Etiket arşivi: Mustafa Kemal Paşa

Kılıçdaroğlu’ndan döviz krizi için 13 maddelik öneri

Kılıçdaroğlu’ndan döviz krizi açıklaması

CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu yaşanan döviz kriziyle ilgili açıklama yaptı. Kılıçdaroğlu, iktidara ekonomiyle ilgili 13 maddelik öneride bulundu. (11 Ağustos 2018)
(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Kılıçdaroğlu, düzenlediği “ekonomi” konulu basın toplantısında, Türkiye’nin, tarihinin en önemli dönemlerinden birini yaşadığını, derin bir ekonomik, siyasal sorunla karşı karşıya olduğunu söyleyerek, yaşanan sorunun siyasetçilerin yanı sıra işçinin, memurun, emeklinin, sanayicinin, esnafın gündeminde olduğunu belirtti.

Sorunun büyüklüğünün, bunu “halının altına süpürme lüksü”nün olmadığını gösterdiğini belirten Kılıçdaroğlu, “Hep birlikte bu sorunu aşmak için çaba göstermek zorundayız. Bunun birinci yolu kararlı, sabırlı ve tutarlı bir politikayla yola devam etmektir. Neyi, nasıl yapacağınızı çok iyi bileceksiniz. Eğer neyi, nasıl yapacağınızı bilmeden, öngörmeden, planlamadan yola çıkarsanız bu krizi aşamazsınız. Krizi aşmak, sağlıklı bir süreci yaşama geçirmek için ilk yapılması gereken iş, sorunu yaşayanlarla bir araya gelmektir” dedi.

Kılıçdaroğlu, eski başbakanlardan Bülent Ecevit’in Ekonomik ve Sosyal Konseyi kurduğunu, konseyin Anayasa’ya girdiğini hatırlatarak, “3 ayda bir toplanması, bütün sosyal tarafların olması gerekiyor. Ekonomik ve sosyal olayların görüşülüp, tartışılıp çözüme bağlandığı bir ortam olarak değerlendiriliyor. Ülkeyi yönetenlerin ilk yapması gereken iş hızla Ekonomik ve Sosyal Konseyi toplamaktır. Ekonomik ve Sosyal Konseyin toplandığı tarih en son 5 Şubat 2009. Ülkeyi yönetenler buna düşünmemiş, buna gerek duymamış olabilir.” dedi.

CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu‘nun “13 madde bize göre çok önemli” diyerek açıkladığı öneriler şöyle:

  1. madde: Devlette liyakat yoksa devlette çürüme vardır. Yapılması gereken en önemli işlerden birisi devlette liyakat sisteminin yeniden inşa edilmesidir.

2. madde hukukun üstünlüğü ve güvenliğidir. Milletvekillerinin öğrencilerin hapiste olduğu bir ülkede ‘yabancılar gelsin yatırım yapsın’ diye beklerseniz hayal ortamında yaşarsınız.

3. madde Merkez Bankası’nın bağımsızlığıdır. Bugün merkez Bankalarıyla ilgilenen dünyadaki bütün çevreler Türkiye’deki Merkez Bankası’nın bağımsız olmadığına inanıyorlar. Siyasi otorite yüzünden bağımsız karar alamıyor. Eğer bu güvenceyi verirseniz farklı bir merkez bankası profili ortaya çıkar. Ülkeyi yönetenlerin 3. maddesi bu.”

4. madde sıcak para yönetimi. Akılcı bir sıcak para yönetimine geçmek gerekiyor. Dolar kurundaki her on kuruşluk artışın bize maliyeti 22 milyar lira. Yılbaşından bu yana dolar kurunun yükseliş maliyeti 580 milyar lira.

5. madde: Dolar esas alınarak ihaleler yapılıyor yani dolar baş tacı ediliyor bu politikadan vazgeçilmeli. Dolar esas alınarak hızla TL’ye dönüştürülmeli eğer TL’ye güveniyorsanız ‘TL bizim paramız’ diyorsanız hızla ihaleleri Türk Lirasına dönüştürün. Dolara endeksli geçiş ücretleri var. Bunların da tümüyle TL’ye dönüştürülmesi gerekiyor. Bunu yapmanın mevcut yönetim tarafından zor olduğunu biliyorum”

6. madde: Kamu İhale Yasasının mutlaka değişmesi gerekiyor. Yolsuzluğun temel kaynağı budur. 16 yılda tam 186 kez ihale mevzuatı değişti

7. madde: Hepimiz vergi ödüyoruz çocuk doğduğu andan başlayarak vergi ödüyor. Vergilerin nereye ödendiğini denetleyen Sayıştay uluslararası standartlarına dönmeli. Sayıştay’ın şu anda denetim yapacağı alanlar kısıtlı, eli kolu bağlı durumda.”

8. madde: Bütçe dışı uygulamalar. Kim bütçenin dışında fonlar oluşturdu? TOKİ vb. yapıların hepsinin kaldırılması gerek. Bütçe disiplinin bu bağlamda sağlanması gerek.”

9. madde: Dış politika bugün izlenen politikanın 180 derece değişmesi gerek. Dış politikada hamaset söylemlerine, dost söylemlerine yer yoktur. Her ülke kendi çıkarları için söylem oluşturur. Güçlü bir ekonomi oluşturamazsanız başka ülkelerin sömürdüğü ülkeler durumuna gelirsiniz. Türkiye’nin bugün geldiği nokta bu. Trump bir tweet atıyor, Türkiye’de $ yükseliyor. Neden böyle oluyor? Güçlü bir ekonomi olmadığı için. Trump’ın attığı her tweet Türk halkının onurunu zedeliyor. Asla kabul etmiyoruz. Bu konuda Türkiye’de bir görüş birliğinin sağlanması çok önemli. Eğer iç politikayı, dış politikanın malzemesi haline getirseniz güçlü kalamazsınız.”

10. madde: Kontrolsüz borçlanma. Bunun için bir anayasal kural getirmek gerekiyor. Herkes gönlünce borçlanamaz. Çocuklarımızı, torunlarımızı borç altında bırakamayız. Bunun sınırları ve kurallarının olması gerek. TBMM’ye hesabı verilmeli. Bu borçları kim ödeyecek? Bu borcu 80 milyon ödeyecekse hepimizin soru sorma hakkımız var.”

“11. madde: Fakirin, fukaranın sırtına yıkılan bir vergi politikası var. Türkiye’nin bunu düzeltmesi gerek. Vergi cennetlerinde dolarları olanlar var. Bu dolarları olanlar Türkiye’ye getirdiğinde vergi ödemiyorlar. Yoksul ekmek alırken, su içerken vergi ödüyor. Milyarlarca dolarla uğraşanlar vergi ödemiyor. Bunu engellemek için 2006 yılında Parlamento üstüne düşeni yapmış. ‘Dolarlar ülkeye gelirse %30 vergi alacağım’ demiş. Bu kararname 2006 yılından beri çıkmıyor. Biz bu kararnamenin hızla çıkmasını istiyoruz. O vergi cennetleri nereler, herkes biliyor.”

12. madde: Üretimi önceleyen politikaya gerek var. Bir ülke üretirse güçlü olur.

13. madde: İsraf ekonomimizi hepiniz görüyorsunuz. Lüks arabalardan geçilmiyor. Tasarruf yapacağız diyorsanız kamudaki araba saltanatına son verin. Kiralık binalarda oturuyorlar. Neden? Eskiden bakanlıklarda otururlardı. Beğenmiyorlar.

“Saydığım 13 madde bize göre çok önemli. Bir bölümü derhal yapılabilir bir bölümü orta vadede (AS: erimde). Bir bölümünün sonuçları uzun sürede çıkabilir. Hem yasaların hem uygulamanın gelişmesi gerekiyor. Yasama ve yürütmenin bunu el ele vererek yapması gerekiyor. Türkiye’nin demokratikleşmesi, Sayıştay’ın güçlenmesi pek çok yasal düzenlemeye her türlü desteği vereceğiz ve izlemcisi olacağız. Hükümet yok. Artık bakanlar kurulu yok. Yasa tekliflerini milletvekilleri verecek. Bu tekliflerin krizden çıkma yolunda bir uzlaşmayla parlamentoda görüşülmesi bizim en büyük arzumuz. Her türlü katkıyı veririz.”

  • Bir kişinin egosuna ülke teslim edilemez.
  • Parlamentoda üzerimize düşeni yapacağız.
  • Ülkeyi yönetenlerin hızla karar alması gerek..

==================================================
Dostlar,

AKP = ERDOĞAN, “1 $ = 6,5 TL” İKEN BİLE NEDEN HALA ULUSAL BİRLİĞE SARILMIYOR?

Anamuhalefet partisi CHP’nin “Kara Cuma” nın ertesi günü (11.08.2018), gecikmeksizin, İstanbul’da 13 önemli öneri sunması değerlidir, anlamlıdır.

10 Ağustos Sevr Anlaşması‘nın (1920) 98. yıldönümüdür.
Bu rezil Anlaşma, 23 Nisan 1920’de Ankara’da Mustafa Kemal Paşa‘nın çağrısı ve büyük çabaları ile toplanan 1. Meclis (BMM) tarafından “vatana ihanet” belgesi sayılarak reddedilmiştir. Bu Anlaşmaya imza koyan son Osmanlı Padişahı 6. M. Vahdettin ve damadı… vatan haini ilan edilmiştir. Kurtuluş Savaşımız bu temelde azimle kurgulanmış, yürütülmüş ve başarılmıştır.

Lozan Barış Anlaşması ile Sevr tarihin çöplüğüne atılmış ancak Batılı emperyalistlerin kursağında ukde olarak kalmıştır. Bunu her fırsatta yazıp söylemişlerdir ve halen de işlemektedirler.

Paranoya denilmesin lütfen, siyasal tarihte – uluslararası ilişkilerde hiçbir şey rastlantı değildir; Türkiye’de yürütülen ekonomik ağırlıklı çok yönlü operasyonun dün, 10 Ağustos 2018 günü, Sevr’in 98. yılına dek düşmesi basit bir örtüşme (tesadüf) değildir…

Emperyalizm gene işbirlikçiler bulabilmekte, tersinden söylersek işbirlikçiler gene emperyalizmin uşaklığını sürdürmektedirler.
*****

Rize’de söylenenler son derece ilginçtir. Kılıçdaroğlu’na “… avcunu yalarsın.. ” denmektedir. Olanaklı en kısa sürede bu kez AKP sözcüsü devreye girmekte, Anamuhalefet liderine pekiştirme dozu ile saldırmaktadır. Bu patolojik – kör takıntı nasıl açıklanabilir? Kemal Kılıçdaroğlu’na dönük kategorik bir saplantılı düşmanlık niyedir ki?

Sırası ve zamanı mıdır ayrıca?
Eğer ülkemiz “belirttiğiniz üzre” küresel bir saldırı karşısında ise içeride safları bir etmek kaçınılmaz değil midir? Burnunuzun dikine dikine gitmeniz, kör inadınızı sürdürmeniz nelere dayandırılabilir?
Yangını söndürmek için eylem planınızda ele gelir ne öneri var? Damat bey dün buram buram terlerken hangi somut çözüm önerisi üretebildi?
Oysa CHP’nin 13 önerisi, ülkenin seçkin uzmanlarının emeği ile hazırlanmıştır.
****

AKP = RTE’ye çağrı              :

Madem 15 Temmuz benzeri bir ekonomik saldırı var, üstelik AKP’nin başı aynı zamanda Cumhur’un da başı; o halde ULUSAL BİRLİK ÇAĞRISI dışında seçenek yoktur!

Eğer bunu yapmayarak hala ayrıştırıcı – ötekileştirici, kin – nefret tabanlı söylem içinde iseniz; bu tutumunuz net bir turnusol kağıdıdır ve politik psikoloji açısından yaşanan yangını sizin gerçekte ciddiye almadığınız hatta kurgulayıcılarından olabileceğinize ilişkin net bir turnusol kağıdıdır.

Daha açık mı yazalım : Günlerdir yazıyoruz..

  • KURGULU DEVALÜASYON!
  • Batı’yı rant ile besleme misyonuna devam iktidarda kalabilmek ve yolsuzlukları örtmek için..

Anamuhalefet – Muhalefet bu gerçekleri de dile getirmelidir; ortak söylem geliştirmelidir.

Erdoğan’a şu sorulmalıdır    :

  • Garip – gurebanın yastık altındaki kara gün dostu birikimini kumar masasına çağırarak hamaset yapıyorsun da, 15 yılda yarattığın en az 15 yandaş, resmi Dolar milyarderinden, yurt dışına kaçırılan servetlerin yurda getirilmesinden.. neden söz etmiyorsun? Örneğin 1942’de İnönü’nün koymak zorunda kaldığı Servet / Varlık vergisi neden aklına gelmiyor? Şirketlerin borçları yeniden yapılandırılıyor da, Anonim şirket gibi yönetmek istediğiniz Türkiye’nin çevrilemeyen yarım trilyon doları aşkın borcu neden yeniden vadelendirilmesin? Finans-kapital izin vermiyor mu buna?

Kurtuluş Savaşında bile Sakarya savaşı hazırlığı için Tekalif-i Milliye Yasası çıkarıldığında (1921), yurttaştan “ödünç” istenmişti.  Halktan bozdurması istenen döviz – altın vb. için belli süre sonra -“kriz” aşıldıktan sonra- faiziyle ve aynen iade güvencesi neden vermiyorsunuz? TL’ye dönüştürsün, kalıcı olarak yoksullaşşsın ve yarattığınız bunalımı omuzlasınlar öyle mi? Bu da AKP dinciliğinin, oy depolarına ve Müslüman din kardeşlerine dönük adalet anlayışı olmalı! Yurdum insanı uyanır mı acaba??
****

  • Bunca sefilliğe çözüm önermekten aciz kaldığımızı itiraf ediyor; pisliği teşhir ediyoruz.

Bunca ağır – kahredici yıkımda bile ulusal birlik dışlanıyorsa 2 seçenek var :

1. Ya olup bitenin gerçekten ayırdında değilsiniz, realiteden koptunuz;

2. Ya da kurgulayan aktörlerdensiniz ki serinkanlı gözüküyor, (!?) “meydan okuma” rolü (!) oynuyorsunuz hala..

Ancak her ikisi de Türkiye için felaket… Biri “40 satır”, öbürü “40 katır”.. Ya siz oyuncular??

TEK ADAM rejimi, Türkiye’de “İslamcıların iktidar hırsı ve Cumhuriyet düşmanlığı” körüklenerek işte tam de “bu günler” için kuruldu ve model acımasızca işletiliyor..

Herkes aklını başına alsın.. “ABD’nin istekleri bir sömürge ülkesine gibi..” vb. yönlendirici yorumlara aldanıp “2 yanlı senaryo”yu görmezden gelmesinler..

Gene de ekleyelim :

  • TBMM Başkanı Binali Yıldırım, Meclisi olağanüstü toplantıya çağırmalıdır genel görüşme için (Anayasa md. 93). Yeryüzünde parası = saygınlığı = geleceği ile böylesine acımasızca oynanan bir başka ülke yoktur! AKP = Erdoğan bu yıkımdan 1. derece sorumludur ve TBMM böylesi zamanlarda ülkeye kol kanat germeyip ne zaman işe yarayacaktır? Tatilin sırası mıdır? Muhalefet de bu isteği yükseltmelidir, 120 vekil (1/5) ile çağrı yapmalıdır (Anayasa md.93).. Ve genel görüşme bitmeden tatile dönülmemelidir.. 600 vekile onca aylığı – yolluğu niye ödüyoruz? TBMM toplansın ve muhalefetin “genel görüşme” istemi AKP – MHP blokunca reddedilsin.. Halka teşhir edilsin bu tutum.. TBMM süs ve TEK ADAM post-modern sultan!

Çare;

  • Halka bu çıplak gerçekleri anlatarak örgütlemekte.. Düzen partileri ne denli yapabilir? Koşulların zorlaması ve başka çareleri kalmadığı ölçüde, gıdım gıdım belki..Yaşayacak ve göreceğiz; insanlık onuru, ne denli ağır bedeller ödese de, gene kazanacak.

Sevgi ve saygı ile. 11 Ağustos 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

ADD : Sevr ya da Lozan Esaret ya da Bağımsızlık

Sevr ya da Lozan
Esaret ya da Bağımsızlık

Türkiye Cumhuriyetinin “tapu senedi” Lozan Antlaşmasının imzalanmasının 95. yılını kutluyoruz.
Kan ve can pahasına Ulusal Kurtuluş Savaşımız sonrası Türk diploması tarihinde 224 yıllık bir boyun eğme döneminden sonra kazanılan en büyük uluslararası siyaset zaferini kutluyoruz.
Lozan zaferimize dudak büken “aydınlarımız” yanında, ülkemizi Sevr esaretine götürenlerin
günümüzdeki takipçileri, oturdukları “yönetici” koltuklarından Lozan Zaferimizi tartışmaya açıp zaferin “yenilgi” olduğu iddiasına kadar ilerliyorlar. Dahası bu işi Ulusal Kurtuluş Savaşımızda karşımıza sürülen kukla kuvvetlerin ülkesinde yapacak kadar ileri noktaya götürüp Lozan’ı tartışmaya açıyorlar.

Osmanlı devleti 1699 Karlofça Antlaşması ile birlikte hiçbir diplomasi masasından başı dik
kalkamadı. Ta ki, Mustafa Kemal Paşa önderliğindeki Ulusal Kurtuluş Savaşımızın zafere ulaşmasına değin.
Buna karşın Türk ulusunun başının yerden kalkmamasına neden olanların günümüzdeki temsilcileri Türk Ulusunun tarihten ve Anadolu topraklarından silinmesi demek olan Sevr paçavrasını yırtıp atan Lozan’ı “yenilgi” olarak gösterme cüretinde bulunuyorlar.

Ulusal Kurtuluş Savaşının önderleri hakkında idam fermanları çıkaranlar, Paris’in Sevr kasabasında 10 Ağustos 1920 günü imzalanan Sevr Antlaşmasının hiçbir maddesine itiraz edemezken, boynunda idam fermanı olanlar, Sevr paçavrasından yalnızca 2 yıl 20 gün sonra 30 Ağustos 1922 günü Dumlupınar’da Türk ulusunun zaferini ilan ettiler. Zaferden kısa süre sonra imzalanan Mudanya Ateşkes Antlaşması (AS : 11 Ekim 1922) sonrası Lozan’da başlaması planlanan barış görüşmelerine ihanet içindeki İstanbul Hükümetinin de çağrılmasına (Türkiye) Büyük Millet Meclisi 1 Kasım 1922 günü saltanatın kaldırıldığını ilan ederek yanıt verdi

Muzaffer Büyük Millet Meclisi ordularının Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa önderliğindeki Türk heyeti (kurulu) Lozan’daki görüşmelere başı dik olarak katıldı. Çok sert geçen tartışmalar çıkmaza girdiğinde (AS: Kapitülasyonlar dayatıldığında!) toplantıyı yarıda keserek ülkesine döndü. Özellikle ekonomik bağımsızlığımızı ilgilendiren kapitülasyonlar konusunda hiçbir ödün verilmedi. Sonuçta Sevr esaret belgesinin üzerinden 3 yıl bile geçmeden Türkiye Cumhuriyetinin “tapu senedi” Lozan Antlaşması 24 Temmuz 1923 günü imzalandı.

Lozan zaferinden 95 yıl sonra Lozan’ı küçümsemek, tartışmaya açmak, Lozan yerine Sevr
esaretini (tutsaklığını) kabul etmektir. Tarihi geri döndürmeye hiç kimsenin gücü yetmez. Tarihteki her olay o günün koşullarında değerlendirilir. Lozan ile Sevr arasında başka bir seçenek yoktur.

  • Ya Sevr paçavrasına teslim olursunuz, ya da Lozan Zaferine sarılırsınız.

Ya tutsaklığa boyun eğersiniz, ya da Ulusal Bağımsızlığınıza sonsuza dek sahip çıkarsınız. Lozan Zaferi sonrası, siyasal bağımsızlığımızı ekonomik bağımsızlıkla pekiştirmeyi beceremeyip emperyalizmin boyunduruğuna girmeye razı olanlar, sonunda, Lozan Zaferini tartışmaya açmaya dek savrulurlar.

Türk Ulusu Lozan Zaferine sahip çıkmayı sürdürecek ve sonsuza dek yaşatacaktır.

Yaşasın Tam Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti!

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ

YANLIŞTA ISRAR…

Konuk yazar : Nusret KEBAPÇI

YANLIŞTA ISRAR… 

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

Derler ki “Bir ceketin ilk düğmesi yanlış iliklenirse sonraki düğmeleri de yanlış iliklenir.”
Bunu neden söyledim? Şunun için…
Suriye politikamızda daha 2011’de başlayan yanlışlıklar bugün hala sürdürülmeye çalışılmaktadır da onun için.
Şimdi şöyle bir düşünün… Bizim bu operasyona yönelmemizdeki neden…
PYD’nin ABD ve diğer batılı emperyalistlerin desteğiyle Suriye’nin kuzeyinde bir devlet kurmaya çalışması değil mi? Peki, o halde herkesin kendine sorması gerekmez mi?
Nasıl oldu da Suriye’nin kuzeyinde böyle bir yapılanma gerçekleşebildi?
Aslına bakarsanız nedeni belli… ABD Türkiye’deki iktidarı… Suudi Arabistan ve Katar’la birlikte kullanarak pek çok ülkeden de teröristlerin desteğiyle Suriye’deki merkezi devleti zayıflattı… Doğada olduğu gibi otoritede de boşluk olamayacağından hemen ABD desteğiyle PYD kantonları kuruluverdi.
İşte bugün yakındığımız ve Afrin operasyonuna gerekçe yaptığımız güneyimizdeki oluşumun nedeni bu. Bunu söyleyince…
“Tamam, iktidar hata yapmıştır ama bu iş böyle bırakılabilir mi?”
“Türkiye bu konuda hiç bir tepki göstermemeli mi?” de diyebilirsiniz ama…
Bence bunun için önce hatanın kabul edilip ders çıkartılıp sonucunda da doğru politika izlenmesi gerekir ancak kimsenin böyle bir niyeti yok… Nereden mi anlaşılıyor?
Şuradan… Hani iktidar, Suriye’nin toprak bütünlüğünden yanayız falan diyor ya…
Gerçekten bu düşüncede olan bir devlet, adı Suriye muhalifi olarak anılan bir örgütü yanına alan bir politika izler mi? Bu işin bir yanı…
Ya merkezi devletle konuşmama sorununa ne demeli? Gerekçeleri de hazır…
Neymiş “Esad kanlı katilmiş, 1 milyon kişiyi öldürmüş…”
El insaf… Adamlar bizim de içinde olduğumuz pek çok ülkeye karşı ülkelerini koruma mücadelesi vermiyorlar mı?
Kaldı ki siz… Yunanistan’la; üstelik bizi Ermeni soykırımıyla suçlamasına…
Ege adalarını işgal etmesine… Ve Kıbrıs’ta bizi işgalci olarak görmesine rağmen konuşmakta hiçbir sakınca görmüyorsunuz…
Ya İsrail’le ilişki kurarken? Bu devletin bugüne kadar kaç Müslüman’ın katili olduğunu hiç aklınıza getirdiniz mi?
Papa’ya gelince… Adam bizden Heybeliada Ruhban Okulunun, Fener Rum Patrikhane’sinin açılmasını istiyor mu? İstiyor…
Yetmiyor… Bizi Ermeni soykırımıyla da suçluyor…
Ama her nedense tüm bunlar sizin Papa’yla konuşmanıza engel falan da olmuyor…
ABD’ye gelirsek… Bu devletin bölgeyi yeniden düzenlemeye çalışıp 22 ülkenin haritasını yeniden çizmek istemesine… Irak, Libya, Afganistan ve Suriye’yi hallaç pamuğu gibi atıp parçalamaya çalışmasına… Üstelik yetmez gibi PYD’ye silah vermesine…
Ülkemizdeki de dahil olmak üzere tüm dünyada ulusal bağımsızlığı korumak isteyen yönetimlere darbe düzenleyip, emperyalizmin oyunlarına karşı çıkan yazar ve çizerleri öldürmesine… Hatta FETÖ’yü bile vermemesine rağmen…
ABD ile konuşmakta hiçbir sakınca görmeyebiliyorsunuz…
Yani demek istediğim; bölgede kurulmak istenen Büyük Kürdistan’ı engellemenin bugün tek yolu bulunmaktadır… O da Suriye ile birlik olup, bu planı bozmak
Aksi halde bunun dışındaki her girişim ABD’nin değirmenine su taşıyacak,
ABD’nin Suriye’yi parçalama planının bir parçası olacaktır… (14.02.2018)
========================================
Dostlar,

Sayın Nusret Kebapçı nazik bir konuyu irdeliyor. AKP – Erdoğan en küçük eleştiriye müthiş köpürür, 26. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’a bile “gereken yapılacak” tehdidi savururken!
Yöntem olarak sorular sormak ve onlara yanıt üreterek us yürütmeyi seçmiş Sn. Kebapçı. Bildiğimiz Sokratik yöntem..
İktidarın bu sorulara “eyyyy” diye başlayan, “ulan ahlaksız..” ile sürmeyen bir tarz ile; dinleyip yararlanma olgunluğunu göstermesi gerek.
AKP – RTE’nin hata yapma şansı – kredisi kalmadı artık.
“Kandırıldık” söylemlerinden bıktık, ülkemiz de duvara dayandı. Şehit – gazi verildiğimiz bir savunma savaşına sürüklendik.

  • AKP – Erdoğan, soruna içtenlikle “milli” olarak bakıyorsa, Milletin Meclisi ile yönetmelidir bu süreci.

Tıpkı Kurutuluş Savaşımızın Mustafa Kemal Paşa tarafından 1. BMM eliyle yürütüldüğü ve o olağanüstü koşullarda bile hep Meclise hesap vererek, hep ondan yetki ve izin isteyerek…

Sevgi ve saygı ile. 17 Şubat 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

HALK KÜLTÜRÜNDE AĞITLAR

Konuk yazardan kitap tanıtımı..
Mustafa AYDINLI

HALK KÜLTÜRÜNDE AĞITLAR

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

Ağıtlar geçmişten geleceğe halk kültürümüzün bir parçasıdır. İslamiyet öncesinde toplumun önde gelen ve sevilen kişilerin ölümü üzerine söylenen şiirlere SAGU denilmekteydi. Sagular Türk Halk şiirinde AĞIT temalı şiirlerin temelini oluşturmaktadır. Ağıtlar Türk halk şiirinde önemli bir yere sahiptir. Televizyon, internet gibi iletişim kanallarının olmadığı dönemlerde başlı başına kültürel etkinlik olarak kullanılan bir yazın türüydü. Elli yaş üzeri pek çoğumuz bilir ve anımsarlar ki ağıtlar destanlara dökülür, destanlar pazarlarda sesli olarak okunarak satılır. Pazara gelen halk tarafından önemli ilgi görür ve alınırdı. Pek çok köy evinde bu destanlardan, aynen halk hikayeleri kitapları gibi birkaç tane bulunurdu. Soğuk ve uzun kış geceleri bu kitaplar ve destanlar okunurdu.

Ağıtlar yalnızca önemli ve sevilen bir kişinin ölümü veya dramından ibaret değildi. Aynı zamanda toplumsal ve doğal olaylar da destanlaştırılabilir, ağıtlar yazılabilirdi. Deprem, dolu yağması, kuraklık, sel gibi toplumu etkileyen ve kötü sonuçları olan olaylar karşısında ağıtlar yazılabilmektedir. İletişimin zayıf olduğu dönemlerde ağıtlar ve destanlar üzüntünün belirtilmesi ile birlikte bir tür ve haber duyurma özelliği de taşımaktaydı. Destan satışları hem bir sektör, hem iletişim kaynağıydı. Toplumların sosyo- ekonomik, kültürel ve iletişim kanallarının değişimi ile birlikte Kültürel etkinlikleri de doğal olarak değişmektedir. Destanlar fiziksel olarak tümüyle yok olmuş gibi gözükse de ağıt nitelikli yazında konusuna göre rastlamak olasıdır. Örneğin Mustafa KEMAL için binlerce ağıt yazılmasına karşın, ozanlık yaşamına başlayan pek çok yeni halk ozanları bu geleneği sürdürebilmektedir. Yine Deniz GEZMİŞ ve arkadaşları için, Uğur MUMCU için yazılan ağıtlar, İbrahim KAYPAKAYA için annesinin yazdığı ağıt, belleklerimize en çok yer etmiş olanlardır. Pek çoğunun da bestelenerek okunduğuna sık rastlıyoruz.

Daha önce halk ozanı olarak şiirleri ile tanıdığımız Hasan KORKMAZ’ı (Korkmazi) bu kez bir araştırmacı olarak görüyoruz. Uzun emekler sonucu ÖYKÜLERİYLE ÇORUM YÖRESİ AĞITLARI kitabını ortaya koymuş. Kitap, Kültür Ajans tarafından basılmış. Yöresel anlamda önemli bir kültürel boşluğu gidermiştir. Bu övülmeye değer bir kültürel çalışma ve hamaratlıktır. Geleceğe duyulan kültürel sorumluluktur. Kim bilir pek çok yörenin ne çok ağıtları – destanları vardı. Fakat bir Hasan KORKMAZ’ı yoksa hepsi yok olup gidiyor. Arşivlere giremiyor. Gelecekteki araştırmacıların eline bir rehber verilemiyor. Bizi biz yapan değerler de silinip gidiyor.

Kitaba önsöz yazan Sayın Prof Dr. Hayrettin İVGİN “Türk halk şiirinin ve türkülerin ana kaynağı ağıtlardır. Şuna inanın, özellikle türkülerin sözlerine bakın, büyük oranda ağıt parçalarıdır. Ağıtların derlenmesi toparlanması bir araya getirilmesi önemlidir. Önemlidir çünkü bu parçalar, bizim kaynağımızdır. Literatürümüzdür.” diyor.

Yine ülkemizin saygın şair ve yazarlarından sayın Can YOKSUL kitap için şöyle diyor : “Ağıtlar insanların dünyaya gelişiyle başlar. Ölünceye dek sürüp gider. Her toplumun kendisine özgü ağıtları olduğu gibi insanların, öbür canlıların da kendine özgü ağıt biçimleri vardır. Yalnız insanlar değil, birçok hayvan da ağlarken gözyaşı döker. Kesilen bir ağacın koparılan bir bitkinin de ağıdı kendine özgüdür.”

Tarihin en eski boylarından olan Türklerin başından hep destansı olaylar geçmiştir.

Acıyı, sevinci, mutluluğu, mutsuzluğu iç içe yaşamıştır. Bitip tükenmeyen göçler, doğal yıkımlar (afetler), savaşlar, kıtlıklar ve ölümler vardıkları coğrafyada hep ağıt olarak dile gelmiştir.  Ağıtlar yalnız bir kişinin, bir ailenin değil, bütün toplumun yüreğinin sesidir.’’

Ağıtlar bir yürek burkulması, titremesi sonucu oluşan duyguların dizelere dökülmesi, hatta sazla – sözle destanlaşmasıdır. Ağıt yazmak yerine, ağıt yakmak deyimini kullanıyoruz. Bu, Türk halk ozanlarına özgü bir terimdir. Yanmayan yürek ağıtı nasıl yakıp tutuşturabilir. Yanmayan yüreğin alevi olmaz ki, ağıtı yakabilsin.

Dileriz ki hiçbir canlı ağıt yakılacak duruma düşmesin.
===============================================
Dostlar,

Bu önemli kültür hizmetini bize ulaştıran dostumuz, sitemizin konuk yazarlarından Sn. Mustafa Aydınlı‘ya teşekkür ederiz. Sn. Aydınlı bu kitabı okuyarak bize özetleyip tanıtıyor. Bir o denli teşekkürümüz de elbette bu kültür kaynağını derleyip yazan Sn. Hasan Korkmaz‘a.

Ağıt sürecinin ve kavramının sosyo-ekonomik, kültürel, antropolojik.. tarihsel boyutlarını somut örnekleriyle irdeleyen yapıtın okunmasını, okutulmasını dileriz..

Uzamış yas sendromu” Psikiyatride iyi bilinen bir sorundur. Kerbela‘ya ne demeli? 1380+ yıldır insanlar Hz. Muhammet’in soyu olan Hz. Hüseyin ve ailesine (Ehli Beyt’e) Kerbela’da yapılan tarifsiz zulmü ve katliamı unut(a)mamakta ve yasını, Muharrem orucunu tutmaktadır.

Elbette asıl olan bu tür insanın insana – doğaya – hayvanlara zulmünü / şiddetini önlemek, en aza indirmektir. Bu bağlamda erdem eğitimi insanlara verilmeli ve değerler kazandırılmalıdır. Dolayısıyla insan davranışında şiddetin en ağır derecesi olan zulmün ve savunma – tepki aracı olan AĞIT kurumunun tüm boyutlarının bilimsel araştırmalarla aydınlatılması gereklidir.

Yakın tarihimizde, 1980’ler başında Çorum’da Alevi kardeşlerimize dönük ölçüsüz vahşet ve yüzü aşkın savunmasız insanın hunharca öldürülmesi belleklerden haklı olarak silin(e)memiştir.. Dolayısıyla uzayan yas sendromunu, insanların çok ağır örselenmeleri (travmaları) belleklerinden uzun yüzyıllar sonra bile silemeyişlerini  doğal ve insancıl karşılamak olanaklıdır ve gereklidir. Mazlum ve savunmasız insanlar Devletten bile can güvenliği sağlayamadıklarında, bir tür ortak (kollektif) savunma – dayanışma refleksi olarak, yaşadıkları örselenmeleri unut(a)mayarak uyanık kalma zorunluğu duyumsamakta, içlerine kapanmakta ve şizoid – introvert (içe dönük) tutum ve davranışlar geliştirebilmektedirler.

Bu olgu öte yandan, toplumsal kaynaşmaya, bütünleşmeye hatta Uluslaşmaya ciddi engeldir.

Mustafa Kemal Paşa gene yol gösteriyor 100 yıl öncesinden :

  • YURTTA BARIŞ DÜNYADA BARIŞ
  • YAŞAMDA EN GERÇEK YOL GÖSTERİCİ AKIL VE BİLİMDİR..

Dileriz bu Ulus bir daha, şanlı Nazım Hikmet’in Kuvayı Milliye Destanı gibi görkemli yapıtlarına gerek duymasın.. İnsanlık da..

Sevgi ve saygı ile. 25 Ocak 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

24 Ocak… Çoook Olumsuz Bir Gün…

24 Ocak…  Çoook Olumsuz Bir Gün…

Dostlar,

Tarihimizde 24 Ocak birçok olumsuzluğun yaşandığı bir gün.
Geçtiğimiz yıl bu gün sitemizde yayımladığımız kapsamlı dosyayı, güncelliğini koruduğu için bir kez daha paylaşmak istiyoruz hoşgörünüzle.. Aynen aşağıda..
Özellikle, 12 Eylül 1980 darbesinin öncülü, gerekçelerinden olan, ülkemizin belini kıran
24 Ocak 1980 Kararlarına dikkat çekmek istiyoruz..
Osmanlı döneminin 1838 Baltalimanı Andlaşması gibi, kritik bir kırılma noktası ikisi de.

Dr. Ahmet SALTIK
24 Ocak 2018, Ankara
=====================================

24 Ocak 1980 Kararları bu gün 37. yılını tamamladı.
Dönemin Başbakanı S. Demirel‘in “Devlet 70 Cent’e muhtaç” sözleri kulaklarda hala yankılanıyor. 4 yıl önce bu gün, bu Kararlar ile ilgili bizim çıkardığımız bir kitap özetine sitemizde yer vermiştik. 4 A4 sayfası oylumlu bu metnin bir kez daha okunmasında çok yarar görmekteyiz.

http://ahmetsaltik.net/2013/01/28/24-ocak-1980-kararlari/

Bu Kararların olağan bir rejimde yürütülmelerinin olanaksızlığı çok geçmeden anlaşılmış ve 12 Eylül 1980’de ansızın Sıkıyönetim gelivermişti! Sıkıyönetim “kardeş kanı dökülmesine” 1 gecede son verdiği gibi (!), CHP dahil tüm siyasal partileri, sendikaları, kimi dernekleri. kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşlarını (Türk Tabipleri Birliği vd.).. kapatmıştı.

Kararların tüm ekonomik faturası gene emekçi halka çıkarılmaktaydı :

– Kamu harcamaları kısılıyor,
– Sosyal devlet geriye çekiliyor,
– Vergi tabanı genişletilerek oranlar yükseltiliyor,
– Yeni vergi türleri ekleniyor (KDV 1985’te kondu!),
– KİT ürünlerine okkalı zamlar yapılıyor ve şirket gibi yönetilmelerine geçiliyor,
– Özelleştirme (=talan!) hız kazanıyor ve
– Dış ticaret kısıtları tümüyle kaldırılarak tam liberasyon ile
ithal ikamesi rejimi terk ediliyordu..

Ne hazindir ki, 45. ABD Başkanı D. Trump, dış ticarette özellikle olmak üzere ekonomide bütünüyle korumacı politikalara geçiyor ve Küresel emperyalizmin de-regülasyon – mutlak serbest ticaret vb. putlarını kırmaya başlıyor 20 Ocak 2017’de Oval Office’i henüz devralmadan (20.01.2017) önce..

Küresel emperyalizmin maşası IMF, ancak bu koşullarda (24 Ocak kararları dayatması!) “can yeleği” atıyordu Türkiye’ye. Ardından da bir dizi “yapısal reformlar” (!) yapılacak ve alınan önlemler kalıcılaştırılacak, ekonominin – devletin DNA’sı değiştirilecekti (SAP-structural adjustment programs) .. Bunlar çok büyük ölçüde Askeri yönetimin gözetimi altında “çifte müsteşar” (DPT ve Başbakanlık) elektrik mühendisi Turgut Özal tarafından kotarıldı ve piyasa ekonomisine – dış ticarette gümrük korumasının hemen hemen hiç kalmadığı
bir düzene geçildi.. Çiçeği burnunda 45. ABD başkanı D. Trump, Meksika’daki Ford fabrikasını tehdit ederek ”ya sök fabrikanı ABD’ye getir ya da %45 dışalım (ithalat) vergisi koyacağım!”  buyurdu.. Fabrika tıpış tıpış emre uyuyor..

Borç ve de emir alındı aynı anda..

1982 Anayasası da bu bağlamda içeriklendirildi. Örn. sağlık hizmetleriyle ilgili
56. maddede Devletin sağlık hizmetlerini “denetleme ve düzenleme” üzerinden yürüteceği belirtildi.. Sosyalleştirilmiş sağlık sistemine son verme olanağı sağlandı ve bu AKP eliyle yapıldı! Özelleştirme ve taşeron devlete kapı aralandı ve son 35 yılda sonuna dek açıldı. Özellikle AKP’nin Sağlıkta Dönüşüm programıyla.. On milyarlarca Dolar servetimiz yerli – yabancı – yandaş sağlık sektörü patronlarına aktarıldı; ”Tayyip beyin rüyası” Şehir Hastaneleri ile bu rant aktarımı daha da büyütülüp hızlandırılarak sürdürülecek.. Üstlenilen işlev bu!

35 yıl sonra geldiğimiz yer, küresel ekonomiye neredeyse tümüyle eklemlenmiş
yarı-sömürge sınırlarını aşmış bir Türkiye’dir. Sorunlar süregenleşmiş (kronikleşmiş), kalıcılaşmış, ekonomi bir şeytan üçgeninin içinde tutsak edilmiştir :

Ekonominin_Seytan_Ucgeni

 

– Bütçe açığı
– Dış ticaret açığı
– Cari açık…

 

 

AKP, 2002 sonunda devraldığı toplam 221 milyar $ borcu 3+ katına (600+ milyar $!) çıkarmıştır. 1,60 TL’de devraldığı Doları 3,80 TL’ye getirmiştir!
Gelir dağılımı adaletsizliği ve yoksullaşTIRma tüm vahşetiyle sürdürülüyor. Üstüne bir de dinci baskı rejimi ve bölünme tehlikesi.. AKP hükümeti sözcüsü Numan Kurtulmuş açık açık halkı tehdit ederek, Başkanlık halk oylamasında onanırsa terörün azalacağını söyleyebiliyor. Haziran 2015 genel seçimi sonrası aynı söylem RTE’den gelmişti ve ”verin 400 vekili terör bitsin” buyurmuştu, Kasım 2015’te genel seçim yinelenene dek 4 ay ülkeye ”kan ve can” diyeti ödetilmişti. Filmin benzeri yinelenecek önümüzdeki 2 ay boyunca ve uzun boylu yakışıklı profesör, hükümet sözcüsü Kurtulmuş üvertür ile görevli anlaşılan?? İlgilisinden daha yüksek perdeden uyarılar yolda ?!

“Yeni anayasa” dayatması ise, Türkiye’nin küresel sermaye birikimi sürecinde uysal bir ülke olarak rolünü sürdürebilmesi için Anayasa’da yer alan son birkaç “engelciğin” kaldırılması hedeflidir özünde.. Sosyal devlet, hukuk devleti, yurttaşların ekonomik ve sosyal hak ve özgürlükleri – devletin görevleri… falan.. Ne demekmiş bunlar?

Ayrıca Başkanlık! Federatif hatta olursa daha iyisi bölünmüş bir Türkiye..
Bağımsız Cumhuriyet direnci kırılmış, Misak-ı Milli onuru zedelenmiş, ekonomik – siyasal bakımdan tama yakın sömürge kılınmış, “Sevr benzeri” (Quacy Sevres!) koşullar dayatılarak uygulanmış ve teslim alınmış bir Türkiye..

37 yıl sonra, “24 Ocak 1980 Kararları sistematiği” nin orta erimde ülkemizi taşıdığı yer böyledir. Tarihsel miyopların, burnunun ucun göremeyen ve 3 sayfa yakın tarih okumamış ülke yöneticileriyle politikacıların dikkatine sunsak ne olur, sunmasak ne olur?
*****
Bu yazdıklarımız daha çok gençleredir..
Büyük ATATÜRK‘ün Cumhuriyetini emanet ettiği Gençlerimiz…
Bütün umudumuz onlardadır. Mustafa Kemal Paşa da öyle demekteydi :

– Bütün ümidim gençliktedir..

Sürdürülemez ve insanlık onuruna aykırı bu gidişi gençler durduracaktır.
Daha yaşanası, insanlık onuruna dayalı bir düzeni onlar mutlaka kuracaklardır.
Biz kıdemli kuşaklar, onların yaratıcılığına ve devingenliğine (dinamizmine) ket vurmadan birikimlerimizi – deneyimlerimizi onlara hep sunacağız, omuz omuza olacağız evlatlarımızla.. Ama 18 yaşını yeni bitirmiş çocuğu göstermelik TBMM üyesi yapma popülizmine, yozluğuna kapılmadan.. Önce onlara sıkı bir eğitimle iş ve gelecek sağlayarak.. 25 yaş sonrası da dilerlerse siyaset yolu zaten açık.

İnsanlık onuru mutlaka kazanacak.. Kapitalizm – emperyalizm de yeryüzünden
yok edilecek.. Bu hedef, Gazi Mustafa Kemal Paşa‘nın da öngörüsü idi..
*****
Bu gün, 24 Ocak 2017 günü..
Uğur Mumcu‘yu 24 Ocak 1993’ten bu yana bir kez daha acıyla andık..

– Bu gün, Diyarbakır Emniyet müdürü A. Gaffar Okkan ve 5 polisin şehit edilişini 16. kez daha andık (24 Ocak 2001).. Devletin emniyet müdürünü arabasıyla ve 5 korumasıyla havaya uçuracak gücü “birilerinin” Diyarbakır’da nasıl elde edebileceğini sorgulamayı sürdürdük.. Ama Devlet sor(a)madı!

Her 2 cinayetin (ve daha yüzlercesinin!) gerçek işletenlerinin “hala” yakalanamayışına sardonik (acılı) gülüşlerle tepki (!) verdik.. Devletimizden umudumuzu kesmek istemiyoruz inat ve dirençle.. Bir gün mutlaka..
Ama ne zaman??

– Bu gün laik sermayenin, Atatürk Türkiye’sinin yarattığı ulusal burjuvazinin
Atatürk’e saygılı eliti Mustafa Vehbi Koç‘u toprağa verdik..

(Mustafa Koç, Küba’nın başkenti Havana’da Atatürk yontusu yanında)

– Bu gün Kamer Genç nam bir yiğit – Atatürkçü – ulusalcı Tunceli milletvekili hemşehrimizi uğurladık.. Vasiyeti gereği Türk bayrağına sardık ve Tunceli toprağına uğurladık..

– Bu gün, Cumhuriyet kuşağı ve onun ürünü – onuru devrimci dilbilimci, yazar, düşünür.. Atatürk aşığı Prof. Tahsin Yücel‘i sonsuzluğa uğurladık..

Lütfen bakınız : TAHSİN YÜCEL’İ YİTİRDİK.. Mustafa Koç ve Kamer Genç’i de!(http://ahmetsaltik.net/2016/01/23/tahsin-yuceli-yitirdik-mustafa-koc-ve-kamer-genci-de/)
*****
“24 Ocaklar olmasın!” diye haykırmak geliyor içimizden…
Merhum bilge Oktay Akbal’ın “Hiroşimalar Olmasın” özlemi ve isyanı gibi..

Dayan yüreğim dayan..
İlk taktik hedef, TBMM’yi işlevsiz kılıp halk egemenliğini tek adama =
post-modern sultana devreden anayasa değişikliğini halkoylamasında reddetmek.. Nisan 2017 içinde.. Bir kez daha başaracağız.

Sevgi ve saygı ile.
24 Ocak 2017, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net      profsaltik@gmail.com

ATATÜRK ANKARA’DA…

ATATÜRK ANKARA’DA…

Prof. Dr. Cihan Dura ile ilgili görsel sonucu

Satır içi resim 1
Bugün 27 Aralık 2017… Mustafa Kemal Paşa’nın, bazı Heyet-i Temsiliye üyeleriyle birlikte Ankara’ya gelişinin 98. yıldönümü…
Atatürk ve çalışma arkadaşları, Sivas’tan 18 Aralık 1919 günü yola çıkmıştı.. “Kayseri – Hacı Bektaş – Mucur – Kırşehir – Kaman – Beynam Köyü” üzerinden, 27 Aralık Cumartesi öğleden sonra Ankara Dikmen sırtlarına gelindi. Dokuz günlük yolculuk boyunca inceleme ve görüşmeler için Kayseri ve Mucur’da birer gün kalınmış, yedi gün yolda geçmiştir.
Ataname[i] kitabında Ankara’ya özel bir derge ayrılmıştır. Derge 14 yöneltiden oluşuyor. Birinci yönelti Ankara’yı başkent yapan yasa ile ilgilidir. Sonraki 5 yöneltide Atatürk; Ankara’nın coğrafî konumu, tarihteki yeri, Ankara’ya gelişi, Ankaralıların yurtseverliği ve Ankara’yı başkent yapma düşüncesine yer veriyor. Derge’nin 7. – 12. yöneltileri ise, hükümet merkezinin seçiminde hangi hususların göz önüne alınması gerektiği, Türkiye için en uygun tercihin Ankara olduğu, çağdaş Ankara’nın devletimizin önemli bir dayanağı olacağı hususları üzerinde duruluyor.
* ** *
Atatürk Ankara’ya gelişini ve o sıradaki izlenimlerini 3., 4. ve 5. yöneltilerde anlatır, aşağıya alıyorum.
* “Ankara, durumu itibariyle ülkemize idare merkezi olması bakımından çok çekici ve güven verici bir noktadır. Bu nedenle benim kararlarım, harekât ve girişimlerim üzerinde, doğal olarak etkilerini göstermiştir. Gerçekten işe ülkenin doğusundan, doğu sınırından başladım. Sonra daha batıya gelmek zorunluluğunu hissettim. Nihayet Ankara’da durdum ve ülke işlerini, milletin arzusu doğrultusunda sevk ve idare etmek için başka yere gitmeye gerek duymadım. …”
* “Ankara’ya ilk kabul olunduğum gün, ben sadece bir vatandaş, milletin bir bireyi idim.
Hiçbir sıfatım, yetkim ve unvanım yoktu. Böyle olmakla birlikte Ankara ve çevresi hep birden, çocuklarıyla, kadınlarıyla, yaşlılarıyla Ankara şehrinden Dikmen tepesine kadar bütün ovayı doldurmuş ve beni karşılamıştır. İstasyondan hükümet dairesine kadar uzayan caddenin iki tarafı eski Türk kıyafetini giymiş, bıçakları ve tabancaları ellerinde Ankara gençleriyle dolmuştu.. Bu gençler ve onlarla birlikte bütün halk: “Vatanı ve milleti düşmandan kurtarmak için hepimiz ölmeye hazırız, emrinizi bekliyoruz” diyerek bağırıyorlardı. O zaman Ankara istasyonu yabancı subay ve askerlerinin işgali altında bulunuyordu. O güne kadar Ankaralıları ölü ve Ankara’yı bir harabe sanan bu yabancılar, bu yüce tezahürat karşısında ilk kaygılarını göstermekten kendilerini alamamışlardır.”
* “Ben Ankara’yı coğrafya kitabından çok tarihte öğrendim ve cumhuriyet merkezi olarak öğrendim. Gerçekten Selçuklu idaresinin parçalanması üzerine Anadolu’da kurulan küçük hükümetlerin adlarını okurken, birtakım beylikler arasında bir de Ankara Cumhuriyeti’ni görmüştüm. Tarih sayfalarının bana bir cumhuriyet merkezi olarak tanıttığı Ankara’ya ilk defa geldiğim o gün de gördüm ki, aradan geçen yüzyıllara rağmen Ankara’da hâlâ o cumhuriyet yatkınlığı devam ediyor.”
* ** *
Atatürk der ki:
* “Sevgili milletimizin bağımsızlık tarihi mücadelesinde Ankara adının en aziz bir yeri vardır.

Biz de deriz ki: bu aziz yeri kavramak, bunun bilincine ermek, çevresine, gençlere ve halka anlatmak, her Atatürkçünün ihmal etmemesi gereken bir görevidir.
==================================
Dostlar,

Saygıdeğer hocamız Prof. Dr. Cihan Dura’nın bu özlü iletisi bize geç ulaştı.
Neyse..
27 Aralık günü yayınlayamadıksa da, site okurlarımızla paylaşmak istedik..
Teşekkürler sayın Dura ve 2 gün önce yazdığımız gibi
* Hoş gelişler ola Mustafa Kemal Paşa, hoş gelişler ola!…
Ankara, Cumhuriyetimizin değişmez başkenti olarak kalacak ve bu onurlu işlevi sürdürecektir.
Sevgi ve saygı ile. 29 Aralık 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Devletçilik niçin önemli ve gerekli? 

Devletçilik niçin önemli ve gerekli? 

Yıldırım Koç

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Kemalist Devrim‘in en önemli dayanaklarından biri, 1937 yılında Anayasaya da eklenen devletçiliktir. Ne yazık ki, Cumhuriyet Halk Partisi ve CHP geleneğinden gelen birçok kişi, Kemalizm’in bu temel ilkesinden koptu ve yıllardır emperyalistlerin ülkemize dayattığı özelleştirmeleri savunuyor. Devletçilik yalnızca devletin kimi fabrikalara, demiryollarına, limanlara, elektrik santrallarına sahip olması değildir. Kemalist Devrim’in üç temel amacı;

– bir milli devletin kurulması,
– Osmanlı’dan devralınan halktan Türk milletinin yaratılması ve
– insanların kulluktan kurtarılarak özgür yurttaşlar haline getirilmesidir.

Tarihteki demokratik devrimlerin çoğunda bu üç temel amaç vardır. Devletçilik, bu üç amaç açısından da yaşamsal önemdedir.

MİLLİ DEVLET İÇİN DEVLETÇİLİK

Emperyalizme karşı mücadele ancak güçlü devletlerle başarıya ulaşabilir. Amaç, halkın desteğini alabilecek biçimde faaliyet gösteren güçlü bir devletin yaratılmasıdır. Emperyalizmin genel politikası, ülkeleri küçücük ve zayıf devletçiklere bölmek ve böylece onlar üzerindeki baskı ve sömürüsünü sürdürebilmektir. Devlet düşmanlığı anarşistlerin genel özelliğidir.

Bir devletin güçlü olabilmesinin önkoşullarından biri güçlü bir ekonomiye sahip olmasıdır. Devletçiliğin bir ögesi, Planlamadır. Devlet, ekonomiyi demokratik bir biçimde ve ülkenin ve halkın çıkarları doğrultusunda planlayacaktır.

  • Planlı ekonomi olmadan güçlü bir devlet ve ülke yaratamazsınız.

Güçlü devletin diğer bir önkoşulu, ekonominin belirli sektörlerinin devletin denetimi altında olmasıdır. Ülkenin stratejik kaynakları devletin denetiminde olmalıdır. Özellikle enerji gibi önemli bir sektörde devletin egemenliği, siyasal bağımsızlık açısından zorunludur. Halkın temel gereksinimlerinin devlet tarafından sübvansiyonlu olarak sağlanması da temel amaçlardan biri olmalıdır.

  • Devletin elinde ekonomiye güçlü müdahale araçlarının bulunmaması durumunda, emperyalist güçlerin ekonomi alanındaki saldırıları bir ülkeyi göçertebilir.Ayrıca, özel sektörün de devlet tarafından yönlendirilmesi esastır.

TÜRK MİLLETİ İÇİN DEVLETÇİLİK

Devletçilik yalnızca fabrikaların veya demiryollarının mülkiyetiyle sınırlı olarak anlaşılmamalıdır.

  • Sağlıkta devletçilik, halkı birbirine bağlayan en önemli bağdır.
    Devlet tarafından merkezi bir yapı içinde sunulan nitelikli ve parasız sağlık hizmeti, ülkemizin farklı bölgelerindeki insanların kaynaştırılması açısından en önemli araçtır.
  • Sağlık hizmetleri merkezi devletin denetiminin dışına çıkarsa, bölücülüğün en kolay yayılacağı bir ortam doğar.

Eğitimin devlet eliyle parasız olarak sağlanması, farklı köken ve inançlardan insanlardan bir millet oluşturmanın en önemli aracıdır.

Devlet fabrikaları ve öbür işletmeleri, farklı köken ve inançtan insanların ekmek ve hak mücadelesinde omuz omuza gelmelerini sağlar.

KULLUKTAN KURTULUŞ İÇİN DEVLETÇİLİK

Çağdışı toplumsal güçler ve emperyalizm, insanları tarikat şeyhlerinin, aşiret reislerinin, toprak ağalarının kulu yapmaya çalışmaktadır. Kadınları eve hapsederek erkeklerin kulu yapmaya yönelik girişimler de bu niteliktedir.

Devletçi anlayışla verilen eğitim, insanların çağdaş bilimlerle tanışmasını sağlar. Kamu kurum ve kuruluşları, özellikle kadınların istihdamına katkıda bulunarak, insanları çağdışı baskılardan kurtarır.

Devletçiliğe saldıranlar ve özelleştirmeyi savunanlar, burada kısaca özetlenen nedenlere bağlı olarak, gerçekte Kemalist Devrim’e saldırmaktadır.
==============================================
Dostlar,

SERMAYENİN SOPALI TAHSİLDARI YAPILAN DEVLET :
NEREYE DEK?

Sayın Yıldırım Koç arkadaşımızın bilgi birikimi ve yazı ustalığı tartışma dışıdır. Bu yazı da çok değerlidir. Mustafa Kemal Paşa özel sektöre ve sermayeye tümüyle karşıt değildi. Ancak kamu yararını kesin olarak üstün tutar ve bu ikilinin (özel sektör ve sermaye) halkın gönencine (refahına) katkıda bulunmasını kesin ön koşul, hatta araç sayardı. Ulusal Bağımsızlığımıza en küçük sakınca oluşturmaması için üstüne titrerdi. Bu yüzden HALKÇILIK ilkesini geliştirmiş, 6 Ok‘tan biri olarak Kemalist İdeolojinin temel direklerinden saymıştı.

Günümüzde özelleştirmenin sürüklendiği yer, siyasal iktidarların yerel – yabancı sermaye ile iğrenç bir işbirliğidir. Maşa iktidarlar mazlum milletlerin başına getirilmekte ve mide bulandıran post-modern yöntemlerle (sömürünün Küreselleştirilmesi!) iktidarlar, kendi halkının kaynaklarını, alın terini taşeronu oldukları sermaye çevrelerine rant olarak aktarmaktadırlar. Tabii bu arada “komisyon” larını da cebe indirmektedirler.

Bir anlamda Anarşist liberallerin dilekleri gerçekleşmiş, Devlet işlevsizleştirilmiş, yok hükmüne indirgenmiştir. Dahası, yerel – küresel sermaye ittifaklarının sefil maşasına dönüştürülerek halkının sırtında sopalı tahsildarlığa mahkum edilmiştir.

21. yy’ın şafağında İnsanlık, hala olgunlaşmış (matür) olmaktan çok uzaktır ve Küresel ağaları akılları (Rasyonalite) değil, Adam Smith’in hastalığı (en çok kâr) yönlendirmektedir. Ancak bu denli derin eşitsizliğin ve ölçüsüz sömürünün sürdürülebilirliği kalmamıştır. Sular ısınmaktadır. Yepyeni bir devrim ufuktadır.

  • Kapitalizm maksimum kârdan “makul kâr”a geçecek, terbiye olacak/edilecek, evcilleşecek, ahlaksızlığına son verilecektir! Bu öngörü deterministiktir (kaçınılmazdır)..

Ufku yak(ın)laştıracak olan, insanların deneme – yanılma ile çooook yavaş öğrenmek yerine bilimsel öngörü ile geleceği yordama yeteneğini geliştirmesidir. Bu da bir yandan somut olguları yaşayıp deneyimleyerek bir yandan da nitelikli – sorgulayan akılcı eğitimle gerçekleşebilecektir. Kapitalizm için bu tehlikenin panzehiri (antidotu) dinci eğitimle uyuşturma, kitleleri afyonlamadır.

  • Karl Marks haksız mıdır kapitalizmin dini halkların afyonu olarak kullandığını vurgularken?! Yüzsüz sermaye ve sözcüleri bu söylemi utanmazca çarpıtarak Marks’ın “dine afyon dediği” çamuruna yönelmişlerdir. Marks’ın uyarısının gerçek anlamını kavrayamayacak zeka fukarası olmadıklarına göre geriye ne kalıyor?!

Emperyalistleşen – Küreselleşen kapitalizmin 2. kalleş silahı yoksullaşTIRmadır.. AÇ BIRAKMA pahasına üstelik! 2016 içinde 38 milyon AÇ İNSAN daha havuzdakilere eklenmiş ve toplam aç insan sayısı 800 milyonu geçmiştir. Dünyanın tüm aç insanlarını bir ülkede toplamak olanaklı olsaydı, Çin ve Hindistan’dan sonra dünyanın en kalabalık 3. ülkesi AÇLAR ÜLKESİ olacaktı!

İnsanın insanlaşma süreci yavaş da olsa, inişli – çıkışlı da olsa sürüyor, sürecek. Aç da kalsa, aç da bırakılsa.. Hatta “keskin” çelişkiler “uyanmasını” hızlandırabilecektir bile!

Ne mutlu, bu İNSANLAŞMA sürecine bir tuğla koyabilenlere..

Sevgi ve saygı ile. 20 Kasım 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

Suudi’de olanlar 3. dönem sancısı

Suudi’de olanlar 3. dönem sancısı

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

SUUDİ Arabistan’daki ayak sesleri aslında Kral Selman bin Abdülaziz’in veliahdını belirlemesiyle başladı.

Alışılagelen yöntemle yeğeni Muhammed bin Nayif’i tahtın yeni vârisi ilan etmesi beklenen Kral, oğlu Muhammed bin Selman’ı veliaht olarak açıkladı.

Böylece iki nesildir süregelen “kardeşten kardeşe tahtın el değiştirdiği”yöntem son buldu, “babadan oğula” sistemine geçildi.

Haziranda yeni veliaht açıklanandan bu yana da Suudi Arabistan’da değişime tanıklık ediliyor.

Önce kadın haklarında önemli bir adım atıldı, otomobil kullanmalarına izin verildi.

Ardından da ülkenin “2030 vizyonu” adı altında yeni yol haritası çizildi; istikrarsız bir yön çizen petrole dayalı ekonomi yerine, yenilenebilir enerjiye dönmeye karar verildi.

Veliaht Prens Bin Selman da geçen ay yenilenebilir enerjiye dayalı NEOM adını verdiği 500 milyar dolarlık dev enerji projesini açıkladı.

Bunu yaparken sosyal hayat ve teröre ilişkin de önemli mesajlar sıraladı.

TERÖRDEN TEHLİKELİ

Asıl vurgu yaptığı alan ise “Teröristten çok daha tehlikeli” diye nitelediği “yolsuzluk ve devlet kaynaklarını çalanlara” karşı mücadeleyi başlattığını duyurmasıydı.

Hafta sonu da beklenen oldu… Suudi Arabistan üzerine çalışmalarıyla tanınan Dr. Esra Tüylüoğlu, “yaşananların saray darbesi olarak okunmaması” gerektiğini söyledi.

“Havadan para kazanmak için kraldan çok kralcılık yapanların devrinin kapanmasının yarattığı gelişme” dedi.

Suudi Arabistan’da olanları ise “Kurucu Kral Abdülaziz’in ardından oğullar tahta gelmişti, şimdi üçüncü nesil torunlara devrediyorlar; bunlar da 3. nesil torun dönemi sancısı” deyip ekledi:

“Ülkede kurucu Kral soyundan gelip kendisini kraldan daha kralcı hisseden 7 bin kişi var. Veliaht Prens bu kadar çok yetkili istemiyor. 100 bin dolarlık çantayı koluna takıp gezen prensesler de istemiyor.”

Sebepsiz zenginleşenlerin uyarıldığını, ancak kaynağı belirsiz, ülke varlıklarıyla zenginleşen kişilerin buna aldırmadığını da anımsattı.

Bugün bu kişilerin yolsuzluk ve rüşvet kapsamında tutuklandıklarını belirtti.

Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın halkından, bölge ülkelerinden ve Batı’dan ciddi destek bulduğunu da söyledi.

TERÖR KONSEPTİ

Bin Selman’ın bir süre önce dile getirdiği “ılımlı İslam ve terörle mücadelede yeni konsept” söylemlerini de anımsattım.

Dr. Tüylüoğlu, “Ilımlıdan kastı sıhhi anlamındaydı; yani Peygamber dönemindeki gibi Yahudi komşusuna da yemek veren İslam’dan söz ediyor” açıklaması getirdi.

Dine dayalı aşırı terör örgütlerini finanse edenlere de ülkede izin vermeyeceğini belirtti.

Tutuklu 11 prens ve şu an görevde 4 bakan ile 38 eski bakan, komutanlar, işadamları tutuklamalarının da rüşvet, yolsuzluktan kaynaklı olduğunun altını bir daha çizdi.

Yakın geçmişte Suudi Arabistan’ın önemli isimlerinden biriyle Ankara’da “yazılmamak” üzere yaptığımız sohbette de benzer cümleleri işitmiştim.

“Suudi Arabistan’ın teröre destek verdiğini bundan böyle kimse söyleyemeyecek, yeni döneme geçtik” demişti.

Anlaşılan o ki Suudi Arabistan’daki değişim Arap Baharı sonrası bölgede yeni bir dönemin kapısını da aralayacak.
===========================================
Dostlar,

Suudi Arabistan çağdışı bir krallıktır..
Suud ailesi bir karabulut gibi bu ülke halkının boynuna binmiştir..
Metrelerce yükseklikteki saray duvarlarının gerisinde her türlü “pislik” olağandır..
Fuhuştan uyuşturucuya, alkolden ölçüsüz zevk-ü sefaya dek..
Bu surların dışında ise halka zulüm ve şeriat baskısı vardır..
Zorla namaz kıldırmak, oruç tutturmak, kadını çarşafa sokup yaşamdan dışlamak..

  • Ve İslam’ın vahşi – ilkel – akıl ve Kuran dışı vehhabi yorumu..

Bölgede emperyalizmin acımasız ve çok güçlü silahlı bekçisi..
Ülkenin petrolünü ABD’ye peş keş çeken çokuluslu – ABD güdümlü ARAMCO şirketi..
Saymakla bitmez..
Dileriz, 21. yy. dünyasına,, uygarlığına yakışmayan bu çağdışı rejim artık tasfiye edilsin..
Tarihin diyalektiği işte böyle birşey…
Koşulları oluştuğunda devrim – karşıdevrim ikilisi kaçınılmaz biçimde bir yeni bireşime (senteze )varıyor..

Mustafa Kemal Paşa da bu kadim gerçekliği vurucu biçimde dile getirmemiş miydi??
“Medeniyet öyle kuvvetli bir ateştir ki ona kayıtsız kalanları yakar mahveder.”

Sevgi ve saygı ile. 08 Kasım 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

Sinan Meydan : Büyük Taarruz

‘Ne Muazzam Zaferdi O!’ Büyük Taarruz

Sinan MEYDAN
SÖZCÜ, 28 Ağustos 2017

 “Allah’ım ne muazzam zaferdi o, ortalık hercümerç oldu; beş altı saat içinde bir başka dünya doğdu. Ve biz mest olduk… Artık benim ne düşünecek, ne yazacak, hatta ne yaşayacak takatim kalmıştı. Bizim dilimiz tutulmuştu, ordu bizzat yazıyordu…” (M. Akif, Haziran 1936)

10-25 Temmuz 1921 arasında, 15 gün süren Kütahya-Eskişehir Savaşları’nda yenilip Sakarya’nın doğusuna çekildik. Düşman, Ankara yakınlarına gelmişti. Bu nedenle Meclis’in Kayseri’ye taşınması için hazırlıklar yapılıyordu. İşte o zor günlerde, 5 Ağustos 1921’de, Mustafa Kemal Paşa, 3 ay süreyle olağanüstü yetkilerle başkomutanlığa getirildi.
23 Ağustos-13 Eylül 1921 arasında, tam 22 gün 22 gece süren Sakarya Savaşı kazanıldı.
TBMM, 19 Eylül 1921’de Başkomutan Mustafa Kemal Paşa‘ya “gazi” ve “mareşal”unvanı verdi.
Sakarya Zaferi’nin önemli diplomatik sonuçları oldu: Kafkas Cumhuriyetleriyle Kars Antlaşması, Fransa’yla Ankara Antlaşması, İngiltere’yle esir değişimi antlaşması ve Ukrayna’yla dostluk antlaşması imzalandı. İtilaf devletleri TBMM’ye barış teklifinde bulundu.

TAARRUZ HAZIRLIKLARI

Sakarya Savaşı’ndan sonra kış bastırmadan taarruza geçilmesi düşünüldü. Bu amaçla “Sad Harekâtı” adlı bir plan hazırlandı. Ancak taarruz, önce bahara sonra yaza ertelendi. Mustafa Kemal Paşa, “Yarım hazırlıkla, yarım tedbirle yapılacak saldırı, hiç saldırı yapmamaktan çok daha kötüdür” diyordu.
14/15 Eylül 1921’de seferberlik ilan edildi. Yeni kurulan 16. Tümen ile Kocaeli’ndeki 17. Tümen Batı Cephesi emrine verildi. Doğu ve Güney cephelerindeki bazı birlikler de Batı’ya kaydırıldı. Böylece Batı Cephesi‘nde ilk kez 200.000’e yakın bir güç toplandı. Ancak bir yabancının ifadesiyle
“Türk Ordusu çıplak denilecek derecede kötü giydirilmişti.” Karşıdaki 200.000’i aşkın Yunan askeri ise çok iyi durumdaydı.

İstanbul‘dan kaçırılan, Rusya’dan, İtalya‘dan ve Fransa‘dan alınan silahlarla, artırılan ve yeni konulan vergilerle ve Hindistan Müslümanlarının verdiği parayla ordunun silah, cephane, araç, gereç, yiyecek, giyecek ihtiyacı karşılandı. İmalatı Harbiye‘de geceli gündüzlü çalışma sonunda, pencere demirlerinden, demiryolu raylarından süngüler, kamalar, yapıldı. Top mermileri yontularak eldeki toplara uydurulmaya çalışıldı. Silah ve cephane, az sayıdaki
kamyonla ve genellikle kağnılarla cepheye taşındı. Yeni uçaklar alındı, kırık dökük uçaklar onarılıp uçacak hale getirildi.

Batı Cephesi Komutanlığı iki ordu halinde teşkilatlandırıldı: Nurettin Paşa‘nın komutasındaki
I. Ordu
 Akarçay’ın batısına, Yakup Şevki Paşa‘nın komutasındaki 2. Ordu Akarçay’ın kuzeyine yerleştirildi. Kocaeli Grubu Gevye Boğazı’ndan Gemlik’e kadar olan sahada, Bilecik ve Bursa’daki düşmana karşı mevzi aldı.

Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, 16 Haziran 1922’de Büyük Taarruz‘a karar verdi. Bu kararını Genelkurmay Başkanı Fevzi (Çakmak), Batı Cephesi Komutanı İsmet (İnönü) ve Milli Savunma Bakanı Kazım (Özalp) paşalarla paylaştı. Taarruz planı, büyük bölümü
Afyonkarahisar’da bulunan Yunan Ordusu’nun sağ kanadına saldırıp güneyden kuzeye doğru ilerleyerek düşmanın İzmir’le bağlantısını kesmek biçimindeydi. Taarruz, bir baskın şeklinde yapılacaktı.

5 Eylül 1922 Tevhid-i Efkar gazetesi, Başkomutan Gazi Mustafa Kemal fotoğrafının üstünde “Ordular ilk hedefiniz, Akdeniz’dir, ileri” emri, fotoğrafın altında ise “Düşman Anadolu’nun harimi ismetinde boğulacaktır” yazıyor.

AKŞEHİR TOPLANTISI

Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, orduyu son defa teftiş etmek istiyordu. Konya’ya gelip kendisiyle görüşmek isteyen İngiliz generali Townshend‘i görmek bahanesiyle 23 Temmuz‘da Ankara’dan ayrıldı. 25 Temmuz gecesi Konya’da Townshend’le görüştü. 27 Temmuz‘da Batı Cephesi karargâhının bulunduğu Akşehir‘e geçti. Mustafa Kemal, Fevzi ve İsmet paşalar 26/27 Temmuz 1922 gecesi Akşehir’de bir toplantı yaparak 15 Ağustos’a kadar taarruz hazırlıklarının tamamlanmasına karar verdiler. Ertesi gün, 28 Temmuz’da Akşehir’de ordu takımları arasında düzenlenen futbol maçını seyretme bahanesiyle başka komutanlar da Akşehir‘e davet edildi. 28/29 Temmuz gecesi Mustafa Kemal Paşa, Büyük Taarruz’un ayrıntıları konusunda komutanlarla görüş alışverişinde bulundu. Bu toplantıda
Nurettin Paşa hariç diğer komutanlar, özellikle Yakup Şevki Paşa, planı uygun bulmadı. Falih Rıfkı Atay‘ın ifadesiyle Mustafa Kemal Paşa, “tarihe karşı bütün sorumluluğu ben kendi üzerime alıyorum” diyerek toplantıyı bitirdi. (Ayrıntılar için bkz. Selahattin Tansel, Mondros’tan Mudanya’ya Kadar, C. 4, s. 153, 154.) Mustafa Kemal Paşa,
1 Ağustos’ta Akşehir‘e gelen Milli Savunma Bakanı Kazım (Özalp) Paşa ile de gerekli görüşmeyi yaptıktan sonra Ankara’ya dönüp 4 Ağustos‘ta taarruz kararını hükümete bildirdi.
6 Ağustos’ta İsmet Paşa, gizli olarak ordulara taarruza hazırlık emri verdi.
Savaş hazırlıkları tamamlanmasına karşın Mustafa Kemal Paşa son bir barış girişiminde
bulunmak istedi. 5 Temmuz 1922’de İçişleri Bakanı Fethi (Okyar)‘ı Avrupa‘ya gönderdi. Bir ay kadar Avrupa’da temaslarda bulunan Fethi Bey, Londra‘da ve Paris‘te çok soğuk karşılandı. Ağustos ortalarında hükümete verdiği raporda “Milli amaçlarımıza ulaşılması ancak askeri faaliyetlerle gerçekleşecektir, başka incelemeye ve yoruma gerek yoktur.” dedi.

GİZLENEN TAARRUZ VE ÇALIKUŞU

Mustafa Kemal Paşa, 17/18 Ağustos gecesi çok gizlice Ankara’dan ayrılarak otomobille Tuzçölü üzerinden Konya’ya gitti. Ankara’dan ayrıldığını birkaç kişiden başka hiç kimse bilmiyordu. 21 Ağustos 1922 tarihli gazetelerde Mustafa Kemal Paşa’nın Çankaya’da bir “çay partisi” düzenlediği şeklinde bir haber çıktı. Oysaki Mustafa Kemal Paşa, 20 Ağustos’ta
Akşehir‘de Batı Cephesi karargâhında idi. Konya’ya gelir gelmez postaneyi kontrol edip orada olduğunun duyulmamasını sağladı.

20/21 Ağustos gecesi, Batı Cephesi Karargâhı’nda Genelkurmay Başkanı Fevzi (Çakmak), Batı Cephesi Komutanı İsmet (İnönü), 1. Ordu Komutanı Nurettin ve 2. Ordu Komutanı Yakup Şevki (Subaşı)paşalarla bir toplantı yapan Gazi Paşa, taarruz hakkında harita üzerinde bilgi verip 26 Ağustos sabahı taarruz edilmesini emretti.
Başkomutanlık karargâhında görevli Mahmut (Soydan)‘ın anılarına göre Mustafa Kemal Paşa, 21 ve 22 Ağustos’ta iki gün Çalıkuşu romanını okudu ve çok beğendi.
24 Ağustos’ta Başkomutanlık, Genelkurmay ve Batı Cephesi, I. Ordu’nun bulunduğu Afyon’un güneyindeki Şuhut kasabasına, 25 Ağustos’ta ise Kocatepe’nin güney batısındaki Çadırlı Ordugâh‘a nakledildi.
25 Ağustos’tan itibaren Anadolu’nun dış dünyayla bütün bağlantısı kesildi. Anadolu bir ölüm sessizliğine büründü.
25 Ağustos gecesi Türk birlikleri, bazı yerlerde düşmana 400 metreye kadar yaklaşmış, verilecek taarruz emrini bekliyordu.

KOCATEPE

26 Ağustos 1922, cumartesi… Başkomutan Mustafa Kemal Paşa sabah saat 04.00 dolayında uyandı. Emir erini uyandırıp kahve istedi. Yaver Muzaffer (Kılıç) uyanıp giyinmeye başladığı sırada Mustafa Kemal Paşa’nın çadırının önünde “Allah’ım! Sen Türk Milleti’ni ve ordusunu muzaffer eyle!” dediğini duydu. Kahvesini içti. Gün doğmasına bir saat kala, atıyla Kocatepe’nin zirvesine doğru ilerledi. Birkaç er fenerle yolu aydınlatıyordu. Mustafa Kemal konuşmuyor, sadece ufka bakıyordu. Fevzi Paşa, İsmet Paşa ve Nurettin Paşa da Kocatepe’deydi.
Türk topçusu, saat 04.30’da ateşe başladı. Ateş 05.30’a kadar sürdü. Bu sırada avcı hatları
karanlıkta ilerleyip Yunan mevzilerine yanaştı. Saat 06.30’da Tınaztepe alındı. Saat 07.00’da
Toklutepe ve Kaleciksivrisi alındı. Saat 09.00’da Belentepe zapt edildi. 12.000 süvari (Fahrettin Altay’ın 5. Süvari Kolordusu) Sincanlı ovasına akıp Dumlupınar’ın doğusuna ilerledi. İzmir- Afyon demiryolu tahrip edildi.

27 Ağustos Pazar sabahı saat 04.00’te Kurtkaya tepesi, saat 08.00 civarında
Erkmentepe düştü, gözler Çiğiltepe‘ye çevrildi. 57. Tümen Komutanı Albay Reşat Bey, zamanında Çiğiltepe’yi alamayınca Mustafa Kemal Paşa telefonla “Niçin hedefinize varamadınız?” diye sordu. Albay Reşat Bey, yarım saat sonra hedefe ulaşacağını belirtti.
Mustafa Kemal Paşa yarım saat sonra Albay Reşat Bey’i aradığında, kendisine şu notu okudular: “Yarım saatte size o mevzileri almak için söz verdiğim halde sözümü tutamamış olduğumdan dolayı yaşayamam.” Albay Reşat Bey intihar etmişti. Çiğiltepe o gün saat 17.30 civarlarında alınacaktı. 20.30’da Afyon ele geçirildi.
28 Ağustos’ta Yunan Ordusu’nun asıl cephesi yarıldı. Güneyden ve doğudan ilerleyen Türk kuvvetleri Yunan Ordusu’nu ayırıp kuşattı.
29 Ağustos’ta da taarruz başarılı bir şekilde gelişti. Düşmanın kuzey kanadı, Eskişehir cephesi bozuldu, güneydeki kuşatma da devam etti. O akşam düşmanın iki kolordusu Türk Ordusu’nca çevrildi.

DUMLUPINAR

Türk Ordusu düşmana kesin darbeyi 30 Ağustos‘ta vurdu. 30 Ağustos günü düşmanın beş tümeni (40-50 bin kişi) Türk Ordusu’nca kuşatılmış, çıkış yolları kapatılmıştı. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, 30 Ağustos’ta saat 14.00’te başlayan savaşı Çalköy yakınındaki 11. Tümen Karargâhı olan Zafertepeden (Dumlupınar tepesi) bizzat yönetti. Düşmanın bir bölümü imha edildi, bir bölümü teslim oldu, kurtulanlar ise İzmir’e doğru kaçmaya başladı.
Mustafa Kemal Paşa‘nın, bir gün sonra, 31 Ağustos’ta savaş alanında gördüğü manzara şuydu:

“Karşıdaki sırtların gerilerindeki bütün vadiler, bütün dereler, bırakılmış toplarla, otomobillerle, sayısız donanım ve gereçlerle, bu kalıntıların arasında yığınlar teşkil eden ölülerle, toplatıp karargâhımıza sevk edilen sürü sürü esir kafileleriyle hakikaten bir kıyamet gününü hatırlatıyordu…” (Türk İstiklal Harbi, C. 2, 6. Kısım, s. 275).

30 Ağustos 1922’deki bu savaşı, Aslıhanlar-Çal-İşören bölgesinde ve Çalköy’ün doğusunda
bizzat 1. hatta 11. Tümen yanında bulunan Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa
 yönettiği için, Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa bu savaşa “Başkumandan Muharebesi” adını verdi.
Mustafa Kemal Paşa, 4 Ekim 1922’de TBMM’de Büyük Taarruz’u anlattığı uzun konuşmasında, bir yıl kadar önce başkomutan olurken söz verdiği gibi “Yunan Ordusunun harimi ismetimizde tamamen boğulduğunu” söyledi. “Bu savaşın sonucu Yunanların ve Rumların kalbini sındırmıştır. Bu nedenle bu savaşa Rum Sındığı Meydan Savaşı demek çok uygun olur” dedi. 1363 Sırpsındığı Savaşı Türklerin Rumeli‘de tutunmasını sağlamıştı,
1922 Büyük Taarruz ise Türklerin Anadolu’da tutunmalarını sağladı.

Büyük Taarruz bir “mevzi” savaşı değil“imha” savaşıdır, “topyekûn” bir savaştır. Mustafa Kemal Paşa, Büyük Taarruz’la, yenilmiş, dağıtılmış, silahları elinden alınmış, subayları esir edilmiş bir orduyu yeninden kurarak “bir husumet dünyasına” karşı zafer kazandı. Büyük Taarruz’u tarihte eşsiz kılan da budur.

İLK HEDEF AKDENİZ

Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, bozguna uğrayıp İzmir’e doğru kaçan Yunan ordularının
tekrar toparlanmalarına fırsat vermemek için 1 Eylül 1922’de Türk Orduları’na şu emri verdi:

“Türkiye Büyük Millet Meclisi Orduları… Afyonkarahisar-Dumlupınar Büyük Meydan Muharebesi’nde zalim ve mağrur bir ordunun esas unsurlarını inanılmayacak kadar az bir zamanda imha ederek büyük ve necip (soylu) milletimizin fedakârlıklarına layık olduğunuzu ispat ediyorsunuz. (…) Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!”

Türk Orduları, 9 Eylül’de İzmir’e girdi, 18 Eylül’de Anadolu’da Yunan askeri kalmadı. Türk Ordusu 15 günde savaşa savaşa 400-500 km yol kat etti. Orgeneral Ali Fuat Erden buna
“Motorsuz Yıldırım Harbi” demiştir.
Burada, yeri gelmişken, “Atatürk, ordulara Ege Denizi’ni işaret ettiği halde neden Akdeniz dedi?” sorusuna da yanıt verelim. Birincisi, Osmanlı coğrafya kitaplarında Anadolu’yu kuşatan deniz; İstanbul Boğazı’na kadar Akdeniz veya Adalar Denizi, İstanbul Boğazı’ndan sonra Karadeniz olarak adlandırılıyordu. Ege adı ise Yunan mitolojisine dayanıyordu. Ege Denizi kavramı bizde 1941’deki I. Coğrafya Kongresi’nden itibaren kullanılmaya başlandı. İkincisi, Sevr Antlaşması‘yla Türklerin Akdeniz’le bağı kesilmiş, Türkiye bir kara devleti olarak Anadolu’nun ortasına sıkıştırılmıştı. Mustafa Kemal Paşa, “Akdeniz” hedefiyle bu çemberi kırıp Türkleri yeniden Akdeniz’e indirmek istedi. Yani “Akdeniz” hedefinin hem coğrafi hem siyasi bir anlamı vardı.
1 Eylül 1922 itibarıyla, bırakın 12 Ada’yı ve Ege Adaları‘nı, Akdeniz (Ege) de elimizde değildi; kara ve deniz düşman işgalindeydi. Atatürk, Büyük Zafer’i kazanarak sadece Anadolu‘yu, İstanbul‘u ve Trakya‘yı yeniden vatan yapmadı, aynı zamanda Türkleri de yeniden Akdeniz‘e indirdi.

ŞAYAK KALPAKLI ADAM

Haziran 1936’da Mehmet Akif (Ersoy)‘la son bir röportaj yapıldı. Röportajı yapan gazeteci yazar Kandemir, “Ya, Büyük Zafer üstadım? O anda ne duydunuz?” diye sordu. Akif‘in bu soruya verdiği yanıtı Kandemir’den aynen aktarıyorum:

“Kalbi durmuş gibi sarsılıyor, sonra bir anda yeniden canlanmış gibi, nereden geldiğini bilmez bir ışıkla gözlerinin içi gülerek, ‘Ah’diyor. Ve bir lahza bırakıyor kendini bu eşsiz sevincin koynuna… Dalıyor. Ve sesinin ta içten dudaklarına dökülüşünü seziyorum:

  • ‘Allah’ım ne muazzam zaferdi o, ortalık hercümerç oldu, beş altı saat içinde bir başka dünya doğdu.’ Tekrar gözlerini yumuyor. ‘Ve biz mest olduk’. ‘O zaman bir şey yazmadınız mı?”. ‘Artık benim ne düşünecek, ne yazacak, hatta ne yaşayacak takatim kalmıştı. Bizim dilimiz tutulmuştu. Ordu bizzat yazıyordu…”(Kandemir, “Ölüm Yıldönümü Münasebetiyle Mehmet Akif’le Son Konuşma”, Yakın Tarihimiz, C. 4, s. 129, 130).

    Mehmet Akif
    ‘in yazmadığını Nazım Hikmet yazacak; adını da “Kuvayi Milliye Destanı” koyacaktı. Orada, “Şayak kalpaklı adam sarşın bir kurttan söz ediyordu:

    Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı
    Yürüdü uçurumun kenarına kadar eğildi durdu
    Bıraksalar, ince uzun bacakları üstünde yaylanarak
    ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
    Kocatepe’den Afyon Ovası’na atlayacaktı…”

    Büyük Zafer hakkında Falih Rıfkı (Atay)‘ın düşünceleri de şöyleydi:
  • “Nemiz varsa; bağımsız bir devlet kurmuşsak, hür vatandaş olmuşsak, şerefli insanlar gibi dolaşıyorsak, yurdumuzu Batı’nın, vicdanımızı Doğu’nun pençesinden kurtarmışsak, şu denizlere bizim diye bakıyor, bu topraklarda ana bağrının sıcağını duyuyorsak, belki nefes alıyorsak; hepsini, her şeyi 30 Ağustos Zaferi’ne borçluyuz.” (Atay, Çankaya, s. 363).Büyük Zafer tüm mazlum milletleri olduğu gibi dünya Müslümanlarını da coşturdu.
    Afganistan Elçisi Ahmet Han, “Ey süngüleri nur saçan akıllı, yiğit İslam ordusu” diye başlayan mektubunda “Esirlik zincirlerini parçalayan” Büyük Zafer’in, “Yalnız Anadolu’ya değil, Asya’nın, Afrika’nın en uzak köşelerine, en ıssız yerlerindeki kulübelerine kadar 350 milyonluk koca bir İslam dünyasına nurlu sevinçler, neşeler saçtığını” belirtiyordu. (İslam dünyasının Büyük Zafer’i kutlama telgrafları için bkz. Bilal Şimşir, Doğu’nun Kahramanı Atatürk, Ankara, 1998).
  • 26 Ağustos 1071’de Malazgirt Savaşı‘yla Anadolu’yu yurt yaptık, 26 Ağustos 1922’de başlayan Büyük Taarruz‘la Anadolu’nun yurt kalmasını sağladık. Her iki zaferimiz de kutlu olsun…
    ========================================
    Dostlar,Tarihçi Sayın Sinan Meydan‘a çoooook teşekkür borçluyuz bu çok öğretici yazısı için..
    Gerçekçi tarih yazımı insanlığın temel gereksinimlerinden biridir. Yaşananları çarpıtarak değil anlamaya çalışarak, günümüze bağlayarak ve geleceği yordamak için etkili yaşantı deneyimleri olarak değerlendirmek akılcı ve insanlığın yararına olacaktır.

    Büyük ATATÜRK‘ün uyardığı üzere; tarihi yazanın, yapana sadık kalması gereklidir

    Sevgi ve saygı ile. 29 Ağustos 2017, Pertek – Tunceli

    Dr. Ahmet SALTIK
    Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
    www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

Necati DOĞRU : Tekirdağ suspus!

Tekirdağ suspus!

Necati DOĞRU
SÖZCÜ, 17 Ağustos 2017

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Kamyon sahipleri, nakliyeciler, liman emekçileri, esnaflar, muhtarlar, sanayiciler, tüccarlar, belediye başkanı, vali, kaymakamlar, belediye meclis üyeleri, işçi sendikaları, memur örgütleri, sivil toplum kurumları, sanayi ve ticaret odası başkanları, organize sanayi bölgesinde imalatçılar, şehirde yaşayan avukatlar, mühendisler, mimarlar, öğretmenler, imamlar, cami cemaati, akşamcılar, çevrede bağ sahibi üzüm üreticileri, Tekirdağ’ın önde gelenleri hepsi suspus, sessiz.
Önce parçalandı.
Parça parça içi boşaltıldı.
Sonunda Tekirdağ Valisi’ne “Tekirdağ İçki Fabrikamız 14 Ağustos 2017 tarihinde tüm faaliyetleri sonlandırılmak suretiyle kapatılacaktır” yazısı geldi.
Bu fabrika efsaneydi.
Yapıncak, Semillon, Gamay, Cinsault üzüm çeşitleri bu  bölgede yetiştiği için fabrika 1943 yılında “Tekirdağ Rakı Fabrikası” TEKEL idaresince devlet eliyle kurulmuştu.
TEKİRDAĞ  kapandı.
TEKİRDAĞ, suspus!
* * *
Diego şirketinin adı Türkiye’nin gazete arşivlerine “İthalat vurguncusu- Vergi kaçakçısı” iddialarıyla girmişti. Bu iddiaları belgeleriyle dile getiren gazete haberlerinde yabancı içki şirketlerinin, Türkiye’de gümrüğü ayarlayarak (kuşkusuz rüşvetle) ülkeye ithal yoluyla soktukları viski, şarap, cin, votka gibi içkilerin fatura değerini düşük gösterip vergi kaçırdıkları anlatılıyordu. Gümrükleri denetleyen dürüst, temiz süt emmiş müfettişler, belgelemişler ve Diego şirketinin “300 milyon doları geçen” miktarda vergi kaçakçılığı yaptığını ortaya koymuşlardı. O dönemde İngiliz Başbakanı Tony Blair, Türk Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’a bir mektup yazıp, “Diego’nun gümrük vergi cezasının affı için yardımınızı bekliyorum” demişti. Blair, bir geceliğine sessizce Ankara’ya gelip dönemin Maliye Bakanı Kemal Unakıtan ile de görüşmüştü. Sonra da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde “6111 sayılı torba kanunun içine gümrük vergisi cezalarının yeniden yapılandırılması” diye bir madde gece vakti girmişti. Dönemin CHP Milletvekillerinden Selçuk Ayhan, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan‘a “6111 sayılı torba kanunu ile Diego’nun MEY’i (TEKEL’in 17 fabrikasını ilk alan yerli dörtlünün kurduğu şirket) almasında ödemediği vergi, resim ve harçların pazarlığı mı yapıldı” diye bir soru önergesi vermişti.
İşte Diego!
* * *
TEKİRDAĞ Rakı Fabrikası, diğer 16 fabrika ile birlikte “tam bir yeni emperyalist soygun örneği” olarak TEKEL’in yani devletin mülkiyetinden alınıp İngiliz içki şirketi Diego’nun eline geçirilmişti. 17 fabrika, 100 milyon dolarlık hazır stokları, 30 milyon dolar değerinde satışa hazır şişelenmiş- etiketlenmiş içki kolileri, kıdem tazminatı yükü sıfırlanmış işçileriyle sadece 292 milyon dolara Limak-Özaltın-Çarmıklı-TÜTSAB adlı “DÖRTLÜ” ye satıldı. Bu 4 yeni yerli şirketin içinde TÜTSAB, sonradan bir dönem CHP milletvekili seçilen Mehmet Ali Susam adlı biri tarafından kurulmuştu. Tam o sırada emekliliğini isteyip TEKEL Pazarlama ve Dağıtım Genel Müdürlüğü görevinden ayrılan Gürkan Suner de işte bu TÜTSAB’a genel müdür olmuştu. TÜTSAB ile diğer 3 müteahhitlik şirketi MEY adlı yeni bir şirket kurdular ve MEY’in genel müdürlüğüne de yine TEKEL Alkollü İçkiler Müessese Müdürü iken aniden emekli olan Esen Atay’ı transfer ettiler. DÖRTLÜ, 292 milyon dolara aldıkları TEKEL’in 17 fabrikasını, bir çivi bile eklemeden, 820 milyon dolara Amerikan şirketi Texas Pacific’e sattılar. O da 17 fabrikayı 2,5 milyar dolara Diego’ya aktardı.
Diego da 7 yıl çalıştırdı
Şimdi kârlı değil dedi.
TEKİRDAĞ Rakı’yı kapattı ve şehrin merkezinde kalmış 102.5 dönümlük değerli arazisi üzerinde rezidans ile lüks konutlar yapılması planına geçildi. Tekirdağ Rakı’nın devletin elinden özelleştirme adıyla alınması, yabancıya aktarılması, kapanması, arazisine rezidans dikme planı yeni emperyalistler ile yeni yerli işbirlikçilerinin parlak bir başarı hikayesi (!) oldu.
TEKİRDAĞ suspus!
=================================
Dostlar,

Türkiye İçin İçin Kaynıyor – Yanıyor!

Sayın Doğru’nun KOMİSYONCUbaşlıklı yazısı da çooook başarılı.. (SÖZCÜ, 16 Ağustos 2017, biz e 20.08.2017 günü sitemizde yayınladık;
http://www.sozcu.com.tr/2017/yazarlar/necati-dogru/komisyoncu-1975097/)

  • Türkiye, Osmanlı’nın son dönemlerinde bile bunca vahşi ve gözü doymaz bir ”iştah” (!) ile talan edilmemişti.

Osmanlı Padişahı 1. Abdülmecit, altı milyon altın borç alarak Boğazı doldurarak Dolmabahçe sarayını yaptırmıştı (1853-56 arası). 1856’da da Osmanlı Devleti Batı dayatması ‘‘Islahat Fermanı’‘nı kabul etmek zorunda bırakılmıştı. Borçla saraylar yaptıran bir devletten ne beklenebilir ki? 1839’da Batı’nın ‘‘Tanzimat Fermanı’‘ ile ”Tanzim” ettiği (düzenlediği) Osmanlı devleti, 17 yıl sonra bu kez ”Islahat Fermanı” ile ‘ıslah’ ediliyordu (terbiye, düzeltme). Ders aldı mı Osmanlı?? Ne gezer! Borçlanmaya devam.. 1876 1. Meşrutiyeti 2. Abdülhamit’in 2 yıl sonra Osmanlı-Rus savaşını bahane ederek askıya almasından (1878) 3 yıl sonra ise Osmanlı İFLASINI İLAN EDECEK 1881’de ”Hasta Adam”ın tüm maliyesine İngiltere – Fransa – İtalya el koyacak ve ‘Düyun-u Umumiye’ rejimi başlayacaktı. Meclis-i Mebusan tatilde idi ve Osmanlı Devleti ne denli borçlu olduğunu bilmiyordu, kayıt tutulmamıştı! Bu hesabı İngiliz-Fransız-İtalyan maliye komiserleri çıkardılar. O komiserler ki, tüm vergileri topluyor, önce borç taksitlerini alıyor, Osmanlı’ya ölmeyecek denli bırakılıyordu. Bütçeyi onlar yapıyordu.. kitleler hızla yoksullaştırılıyordu ama Emperyalizm, işbirlikçisi Padişahları Sarayda tutuyordu.. 

Günümüzde bir ”Faiz Dışı Fazla” masalı var.. Halk hatta çoğu okumuş bile anlamasın diye.. Bütçeden önce devlet borçlarının faizi ayrılıyor..  2017 bütçe gideri 645, gelirler 587, Faiz 57.5, Sağlık Bakanlığı 32, Diyanet 6.9, Savunma ve güvenlik 70 milyar TL.. Bütçenin yaklaşık 1/10’u faize gidiyor. Bu düşüldükten sonra da kalan bütçeden kısıp borç ana parası ödemek gerek; bunun da adı ‘Faiz Dışı Fazla” oluyor. Ulusal gelirin %5’inin altına inmemesini istiyor IMF! Bu da Bütçenin %20’si, 1/5’i demek.. Bir de israfları… buraya yazamadığımız kalemleri (suç olur!) eklersek, geriye kamu hizmetlerine para kalmıyor. İstenen de bu.. Devlet her şeyi özelleştirsin = leş fiyatına yerli – yabancı sermayeye komisyonlarla peş keş çeksin; ağır ve adaletsiz vergileri halkın sırtında sopalı tahsildar gibi toplasın ama kamu hizmeti de vermesin! Bu hizmetler yandaş şirketlere – vakıflara bırakılsın ve halk tüm kamu hizmetlerini ayrıca bedel ödeyerek satın alsın!

Oysa Mustafa Kemal Paşa, ülkenin Mondros Silah Bırakışması (Mütarekesi) ile idam sehpasına çıkarılmasından sonra (30 Ekim 1918), ardından SEVR ile idamından sonra (10 Ağustos 1920) tüm Kurtuluş Savaşını 23 Nisan 1920’de açtığı Büyük Millet Meclisi ile yürütmüştü.. 2. Abdülhamit despotizminin – istibdadının tam tersine! Bu Halk Meclisi Osmanlı’yı bitiren Sevr Anlaşmasını geçersiz saymış, imzalayanları (son Padişah Vahdettin!) da vatan haini ilan etmişti!
******
Niyetimiz Osmanlı tarihi yazmak elbette değil.. Ama son yılların Türkiye’sinin giderek Hasta Adam Osmanlı Devleti’nin son çökme – çökertilme / parçalanma yıllarına ne yazık ki ne çok benzediğini sergilemek için yazdık..

Bir ülkenin 15 yılda toplam (iç + dış) borçlarının en az 3 katına çıkması durumunda (AKP iktidar olduğunda Kasım 2002’de Türkiye’nin toplam borcu 221 milyar $ idi; günümüzde 3 katından daha çok!) o ülke ve yönetimi için ne düşünülebilir, geçelim orta – uzun erimi, yakın gelecek için ne öngörülebilir??

İşte Türkiye, tüm zamanların en kötü yönetimiyle, başta özelleştirme talanıyla…..

Osmanlı’nın sonuna doğru sürükleniyor..

Yalnız Tekirdağ değil, Türkiye suspus!

OHAL altında inletiliyor ülke; ağzını açan kodeste! Hapishanelerde 200 binin çok üstünde insan var.. 1/4’ü, 50 binden çoğu son 1 yılda FETÖ gerekçesiyle içeri tıkıldı.. (38 bin hükümlü İnfaz Yasası değişikliğiyle örtük – kesimsel af ile çıkartılarak yer açıldı önce..) Osmanlı’nın son dönem hatalarını yineleyerek farklı bir sonuç elde edebilir misiniz; yoksa benzer sonuçlara mı erişirsiniz??

Türkiye ve AKP = R TE, köktenci bir rota değişikliği çoook geç kalmakta. Oysa Devletin sağkalımı için beka refleksi ile ülke için için kaynamakta – yanmakta. Bunu da mı görmüyorsunuz eyy gafiller – sapkınlar ve hainler!?

Ne Tekirdağ ne Türkiye sus pus gerçekte.. İçin için kaynıyor ülke..
Biz kendi adımıza Tekirdağ’dan bir sada yükseltiyor hatta çığlık atıyoruz..

Sevgi ve saygı ile. 21 Ağustos 2017, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com