Etiket arşivi: www.ahmetsaltik.net

Örgüt (Nedir? Ne değildir?)

Örgüt
(Nedir? Ne değildir?)

Lütfü Kırayoğlu
ADD Genel Sekreter Yardımcısı

(AS: Bizim kısa notumuz yazının sonundadır..)

Örgüt kavramı gerek ülkemizde, gerekse ADD örgütlenmesi içinde 12 Eylül sonrasında özellikle dış etkilerle bozulmaya uğramıştır. Bu nedenle örgüt kavramını yerli yerine oturtmak amacı ile böyle bir denemeye girişilmiştir. Kimi tanımlar yeniden yapılmış ve ilk kez denenmiştir. Bu nedenle bu deneme aynı zamanda tartışmaya açıktır. Umarız yararlı olur.

Örgüt: Ülkemizin son 50 yıllık tarihinin en tehlikeli sözcüklerinden biri. Ayrıca konuyu hiç bilmeyenler için bile çağrıştırdığı kavram anlamında dilimizin en güzel sözcüklerinden biri.

En genel olarak sözlüklerde “ortak bir amacı ya da eylemi gerçekleştirmek amacıyla bir araya gelmiş kurumların ya da kişilerin oluşturduğu birlik” olarak tanımlansa da bu tanım tarihin en büyük ve en güçlü örgütlenmesini dışta tutan bir tanımdır.

Devlet:

Kuşkusuz insanlık tarihinde var olmuş en köklü ve geniş örgüt devlet aygıtıdır. Bu aygıtın, güçlü, köklü ve yaygın olması o devletin sürekliliğinin de gerekli koşuludur. Yukarıdaki tanımı yapanlar son yıllarda dayatılan Sivil Toplum Örgütü kavramına takılmış olmalılar ki, Sivil Toplum Örgütü kavramının ne olduğu konusunu bu yazının ilerleyen bölümlerinde ele alacağız.

İnsanoğlunun ayağa kalkıp ilk insan toplulukları içinde avcılar, toplayıcılar, saklayıcılar, pişiriciler, koruyucular gibi işbölümünün başlaması ile birlikte örgütlenme de başlamıştır. Bu çerçevede örgüt, adı konmadan işlev olarak ortaya çıkmış bir olgudur.

Mülkiyet kavramının gelişmesi, dış güvenlik yanında iç güvenlik gerekliliğini de ortaya çıkardı. Yani savaşçılar ikiye ayrıldı. Bu ikisi askerler ve polis örgütlenmesini getirdi. İstihbarat, adalet, vergi toplamanın zorunlu sonucu olarak, sağlık, eğitim, su, bayındırlık, ulaşım gibi örgütlenmeler ile günümüzün “modern” denilen devletleri ortaya çıktı.

İster günümüz “modern” devletleri olsun, ister eski çağlarda olsun, oluşan devlet aygıtını dengelemek için devlet içinde yaşayan insan topluluklarının örgütlenme gereksinimi doğdu. Bu anlamda köleci toplumda da feodal toplumda da kapitalist toplumda da sosyalist toplumda da örgütlenme hep olagelmiş, örgütlenme gereksinimi ortaya çıktığında yasaların olması ya da olmamasının önemi kalmamış, insanlar gizli de olsa örgütlenmiştir. Bu uğurda milyonlarca insan yaşamını yitirmiştir. Devlet adına ortaya çıkan örgütler devlete adını veren egemen sınıfları desteklerken, devlete egemen olamayan ya da muhalefet eden insanlar bir başka örgütlenme yaratmanın yolunu bulmuşlardır.

Örgüt Gereksinimden Doğar

İster devlet örgütü olsun, ister bunun dışındaki örgütlenmeler olsun, tamamı bir ihtiyaçtan doğar. Tıpkı “İhtiyaç buluşların anasıdır” deyişinde olduğu gibi, ihtiyaç örgütlerin de anasıdır. İhtiyaçtan doğmayan hiçbir örgüt yaşayamaz. Dünya tarihini de bizim tarihimizi de örgüt açısından inceleyenler, ihtiyaçtan doğmayan örgütler mezarlığı ile karşılaşır.

Çatışma Alanları

……………………….
…………………….

NGO ya da Sivil Toplum Örgütü

İşte tam da bu kavram kargaşasının yaşandığı dönemde, batı merkezlerinden ileri sürülen yeni bir sözcük kalıbı “imdada” yetişmiştir: Sivil Toplum Örgütü. 12 Mart ve 12 Eylül Askeri Faşist darbesinin şokunu atlatamayan ülkemizde faşist uygulamalardan doğan asker ve polis tepkisi Sivil Toplum Örgütü kalıbı içindeki “sivil” sözcüğü ile bir yaraya “ilaç” olarak piyasaya sürülmüştür.

Bu sözcük kalıbını ortaya atanlar o yıllarda yaygınlaşmaya başlayan özel TV kanallarında sade vatandaşların şaşkın bakışları arasında “Enciyo” sözcüğünü kasıla kasıla söylemişlerdir.

Oysa “Enciyo” batılı kimi para babalarının da desteklediği ve İngilizcedeki Non Goverment Organisation sözcüklerinin baş harflerinden oluşan NGO kısaltmasından başka bir şey değildir. Ancak burada sorun sadece söz kalıbının yabancı kaynaklı olmasından ibaret değildir.

Non Govermental Organisation sözcüklerinin tam karşılığını, Hükümet Dışı Organizasyon olarak dilimize çevirebiliyoruz. Burada hükümet dışı olmak elbette “hangi hükümet” sorusunu da sordurmaktadır. Bizde ve başka ülkelerde hükümetlerin devlet organizasyonu dışında moda deyimle “çakma” örgütler kurdurduklarını biliyoruz. Son dönemde bu örgütlerin yüzlercesinin bir araya getirilerek yapay platformlar, federasyonlar oluşturduklarını da görüyoruz. Ancak bu tür örgütlenmelerin uzun ömürlü olmadığını da görüyoruz. NGO olarak tanımlanan bu türden dış destekli kuruluşların bizim hükümetlerimizin dışında olsalar bile başka, özellikle de emperyalist devletlerin hükümetleriyle iç içe olduklarını, güçlü mali destekler aldıklarını görüyoruz. Bu örgütlerin dönemsel olarak bizim hükümetlerimizle bağlantıları olsa da günün birinde emperyalizmin güdümünden sıyrılan hükümetlere karşı bu kuruluşların psikolojik savaş aracı olarak kullanıldığını kendi deneylerimizden ve diğer az gelişmiş ülkelerden öğreniyoruz.

AB (Avrupa Birliği) Fonları, Kalkınma Ajansları, dolar milyarderi George Soros’un Macaristan’da kurduğu Açık Toplum Vakfı vb. kaynaklardan adı sanı duyulmadık kimi örgütlere hangi desteklerin yapıldığını sıklıkla yaygın basında olmasa bile sosyal paylaşım ağlarında görüyoruz. Bunların, ülkemizde desteklediği kuruluş olan TESEV’in içine aldığı ünlü siyasiler, bilim insanları, gazeteciler tarafından nasıl parlatıldığı biliniyor.

Soros Adlı Bir Adam

ABD dış politikasını yönlendiren örgütün (Council on Foreign Relations) üyesi olan George Soros, her yıl 400 milyon dolarla fonlanan Açık Toplum Enstitüsü adı altında Orta ve Doğu Avrupa, eski SSCB ülkeleri, Guatemala, Haiti, Moğolistan, Güney Afrika’da ve diğer bölgelerde toplam 60 ülkede 2000 kişilik ekibiyle çalışıyor. “Kadife” devrimleri destekliyor.

TESEV, Soros ‘un Türkiye’de desteklediği en önemli bir vakıf. Vakfın yıllık bütçesi 2 milyon dolar ve bunun sadece 400 bin doları Soros tarafından geri kalan kısım ise BM ve Dünya Bankası fonları tarafından karşılanıyor.

Yakın zamanda da önemli bir siyasi partimizde  siyaset yapan, milletvekili adayı olan  LGBT yöneticisi Öykü Evren Özen’in, “Kaos Gey Lezbiyen Kültürel Araştırma ve Dayanışma Derneğinin” AB fonlarından yalnızca 2013 yılında 11 milyon TL destek aldığını belgeleriyle göstermesi ve 2015 yılı başvurularında “Trans Savunuculuğu” ve “Trans Ofis Destek Programı” kapsamında toplam 27 milyon TL’lik AB fonlarının da ne denli önemli rakamlar olduğu mali sıkıntılar içinde boğuşarak çabalayan örgüt yöneticilerince unutulmamalı.

TESEV’in dışında AÇEV, İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı, Tarih Vakfı, Türkiye Bilimler Akademisi, Kültür Bilincini Geliştirme Vakfı, Turist Rehberleri Vakfı, Dev-Maden-Sen, Türkiye İsrafı Önleme Vakfı, Şizofreni Dostları Derneği, Umut Vakfı, Kadın Girişimciler Derneği (KAGİDER), Diyarbakırlı Kadın Merkezi (KA-MER), Kadın Yurttaş Ağı (KA-DER), Uçan Süpürge Kadın Derneği, Diyarbakır Sanat Merkezi, Ankara Sinema Derneği, Açık Radyo, Medyakronik ve Beyoğlu Gazetesi Soros’ un dolaylı destek verdiği kuruluşlar.

Mustafa Yıldırım tarafından yazılan ve her baskısında ilginç eklemeler yapılan “Sivil Örümceğin Ağında” adlı eserde bizim hükümetlerimizle bağı olsun olmasın, emperyalist hükümetlerle bağlantılı örnekleri derli toplu olarak bulabiliyoruz.
……………………………..
……………………..

Kaç Türlü Örgüt Vardır?

Önem sırasına göre örgütleri şöyle sıralayabiliriz:

  1. Siyasal Partiler
  2. Sendikalar
  3. Meslek Odaları
  4. Kooperatifler
  5. Dernekler
  6. Spor Kulüpleri (Dernek statüsünde olmalarına karşın ayrı ele alınmalıdır)
  7. Vakıflar
  8. Yardım Sandıkları
  9. Okul Aile Birlikleri

…………………………
………………………………

2-Sendikalar

a-İşçi Sendikacılığı

Sendika kavramı işçi sınıfının örgütünü akla getirmekle birlikte ülkemizde uzun yıllardan beri işveren sendikacılığı kavramını da görüyoruz.

İşçi sendikaları işçi sınıfının ekonomik, siyasal hakları yanında çalışma saatleri, iş koşulları, işçi sağlığı, iş güvenliği, sosyal haklar, yemek, aile yardımı, bayram ikramiyesi, tazminatlar, disiplin kurulları, mesai saatleri, fazla mesai ücretleri, ulaşım koşulları gibi pek çok konuda işveren ile işçi arasında çalışma barışını düzenleyen örgütlerdir. 1946 yılında sınıf esasına göre örgüt kurma yasağı kaldırılınca sendikacılık ayrı bir kanunla düzenlendi. Sendikacılık ülkemizde 1960 yılına kadar ABD ve işveren denetiminde gelişmiştir. Eğer sendika önderleri bu iradenin dışında ortaya çıkarsa denetim altına alınmış ya da sendikacılar doğrudan işveren tarafından seçilmiştir. İşçiler arasından doğan sendika önderleri ABD’ye götürülerek sıkı bir “eğitimden” geçirilmişlerdir.

Sendikaların bu çerçevenin dışına çıkabilmesi 27 Mayıs Devrimi sonrası yapılan 1961 anayasasında köklü değişikliklerin önünün açılması ile gerçekleşmiştir. 1963 yılında çıkarılan sendikalar yasası ülkemizde gerçek sendikacılığın başlamasını tetiklemiş, sendikal rekabet sarı sendikacılığı da zorlaştırmıştır. DİSK (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu) bir anda işçiler arasında yükselişe geçmiş, ücret sendikacılığının da ötesine geçerek sınıf sendikacılığı kavramı gelişmiştir. Bu gelişme sonucu işverenlerin siyasal iktidarlardan en büyük talebi sendikalar yasasının değişmesi olmuş, nitekim, 274 sayılı Sendikalar Yasasında değişiklik yapan tasarının TBMM gündemine gelmesi ile 15-16 Haziran 1970 günleri Türk işçi sınıfı tarihinin en büyük eylemleri gerçekleşmiştir.

 “Sosyal Uyanış Ekonomik Gelişmeyi Aştı”

İşçi sendikacılığının bu yükselişi işveren sendikacılığının da örgütlenmesini hızlandırdı. 15-16 Haziran büyük işçi hareketinin üzerinden 9 ay geçmeden 12 Mart 1971 faşist darbesi gündeme geldi ve darbenin gerekçesi, darbe önderlerinden Genelkurmay Başkanı Org. Memduh Tağmaç tarafından “sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aştı” sözleriyle açıklanmıştır. 12 Mart darbesi sendikalara da sendikacılara da ağır bir yumruk indirdi.

Türkiye 12 Eylül 1980 darbesine doğru ilerlerken büyük işçi grevlerine de sahne oldu. Yıllar süren grevler, çatışmalar oldu. Sendikalar hatalar da yaptılar. Usta yazar Aziz Nesin, bu hataları eleştirdiği “Büyük Grev” adlı eseri nedeniyle ağır eleştirilere uğradı. 1980 yılına gelindiğinde 40 milyon olan ülke nüfusu içinde sendikalı işçi sayısı 3 milyonu aşarak tarihi bir rekora ulaşıyordu. Bu sayıya bir daha asla ulaşılamayacaktı. Bu arada bugün 80 milyonluk ülke nüfusu içinde sendikalı işçi sayısının 2017 Temmuz ayında 1 milyon 423 bin olduğu açıklansa bile işçilerin 1’den çok sendikaya üye olabilme olanağı (!) getirildiğinden bu sayı da kuşkuludur. Bu sayı içinde 544 bin işçinin siyasal iktidarın rotasından ayrılmayan konfederasyonun üyesi olduğu acı bir gerçektir.

“Gülme Sırası Bize Geldi”

……………………..
……………………………….

4-Kooperatifler

Türkiye gibi kaynakları yetersiz, eğitim olanaklarının sınırlı, bilgiye ulaşmanın zor olduğu ülkelerde kooperatifçilik her alanda güçlerin birleştirilmesine, kaynak israfını önlenmeye yönelik özel bir ortaklık modelidir. Ancak her nedense ülkemizde “komünist işi” olarak görülmüş ve özellikle 1950 sonrası her türlü engel konularak önlenmiştir. Başta tarım olmak üzere üretim kooperatifleri, tüketim kooperatifleri, yapı kooperatifleri, okullarda eski yıllarda kantin kooperatifleri ve son zamanlarda kültür kooperatifleri ortaya çıkmıştır.

Son 20 yılda kooperatifçiliğin gerçek hedefi olan üretim ve tüketim kooperatifleri sessizce hayatımızdan çıkarken bunların yerini taşıma vb. yapay kooperatifler almakta, kooperatifler sessizce hayatımızdan çıkmaktadır. Var olan kooperatiflerin önemli bir kısmı kâğıt üzerinde olup faal değildir. Üretim kooperatifleri ile temin tevzi kooperatiflerinin üçte biri faal iken tüketim kooperatiflerinin beşte bir faaldir.

Atatürk çok genç yaşlarda kooperatifçilikle tanışmış, Sofya Askeri Ataşesi olarak görev yaptığı 27 Ekim 1913 ile 20 Ocak 1915 arasındaki 15 aylık süre içinde Bulgar köylüsünün kalkınmasını incelemiştir. Sofya’da bulunduğu süre içinde Binbaşı Mustafa Kemal, Bulgar köylüsünün kalkınmasındaki mucizede kooperatiflerin rolünü beynine kazıdı.

Atatürk, işte bu nedenle 1920’den ölümüne dek geçen süre içinde Türk kooperatifçilik hareketine öncülük etmiştir. Bu bağlamda, özellikle çiftçilerin kooperatifleşmesi konularında konuşmalar yaptığı, yasaların çıkarılmasında egemen rol oynadığı bilinmektedir. Atatürk bunlarla da yetinmemiş, eylemiyle de kooperatifleşme hareketine katkıda bulunmuştur. Örneğin iki kooperatifin kurucu ortağı olmuştur. Bunlardan biri, tarımsal amaçlı bir kooperatif olan Tarım Kredi Kooperatifi’dir. Diğeri ise, Ankara Memurları Tüketim Kooperatifi’dir.

Atatürk’ün kooperatifleşme konusunda yaptığı kimi konuşmalar şunlardır:

“Ben de çiftçi olduğumdan biliyorum, makinesiz ziraat yapılmaz, el emeği güçtür, birleşiniz. böylece makine alınız” (24 Ağustos, 1925 Kastamonu)

“Mesela; Kooperatifler. Şurada burada halk ya da münevverlerin teşebbüsü ile fiili sahasına geçen kıymetli hasılalar görülmektedir. Hükümetimizin de bu gibi teşebbüsleri takviye etmesi lazımdır. Hükümeti Cumhuriyet bu lüzumu tabii idrak etmektedir” (27 Ocak 1931, İzmir Halk Fırkası Kongresi)

“Kanaatim odur ki, muhakkak suretle birleşmede kuvvet vardır.  Kooperatif yapmak, maddi ve manevi kuvvetleri, zekâ ve maharetleri birleştirmek demektir. …Müstahsillerin birleşmesinden şahsi menfaatlerini haleldar olacağını düşünenler tabii şikâyet edeceklerdir.” (1 Şubat 1931, İzmir Ticaret Odası)

“Kooperatif teşkilatı, her yerde sevilmiştir. Kredi ve satış için olduğu gibi istihsal vasıtalarını öğretip kullandırmak için de kooperatiflerde istifayı mümkün görüyoruz” (1 Kasım 1936, TBMM Açış Konuşması)

“Köyde ve yakın köylerde müşterek harman makinelerini kullandırma köylülerin ayrılamayacağı bir adet haline getirilmelidir. Zirai sanayi bilhassa üzerinde meşgul olacağımız mevzu olacaktır. Bu arada sütçülüğe, süt sanayine önem vermekteyiz. Sırasıyla; şehir ve kasabalarımızın temiz ve ucuz süt mamulatı ihtiyacını temin edecek fabrikalar tesisinse ve bununla ahenkli bir surette köylerdeki sütleri kıymetlendirecek ve satışı kolaylaştıracak kooperatifler teşkiline çalışılacaktır” (1 Kasım 1937, TBMM Açış Konuşması)
………………………….
…………………………….

KİTLELERİ BÖLMEK İÇİN KURULAN “KİTLE” ÖRGÜTLERİ

Ülkemizde 12 Eylül darbesi sonrası yaygınlaştırılan dernek türlerinden birisi de hemşeri dernekleridir. Bunun benzeri başka alanlarda da mevcuttur. Etnik kökeni ifade eden, inanç kökenini ifade eden, mezun olduğu okulları ifade eden, çıkarları aynı olduğu halde insanları bölen örgütlenmeler ne yazık ki hepimiz tarafından desteklenmekte bu örgütlere üye olmayanlar kınanmaktadır.

Ülkemizde kırsal kesimdeki kalabalık aileler, toprağın hızla bölüşülerek parçalanması, verimsizleşmesi sonucu köyden kente göçü zorlamış, 1960 sonrası hızlanan sanayileşme hatalı bir politika ile İstanbul, Kocaeli, İzmir, Ankara, Adana gibi büyük kentlerde merkezileşmiş, bu çarpık gelişme ise kırdan kente göçün bu kentlere yönelmesine yol açmıştır.

Geldikleri bu kentlerde akrabalarının, köylülerinin, hemşerilerinin yakınındaki sağlıksız  gecekondulara yerleşen yarı köylü, yarı kentli insanlarımız, o yıllarda hızla yükselen işçi hareketi içinde sendikalarda örgütlenmişlerdir. Bu yolla büyük kentlerde yok olmaktan, yalnızlıklarından kurtulmuşlardır. Yaşanan grevler ve fabrika işgallerine varan olaylarda, fabrika yakınlarındaki gecekondularda oturan işçi aileleri ve onların yakın akrabaları bu direnişlere büyük destek vermişlerdir. İstanbul’un Alibeyköy semtinde bu türden sayısız örnek yaşanmıştır.

12 Mart ve 12 Eylül darbecileri bu durumdan kendilerine göre dersler çıkartmış ve bu fabrikalar sanayi bölgelerine ve Kalkınmada Öncelikli Bölge ilan edilerek desteklenen Bilecik, Bozüyük gibi yerleşimlere taşınmış bu arada Anadolu’dan göç eden bu insanlarımız kendi aralarında geldikleri illere göre örgütlenmeye yönlendirilmişlerdir. Bir süre sonra bu örgütlenmeler ilçelere, köylere kadar ayrılmışlar, her ilde bu türden dernekler boy göstermiş, belediyeler bu derneklere yer tahsis etmiştir. Öylesine ayrışmalar olmuştur ki kimi illerde göç ettikleri il ile ilgili kurulan dernek sayısı göç ettikleri ilin köy sayısını bile aşmıştır. Bu dernekler bir süre sonra siyasal partilerin temel ilgi alanı olmuş, seçimlerde en çok ilgi gören, ziyaret edilen yerler arasına girmiştir. Aynı yöreden göç eden, aynı dertlerle boğuşan, hedefleri aynı olması gereken insanlar ayrıştırılmıştır. Siyasal iktidarlara yakın olan dernekler gelir getirici lokallere sahip olabilmişlerdir.

Öte yandan, daha eğitimli kesimler de mezun oldukları okullara göre örgütlenip kendilerine kimi ayrıcalıklar sağlama gibi seçkinci eğilimlere sahip olmuşlardır. Galatasaraylılar, Mülkiyeliler, İTÜ’lüler, ODTÜ’lüler, Kabataşlılar gibi… İyi niyetlerle başlanan bu örgütlenmeler hızla toplumda bölünmenin bir aracını oluşturmuştur.

Örgütsel parçalanma giderek etnik kökenleri ifade eden derneklerden, dinsel inançları, mezhepleri ifade eden derneklere dek ilerlemiş, burada da kalmayarak cemaatler, tarikatlar da örgütlenmiş kendilerine STK adını vererek yasal kılıf altına girmişlerdir (15 Temmuz darbe girişimi bu açıdan da incelenmelidir).

Bunlar dışında seçkinler,  ayrıcalıklılar yaratmanın aracı olan masonik yapılar bulunmaktadır. Çok az sayıda üyeden oluşan bu örgütlere her isteyen giremez. Yüksek aidatlar, lüks yaşam biçimi, her derneğin üye üst sınırının belirli olması, başkanlığın seçimle alınmasına karşın yetenekten ziyade bir sıra ile gelmesi, dışa kapalı yapı aristokratik ritüeller gibi ayrılıklar ve ulus ötesi ilişkileri nedeniyle bu örgütler konumuzun dışındadır.

………………………………….
……………………………………..

Son Söz

Örgütsüz halk köle halktır.

Örgüt diye bizi köleleştirmek isteyenlerin dayattığı örgütleri kabullenmek köleliğin sürmesini gönüllü olarak kabullenmektir. Bizim gerçek gereksinimlerimiz ve çözümleri için kuracağımız örgütleri hedeflemeli, bizi köle yapmak isteyenlerin gereksinimleri ve çözümleri için kurulmuş örgütleri reddetmeliyiz. Örgütlenmek adına paramparça olarak mikro örgütlenmelere karşı uyanık olmalı, örgüt içi demokrasinin geliştirilmesi için çaba harcamalıyız.

  • Örgütlerde demokrasi adına anarşiyi desteklememeli, devrimci bir disiplin ve örgüt ahlakı ile çalışmalıyız.

===============================

Dostlar,

Saygın dostumuz, eylem ve düşün insanı Lütfü Kırayoğlu, İTÜ’lü bir elektrik mühendisi olmasına karşın ilgi alanı çok geniş. Yaşamı boyunca örgütler – örgütçülük… çabası içinde oldu. Neredeyse 40 yılın birikimini bu yazısı ile kaleme (klavyeye!) almış. Bizimle paylaştığı için teşekkür ederiz. Mülkiye eğitimi de alan bir hekim olarak biz, Sn. Kırayoğlu’nun Örgütler konusu hakkındaki deneyimlere de dayanan derin bilgisini saygı ile karşılıyor ve öğreniyoruz.

17 sayfalık kapsamlı çalışmanın önemli bölümlerini aktardık. Yazının tümü için lütfen tıklayınız

​Sevgi ve saygı ile. 10 Eylül 2019, Datça

Dr. Ahmet SALTIK​ MD, MSc, BSc​
Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı​ -​
Ankara Üniv. Tıp Fak. Öğretim Üyesi
​Mülkiyeliler Birliği Üyesi​​ – Sağık Hukuku Bilim Uzmanı​
www.ahmetsaltik.net      profsaltik@gmail.com

SOSYAL GÜVENLİK KURUMU-SGK ve SAĞLIK UYGULAMA TEBLİĞİ-SUT

 

Değerli site okurlarımız,
Sevgili öğrencilerimiz, asistanlarımız..

SOSYAL GÜVENLİK KURUMU – SGK ve
SAĞLIK UYGULAMA TEBLİĞİ – SUT

konulu, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dönem 6 öğrencilerimize sunduğumuz güncellenmiş ders yansılarını paylaşmak istiyoruz.. 87 yansı, pdf biçiminde .. (2,8 MB).

Sosyal Güvenlik Sistemi – SGK ve sağlık hizmetlerinin finansmanı ülkemizin en yakıcı sorunlarının başında geliyor. SGK 2019 bütçesi 382 milyar TL ve merkezi yönetim bütçesinin (961 milyar TL) %40’ını buluyor. Her yıl, kabul edilmesi çok güç – olağan dışı sınırlamalara karşın birkaç on milyar TL açık veriyor.. Primsiz ödemeler kapsamında genel bütçeden aktarımlara (transfere) ek olarak bütçe açığı doğuracak düzeyde ek aktarım politik ve aktüaryal (akçal) denge olarak zorunlu görülüyor. 2018 sonu açığı 34 milyar TL ve 2019’da genel bütçeden 185 milyar TL aktarım Bütçe yasasında öngörüldü (açık 48 milyar TL kestiriliyor). SGK’ya yapılan toplam aktarım 2018’de 135,7 milyar TL olmuştu.

  • Sistem mali açıdan sürdürülebilirlik sınırlarını çok zorlamakta.. ,

Dış borcu ve cari açığı büyütmekte sağlık ve sosyal güvenlik giderleri üzerinden. Zorunlu genel sağlık sigortası Batı dayatması. IMF, DB, DTÖ, AB ve ABD “sağlıkta dönüşüm” (Health Transformation) adı altında sağlık hizmetlerinin piyasalaştırılmasını, devletin kenara çekilerek yerli – yabancı şirketler eliyle özelleştirilmesini dayatıyor. GSS çok pahalı bir sistem, ekonomik gücümüz buna elvermiyor. Ayrıca piyasacı sistem, tedavi edici sağlık hizmeti ağırlıklı, koruyucu sağlık hizmetleri ihmal ediliyor, sağlık giderleri çok artıyor. Dar kaynaklarımız verimsiz kullanılıyor; yerli – yabancı şirketlerin kasasına devlet eliyle aktarılıyor..

Üstelik prim = ek vergi ödemek zorunlu!
Yetmiyor, 12-14 kalem “katkı payı” isteniyor..
Yetmiyor, “tamamlayıcı sigorta” yaptırmamız isteniyor.
Olağanüstü adaletsiz, irrasyonel ve etik dışı!

Sorun stratejik boyutlara erişti.. Finansal sürdürülebilirliği olağanüstü güç..
Üstelik 10 Ağustos 2018’de başlayan / başlatılan ve hala süren “ağır ekonomik bunalım” içindeyiz ve 2019’da SGK giderlerinden 10-11 milyar TL kısıntı öngörülüyor.. Sağlık hizmetlerine erişim iyice pahalanacak, nitelik ve kapsamı daraltılacak, üretilen sağlık hizmeti miktar olarak da azalacak demektir bu tabloda.

2018’de SGK 91,5 milyar TL sağlık harcaması yaptı. Bunun 31 milyar TL’si (%34’ü!) ilaç gideri. Son derece yüksek bir oran. ABD’de yaklaşık %11, AB’de yaklaşık %17 bu oran. Çok fazla ilaç giderimiz var. Bunun Farmako-ekonomik nedenleri çeşitli ancak başlıca düzeltim, KORUYUCU SAĞLIK HİZMETLERİNE KESİN ÖNCELİK VEREREK BAŞLATILABİLİR. Hem sağlık açısından büyük risk yükleniyoruz hem de dışarıya döviz aktararak cari açık veriyoruz!!

  • GSS finansal yoğun bakımda!

Sorunun tüm ağırlığına karşın, Kurumun kuruluş yasası (RG 20.05.2006 – 26173, yasa no. 5502) 1. maddede (3. fıkra) “Kurum, Sayıştay’ın denetimine tâbidir.” denilmekte iken;

  • Sayıştay raporunda “… Kurumun, döner sermaye işletmelerine ilişkin işlemlerinin de hemen
    her alanında yanlışlık, mevzuata aykırılık ve belirsizlikler saptandı!? denmekte iken…
    (http://www.hekimpostasi.org.tr/2014/11/12/turkiye-kamu-hastaneleri-kurumunun-islemleri-hatali/ 10.7.17)

SGK, 4 sayılı CBK (Cumurbaşkanlığı Kararnamesi) ile
Sayıştay denetimi dışına alındı!

Bu yaklaşım, hiçbir kamu yönetimi ilkesiyle, dürüstlükle, ahlak ve etikle….. bağdaşmaz.
Tersine SAYDAMLIK / HESAP VERİLEBİLİRLİK / DENETİM / KAMUOYUNUN BİLGİ EDİNME HAKKI gözetilmekle sorun çözülebilir. Bereket Anayasa md. 160 güvencesi var.

SGK İÇİN NE YAPMALI, NE YAPMAMALI?

başlıklı yazımıza da bakılmasını dileriz..  (tıklayınız)

Köktenci çözüm ise ulusal sağlık politikalarına dönmekte..
kamusal kaynaklardan, adil – etkin vergi rejimi ile sağlığa kaynak ayırmakta..
Ve de bu çok değerli ulusal kaynakları

  • kamu sorumluluk ve öncülüğünde özellikle koruyucu sağlık hizmetleri ağırlıklı olarak
    en yüksek verimlilikle kullanmakta..

Sağlık sektöründe de Batı emperyalizminin uydusu – sömürgesi olmaktan çıkmak zorundayız!

  • Böylesi insan haklarına aykırı, sömürgen bir sağlık sistemini (!) reddetme hakkımız ve yükümümüz var.

Ayrıntıları 87 yansıda bulabilirsiniz.. Okunması, paylaşılması, SGK’ya sahip çıkılması dileğiyle..

  • SGK mutlaka bilimsel, hakça, saydam, hesap verebilir biçimde, Sayıştay denetiminde ve yaraşırlıkla (liyakatla, meritokratik olarak) yönetilmeli

Lütfen tıklar mısınız ?? SGK_SUT_AUTF_D6_Dersi

Sevgi ve saygı ile. 04 Eylül 2019, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı, AÜTF Halk Sağlığı AbD
Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net      profsaltik@gmail.com

VAN, MARDİN ve DİYARBAKIR BELEDİYELERİNE KAYYIM ATANMASI İŞLEMİNİN HUKUKSAL AÇMAZLARI

VAN, MARDİN ve DİYARBAKIR BELEDİYELERİNE KAYYIM ATANMASI İŞLEMİNİN HUKUKSAL AÇMAZLARI


Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc

Mülkiyeliler Birliği Üyesi, Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı
Anayasa Hukuku PhD Öğrencisi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Biz HDP‘nin politik görüşlerini benimsiyor değiliz, ancak HDP politik sistem içinde kurulu bir siyasal partidir ve 6 milyon dolayında oyu olan / oy alan meşru bir konumdadır. Ayrıca söz konusu 3 büyükşehirin (Van, Mardin ve Diyarbakır) seçilmiş belediye başkanları 31 Mart 2019 seçimleri öncesinde YSK’nın incelemesinden geçmiş ve adaylıklarına yasal bir engel bulunmamıştır.

3. olarak, Anayasa md. 127/4 ile İçişleri Bakanına tanınan yetki gerçekte ayrık (istisnai) olarak uygulanabilecek bir önlem – güvenlik maddesidir :

  • “Mahalli idarelerin seçilmiş organlarının, organlık sıfatını kazanmalarına ilişkin itirazların çözümü ve kaybetmeleri, konusundaki denetim yargı yolu ile olur. Ancak, görevleri ile ilgili bir suç sebebi ile hakkında soruşturma veya kovuşturma açılan mahalli idare organları veya bu organların üyelerini, İçişleri Bakanı, geçici bir tedbir olarak, kesin hükme kadar uzaklaştırabilir.“

Asıl olan seçmen istencine (iradesine) saygı ve onun korunmasıdır. İçişleri Bakanına tanınan yetki bir önlem (tedbir) niteliğindedir ve bu 3 büyükşehir belediye başkanının görev sanları (unvanları) halen saklıdır. Yukarıda aktarılan Anayasa maddesinin ilk tümcesinde, anılan sanların yitirilmesinin yargı kararına bağlı olduğu açıkça belirtilmiştir.

Yerel yönetim organları hakkında adli soruşturma açılması oldukça kolay bir işlemdir. Savcılığa verilecek bir dilekçe ile bu olanaklıdır. Günümüzde AKP iktidarının yargı üzerinde ne denli ağır bir baskı kurduğu – yönlendirme yaptığı tartışma dışıdır. İçişleri Bakanlığınca adı geçen 3 ilin Cumhuriyet Başsavcılıklarına veya Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına verilecek bir dilekçe ile suç duyurusunda bulunulması ve kimi “belgeler” eklenmesi sıradan bir işlemdir. C. Başsavcılıklarının böyle bir durumda “soruşturmaya yer olmadığı” kararı (takipsizlik kararı) vermesi hiç de kolay değildir. Savcılığın adli soruşturma başlatması ise İçişleri Bakanının Anayasa md. 127/4 ile tanınan gerçekte açıkça anti-demokratik olan tedbir olarak görevden uzaklaştırma yetkisini kullanabilmesinin kapısını hemen açmaktadır. Yargılama uzarsa – uzatılırsa, doğası gereği kısa süreli olması gereken  önlem olarak görevden uzaklaştırma amacından saparak, saptırılarak ağır bir anti-demokratik yaptırım niteliği kazanabilecektir. Nitekim önceki uygulamalarda, İçişleri Bakanlığının kayyım atama gerekçelerinin yargıda 3 yıl sonra çöktüğü bilinmektedir. Ortaya, giderimi (telafisi) olanaksız bir zarar çıkmaktadır.

Bu Anayasa hükmü (md. 127/4), Demokles’in kılıcı gibi demokrasi için tehdit yaratan bir içeriktedir.. AKP yönetimleri de sıklıkla kötüye kullanmaktadır. İlk fırsatta, yerel yönetimler üzerinde ağır bir merkezi yönetim vesayet yetkisi tanıyan bu düzenleme değiştirilmelidir. İçişleri Bakanına tanınan yetki hiç olmazsa “Adli soruşturma” değil “Adli kovuşturma” koşuluna bağlanmalı, salt savcının inisiyatifi ile yetinilmeyip, mahkemenin davayı kabul etmesi koşulu aranmalıdır.

1982 Anayasasının bu düzenlemesi açıkça anti-demokratik olduğu gibi, AYYÖŞ‘e de (Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı) aykırıdır. Türkiye’nin 21.11.1988’de Strasbourg’da imzaladığı AYYÖŞ, Anayasanın 90/son fıkrası uyarınca TBMM’de onaylanması yasa ile uygun bulunan bir uluslararası andlaşmadır. Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun, RG ile yayımı 21.5.1991, sayı 20877.

Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir.”

Anayasa md. 90/son fıkra devamla şöyle demektedir :

“Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. (Ek cümle: 7/5/2004-5170/7 md.) Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.”

Seçme ve seçilme hakkı Anayasamızda temel hak ve özgürlükler” kapsamındadır. Bu bağlamda, Türk hükmetince çekince konmayan AYYÖŞ hükümleri herhangi bir ulusal yasa ile çelişirse, öncelikle AYYÖŞ uygulanacaktır. Anayasa da özünde bir yasadır, AYYÖŞ ile çelişen hükümler içermemesi beklenir. Nitekim yine aynı Anayasa maddesi (90/son) ilk tümcesinde; “Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz.”  kuralını getirmektedir. Bu bağlamda, AYYÖŞ hükümleri karşısında İçişleri Bakanı, Anayasa md. 127/4’te ve 5393 sayılı Belediye Yasasının 47 nci ve 45 inci maddelerinde düzenlenen yetkinin örtük olarak (zımnen) varolmadığını kabulle, söz konusu yönetsel (idari) işleme girişmemeliydi. Bu yönetsel işlem -3 BŞBB’nın önlem olarak görevden alınması- yasal dayanağı olmayan, açıkça hukuka aykırı bir idari işlem olup; aleyhine Yönetsel (İdari) yargıda (yerel İdare Mahkemeleri / Danıştay), kararın tebliğini izleyen 60 günlük hak düşürücü zamanaşımı süresi bitmeden yürütmeyi durdurma istemli iptal davası açılabilir.

AYYÖŞ’ün önsözünde örneğin;

.. Yerel makamların (yönetimlerin) her türlü demokratik rejimin ana temellerinden birisi olduğunu düşünerek,..” denilmektedir.

Andlaşma metnine dahil olan Önsözün öbür hükümleri de benzer nitelikte yerel yönetimleri özeksel (merkezi) yönetimin aşkın vesayetinden koruyucu içeriklidir. Öte yandan AYYÖŞ md. 11 (Türkiye çekince koymadı) çok nettir :

AYYÖŞ md. 11: Özerk yerel yönetimlerin yasal korunması
Yerel yönetimler kendi yetkilerinin serbestçe kullanımı ile anayasa veya ulusal mevzuat tarafından belirlenmiş olan özerk yönetim ilkelerine uymanın sağlanması amacıyla yargı yoluna başvurma hakkına sahip olacaklardır.

Dolayısıyla, özünde kesin olarak bir yönetsel (idari) işlem olan 3 BŞB başkanının  önlem olarak görevden uzaklaştırılması ve yerlerine ilgili il valilerinin kayyım  atanması işlemlerine karşı Yönetsel yargıda (yerel İdare Mahkemeleri / Danıştay), kararın tebliğini izleyen 60 günlük hak düşürücü zamanaşımı süresi bitmeden yürütmeyi durdurma istemli iptal davası açılabileceğini bir kez daha yineleyelim. Savunmada Anayasa’nın ilgili maddesinin (127/4), yine Anayasanın md. 90/son korumasında olan Uluslararası Andlaşma hükümlerine -somut olayda AYYÖŞ- aykırı yorumlanamayacağı ileri sürülebilir. İçişleri Bakanlığının işlem gerekçesi olarak ileri sürdüğü;

“…Bakanlığımızca terör örgütleri ile iltisak-irtibatı olan, terör örgütlerine destek verdikleri yönünde tespit ve deliller bulunan belediye başkanları Anayasanın 127 nci maddesi ve 5393 sayılı Belediye Kanununun 47 nci maddesine istinaden görevden uzaklaştırılmış, yerlerine Belediye Kanununun 45 inci maddesi uyarınca belediye başkan vekilleri görevlendirilmiştir.”

5393 sayılı Belediye Yasasının 47 nci ve 45 inci maddelerinin, Anayasa md. 90/son güvencesinde olan AYYÖŞ hükümleri karşısında, yönetsel yargıda açılacak davalar sırasında Anayasaya aykırı oldukları ileri sürülerek iptallerinin istenebileceği de açıktır (Anayasa md. 152)

******
Öte yandan, 31.8.2019 günü partisinin Diyarbakır örgütünü ziyareti sırasında, İstanbul BŞB Başkanı E. İmamoğlu’nun sözleri oldukça uyarıcıdır :

“Seçilmiş belediye başkanlarının yerine kayyım atanması ne yazık ki gaflet ve dalalettir. Böyle bir ülkede, kendi iradesini milletin iradesinden üstün görme gafletine düşenler, bunun bedelini sandıkta en ağır biçimde öder.”

Sarayın bu kararı ayrıca, AKP tarafından çok ağır sorunlara sürüklenen ülkemizde ciddi bir gündem değişikliği operasyonudur ve ağır biçimde kutuplaştırıcı hatta tahrik niteliğindedir ki; sağduyulu bir siyasal iktidarın asla başvurmaması beklenir, gerekirdi.. AKP hala gerilimden medet ummakta ve ne yazık ki 7 Haziran 2015  genel seçimini yitirmesi nedeniyle Erdoğan’ın 45 gün içinde hükümeti kurdurmaması, ülkemizde birdenbire terörün tırmandırılması, halkın terörize edilmesiyle, 1 Kasım 2015’te yinelenen seçimlerin her nasılsa AKP tarafından kazanılması süreci akıllara gelmektedir.

Sonuç olarak; şimdi 3 BŞB başkanının yargılanmalarının hızla, açık, saydam ve adil biçimde sürdürülmesi gerekir. Anayasa md. 127/4 “kesin hükme kadar” koşulu koymaktadır ki, bu durumda adli yargı için İstinaf ve / veya Yargıtay ile yönetsel yargıda Bölge İdare Mahkemesi / Danıştay’da kesin hükme ulaşılabilecektir. Bu süreç birkaç yıl sürerse, seçim dönemi olan 5 yıl tüketilmiş olacaktır ki, geciken adaletin hiçbir anlamı olmayacaktır.

AKP, anayasal sistemi zorlamaktan artık kaçınmalı, hukuk içinde kalmalıdır.

Sevgi ve saygı ile. 01 Eylül 2019, Tekirdağ

30 Ağustos uyanışında FETÖ – PKK – IŞİD – PYD emperyal ürünleri

30 Ağustos uyanışında FETÖ – PKK – IŞİD – PYD emperyal ürünleri

Şükran Soner

Şaka değil genç kuşakların yaşam sü­reçlerini, bizlerin en baskın son 17 yılına el konulmuş olarak, “aç parantez, kapa parantez” olarak ilan edilmiş tüm değerle­ri, kazanımları ile yok sayılmaya çalışılan Cumhuriyet kazanımları söz konusu.. Za­fer Bayramı’nın çoğunluk yıllarda uyduruk gerekçelerle kutlanmaması adına yaşatıl­mış onca yasaklardan sonra, Türkiye’nin emperyal çıkarlar adına acımasızca sıkıştırıldığı bir süreçte, var olma, yaşam koşulları dayatmasında, en tepeden va­tandaşlık kimliği olan her bireye, dahası ülkemize sığınmış milyonlara.. zorunluluk olan değerlerimize sarılma günleri..
***
Gönüllülük üzerinden görkemli, anlamı­na uygun kutlama iradesi ile sokaklara, anlam katacak her etkinliğe dökülen mil­yonların 30 Ağustos’un anlamına ilişkin bilinçli duruşları, uyanışları çok daha de­ğerli. Kamerada söz hakkı yakalayanların 30 Ağustos Zafer Bayramı’nın anlamına ilişkin uyanışları gerçekten muhteşem.. Diyanet’in yok sayması, hutbe yayımla­mayı atlaması öfkesiz, kinayeli serzenişle “unutmuş olabilirler, gecikmeden uyarıları dikkate alabilseler..” türünden cümlelerle uyarı konusu yapılıyor.. Kurtuluş Savaşı destanının yazılmasında en olumsuz ko­şullarda bu ülkenin tüm vatandaşlarının, en yoksul, en çaresiz koşullarda, kadınla­rı, çocukları ile, ırk, inanç ayırımcılığı ya­pılmaksızın, gönüllü katkıları, kahraman­lıklarından örneklerle sıralanıyor..
***
Daha da anlamlısı 30 Ağustos üzerin­den, günümüz gündemine geçişleri, uya­rıcı dersler çıkarabilme çabaları.. Ülke­mizin, kuşkusuz asla aynısı olamayacak koşullarda ama emperyalizmin günümüz gündemi, çıkarları üzerinden sıkıştırıldığı gelişmelere ilişkin, ulaşabildikleri doğru olduklarına inandıkları sonuçlara dönük görüşler açıklamalarındaki yarışları..
Elbette siyasal, toplumsal kimlikleri, örgüt sorumlulukları, aydınlanma bilinçleri olanlar için, eşyanın tabiatına, sorumlu­luklarına ilişkin bir durum, olması gere­ken bu. Sevindirici olanı, dikkatinize de sunmak isterim, en yandaş medyada var olma yarışındakilerin, örgütlenmelerin so­rumlu yöneticilerinin de, galiba ellerinde olmadan, gelişen yeni reflekslerine dikka­tinizi çekmek isterim. Sadakatinden kuş­ku duyulmaması adına bir sürü açıklama yaptıktan sonra, ellerindeki verilere dayalı konuşmak gereğini duydukları noktalar, boyutlar, satır araları arttıkça artar gibi bir durum söz konusu oluyor..
Ya işin içinde oldukları için söyleye­medikleri, bizden çok bildikleri ve kaygı duydukları gelişmelerde bir patlama var. Ya da sonsuza kadar yandaşlığın sürebi­leceği maddi koşullar tepetaklak. Kaçınıl­maz gelişmeler üzerinden verilen bilgilerin cümleleri ile saf değiştirmiş konumlara bile düşebiliyorlar.. Haydi Memur-Sen’in düştüğü acınılası  konumda, bir bir borç­lu olduğu örgütlülüğünün var oluşunun gerçekliğinde imzalayamadığı sözleşme masası metninin, aslında varılmış kimi çalışma koşulları iyileştirmelerini de yitirmiş olarak tahkim sisteminden çıkan sözleşme metni karşısında, “Biz imzala­yamazdık, yargı karar verdi..” demenin ötesinde bir çıkışı, çaresi yok.

Saraya en yakın uzman yorumcuların ağızlarından çıkan, “işin bu tarafı da var, o da çok doğru ve anlamlı sorun, gerçek..” cümlelerinin, bire bir işten, görevlerinden atılmalarına neden olmamak adına, ay­rıntılarına girmeden artık çok sık tanıklık etmekte olduğumuzu anımsatmakla ye­tinmeliyim..
Günümüzün sıcak ve bizi çok ilgilendi­ren gündemine ilişkin, sınır boyu güvenlik adına sıkıştırılmamızın, sıcak savaşın bataklığına çekilmemiz tuzakları üzerin­den ağızlardan artık çok sık çıkan sözler içinde, en çok duyulan örnekler içinde PYD-IŞİD, PKK-FETO ilişkilerinin kaçınıl­mazlığından somut örnekler, tahterevalli ilişkileri de var ki.. Önümüzdeki sıcak gelişmeler, gündemler üzerinden çok sık sorgulamak, tartışmak konumunda ola­cağız..
==================================
Dostlar,

Evet, artık ciddi bir uyanış gözlüyoruz toplumda..
Kitleler, somut biçimde, kendi yaşantılarında ve dayandıkları ölçütlerle ülkenin duvara dayandığını ve tıkandığını algılıyor.
Bu tablodan, 17 yıldır tek başına iktidar olan ve hiçbir özür üretemeyecek olan AKP = RTE‘nin doğrudan sorumlu olduğunu da..
Ne var ki iktidarın tepesinde iklim gene aynı iklim..
Erdoğan 26 Ağustos’ta Malazgirt’e gitmeyi ve halkın geçmişe, bin yıl önceye dönük gurur olaylarını sömürmeyi seçiyor..
Oysa 26 Ağustos 1071’de Malazgirt’e Alpaslan ordularının kapılarını açtığı Anadolu bile Osmanlı’nın imzaladığı Sevr ile elden çıkıyordu..
Mustafa Kemal Paşa millete öncülük etmese idi..
İyi, güzel, Millet kahramanca dövüştü de onları bir araya kim getirdi, kim öncülük etti??

Bütün dünyanın gıpta ile andığı ve belirleyici rolünü kabul ettiği Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’yı görmezden gelmek niyedir?

  • Bu hastalıklı bir ruhsal durumdur.. davranış bozukluğudur, vefasızlık, nankörlük hatta tek sözcükle İHANETTİR!

Erdoğan, birlik – beraberlik nutuklarının içini doldurma istiyorsa, Malazgirt’ten 4 gün sonra 30 Ağustos’ta da Dumlupınar’a gitmeli idi..
Hala geç değil..
9 Eylül’de İzmir’e gitsin ve uygun bir konuşma ile birleştirici olsun..

Sevgi ve saygı ile. 31 Ağustos 2019, Tekirdağ

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı, AÜTF Halk Sağlığı AbD
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı, Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

Erdoğan’ın gizli mektubu!

Erdoğan’ın gizli mektubu!

Hasan DEMİR
Yeniçağ, 29..05.2013
Bugünleri anlamak için Erdoğan’ın 3 Kasım 2002’de, yani partisinin seçim zaferinden bir gün sonra Pentagon’a yazdığı gizli mektubu bilmek gerekiyor. İşte basına yansıyan ve bugüne kadar yalanlanmayan o mektup:

“Dr. Paul Wolfwitz, Savunma Bakan Vekili, 4 Kasım 2002

Değerli Dr. Wolfowitz,

Ülkelerimiz arasındaki tarihsel ortaklık ve dostluğun gelecekte de sürmesi ümidimi paylaşmak için, bu mesajımı ortak dostlar aracılığıyla doğrudan size ulaştırmak isterim. Seçim sonuçlarının bizim Genelkurmay saflarında biraz rahatsızlık yaratmış olabileceğinden, resmî konumunuz gereği, hiç kuşkusuz haberdarsınızdır. Bilmenizi isterim ki, onların müreffeh, seküler (çağdaş) ve birinci dünya topluluğunun güvenilir bir üyesi olması ümitlerini partim ve ben de payla-şıyoruz. Ve geçmişte hiç olmadığı kadar birleşmiş olan ülkemizin çıkarları için en iyi olacak şekilde birlikte çalışabileceğimiz kanaatindeyim.
Bu amaçla, Org. Özkök ile mümkün olduğu kadar kısa sürede mahrem, özel bir toplantı yapabil-meyi ümit ediyorum. Özel cep numaram şudur: 0533 7… Bu yardım ve ülkemize geçmişte gös-terdiğiniz dostluk için çok teşekkürler. Sizinle kişisel olarak görüşmeyi sabırsızlıkla bekliyorum.

Recep Tayyip Erdoğan
Genel Başkan
******

17 Ocak 2004’te Hayrullah Mahmut’un Star Gazetesi’nde yayınlanan bu mektubu o gün bu-gündür yalanlanmamıştır. Ne kadar iyi niyetle bakarsanız bakınız seçimden büyük bir zaferle çıkmış ve iktidar koltuğuna oturmuş bir partinin Genel Başkanı kendi Genelkurmay Başkanı’ ndan randevu alabilmek için  “ortak dostları” aracılığıyla ABD Savunma Bakan Yardımcısı’ndan yardım isteminde bulunuyor..
Çiçeği burnunda bir liderdir, bir acemiliktir yapmıştır, derseniz, yanılırsınız.. Erdoğan’ın bu tavrı Başbakan olduktan sonra artarak sürmüş ve sonç “BOP Eş Başkanlığı”  olarak tam bir  “El’e-Eldiven olma”  ilişkisine dönüşmüştür. PKK’nın terör örgütü listesinden çıkıp  “aktivist” konu-muna gelmesi ve Öcalan’ın bir devlet başkanı gibi Erdoğan’ı temsil eden devlet ve hükümet gö-revlileriyle aynı masayı paylaşması işte bu sürecin ve işte bu “ortak dostların” ürünüdür. O “or-tak dostların” Erdoğan’ın Washington’da, “Beni İshak Alaton’dan sorun” demesiyle kimler ol-duğunu anlıyoruz.
Bu ortak dostun epey zamandır işi gücü,  “Türkler Ermeni soykırımını kabul etsin”  türküleri söylemek.  Bu  “ortak dostun”  bir kimliği de TESEV’ci olması… Biliyorsunuz TESEV,  “Şehit-lik ve gazilik kavramlarının kaldırılması” tavsiyesinde bulunan bir  “sivil toplum kuruluşu” dur.
“Sivil” i tırnak içinde yazdık, çünkü TESEV’in arkasında onlarca Avrupalı ve Amerikalı teşkilât var ve bu kuruluşa milyonlarca dolar para aktarıyorlar. Bu paralarla Türkiye’de sosyal projeler destekleniyormuş, öyle diyorlar.
Bu sosyal projelerin neler olabileceğini bugün TESEV’in başında bulunan ve Erdoğan’ın  “Akil adamlarından” olan Can Paker’in, “Öcalan artık hapisten çıkartılsın, devletle aracısız olarak gö-rüşsün” talebinden anlayabilirsiniz…
Evet, bugünleri anlamak için partisi seçimleri kazanır kazanmaz Erdoğan’ın Pentagon temsilcisine yazdığı o mektubu hatırlamakta yarar var..
PKK’dan Suriye sorununa kadar başımızda kaç bin belâ var ve başımıza kaç çuval geçirildi de özür dilenmesi isteminde bile bulunulamadıysa, işte bu “duruş” nedeniyledir..
Elleri kan ve gözleri kin olan ABD Başkanlarının “sesini özlemek” de, Kırmızı odalarda  “Sev-mediğiniz Esad’ı sizin adınıza biz devirelim, amma siz de bize yardımcı olun” taleplerinde bulunmak da yine aynı nedenledir.
Şeker pancarı ekimine kota konurken ABD’nin bütün dünyada yasaklanan genetiği değiştirilmiş mısırından şeker üretimi payının yükseltilmesine; Bush’un, “Özelleştirilmesi cesaret ister”  de-diği Türk Telekom’un arkasında İsrail olan firmaya üç yıllık kârı karşılığı satılmasına kadar her ne var ise, evet, işte bu  “duruş”  yüzündendir…
Bunun adına AKP’liler,  “Dünya liderliği” diyor, Sayın Erdoğan da “inanmış gibi”  yapıyor. Zira o gerçeği biliyor. Dünya lideri Obama’dır. Dünyada O ne derse o oluyor.
Rumlar Akdeniz’in petrol ve doğal gazını zimmetlerine geçirirken Yunanistan sahipsiz Ege adalarına Yunan bayrağı çekmeye devam ediyor..
Yani…
“Dünya liderinin” yönettiği Türkiye’nin gücü, iflas etmiş Kıbrıs Rum Kesimi ile Yunanistan’a bile yetmiyor.
================================
Dostlar,

Arşivler unutmuyor…
İyi ki varlar…
İyi ki, gerçeklerin bu vb. gerekçelerle beklenmedik zamanlarda ortaya çıkma huyu var..
Mazlum Türkiye’ni ahını alanlar elbet bir gün hukuk önünde hesabını verirler..
Dayan Türkiye’m, dayan..

Sevgi ve saygı ile. 31 Ağustos 2019, Tekirdağ

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı,
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı, Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

KAZDAĞI EKOFESTİVALİ MANİFESTOSU-2019

KAZDAĞI EKOFESTİVALİ MANİFESTOSU-2019

Ne Yersek O’yuz!

Biz Narlı köyü üstünde, Darıdere Tabiat Parkı’nda 21-25 Ağustos 2019 tarihlerinde gerçekleştirdiğimiz 2019 Kazdağı Ekofestivali katılımcıları olarak gıda konusunda aşağıda yer alan hususları kamuoyuyla paylaşıyoruz:

Adil ve ekolojik gıda yıllardır tasamız. 2004’de bir araya gelen GDO’ya Hayır Platformu’nun, 2006’dan bu yana süren Tohum Takas Şenliği’nin, 2013’te yayınlanan Bayramiç Gerçek Gıda Bildirgesi’nin, tüm bu süreçte ortaya çıkan gıda inisiyatiflerinin, üretici ve tüketiciyle iç içe olan gıda ve ekoloji hareketlerinin mirasını şükranla kucaklıyoruz.

  • Gıdamız, ulus ötesi örgütlenmiş şirket devletlerden oluşan bir sistemin sömürüsü altındadır.

Tüketimin oluşturduğu kâra bel bağlayan bu sistem gezegeni talan ederken gıdanın da içini boşalttı. Biz de yaşam uygulamalarımızla bu sömürünün bir parçası durumundayız!

Sağlık, kültür ve güven zedelenmesi sonucu tüm krizin bir parçası olan Gıda Krizi içindeyiz;

– Tarım toprakları ve su kaynakları kirlendi,
– Çiftçi tarımdan ve topraktan koparıldı, köyler boşaldı,
– Gıda üretimi şirketlerin eline geçti,
– Endüstriyel tarım ile ekolojik yıkım katmerlendi ve gıdanın besleyici niteliği kayboldu,
– Süpermarketler olgusu küçük üreticinin gıda pazarına erişimini kısıtladı,
– Aracıların hakim olduğu bir gıda dağıtım sistemi oluştu,
– Çiftçiler Tohum Yasası ile hibrit tohumlara mahkum edildi ve yerel ve atalık tohumlar unutturuldu.

Gıdayı dert eden bizler;
– Tohum Takas Şenlikleri yapmayı sürdürerek yerel tohumlarımızı yaşatacağız,
– Gıda topluluklarımızı ve kooperatiflerimizi çoğaltacağız,
– Adil ve sağlıklı gıda üretimini yaygınlaştıracağız,
– Aracısız ürün ağlarımızı geliştireceğiz,
– Gıdayı dert eden haysiyetli bilim insanlarımızla birlikte çalışmayı sürdüreceğiz,
– Bize dayatılan sömürü, istismar ve hak ihlali içeren gıdanın üretim ve tüketimini desteklemeyecek ve kabul etmeyeceğiz,
– Toprağımızın, havamızın, suyumuzun kirlenmemesi için mücadelelerle dayanışmaya devam edeceğiz.
– Başta Büyükşehir Belediyeleri olmak üzere, seçtiğimiz yerel yönetimlerin ekolojik tarımı ve küçük çiftçiyi destekleyen, üretim ve tüketim kooperatiflerinin yaygınlaştırılmasını kolaylaştıran gıda politikaları üretmesini isteyecek ve izleyeceğiz.

Ekosistem içindeki tüm canlıların sınıfsız, cinsiyetsiz, ikili kutuplaştırmaların ötesinde ve ayrıcalıksız, insanın egemen olmadığı, ötekisiz ve sömürüsüz bir düzende var olmasını istiyoruz.

Adil ve ulaşılabilir bir gıda temel haktır!
Gıda egemenliği hemen şimdi!

KAZDAĞI EKOFESTİVALİ-2019 KATILIMCILARI
=============================

Dostlar,


Bu önemli girişime öncülük eden ve Bildiriyi (Manifesto) paylaşan dostumuz Sn. Prof. Dr. Tayfun Özkaya‘ya teşekkür ederiz.

Prof. Özkaya Ege Üniv. Ziraar Fak. Tarım Ekonomisi öğretim üyesi.
YURT Gaztesinde düzenli ve çok değerli makaleler yayınlıyor..
Çok sık olmasa da bu makalelere biz de web sitemizde yer veriyoru..

Payaşılmasını, izlenmesini ve Prof. Özkaya gibi yetkin ve yurtsever bilim insanlarının önerilerine iktidarların kulak vermesini dileriz..

Sevgi ve saygı ile. 30 Ağustos 2019, Tekirdağ

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı, AÜTF Halk Sağlığı AbD
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı, Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

26 Ağustos, gece sabaha karşı

Dostlar,

Yurtsever ozanımız Yusuf Ziya Ortaç‘tan bir 26 Ağustos şiiri..

Gümbür gümbür.. Kısa ama destanımsı..

Topların Afyon ovasında alev alev gümbürtülerine de birkaç saat kaldı..

Gözümüze uyku girmiyor ki..

Kahramanların yurtseverlikleri ve yüreklilikleri karşısında

Ürperiyoruz.. Alnımız yerlerde..

Aziiiiz şehit ve gazi ruhlarına minnet ve şükranla..

Yaşşşa Mustafa Kemal Paşa yaşa
Askerinle Milletinle bin yaşşşşa!

26_Agusts_1922

 

 

 

 

Sevgi, saygı ve huşu ile.
Tekirdağ, 26.08.2019, saat 02:00

Dr. Ahmet Saltık
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

=========================================

AKDENİZ’E

26 Ağustos, gece sabaha karşı,
Topların çelik ağzı çaldı bir hücum marşı.

Bu ölüm bestesinin içinde yandı dağlar,
Altüst oldu siperler, eridi demir ağlar.

Fırtınadan yeleli, yıldırımdan kanatlı,
Alevlerin içinden geçti binlerce atlı.

Çığlıkla, iniltiyle sarsıldı, köşe bucak,
Savruldu gökyüzüne: kafa, kol, gövde, bacak!

Rüzgârlarla at başı yarış etti bu akın,
Şimdi yakınlar uzak, şimdi uzaklar yakın!

Akdeniz, ayakları altında ordumuzun,
Mavi bir atlas gibi serilmişti upuzun.

Çekti Kadife kale al bayrağını yine,
Güzel İzmir büründü yine eski rengine.

Süngüler ilk amaca tam on dört günde vardı,
O gururlu alınlar yere düşüp yalvardı.

Yusuf Ziya Ortaç
(1895 – 1967)

Yusuf_Ziya_Ortac

Emine Bulut’un Katli ve Eğitimde Kadın Düşmanlığı

Emine Bulut’un Katli ve
Eğitimde Kadın Düşmanlığı

Mustafa Solak
Tarihçi

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Emine Bulut’un eski eşi tarafından, çocuğunun önünde öldürülmesi toplumda haklı olarak derin bir infial yarattı. Kırıkkale Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğü, saldırıya tanık olan çocuğu psikologun gözetimine almışlar.

Her kadına yönelik saldırı ve cinayet sonrası ilgili kurumlar bu tür rehabilite edici yöntemlere başvuruyor ama sorunun köklü çözümü eğitimde. Küçük yaştan başlayarak kadın-erkek eşitliğinin içselleştirilmesinin sağlanması gerekir. Dolayısıyla sorunun kaynağına inmeden olumsuz davranış başa geldikten sonra çözüm arayışları gerçekçi değildir.

Kadına yönelik şiddet ve erken yaşta evlilik arttı, kadınların okullaşma ve istihdam oranları azaldı. Dünya Ekonomik Forumu Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği Raporu’na göre, Türkiye’nin cinsiyet eşitliğinde 144 ülke arasında 131. sıradadır. Son 14 yılda kadına yönelik şiddet 4 kat, % 392 artmış, genç kadın işsizliği % 23’e yükselmiş, kadınların istihdama katılımı ise %29-31 ile sınırlı kalmıştır. Son 10 yılda 500 bin kız çocuğu evlendirilmiş, son 6 yılda
142 298 kız çocuğu da erken yaşta doğum yapmıştır.

Eğitimde ise durum vahim ötesi. Değişen müfredata dayalı yazılan ders kitaplarıyla kadının durumu daha geriye götürülüyor. Kadına şiddetin kaynaklarını belirlemek durumundayız. Bunlardan biri de MEB ders kitapları.

Müfredat ve MEB ders kitaplarında da eşitlik ve kadın hakları konusunda geriye gidildi. Kimi ders kitaplarındaki metin ve görsellerde, kadın çalışma yaşamından çok evde gösterildi, ev kadını ve anne olarak betimlendi. Kitaplarda kadınlarla ilgili şu anlatımlar yer almaktadır:

  • Kölelik ve cariyelik,
  • Cariyenin kendi sahibesini doğurması kıyamet belirtisi sayılıyor,
  • Kadın evlenmesinde denklik ölçütü aranıyor,
  • Erkek, kadınlar akraba değilse 1’den çok kadınla evlenebilir,
  • Boşama yetkisi kocaya ait,
  • Boşama için kocanın mahkemeye gitmesine gerek yok, “boş ol” demesi yeterli,
  • Anneleri ile zifafa girilmeyen üvey kızlarla evlenilebilir,
  • Miras payı Medeni Yasa’ya değil ayete göre düzenlendi,
  • Kadının “açmasına izin verilen avreti; yüzü, bilekleriyle birlikte elleridir”,
  • Elbise, karşı cinsin dikkatini çekmemeliymiş,
  • Nafaka varken mehir düzenlendi,
  • Kadına bakmak haram,
  • Mezheplere göre avret yeri farklılığı,
  • Kürtaj “cinayettir” yaklaşımı,
  • Estetik yasak,
  • Tekfir eden (dinden çıkan) erkekse Müslüman bir kadınla evlenemez,
  • Dinini ve ahlakını beğendiğiniz dünürün oğluna kızınızı vermezseniz yeryüzünde fitne ve bozgunculuk olurmuş,
  • Tarih yazıcılığında kadının rolü çıkarıldı,
  • Kadın, eşinin sevmediği kimseleri evinize sokmamalı ve hoşlanmadığı kimselerle konuşmamalı imiş.
  1. sınıf Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi kitabında “Din ve Aile” başlığında evliliğin önemi, içinde köle ve cariyenin de geçtiği Nur Suresi 32. ayetle anlatılıyor. Kitapta diyor ki:

“Kuran’da ‘Aranızdaki bekarları, kölelerinizden ve cariyelerinizden elverişli olanlarla evlendirin. Eğer bunlar fakir iseler, Allah kendi lütfu ile onları zenginleştirir. Allah (lütfu) geniş olan ve (her şeyi) bilendir.’ ayetiyle evlilik teşvik edilir.”[1]

MEB burada kölelik ve cariyeliği onaylamamakta ama yalnızca ayeti mi aktarmaktadır; yoksa kölelik ve cariyeliği olağan mı görmektedir?

Cariyenin kendi sahibesini doğurması kıyamet alametiymiş. Anadolu İmam Hatip Liseleri “Akaid” ders kitabında Peygamberin “cariyenin kendi sahibesini doğurması ve yalın ayak, çıplak, yoksul koyun çobanlarının bina yapmakta birbirleriyle yarış ettiklerini görmendir”[2] hadisinden söz edilmektedir.

  1. sınıf Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi kitabında nikahta velinin söz sahibi olmasına yönelik “velayet” sözcüğü şöyle açıklanmaktadır:

“Evlenmede velinin söz sahibi olması (velâyet). Kadının velisi; babası, dedesi, abisi vs. olabilir. Evlilik her ne kadar bir erkek ve bir kadın arasında olsa da kadın ve erkeğin ailesini de etkilediğinden İslam hukukçuları özellikle kadının ailesinin nikâha müdahil olabileceğini söylemişlerdir. Bu şart Mâliki, Şâfiî ve Hanbeli mezheplerine göredir.”

Fıkıh ders kitabında MEB, İslam’ın evliliğin mutluluk ve kalıcılık getirmesi için öngördüğü kimi önlemleri şöyle sıraladı:

“• Evlenecek olanların uygun bir ortamda birbirlerini görmeleri, evlenecek kişilerin birbirine denk olması.”

Fıkıh ders kitabında geçici evlenme engelleri de şöyle sıralanmıştır:

“• Müslüman erkek müşrik kadınla, Müslüman kadın da Müslüman olmayanlarla evlenemez.

  • Koca 3 talakla boşadığı kadınla evlenemez.
  • Bir kadın bir erkekten çok kişiyle, aynı anda evlenemez.
  • Bir adam aynı anda kadının teyze, hala ve kız kardeşi ile evli olamaz.”

Fıkıh Okumaları” ders kitabında erkeğin kadının iki akrabasıyla birden evlenmesi evlenme engellerinden biri olarak sayılmış ve şöyle denmiştir:

“Bu durum, erkeğin 1’den çok kadınla aynı anda evli olması hâlinde geçerli olan bir evlenme engelidir. Örneğin iki kız kardeşin veya hala ve yeğeninin ya da teyze ve yeğeninin aynı anda bir erkeğin nikâhı altında olmaları yasaklanmıştır. Ancak bu şekilde olan iki kadından evli olduğu kadın ölür ya da onu boşarsa diğeri ile evlenebilir.”[3]

Demek ki akrabası olmamak koşuluyla, erkeğin aynı anda 1’den çok kadınla evlenmesi olanaklıdır. Zaten “1 kadının aynı anda 1’den çok erkekle evli olması yasaktır” demekle de erkek için olanaklı olduğuna açıklık getirilmiştir.

Boşama yetkisi kocaya ait görüldü. Talak yani boşanma Fıkıh kitabında şöyle düzenlendi:

“Boşanma (talak), evliliğin son bulmasıdır. Talak, taraflar arasındaki evlilik bağını sona erdirir. Evliliği bitirecek boşama işlemi, ‘Aramızdaki evlilik bitti, seninle boşandım.’ gibi açık (sarih) bir sözle veya ‘Artık senin eşin değilim. Ben senden ayrıldım.’ gibi içinde boşama ve talak kelimesi geçmeyen fakat boşanma kastıyla üstü kapalı (kinayeli) söylenen tümcelelerle de gerçekleşebilir.

Koca üç talakla boşadığı kadınla evlenemez” ifadesinden de anlaşılacağı üzere boşama hakkı kocanındır ve mahkemeye başvurulmadan boşanmanın önü açılıyor. Medeni yasaya açıkça aykırı bir durum.

Bir yandan üvey kızla evlenmek, sürekli evlenme engellerinden sayılmakta öte yandan ayetteki “kendileriyle zifafa girdiğiniz karılarınızdan olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız –eğer anneleri ile zifafa girmediyseniz onlarla evlenmenizde size bir günah yoktur-” ifadesiyle üvey kızla evlenilebileceğinden bahseden ifade Fıkıh kitabında şu biçimde yer almıştır:

“Analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeş kızları, kız kardeş kızları, sizi emziren süt anneleriniz, süt kız kardeşleriniz, karılarınızın anneleri, kendileriyle zifafa girdiğiniz karılarınızdan olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız –eğer anneleri ile zifafa girmediyseniz onlarla evlenmenizde size bir günah yoktur-, öz oğullarınız karıları, iki kız kardeşi (nikah altında) bir araya getirmeniz ancak geçenler (önceden yapılan bu tür evlilikler) başka. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır ve çok merhamet edicidir.”[4]

Yani anneleri ile zifafa girmediyseniz üvey kızlarınızla evlenmenizde günah yoktur. Peki zifaf olmadan kadın nasıl erkeğin “karı”sı oluyor? Cinsel birliktelik olmasa bile aynı evde yaşadığınız karınızın kızıyla evlenmeyi içinize sindirmek nasıl bir duygudur?

Kızların nikahta taraf olmaları mezheplere göre ayrılmakta ve velilerin rızasına şöyle bağlanmaktadır:

“Hanefilerin dışındaki öbür 3 mezhebe göre ise tam ehliyetli erkek, nikâhta kendi adına taraf olabilirken kızlar, tam ehliyetli de olsalar ancak velileri tarafından evlendirilebilir.”[5] Hanefilerde ise “velisinin izni ve rızası olmadan dengi olmayan birisi (kefâlet) ile evlenmesi veya mehrinin emsal mehirden az olması hâlinde bu evliliğe velisinin itiraz hakkı vardır. Veli izin vermedikçe kızın yapmış olduğu böyle bir akit bağlayıcı değildir.”[6]

 Üç kez boşanınca önceki kocaya geri dönüş yolu Bakara suresinin 228-229. ayetlerine dayanılarak açıklanmaktadır:

“Bir erkek, üç kere boşadığı hanımı ile artık evlenemez. Buna göre bir erkeğin üç talak ile boşadığı kadın, başka bir erkek ile normal bir şekilde evlenip bu ikinci kocasından normal bir şekilde boşanması veya bu ikinci kocasının ölmesi hâlinde eski kocası ile tekrar evlenebilir.”[7]

Akaid ders kitabında mümine tanınan haklara ilişkin şunlar yazılıdır:

“Müslüman muamelesi görür. Müslüman bir kadınla evlenebilir. Kestiği hayvanın eti yenir, zekât ve öşür gibi dinî vergilerle yükümlü tutulur. Ölünce de cenaze namazı kılınır, Müslüman mezarlığına defnedilir. Eğer bir kimse inancını diliyle ikrar etmezse ona, Müslümana özgü bu tür hükümler uygulanmaz.”[8]

Başka türlü söylenecek olursa inancını diliyle açıklamayan kişinin kestiği hayvan yenmez, zekât ve öşür gibi dinsel vergilerle yükümlü tutulmaz. Bu kişi erkekse Müslüman bir kadınla evlenemez imiş.

Ders kitaplarındaki 10 kadın ve kız öğrenci fotoğrafının 9’u türbanlıdır. Bu, yaratmak istedikleri kadın tipini yansıtmaktadır.

Böyle bir eğitim sisteminde erkek kendini kadından üstün görecektir. Dolayısıyla Emine Bulut türü cinayetler bırakalım sona ermeyi artarak sürecektir.

Kadın-erkek eşitliği için şunlar yapılabilir:

  1. Müfredat ve ders kitapları kadın-erkek eşitliği yönünden incelenmeli ve cinsiyet eşitliğine uygunluğunun denetimi yapılmalı.
  2. Kadınlara yönelik ayrımcılık içeren bölümler müfredat (AS: Yetişek) ve ders kitaplarından çıkarılmalı.
  3. Toplumsal cinsiyet eşitliği eğitimin tüm aşamalarında zorunlu ders olarak yer almalı.

NOT: Müfredat (AS: Yetişek) ve ders kitaplarındaki milli devlet, Atatürk, insanlık onuru, kadın ve karşıtlığına ilişkin anlatımları “Gayrimilli Eğitim” kitabımda geniş olarak okuyabilirsiniz.

Kaynaklar

[1] Recai Doğan, Ortaöğretim Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi 10, Nev Kitap, Ankara, 2018, s.75. Ders kitabını şu bağlantıdan indirebilirsiniz: http://www.eba.gov.tr/ekitap?icerik-id=6328.
[2] U. Murat Kılavuz, Nihat Morgül, Veli Karataş, Eba Müslim Yaşaroğlu, Ed. Ahmet Saim Kılavuz, Akaid, MEB Devlet Kitapları, Ankara, 2018, s.39. Ders kitabını şu bağlantıdan indirebilirsiniz: http://www.eba.gov.tr/ekitap?icerik-id=6524.
[3] Abdullah Kahraman, Servet Bayındır, Recep Özdirek, Adnan Memduhoğlu, İbrahim Yılmaz, Ahmet Özdemir, Fıkıh Okumaları, 5. Basım, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2018, s.105. Ders kitabını şu bağlantıdan indirebilirsiniz: httpwww.eba.gov.trekitapicerik-id=6546.
[4] Age, s.104.
[5] Aynı yer.
[6] Age, s.104.
[7] Age, s.105.
[8] Kılavuz-Morgül-Karataş-Yaşaroğlu, age, s.27.
==============================================

Dostlar,

Yalnızca bir  soru üzerinden soruna küçük bir katkı koymak istiyoruz:
Dünyada kadın – erkek nüfusu birbirine çok yakındır. BM Nüfus Fonu’nun (UNFPA) güncel resmi verileriyle dünyada 3,776,294,273 erkek; 3,710,295,64  kadın vardır. Kadın nüfus erkek nüfustan 66 milyon daha eksiktir. Bu denge aşağı yukarı tüm ülkelerde geçerlidir. Erkek nüfus, kadın nüfustan büyüktür

Türkiye’de ise, 2018 sonu TÜİK verileriyle;

  • Erkek nüfus oranı % 50,2 (41 139 980 kişi), kadın nüfus oranı %49,8
    (40 863 902 kişi). Erkekler sayıca 175 bin kişi daha çok kadınlardan..

Böylesi bir demografik yapıda 1 erkeğin 1’den çok kadınla evlenebilmesi matematiksel ve biyolojik bakımlardan olanaksız.

Bu yol açılırsa toplumsal denge bozulur ve çok sayıda erkek kendisine evlenecek kadın bulamaz. Zina ve evlilik içi yasal olmayan ilişkiler artar, çocukların soybağı karışır.. 1’den çok kadınla evlenebilen erkekler, evlenecek kadın bulamayan başka erkeklerce deyim yerinde ise boynuzlanır

Argo olmasın ama; biri yer, biri bakarsa, kıyamet ondan kopar..

Oysa İslamiyette evlilik, yukarıda da aktarıldığı gibi, teşvik ediliyor. İlgili Ayetlerin hangi koşullarda geldiğine bakmak gerekir. İslamiyetin kuruluşunda Mekke – Medine arası savaşlarda erkekler kırılıp kadınlar geride çocuklarıyla sahipsiz kaldığından, Muhammet Peygamber belli koşullar ve sınırlamalarla, maddi durumu elverişli….. erkeklerin bu kadınları bir tür sahiplenerek korumaya almalarını önermiş olabilir.

Günümüz koşullarında bu Ayetlerin yaşama geçirilmesi olanağı yok…
Kuran‘ın daha pek çok ayetinde de durum aynı.
Ayrıca Kuran hükümlerinin günümüz toplumlarının olağanüstü çeşitlenmiş ve karmaşıklaşmış tüm gereksinimlerini devingen biçimde karşılama olanağı da yok.. Çünkü İmam Gazali‘den bu yana 7-8 yüzyıldır İçtihat Kapısı kapalı…

Tanrı, hiç değişmeyecek hükümler koyarak insanları çözümsüz bırakıp bunaltmayı hedeflemiş olabilir mi!

İslamiyet, çağın koşullarının zorlaması karşısında Hıristiyanlık gibi reformunu yapmamakta direnirse, en büyük kötülüğü kendisine kendisi, bu akıl dışı ve sürdürülemez, inatçı tutumuyla yapmış olacaktır.. Bu bağlamda Deizm, Ateizm gibi akımların – inançların artışından yakınma son derece temelsizdir. Aklı başında İslamcılar, söz konusu direnci ve bilinen öznelerini sorgulamak ve aşmak zorundadırlar..

Sevgi ve saygı ile.
25 Ağustos 2019, Tekirdağ


Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı, AÜTF Halk Sağlığı AbD
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı, Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

 

10 baro ‘Saray’da adli yıl açılış törenine’ katılmayacağını duyurdu

Güncelleme (17.8.19).. Saraya gitmeyecek Baro sayısı 41’e yükseldi…

Adli yıl açılış törenine 41 baro katılmayacak

Yargıtay Başkanlığının 2 Eylül’de Cumhurbaşkanlığı Sarayında düzenleyeceği Adli Yıl açılış töreni için barolara gönderdiği daveti geri çeviren baro sayısı 26’ya yükseldi.

Törene katılacağını açıklayan Türkiye Barolar Birliği’ne (TBB) ise tepkiler sürüyor. İzmir Barosu TBB’ye “Bizi temsil etmiyorsunuz” ifadeleriyle tepki gösterdi.

İzmir Barosu’ndan Türkiye Barolar Birliği’ne hitaben yapılan açıklamada “İzmir Barosu 111 yıldır olduğu gibi bugün de hiçbir muktedirin önünde eğilmeyerek, temel hak ve özgürlüklerin korunması, demokrasi, insan hakları ve evrensel hukuk ilkelerinin uygulanması için erkler ayrılığı mücadelesini sürdürmektedir. Cumhurbaşkanlığı Kongre ve Kültür Merkezinde yapılacak olan adli yıl açılışına katılma kararı alarak nezdimizde meşruluğunuzu yitirmiş olduğunuzdan, düzenlenecek törende İzmir Barosu’nu temsil etmediğiniz hususunu bilgilerinize sunarız.” denildi.
*****

10 baro ‘Saray’da adli yıl açılış törenine’ katılmayacağını duyurdu

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)
İzmir Barosu’nun Yargıtay Başkanlığı’na yazdığı ve kamuoyuyla paylaştığı cevap yazısının ardından İstanbul, Muğla, Antalya, Adana, Aydın, Ordu, Bursa ve Van baroları da Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda yapılacak yargı yılı açılışına katılmayacaklarını bildirdi. Kocaeli Barosu Başkanı Av. Bahar Gültekin Candemir de twitter hesabından yaptığı paylaşımında açılışa katılmayacaklarını, ”Yürütme erkinin temsilcilerinin sadece ve sadece davetli olarak katılabileceği ‘Adli Yıl’ açılış töreninin Cumhurbaşkanlığı kongre merkezinde yapılacak olması ‘Yürütme’nin ‘Yargı’ya müdahalesini kabulden öteye bir anlam taşımamaktadır” ifadeleriyle duyurdu.

[Haber görseli]

İzmir Barosu’nun ardından İstanbul, Muğla, Antalya, Adana, Aydın ve Ordu Baroları da Yargıtay Başkanlığı’nın 2019-2020 Yargı Yılı açılışı için yolladığı davete olumsuz yanıt verdi.

İstanbul Barosu‘dan yapılan açıklamada, “Yargının kurucu unsuru olan savunmanın meslek örgütü olarak, yeni bir yargı yılının açılışında birlikte olmaktan kıvanç duyabilirdik” denilen cevap yazısında, toplantının Cumhurbaşkanlığı Kongre ve Kültür Merkezinde yapılacak olduğuna işaret edildi ve burada yapılacak bir açılış törenine katılmanın mümkün olamayacağı bildirildi.

İstanbul Barosu Başkanı Avukat Mehmet Durakoğlu’nun imzasıyla yayımlanan cevap yazısı “Tarihe not düşmek adına Başkanlığınızın takdirlerine sunarız” cümlesiyle sonlandırıldı.

MUĞLA BAROSU DA KATILDI

İstanbul Barosu’nun ardından Muğla Barosu da konuyla ilgili katılmayacağını duyurdu. Muğla Barosu Başkanı Avukat Cumhur Uzun’un imzasını taşıyan yanıt yazısında “2019-2020 Adli Yıl Açılış Töreninin Cumhurbaşkanlığı Kongre ve Kültür Merkezinde yapılıyor olması, bu anlayışa (yargının herkese eşit ve tarafsız olduğu) katkı sunmak yerine zarar verici olduğu değerlendirildiğinden, nazik davetinize icabet edemeyeceğimizi üzülerek bildiririz” denildi.

MEKANSAL SORUMLULUĞU BİLE PAYLAŞMAYIZ

Antalya Barosu Başkanı Av. Polat Balkan da Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının adli yıl açılışına ilişkin daveti ile ilgili yaptığı açıklamada katılmayacaklarını duyurdu. Açıklamada şu ifadeler kullanıldı:

“Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından 2019-2020 Adli Yıl Açılış Töreni ve Adli Yıl Açılış Kokteyli daveti bize de yapıldı. Şu ana dek bu konuyla ilgili kimi baro başkanlıklarınca açıklamalar yapıldı. Açıklamalara katılıyorum. Konuya ilişkim görüşümü özetlemeye çalışayım: Biz, adaletsizliklere, hak ihlallerine, hukuksuzluklara direnenlerdeniz; alkışlayan, boğun eğenlerden değil!
Biz, hukuk devleti ve insan haklarından yana taraf oluruz; iliksiz cübbelerinde düğme arayanlardan, sıraya dizilenlerden değil! Biz,

– gerçek bir hukuk devleti,
– bağımsız ve tarafsız yargı ve
– özgür savunma istiyoruz;

“Yargı denetimsiz iktidar, savunmasız yargı” değil. Yargıya duyulan güveni dibe düşüren, hukuku ve yargı bağımsızlığını hiçe sayan bir anlayış ile mekansal sorumluluğu bile paylaşmayız.”

BURSA BAROSU: BU TÖREN YARGI MEKANLARINDA YAPILSAYDI, KOŞA KOŞA GELİRDİK

Bursa Barosu da Yargıtay’ın adli yıl açılış töreni davetini reddetti. Bursa Barosu Başkanı Av. Gürkan Altun’un Yargıtay Başkanlığı’na yanıtında şu ifadeler kullanıldı:

Yasalar hukuku gerçekleştirme aracıdır ancak yasalar her zaman hukuka uygun olmayabilir veya hukuka uygun yorumlanmayabilir. İşte o zaman adaleti amaç edinmiş hukukun üstünlüğünü şiar edinmiş yargı devreye girer. Ama yargının devreye girebilmesi “bağımsız” ve “tarafsız” olabilmesine bağlıdır. Yoksa gücün elinde araçsallaşır. O nedenle yargıya güvenin zaten sürekli zedelendiği bir toplumda yargının yürütmenin himayesinde olduğu izlenimi ile şekilden öte anlam ve sonuçlar çıkan nazik ama Anayasa’da belirtilen yargının bağımsız ve tarafsız olması ilkesine aykırı bulduğumuz, yürütmeye ait bir mekandaki davetinize, yargının kurucu unsuru olan savunma mesleğinin temsilcisi avukatların meslek örgütü olan Bursa Barosu olarak icabet edemeyeceğimizi üzülerek bildiririz.

Bu tören, keşke yargının ev sahipliğinde ve yargının kurucu unsurlarının bütününe konuşma olanağı sunulacağı; yargının sorunları, kısa, orta ve uzun vadedeki çözüm hedeflerinin konuşulacağı; uzun yargılamalar, uzun tutukluluk sürelerinin eleştirilebileceği, düşünce ve ifade özgürlüğü lehine iletilerin verileceği yargı mekanlarında yapılsaydı koşa koşa gelirdik. Lakin, tören için yargıya değil, yürütmeye ait olan bir mekanın tercihi tüm bunları olanaksız kılmaktadır.

VAN BAROSU DA KATILMAYACAK

Van Barosu da Twitter hesabı üzerinden yaptığı açıklamada törene katılmama kararı aldığını duyurdu. Barodan yapılan açıklamada, ”Baromuz; Yargıtay Başkanlığı’nın 2 Eylül 2019 Tarihinde ”Cumhurbaşkanlığı Kongre ve Kültür Merkezi”nde yapılacak olan 2019-20 Adli yılı açılış töreni çağrısına, Yönetim Kurulu olarak törene katılmama kararı alarak durum resmi yazı ile Yargıtay Başkanlığı’na bildirmiştir.” denildi.

KOCAELİ BARO BAŞKANI: DAVETE İCABET EDEMEYECEĞİMİZİ BİLDİRDİK

Kocaeli Barosu Başkanı Av. Bahar Gültekin Candemir kişisel twitter hesabından yaptığı paylaşımında açılışa katılmayacaklarını bildirerek şu ifadeleri kullandı:

Kuvvetler ayrılığı ilkesi; adalet, demokrasi, temel hak ve özgürlüklerin güvencesidir. Hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığının tesisi, bu ilkeye sıkı sıkıya bağlı kalınmasıyla olanaklı olacaktır. Bu nedenle ‘Yargı Yılı’ açılışının ‘Yürütme’nin idare merkezinde değil Yargı’nın merkezinde/evinde yapılması gerekli, değerli ve önemlidir. Yürütme erkinin temsilcilerinin yalnızca ve yalnızca çağrılı olarak katılabileceği ‘Adli Yıl’ açılış töreninin Cumhurbaşkanlığı kongre merkezinde yapılacak olması ‘Yürütme’nin ‘Yargı’ya müdahalesini kabulden öteye bir anlam taşımamaktadır. ‘Hukuk Devleti’, ‘adalet’, kavramları ile yargılama süreçlerinin ‘Hukukun Evrensel İlkeleri‘ne ne denli değer verilerek yapıldığının tartışma konusu olduğu ülkemizde bu durumun bağımsız savunmanın meslek örgütleri olan Barolar katında kabul edilmesi olanaklı değildir. Bu nedenle Yargıtay Başkanlığı tarafından yapılan nazik ve naif çağrıya icabet edemeyeceğimizi bildirdik.”

İZMİR BAROSU ‘KENDİNİZİ ÖZGÜRLEŞTİRİN, SİZ DE GİTMEYİN’ DEMİŞTİ

Yargı yılı açılışı ile ilgili Yargıtay Başkanlığı’na ilk tepki İzmir Barosundan gelmiş, Baro başkanı Özkan Yücel’in imzasını taşıyan ve kamuoyuna da duyurulan yanıtta;

“Halkın zerre kadar güven duymadığı bir yargı sisteminin parçası olmamak için sizlerin de ‘kendinizi özgürleştirmenizi’ temenni ederiz..” denilmişti.
==============================
Dostlar,

Baroların “red“ yanıtı ve tutumları son derece yerindedir. Gerekçeler de saygıdeğer ve gerçekçidir. AKP iktidarı son derece net biçimde, anti-demokratik ve dinci bir TEK ADAM yönetimini adım adım ve seçim hileleriyle ülkemize ne yazık ki dayatmıştır.

İtiraz salt 2019-20 Adli Yıl açılış töreninin mekanına da değildir. Güçler ayrılığını hiçe sayan eylemli despotik dayatmalara karşı çıkıştır asıl olan..

Hukuk ve savunma göstermelik duruma düşürülmüştür.  Bu törenler Yargının ev sahipliğinde yapılmalı, Yasama ve Yürütme organları yetkilileri Yargı erkini dinlemeli, sorunların çözümü için bilgilenmeli ve ardından gereğini yapmalıdır. Ne var ki, kutsal olan Savunma’nın temsilcisi olan Türkiye Barolar Birliğinin (TBB) başkanının bu törende konuşması, ilgili mevzuatta AKP = Erdoğan‘ın Başbakanlığı döneminde yasaklanmıştır. TBB Başkanı Av. Prof. Dr. Metin Feyzioğlu‘nun konuşmasında eleştirilere katlanamayan dönemin Başbakanı Erdoğan, oturduğu yerden “edepsizlik etme“ biçiminde hakaret etmiş ve yanıtını da hemen almıştı :

  • Edepsizlik eden ben değilim sayın Başbakan…“

Başbakan Erdoğan, Danıştay’ın 146. kuruluş yıldönümü törenleri sırasında (10 Mayıs 2014) TBB Başkanı Prof. Fevzioğlu’nun eleştirilerine tepki gösterip salonu terk etmişti. Cumhurbaşkanı Gül’ün RTE’nin kolundan tutup engellemeye çalışması işe yaramamış ve TBMM Başkanı da dahil protokol salondan ayılmıştı.

Başbakan Erdoğan toplantıyı terk etmek zorunda kalmıştı! Bu tarihsel sahne aşağıdaki erişkeden izlenebilir..

https://www.cnnturk.com/video/turkiye/erdogandan-metin-feyziogluna-sert-tepki 

*****
Ayrıca, İzmir Barosunun Yargıtay Başkanlığının çağrı yazısına yanıtı tarihsel değerdedir ve aşağıda paylaşılmaktadır :
******
İZMİR BAROSU BAŞKANLIĞI
15.08.2019, sayı; 070/ 13579

YARGITAY BAŞKANLIĞI’NA

02.09.2019 tarihinde yapılacak olan Adli Yıl açılış töreni için tarafımıza göndermiş olduğunuz davetiyeye teşekkür ederiz. Bir kişi rahatsız olduğu için, Türkiye Barolar Birliği Başkanının adli yıl açılış törenlerinde konuşma yapmasının önüne geçmek amacıyla yasa değişikliği yapanların salonlarında, avukatları dinleyici olarak törene çağırmanızı ancak naiflik olarak adlandırabiliyoruz. Anlaşılan o ki; halkından kopuk bir yargı sisteminin mimarlarının, vatandaşın adalete erişimini zorlaştıranların, hiçbir canlıya yaşama olanağı tanımayanların, hakimlik ve savcılık
teminatını yok sayanların, hayalleri avukatsız bir yargı olanların salonlarında adli yılı açmak, 2019 yılında da sizlere nasip olacak.
Bu yanıt yazımızla, siyasi kararlarla, mesleki faaliyetlerini gerekçe göstererek yüzlerce mensubunu tutsak ettiğiniz onurlu bir mesleğin temsilcileri olarak, yaptığınız nazik daveti geri çevirmek zorunda olduğumuzu bildiriyoruz.
Bize kalırsa, siz de o salona gitmeyin. Çünkü yapacağınız konuşmada muhtemelen, yargının bağımsızlığından ve tarafsızlığından söz edeceksiniz. Hak mücadelesi veren binlerce kişinin cezaevlerinde olduğunu bilmenize karşın;
kişi özgürlüğü ve güvenliğinden, ifade özgürlüğünden, adil yargılanma hakkından, basın özgürlüğünden dem vuracaksınız. Kimseden emir ve talimat almadığınızı, hukuktan üstün hiçbir şey tanımadığınızı, üstünlerin hukukunu reddettiğinizi, üstüne basa basa tekrarlayacaksınız. Peki nerede? Yürütmenin başının yaşadığı sarayın salonunda. Bizler, insan haklarının korunduğu ve geliştirildiği, hukukun yok sayılmadığı, yargının siyasi iktidarın güdümünden çıktığı günlerde, tam bağımsız bir yargı teşkilatının ev sahipliğinde yapılacak bir törene katılımı, savunduğumuz değerlere daha uygun görüyor ve bu günü umutla bekliyoruz.
Biz avukatlar, yargı bağımsızlığı için tarih boyunca mücadele ettik. Yeni adli yılda da bağımsızlığımızdan aldığımız güç ve tarihimizden gelen kararlılıkla bu mücadeleyi sürdüreceğiz. Halkın zerre kadar güven duymadığı bir yargı sisteminin parçası olmamak için sizlerin de “kendinizi özgürleştirmenizi” temenni ederiz.

Saygılarımızla.
Avukat Özkan YÜCEL
İzmir Barosu Başkanı
******

Sevgi ve saygı ile. 17 Ağustos 2019, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

TTB’den Kanada Tabipler Birliği’ne Kaz Dağları için mektup

TTB’den Kanada Tabipler Birliği’ne Kaz Dağları için mektup

08.08.2019, http://www.ttb.org.tr/325yhsu

Kanada Tabipler Birliği Başkanı

Dünya Tabipler Birliği Tarafından benimsenen Çevresel Konularda Hekimlerin Rolü Bildirgesi, hava, su ve toprak gibi insanlığın yaşam ve sağlık için gerekli ortak kaynaklarının korunması ve bu kaynakların tahribatının engellenmesi konusunda tabip kuruluşlarının rolüne ve uluslararası çabaların koordinasyonunda ortaklık sağlama gerekliliğine işaret eder. Türk Tabipleri Birliği olarak bir çevresel ‘saldırı’ konusunda sizi bilgilendirmek istiyor ve bu konuda işbirliğinizi rica ediyoruz.

Bugün Türkiye’de insanlar, özellikle tarihsel / mitolojik önemiyle insanlığın ortak mirası olan bir coğrafi bölgede büyük bir çevresel tehlikeyle karşı karşıyadır. Türkiye’nin batısında Ege Denizi kıyısında pek çok uygarlığa beşik olmuş, mitolojideki İda dağı olarak bilinen Kaz dağları ve çevresi, biyolojik çeşitlilik açısından biricik özelliğe sahiptir. Homeros’un İlyada’sında anlatılan Truva savaşının geçtiği yer bu dağın eteklerindedir. Türkiye’nin en iyi zeytinleri bu bölgede yetişmektedir. Çağlar boyunca yöreye yerleşenler burada sağlıklı ve mutlu bir yaşam sürmüşlerdir.

Bugün ne yazık ki bu bölgede Kanada kökenli ALAMOS GOLD INC. 25 kilometrelik bir havzada üç ayrı proje ile altın madeni ruhsatı almıştır. Bu şirket tarafından işletme ruhsatı alınan altın madeni alanı, yakındaki Çanakkale ilinin tek içme suyu kaynağının yer aldığı Kirazlı Atikhisar’ı da kapsamaktadır. Maden hazırlık çalışmaları için 45 bin ağacın kesilmesi planlanmıştır; ancak daha altının çıkarılacağı alan açılmadan 195 bin ağaç kesilmiştir. Çevredeki yaban yaşamı şimdiden çok ciddi zarar görmüştür.

İşletme açıldığında 20 bin ton siyanür kullanılacak; arsenik, antimon, kurşun, kadmiyum, krom gibi binlerce ton ağır metal işlem sırasında çözünecek ve çevreyi kontamine edecektir.  Çıkan toz, olası kazalar (benzer durumlarda tanık olunduğu gibi) ve deprem, esasen olumsuz olan durumu daha da ağırlaştıracak etmenler arasındadır.

Bunlara ek olarak, madencilik sektörü ormansızlaşmaya yol açan faaliyetlerin başında gelmektedir. Karbon salınımlarının azalmasına, dolayısıyla iklim krizine karşı mücadeleye katkı sağlayan ormanlar tahrip edilmektedir. Günümüzde iklim krizine karşı mücadelede başlıca stratejilerden biri, ormansızlaşmadan kaçınılması, biyolojik çeşitlilik kaybının azaltılması ve ekosistemler üzerinde baskı oluşturan faaliyetlerle ilgili olarak “önce iklim” diyen adaptasyon stratejileri geliştirilmesidir. Hükümetler Arası İklim Panelinin (IPCC) son raporu da iklim kriziyle mücadelede ormansızlaşmanın azaltılmasının taşıdığı önemi özellikle vurgulamaktadır. Dolayısıyla, İda Dağındaki madencilik faaliyetlerinin sonuçlarının belirli bir alanla sınırlı kalacağını düşünmek doğru olmayacaktır.

En önemlisi ise yörede yaşayan halkın hemen hemen tümünün bu ‘saldırıya’ karşı olmasıdır. Yöre halkı sesini duyurmak için toplantı, gösteri ve dilekçe dahil düzenli olarak protesto eylemleri düzenlemektedir (imzacı sayısı bugün 500 bini aşmıştır ve imza kampanyası sürmektedir).

Ne var ki gerek Türkiye Hükümeti gerekse şirket CEO’su John McCluskey bu konuda işbirliğine yanaşmamakta, protestocuların gündeme getirdikleri çok yönlü insani ve çevresel kaygılara duyarsız davranmaktadır. McCluskey protestocuları ‘siyasal gündem’ izlemekle suçlamaktadır: “Bu saldırının, çevresel duyarlılık örtüsüyle gizlenmiş derin bir siyasal gündemden kaynaklandığını düşünüyorum.” 

Ayrıca Kanada Hükümeti siyanür kullanımının insan ve çevre sağlığı açısından ciddi bir sakınca taşıdığını açıkça belirtmiştir. Halen, siyanür kullanımıyla ilgili riskler karşısında çok daha titiz risk yönetimi usulleri ve çevresel etki izleme çalışmaları önerilmektedir.

Kanada Hükümeti adına yapılan böylesine net bir açıklama, Kanadalı şirketler Kanada sınırları dışındaki duyarlı ortamlarda madencilik faaliyetleri yürütürken de dikkate alınmalıdır.

Türk Tabipleri Birliği olarak ciddi kaygılarımız vardır ve tarihsel ve doğal varlıkları ile biricik olan bölgenin daha çok tahrip edilmemesi, binlerce insanın yaşam alanlarını yitirmemesi, yerel habitatın zarar görmemesi ve insanların hastalanmaması için mücadele vermekteyiz. Türkiye’deki ALAMOS GOLD projesinin sonuçları iklim değişimini ve çevresel bozulmayı ulusal sınırları aşacak biçimde etkileyecektir. Bu konuda tabip kuruluşlarının küresel ölçekte çaba göstermesi gerekmektedir ve Kanada Tabipler Birliği de Kanada Hükümeti’nin siyanür ve çevre konusundaki titizliği dikkate alındığında konuya müdahale açısından özel bir konumda yer almaktadır. ALAMOS GOLD INC’in yol açtığı çevre yıkımına son verilmesinde; ortak evimiz, insanlığın belleğinin bir parçasını oluşturan bu değerli yörede habitat ve sağlığın korunmasında yardımlarınıza ihtiyacımız var. Bu bağlamda Kanadalı meslektaşlarımızdan Kanada resmi makamlarını ve kamuoyunu ALAMOS GOLD INC’in ülkemizdeki faaliyetleri ve bu faaliyetlerin sonuçları konusunda bilgilendirmelerini, söz konusu faaliyetlerin durması için demokratik bir basınç yaratmalarını istiyoruz.

İşbirliğiniz ve değerli çabalarınız için şimdiden teşekkürlerimizi iletiyoruz.

Saygılarımla,

Prof. Dr. Sinan Adıyaman
Türk Tabipleri Birliği Başkanı

Kanada Tabipler Birliği’ne gönderilen mektup için tıklayınız.

==================================
Dostlar,

Söz konusu mektubun İngilizcesini biz de pdf olarak sitemize yüklüyor ve okuyucularımızın bilgisine sunuyoruz.

Kazdaglari_Katliami_Icin_Kanada_Tabipler_Birligine_Mektup

Sevgi, saygı ve KAYGI ile. 15 Ağustos 2019, Tekirdağ

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı, AÜTF Halk Sağlığı AbD
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı, Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com