya, koskoca Yüksek Seçim Kurulu’nun 4’ü Yargıtay’dan, 3’ü de Danıştay’dan gelen yüksek yargıç üyeleri,
kendi türüne özgü bir içtihat kararı ürettiler! Hangi 1. derece (bidayet) mahkemesi ya da doktrin yazarı onlardan daha iyi bilebilir ki?

Anımsanacağı üzere, biz de bu sitede yayımladığımız bir dilekçe ile, bir dizi hukuksal gerekçe ve mahkeme kararını örnek göstererek, kişisel olarak YSK’na başvurmuş ve  Erdoğan’ın 12. Cumhurbaşkanının seçiminde, kamu görevlisi olduğundan kalkarak 11.7.14 günü adaylar kesinleştirilirken kamu görevinden de kendiliğinden çekilmiş sayılması gerektiğine hükmedilmesini dilemiştik. Yurttaşlık hukukumuza dayanarak
AY md. 74 ile düzenlenen dilekçe hakkımızı kullanmıştık (http://ahmetsaltik.net/2014/07/08/yuksek-secim-kurulu-baskanligina/; 20686 kayıt no).

Yüksek Kurul, yasal süresi içinde dilekçemize yanıt verecektir umarız. O zaman
bu metni yayımlar ve sizlerle paylaşırız. Eğer YSK bu kararını kamuoyuna açıklamış olmasını biz çok sayıda olmayan dilekçe sahiplerine yanıt olarak saymazsa..
Burası Türkiye.. “Basın yayımladı, dünya alem duydu, bir de sana kişisel yanıt mı yazacaktık??” diyebilirler.. Böylelikle bir “hukuk dersi” daha vermiş olurlar hepimize..

Aşağıda Sn. Emin Çölaşan‘ın konuya ilişkin haklı sitemlerle yüklü yazısını paylaşalım istiyoruz.. İçimizi boşaltamıyoruz uğradığımız hukuk ve adalet beklentimizin karşılanmaması durumunda.. Sözcüklerimizin ölçüsünü azıcık kaçıracak olsak gelsin ceza ve tazminat davaları..

Peki… toplumun adalet duygusu böylesine sürgit zedelenir, toplumsal vicdan
tatmin edilmezse, hangi teknik ustalıklı virtüöz çıkarımlara – yorumlara maddi kanıtlara.. dayanırsa dayansın yargı kararları etkinliğini ve saygınlığını nereye dek sürdürebilir ve barışçı – demokratik adil – hukuk düzeni kaç vakte dek yaşatılabilir??
Temel sorunsal budur!

Bir ülkede hukukun siyasallaştırılması kadar korkunç bir başka tehlike
gösterilemez. Türkiye bu zor ve kritik dönemeçleri de aşarak yoluna devam edecektir. Tarih baba da sahnedeki tüm oyuncuları yerli yerince yargılayarak hükmünü verecek
ve herkesi hakettiği yere oturtacaktır. Heredot‘tan beri Tarih baba bu işi yapıyor, geleneğidir.

Sevgi ve saygıyla
13.7.2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

===========================================

Boşuna beklemişiz! 

Emin Çölaşan
Emin Çölaşan

Sevgili okuyucularım,

Burada ben birkaç kez yazdım… Muhalefet partileri çeşitli zamanlarda dilekçeyle başvurup Yüksek Seçim Kurulu’na itirazda bulundular.

Neydi konu? İzin verin, bir kez daha yazayım.
Resmi Gazete’de 26 Ocak 2012 günü yayınlanıp yürürlüğe giren
Cumhurbaşkanı Seçimi Kanunu’nun 11. maddesi
 çok açık. Özetliyorum:

“Cumhurbaşkanı adayı gösterilen hakimler, savcılar, yüksek yargı organları mensupları, yüksek öğretim kurumlarındaki öğretim elemanları, YÖK ve RTÜK üyeleri, kamu kurum ve kuruluşlarının memur statüsündeki görevlileri ile yaptıkları hizmet bakımından işçi niteliği taşımayan DİĞER KAMU GÖREVLİLERİ…
aday listesinin kesinleştiği tarih itibariyle görevden ayrılmış sayılır. Bu durum Yüksek Seçim Kurulu’nca aday gösterilenin bağlı bulunduğu bakanlığa veya KURUMA bildirilir.”

Kanun hükmü çok açık. Yorumlamak ve sonuca varmak için hukukçu olmaya gerek yok.

* * * * *

YSK, kesin aday listesini dünkü Resmi Gazete’de açıkladı. Üç kişinin aday olduğu belirtildi. Ekmel Bey, Selahattin Demirtaş ve Tayyip.
İlk ikisi kamu görevlisi değil. Tayyip’in durumu ise farklı.
Başbakanlık koltuğunda oturuyor ve resmen kamu görevlisi.
Maaşını devletten -Devlet Personel Yasası uyarınca- alıyor, hükümetin ve hatta devletin başında.Şimdi Yüksek Seçim Kurulu, herhalde şu karara varmış oluyor:
“Tayyip kamu görevlisi değildir!..”
O halde nedir? Özel sektörde mi çalışmaktadır, yoksa kanunda belirtildiği biçimde
işçi niteliği mi taşımaktadır?
Yüksek Seçim Kurulu bu sorulara açıklık getirmekle yükümlüdür.
Ancak böyle bir açıklamanın Tayyip’in Yüksek Seçim Kurulu tarafından yapılmasını beklemek abestir. Elbette ki suskunluğa bürünecek, bu konuda bir şey söylemeyecektir.

* * * * *

Yedi kişiden oluşan bu Kurul’un tüm üyeleri hukukçu. Dördü Yargıtay, üçü Danıştay Genel Kurulu tarafından seçiliyor. Hele hukukçulardan oluşan böyle bir yapının bu çok önemli olayı göz göre göre ıskalayıp boş vermesi, akıl alacak şey değildir.
Bu ıskalamanın mutlaka bir gerekçesi olması gerekir. Nedir o gerekçe? Bilinmiyor!

* * * * *
Şimdi şu önümüzdeki süreçte yaşayacağımız olaylara bakınız!.. Seçime üç aday katılıyor. Selahattin Demirtaş’ın kampanya için parası olduğunu sanmıyorum.
Ekmel Bey öyle. Peki ya Tayyip?..
Elinde sonsuz para gücü var. Buna ek olarak devletin parasını ve olanaklarını dibine kadar kullanıyor ve kullanacak.

Mitinglerine devletin uçakları ve helikopterleri ile gidiyor, miting harcamalarını
kim olduğu bilinmeyen birilerine yaptırıyor. Devletin valileri ve kaymakamları emrinde.
Devletin tarafsız olması gereken TRT’si yalnızca ve yalnızca O’na çalışıyor.
Satılık-yandaş-onursuz havuz medyası derseniz yine öyle.
Devletin bütün kurumları -asker, polis, MİT, üniversiteler, anket firmaları,
Tayyip tarafından semirtilen büyük işadamları ve müteahhitler, Meclis, hükümet,
aklınıza kim ve neresi gelirse Tayyip’in emir kulu. Paralar O’nun için su gibi akıtılıyor.
Zaten kurulmuş olan TEK PARTİ DEVLETİ, bütün gücüyle Tayyip’e çalışıyor.

* * * * * *
Yüksek Seçim Kurulu’nun görevi yalnızca oy sayım işlerini örgütleyip denetlemek ve kesin sonuçları ilan etmek değildir. En önemli görevlerinden biri yasada yer alıyor:

Seçimlerin adaletli, eşit koşullarda ve tarafsızlık içinde yapılmasını sağlamak.
Şimdi böyle bir seçim ortamında, Tayyip o makamda oturduğu sürece adaletten,
eşit koşullardan
 ve bu YSK’nın tarafsızlığından söz etmek mümkün müdür?
Elbette ki değildir.

* * * * * *
Yüksek Seçim Kurulu’na kendi genel kurulları tarafından seçilen dört Yargıtay ve üç Danıştay üyesi, bu görevleri nedeniyle hakim maaşları dışında yüklüce bir ödenek-tazminat alıyor. Bu kurula üye seçilmek çoğu Yargıtay ve Danıştay üyesi tarafından bir angarya olarak görülür ve her iki kuruluşta bu işlem öncesinde toplantılar yapılarak dostça kararlara varılır:

“Falanca arkadaşımızın ev borcu var… Filancanın çocukları yurt dışında okuyor. YSK’ya onları seçelim de parasal açıdan biraz rahat etsinler.”
Yedi üyenin hepsi için olmasa bile, seçimler genelde böyle yapılır. Seçilecek kişinin de onayı alınınca iş tamamdır ve üye seçimi gerçekleşir.

* * * * * *
Hiç kuşkunuz olmasın, Tayyip bu cumhurbaşkanlığı seçimini kazandığı takdirde, Yüksek Seçim Kurulu’na olan manevi borcunu ömrü boyunca ödeyemez.
Onu yasanın açık hükmüne karşın görevinde tutan, kamu görevlisi olduğunu bir türlü anlamak istemeyen Yüksek Seçim Kurulu’nun yedi üyesi hem millet, hem de tarih önünde sorumlu olacaktır.

Bu kadarı ayıptır, yazıktır, günahtır.

* * * * * *
Burada sık sık her kesimden yandaşlara değiniyorum.

Lütfen, Allah rızası için söyleyin, bundan daha büyük yandaşlık olur mu? Hem de
seçim güvenliğinin emanet edildiği yedi hukukçu bu gerçekleri nasıl olur da görmez?
Şimdi bunları okuyunca belki içlerinden diyecekler ki;

“Sen cahilsin, kardeşim, sen hukuktan ne anlarsın! Kararımızın gerekçesi açıktır. Tayyip kamu görevlisi değildir. O yüzden de, seçime kadar görevinden istifa etmesine gerek yoktur… Dolayısıyla seçime başbakan olarak girip devlet parasını kullanmasında hiçbir sakınca yoktur. Öteki iki aday da başlarının çaresine baksınlar. Aday gösterilirken bize mi sordular!”

* * * * * *
Ey seçim güvenliğinin, eşitliğinin ve adaletinin emanet edildiği Yüksek Seçim Kurulu!..
Bu kadar suçlanmaktan, eleştirilmekten ve böylesine zan altında kalmaktansa,
bir zahmet edip bir açıklama gönderin, şu kararınızın gerekçesini bu naçiz ve
cahil kulunuza da bir anlatıverin… Ve aynen yazayım, herkes öğrensin!

Rifat Serdaroglu : İĞNELİ FIÇI

İĞNELİ FIÇI

portresi_gulen

Rifat Serdaroglu

Devletin başına geçecek kişide 2 koşul mutlaka aranmalıdır.
Bu koşullardan ikisinin de tam, yani %100 olması gerekir.
Bunlardan birinin az da olsa eksik olması, o kişinin tüm iddiasını bitirir, milletin başına da onarılamaz dertler açılır.
Bu koşullardaki eksikliklerini bile-bile milletini aldatmaya devam eden kişi,
kelimenin tam anlamıyla, MİLLİ İRADE HIRSIZIDIR

Bu 2koşul şudur :

  • Gerçek Demokrat olmak ve Namuslu olmak…

Gerçek Demokrat bir kişi; İnsan Hak ve özgürlüklerine saygılı, Hukuk Devleti-Lâik Cumhuriyet- Sosyal Devlet-Çağdaşlık-Bilim-Gelişmişlik-Hakça Paylaşım ilkelerini beyninde ve gönlünde taşıyandır.

Namuslu bir kişi; Boğazından tek haram lokma geçmemiş, kendisinin ailesinin, 2. ve 3. derece yakınlarının servetinin hesabını hiçbir kuşkuya meydan bırakmayacak biçimde verebilen, kul Hakkı yememiş, insanlara bilerek hakaret etmemiş, ülkesini satmamış, ihalelere fesat karıştırmamış, kalpazanlık gibi yüz kızartıcı suçlar işlememiş, kendisine verilen devlet yetkisini kötüye kullanmamış, nüfuz kullanmamış biridir.

Devletin tepesine oturtacağınız kişi, “Ben Demokratım” dediği halde, Anayasamızın 174. maddesine aykırı olarak cemaat ve tarikatları devletin en duyarlı makamlarına yerleştiriyorsa, Anayasa ve Demokrasinin temel koşulu olan “Güçler Ayrılığı İlkesine” karşı çıkıyorsa, Yargıyı baskı altında tutuyorsa, yandaşlarını kayırıyorsa,
o kişi Demokrat değildir.

Devletin tepesine oturtacağınız kişi; “Ben Namuslu bir Müslüman’ım” dediği halde,“Evinde sakladığı 1 Milyar Avro gibi bir parayı “Sıfırlaması” için oğluyla yaptığı konuşma tapelerinin” gerçek olup olmadığını belirlemek için Uluslararası bir uzman kuruluşa inceleme yaptırtmıyorsa, o kişi namuslu biri olamaz.

Ciddi iddialara karşın, eline belge alıp “Bakın benim yurtdışındaki bankalarda param yok, işte belgesi” diyemiyorsa namuslu değildir.

O kişi, devlet ihalelerini çeşitli ayak oyunlarıyla kendi itlerine aktarıyor ve onlardan aldığı haram paralarla medya grupları satın alıyor ve bunları da tetikçi olarak kullanıyorsa, Genelevde çalışan bir kadının namusu, o kişinin namusundan milyon kez daha değerlidir.

O kişi, ülkesini bütünlüğünü koruyacağı yerde, 54 bin insanımızın yaşamını bitiren, uyuşturucu kaçakçısı bir örgütle işbirliğine giriyor ve eşkıyadan buyruk alıyorsa o kişinin, değil Devletin başına geçmek, yaşamaya bile hakkı yoktur…

Görelim bakalım Türk Milleti kendi sonunu getirecek, kendisini soymaya devam edecek bir “Sahte Demokrat – Gerçek Hırsızı mı” seçecek, yoksa Türkiye’nin uğradığı tahribatın onarılması için, “Geçici bir dönem” için namuslu birini mi seçecek?

10 Ağustos’ta (2014) ilk işareti göreceğiz.

Yalnız kimse şunu unutmamalıdır :

Her millet, kendi yazgısını kendi çizer. Kendi düşenin sonradan ağlamaya,
suçu başkalarının üzerine atmaya hiç hakkı olamaz…

İzin verirseniz yazıyı Yüksek Seçim Kurulu‘na bir soru yönelterek bitirelim:

YSK’ya başvurum, 3013642663349 kargo takip numarası ile 02 Temmuz 2014 tarihi saat 11.44’te YSK görevlisi Sayın Müslim Yurtseven’e teslim edildi.

Elbet bir yanıt alacağız!

Sorum şu :

Sayın YSK Üyeleri,

Sizlerden biriniz Cumhurbaşkanlığına aday olsanız, istifa etmek zorunda kalacaktınız?
Niye?
Seçim sonucunu etkileyebilecek bir göreviniz olduğu için, değil mi?
Hem aday olup, hem de YSK üyesi olarak devam edebilir misiniz?
Edemezsiniz.
Peki, maaşını kamudan alan, tek sözüyle devletin tüm olanaklarını harekete geçirebilen, sınırsız ve hesabı sorulamayan ÖRTÜLÜ ÖDENEK kullanan Başbakan, nasıl olur da
bir Kamu Görevlisi olarak istifa etmez?

Bu hangi mantığa, hangi hukuk kuralına, hangi vicdana uyar?

Bu feryada, bu eşitlik-adalet-dürüstlük istemine suskun kalamazsınız.

Bu ülkede sizler, Başbakan’ın baskısı ile hukuksuzluğa geçit verirseniz,
ülkede illegalite başlar ve sonu büyük bir kargaşaya gider.

Lütfen yalnızca ve yalnızca Türkiye’yi-Adaleti-Hukuku düşünün ve bizlere
“Çok şükür ki Ankara’da Yargıçlar var” dedirtiniz.

Tüm bunlara karşın, “Milli İrade Karşıtı ve Hırsızlar İmparatoru” olan zat, bu aziz devletin tepesine geçerse, kendini bu vatanın sahibi olarak gören herkes, o kişiye, hak etmediği o makamı “İĞNELİ FIÇI” haline getirecektir.

Eğer bir ülkenin tepesindeki kişi yasalara uymuyor, dürüst ve namuslu davranmıyorsa, vatandaşlar niçin yasalara uysunlar ki?
Kim hangi gerekçeyle vatandaşa “Yasalara uy” diyebilecek?
Kim, ha kim söyleyebilecek?

Sağlık ve başarı dileklerimle, 07.07 2014.

Seçim ve sonrası : Seçim ve sonrası

Dostlar,

Değerli dostumuz Sn. A.Rıza Aydın engin hukuk (özellikle Anayasa hukuku) birikimiyle,
çok öğretici aşağıdaki makalesini bizimle paylaşıyor. Kalemine sağık.. diyoruz elbette..

Bir nokta var anlamadığımı – katılmadığımız :

Sayın Aydın yazısında özeksel (merkezi) yönetimin Anayasaya göre yerel yönetimler üzerindeki denetiminin “idari vesayet” ile sınırlı olması gerekirken bunu çok aştığını ve yerel yönetimlerin özeksel yönetimce bir tür teslim alındığını belirtip bunu eleştiriyor.

Ancak, Türkiye’nin 3 Ekim 1992’de Bakanlar Kurulu Kararı ile yürürlüğe koyduğu
Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı” denen uluslararası hukuk belgesi tam da tersine yerel yönetimleri olabildiğine özerk – özgür – geniş yetkili dükalıklar konumuna yükseltmedi mi? İnanılmaz ölçüde “şımarık” bir hukuksal kayırma ve hatta dokunulmazlık sağlamadı mı?? Üstelik Türkiye, bu Şart’a koyduğu çekinceleri de
daha sonra kaldırarak ipleri iyice gevşetmedi mi?? Yerel yönetimlerin Yurtdışı bağlar – birlikler kurabilmesi, dışarıdan borçlanabilmesi vb..??

Sayın Aydın, bu konuların bir uzmanı olarak ne derler acaba??

Sevgi ve saygı ile.
27 Mart 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

====================================================

Seçim ve sonrası

Ali_Riza_Aydin_portresi

Ali Rıza Aydın
E. Anayasa Mahkemesi Raportörü

 

 

Anayasa’ya göre seçimler yargı organlarının genel yönetim ve denetimi altında
yapılsa da başlamasından bitimine dek yönetimi ve dürüstlüğü ile ilgili bütün işlemleri yapma ve yaptırma, yolsuzlukları, yakınma ve itirazları inceleyerek karara bağlama görevi Yüksek Seçim Kurulu’nun olsa da fiili durum “güven” yerine güvensizliği
işaret ediyor.

Güvensizliğin başında, her türlü yolsuzluğu yapma yeteneğine sahip AKP ve AKP’li dönemde yapılan önceki seçimlerde yaşananlar ile adrese dayalı nüfusa kayıt sistemindeki kargaşa geliyor. Yozlaşmadan yargının da payını alması ve
“AKP yargısı”na geçilmesi, seçimlerin genel yönetim ve denetimini tümüyle güvensizlik batağına itiyor.

30 Mart yerel seçimleri, AKP’den kurtulma hedefiyle birlikte, halkın “seçim güvenliği”ne kilitlenmesinin gerekçelerini fazlasıyla artırıyor. Seçime, AKP’nin ve
eline geçirdiği devletin yerine Haziran Direnişi’ni yaratan halkın sahip çıkması gerekliliği zorunlu duruma geliyor.

Seçimin biçimsel ilkesi, “serbest ve gizli oy, açık sayım ve döküm”dür.
Oy verme sandık başını ilgilendirir iken, açık sayım ve döküm, hem sandık başını
hem de daha sonra, ilçe ve il seçim kurullarıyla başlayan ve YSK’de sonuçlanan bölümü ilgilendirir.

Sandık başına gitmek, iki sorumluluğu birden gerektirir. Birincisi, oy kullanmak;
ikincisi, açık sayım ve dökümde, sandık görevlileri ve parti gözlemcileri yanında
halkın ve adaletin gözlemcisi olmak… Serbest ve gizli oy, yalnızca kendi oyunun serbestliği ve gizliliği anlamına gelmez. Sandık başında oy verme süresince
seçim güvenliğini sağlama, seçimle ilgili yolsuzlukları saptama, yakınma hakkını kullanma anlamına gelir.

Açık sayım ve döküm ise ilkin her bir sandıktan çıkan oyların tek tek sayımı ve dökümü ile bunların tutanağa geçirilmesini içerir. Bu süreç halkın doğrudan içinde bulunduğu süreçtir. Ancak, döküm, sandık başında, yani tutanakların sandık görevlilerince imzalanıp kapılara asılmasıyla bitmez.

Döküm, sandık sonuçlarının veri tabanına işlenerek birleştirilmesini,
ilçe ya da il düzeyinde toplanmasını da içerir. Bu süreç, doğrudan ilçe ve il seçim kurullarının ve sonuçta YSK’nin içinde olduğu süreç olmakla birlikte gizli değildir.
Ancak, işin tekniği gereği bu süreçte halkın bulunması zor (olanaksız denemez) olmakla birlikte, seçime katılan siyasal partilerin bulunması gerekir.

  • Hükümet buyruğundaki UYAP üzerinden yürütülen bu döküm sistemi,
    AKP dönemindeki seçimlerin en güvensiz alanı olmuştur.

Bu güvensizliği ortadan kaldırmak siyasal partilerin elindedir ve olanaksız değildir.

* * *

Yerel seçimlerin özüne yönelik uyarı ise bir yanıyla neo-liberalizmin, küreselleşme ve yerelleşmeyi ikiz olarak görmesi ve belediyeleri kapitalizmin vazgeçilmez pazarları haline getirmesi, öbür yanıyla AKP’nin, dönüştürdüğü devlet ve hukuk içinde yerel yönetimleri de eritmesi şeklinde özetlenebilir.

Kamu kaynaklarının yağmalanmasında, hukukla birlikte, halkın seçtiği yerel yöneticiler aracı kılınmıştır. Anayasa’daki, merkezi yönetimin yerel yönetimler üzerindeki
“idari vesayet yetkisi”, yerini “elleri kolları Hükümete bağlı” yerel yönetim anlayışına bırakmıştır. Bu durum, merkezi iktidarı elinde tutan partinin de seçim kozu haline getirilmektedir.

Sonu geldiği halde koltuğundan kalkmayan AKP’yi yıkmak için,
burjuva devlet düzeninin yerel yönetimlere biçtiği rolleri de reddetmek gerekir.
Yerelin, “sermaye egemenliğinin derinleşmesi” için kullanılmasına izin verilmemeli,
30 Mart seçimlerinin özü bu reddiyeye dayandırılmalıdır.

Çözümü, emperyalist, sömürücü, gerici, işbirlikçi ve uzlaşmacılarla birlikte arayan, Haziran Direnişi’nden Berkin Elvan’a ve bugünlere gelen süreçte yapılan
uyarı tokadını anlamayan herkes,

yakında beyinlere yerleştirilecek “düşünmeyi engelleme çipleri”

ne de hazır olmalı.

Seçime, “karanlıktaki ışık arayışı” rolü yüklenirse,
karanlıktan çıkmayı bilmeyene fayda etmez.

  • Çözüm için her şey, “Haziran Direnişi”nin uyarısını,
    “solun zamanı”nı işaret ediyor.

Her şeye karşın, 31 Mart sabahı, seçimin tek çözüm olmadığını,
halkın egemenliği için “solun gerekliliği”ni işaret ediyor.

(http://haber.sol.org.tr/yazarlar/ali-riza-aydin/secim-ve-sonrasi-90052, 27.3.14)

TÜİK Başkan Yardımcısı’na Mektup

Dostlar,

Sayın Prof. Dr. Ali Ercan‘ın Nüfus (Demografi) konularındaki duyarlık ve katkısını
bu siteden sizler de biliyor ve izliyorsunuz. Özellikle 2000 – 2007 arasında 7 yılda nüfusun toplam 2,8 milyon, yılda ortalama 400 bin artışını pek haklı olarak sorgulamakta. Bu 7 yılda nüfusun yaklaşık 1 milyon / yıl ortalama ile 7 milyon dolayında artışı beklenirken yaklaşık 4,2 milyon eksik verilişi ve sonraki sayımlarda bu
yitik nüfusun “yedirilmesi” (iadesi!) çabası elbette açıklanmak zorundadır.
Bu arada yerel – genel seçimler yapılmış ve Yüksek Seçim Kurulu bu verilere dayalı Seçmen Kütükleri hazırlamıştır.

Sorunu  biz de, bu sitede yazdığımız yazılarda sorgulamıştık.

Sayın Prof. Ercan’ın TÜİK Başkan Yrd. Enver Taştı’ya mektubunu ve ekindeki
çok öğretici pp yansılarını paylaşmak istiyoruz.

TUIK_Bsk_Yrd._Enver_Tasti’ya_sunum_8.3.14

Emekleriniz ve paylaşımınız için teşekkürler Sayın Ercan..

*****

Sayın Enver Taştı
TÜİK Başkan Yardımcısı  

Hatırlarsınız,  Aralık 2013’te “Temiz Seçim Platformu” adına 5 kişilik bir heyetle sizleri ziyarete gelmiş, Türkiye’deki seçmen sayısı ve dolayısıyla nüfus konusunda yararlı bir görüşmede bulunmuştuk. Bu görüşmenin gerçekten çok yararlı olduğunu söylemeliyim, özellikle benim açımdan. Seçim, Enerji, Çevre konulu söyleşilerimde ister istemez nüfus konusuna değinmek zorunda kalıyordum; eski DİE verileri temelinde hesapladığım projeksiyonlarda Türkiye’nin nüfusu şimdi sizin ADNKS temelinde verdiğiniz rakamlardan ~5 milyon daha yüksek çıkıyordu.

2007 sonrası TÜİK bilgilerinin doğru ve güvenilir olduğu yönündeki açıklamalarınızı ikna edici buldum ve bu nedenle son zamanlardaki söyleşilerimde TÜİK nüfus verilerini bire bir kullanıyorum. Sizlerle yaptığımız bu toplantıdan sonra ben Demografi Daire Başkanınız Sayın Ş. Canpolat’ı da ayrıca ziyaret ederek görüş alış verişinde bulundum. Şebnem hanımla paylaştığım birtakım teknik ayrıntıyı sizinle de paylaşmak isterim.

Öncelikle “Ortalama ömür” konusundaki algı yanlışlığına dikkatinizi çekmek istiyorum. TÜİK bildiriminde yayınladığınız  “yaş dağılım grafiği”nden görüldüğü kadarıyla
Türkiye’de Ortalama insan ömrü ~61 yıldır. Yani 2014 yılı içinde “ölen insanların
ölüm yaşlarının ortalaması” 61’dir. Tabii ki, bunun 2014 yılında doğanlar için “beklenen ömür”le bir ilgisi yok. 2014 yılında doğan çocuklarımızın bekledikleri ortalama yaşam süresi benim kestirimlerime göre ~ 80 yıldır; bir başka anlatım ile  2094 (2014 + 80) yılında Türkiye’de ortalama ömür 80 yıl olacaktır. Ancak pratikte önemli olan ömür süresi ‘beklenen’ değil, ‘gerçekleşen’ ömür süresidir ki bu da 2014’te 61 yıldır. Zaten yalnızca doğum-ölüm olaylarının gerçekleştiği normal dağılımlı bir popülasyonda, yani (yurt dışına-içine) göçlerin etkisi ihmal edilebilir düzeyde kaldıkça, Ortalama yaşam süresi (ortalama ömür) ortalama yaşın 2 katından büyük olamaz.

“Ortalama yaş” ise bildiğiniz gibi halen “yaşayanların yaşlarının ortalaması”dır ki,
yine bu grafiğin analizinden Ortalama yaşı ~31 yıl buluyorum (61<2×31).
Ortanca Yaş (medyan yaş) genelde ortalama yaştan biraz küçüktür.

Bir başka konu, “kadın başına çocuk sayısı” dır ki, Yıllık nüfus artış hızı c ve
ortalama yaşam süresi y ile basit bir şekilde bağıntılıdır;

d ≈ c x y + 2,05.

Örneğin yıllık nüfus artış hızı 0,011 ve ortalama yaşam süresi 61 yıl olduğuna göre 2014 yılında kadın başına (ömür boyu ortalama) çocuk sayısı 0,011×61+2,05=2,7 bulunuyor. Bu şu demektir: Türkiye’deki bütün kadınlara (yaşları ne olursa olsun!)
“kaç çocuğu olduğu” sorulduğunda verecekleri yanıtların ortalaması 2,7’dir.
Sizin hesaplamalarınızda bu algoritmanın kullanılmadığını; yalnızca doğurganlık dönemi 15-49 yaş arası kadınların dikkate alındığını biliyorum. Dolayısıyla
kadın başına çocuk sayısı, yıl içinde doğan çocukların doğurganlık dönemindeki
kadın sayısına bölünmesi ve doğurganlık süresine normalize edilerek elde edilen “doğurganlık (fertility)” kavramından farklıdır.

Ancak, yaş dağılım grafiğinizde, 15-49 yaş arası kadın nüfusuna baktığımda,
bu verilerin doğurganlık rakamıyla uyumlu olduğunu söylemek maalesef olanaklı değil.

Değerli Enver Bey,

Söyleşilerimde kullandığım nüfus konusuna ilişkin yansıları da ekte gönderiyorum. Çalışmalarınızda başarılar diliyorum.

Saygılarımla. 8.3.14
Prof. Dr. D. Ali Ercan

*****

Bu arada, TÜİK’in; nüfusun hızlı yaşlanıp yaşlanmadığı, Başbakan R.T. Edoğan‘ın
en az 3 çocuk isteyişinin ve açık – örtük teşvikler verişinin (pro-natalist demografi politikası) ve bu bağlamda Türkiye’nin halen içinde bulunduğu Demografik Fırsat Penceresi … gibi olguların tartışılması için bir,

ULUSAL NÜFUS SORUNLARI KURULTAYI  toplaması önerimizi yineliyoruz..

Anayasa’nın AİLE PLANLAMASI hakkındaki 41. maddesini
aynen anımsatmakta büyük yarar görüyoruz.

  • Anayasa madde 41 – … Devlet, ailenin huzur ve refahı ile özellikle
    ananın ve çocukların korunması ve aile planlamasının öğretimi ile uygulanmasını sağlamak için gerekli tedbirleri alır, teşkilatı kurar…. 

Sevgi ve saygı ile.
9 Mart 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

İstanbul’da rekor nüfus artışı


Dostlar
,

Türkiye -ve dünya- nüfusu hızla ve tehlikeli biçimde, denetimsiz büyümeyi sürdürüyıor.

BM nüfus Fonu’nun (UNFPA)
 verilerine göre, 2011 yıl ortasında (1 Temmuz)
Dünya nüfusu 7 milyarı aştı!

Bu büyüklükte bir nüfus, Dünyanın eldeki kaynaklarıyla destekleyebileceği bir nüfus değil!

Bu noktada hemen tüm uzmanlar uzlaşmakta.
Dünya kaynaklarının ekolojik bağlamda çöküş – iniş aşamasında olduğu
kabul edilmekte.

BM raporlarında (Millenium Echosystem Assessment) son 50 yılda çevreye verilen zararın tüm geçmiş zamanların birikimini aşkın olduğuna gönderme yapılmakta.

Dünya nüfusu her yıl yaklaşık Türkiye nüfusunca büyümekte!
Bu rakam yaklaşık 80 milyon ve yaklaşık %o 11 düzeyinde nüfus artış hızına
denk düşüyor.

Türkiye ise yaklaşık % 1,68 düzeyinde bir nüfus artış hızına sahip. Bu rakam, Dünya verisinin 1,5 katı. Ne yazık ki TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu) bu rakamı % 0.35 eksikle %1,33 olarak vermekte! Bu ciddi hatanın eleştirisi bu sitede gerekçeli ve sayısal verilerle yapılmış ve TÜİK yanıt vermeye çağrılmıştı tarafımızdan.. Ancak günümüze dek henüz hiç yanıt yok..(http://ahmetsaltik.net/wp-admin/post.php?post=11522&action=edit, 1.3.13)

İstanbul, durdurulamayan aşırı nüfus artışı ile son derece ciddi bir sorun kaynağı.
Öyle övünülecek bir yanı ise kesinlikle yok.

TÜİK, Türkiye nüfusunu da doğru veremiyor.. Ciddi hatalar ve çelişkiler içeren sayılar yayımlıyor. Gerçek nüfus 83 milyon dolayında iken, yaklaşık %10 eksik veriliyor.
Sn. Prof. Dr. D. Ali Ercan‘ın ve bizim bu sitemizde sorunu irdeleyen epey yazımız var.
Mart 2014’te yerel seçimler gündemde ve Yüksek Seçim Kurulu, TÜİK verilerine dayalı olarak sandık seçmen listelerini hazırlayacak.. Gerçek nüfusun bilinmesi yaşamsal önemde!

Sonuç olarak; Türkiye artık bir anti-natalist nüfus – demografi politikası belirlemek zorunda. Nüfusunun sayısa öngörüleri yanı sıra niteliği, ülkeye dağılımı, kır- kent oranları vb. sosyal – ekonomik – politik demografik karakteristiklerini de öngörmeli.

  • “Her aileye 1 çocuk!” ilkesi dünyada ve Türkiye’de benimsenmeli.
    Başbakan, her aileye 3-5 çocuk, nüfus yaşlanıyor.. vb. derin ve
    hiçbir bilimsel temeli olmayan yanılgılardan kendisini kurtarmalıdır.
  • Unutulmasın : Çocuklarımızın geleceğini çalmaktayız!

Sevgi ve saygı ile.
16.9.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=============================================

İstanbul’da rekor nüfus artışı

Nüfusuyla 122 ülkeyi geride bırakan İstanbul’un son 4 yıldaki nüfus artışı,
Türkiye’deki 64 ilin nüfusundan daha çok  oldu.

Nüfusuyla Yunanistan, Tunus, Portekiz, Küba, Belçika, İsveç, Çek Cumhuriyeti, Belarus, Macaristan ve Tunus’un da aralarında bulunduğu 122 ülkeyi
geride bırakan İstanbul, son 4 yılda nüfusuna 1 milyon 157 bin 576 kişi ekledi. Türkiye İstatistikKurumu (TÜİK)verilerinden yaptığı hesaplamalara göre,
İstanbul’un 4 yıldaki nüfus artış miktarı, ülkedeki 64 ilin nüfusundan daha çok oldu.

İstanbul’un, 2008-12 döneminde yıllık ortalama nüfus artışıyla, nüfusuna her 4 ayda bir Tunceli, 5 ayda bir Kilis, 6 ayda bir Gümüşhane ve 7 ayda bir Artvin eklendi.
Aynı dönemde Ankara ise yıllık ortalama 104 bin 150 kişilik artışıyla Tunceli ve Bayburt’un nüfusundan fazla arttı. 2008-12 döneminde Ankara’nın nüfusu 416 bin 603, Antalya’nın nüfusu 233 bin 262, Şanlıurfa’nın nüfusu 187 bin 851,
Gaziantep’in nüfusu 187 bin 335, Bursa’nın nüfusu da 180 bin 208 kişi arttı.

Oransal olarak en çok Antalya’nın nüfusu arttı

Oransal olarak bakıldığında ise nüfus artış hızında başı Antalya çekti.
Antalya’nın 2008-12 yılları arasında nüfusu % 12,54 oranındayükseldi.

13 ilin nüfusu düştü

2008-12 döneminde Yozgat, Ardahan, Çorum, Kars, Zonguldak, Kırıkkale, Sivas, Kırşehir, Giresun, Tokat, Amasya, Tunceli ve Kastamonu’nun nüfusu geriledi. (AA)