Etiket arşivi: Lozan Antlaşması

LOZAN DELİNMEYE DEVAM EDİYOR !!!

Kimden: Mehmet Ali KÖRPINAR <korpinar@istanbul.edu.tr>
Tarih: 23 Temmuz 2013 10:44

LOZAN DELİNMEYE DEVAM EDİYOR !!!  

Değerli arkadaşlar,
Geçen yıl sizlere sunduğum yazımı izninizle, bu yıl da yayınlamak istiyorum.
Çünkü
AB-D emperyalizmi tarafından güzel ülkemize karşı sürdürülen bölücü politika aynen devam ediyor.
Sevgi ve saygılarımla.
Prof.Dr. Mehmet Ali KÖRPINAR
portresi
 
LOZAN DELİNMEYE DEVAM EDİYOR !!! 
“Bu antlaşma, Türk ulusuna karşı yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması ile tamamlandığı sanılmış, büyük bir yok etme eyleminin yıkılışını bildirir bir belgedir. Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş bir siyasal utku yapıtıdır!” Mustafa Kemal ATATÜRK  
Değerli Arkadaşlar,
Lozan’da karşı tarafın pek çok önerisinin, İsmet İnönü tarafından kabul edilmemesi İngiliz Lord Curzon‘u rahatsız etmiş ve ‘Paşa paşa ne önersek ret ediyorsunuz. Neyinize güveniyorsunuz acaba? Ret ettiğiniz önerileri cebimize koyuyoruz.
Bizden yardım istemeye geldiğinizde cebimizden çıkarıp teker teker önünüze koyacağız..’
 demesi üzerine İsmet İnönü, ‘Şimdi istediklerimiz aynen kabul edilsin, yardım istemeye geldiğimizde önerilerinizi değerlendiririz’ yanıtı, bağımsızlığımıza nasıl sahip çıktığımızın çok anlamlı bir kanıtı olarak tarihe altın harflerle geçmiştir. 
Güzel ülkemizin kuruluş belgesi olan LOZAN Antlaşması‘nın 89. yıl dönümünü yaşıyoruz. Ancak AB-D emperyalizmi hala bu antlaşmayı delmek ve yok etmek için çeşitli yöntemler kullanmaktadır. Örneğin;
·         ABD denetiminde kurulan GÜNEY KÜRDİSTAN DEVLETİ’nin tek resmi dilinin KÜRTÇE olduğunu belirleyen anayasasında, bağımsız bir KÜRDİSTAN kurulmasını öngören SEVR ANTLAŞMASI gündeme getirilerek, Kürtlere self-determinasyon hakkını 62, 63 ve 64. maddeleriyle veren 1920 SEVR ANTLAŞMASI, 1923 LOZAN ANTLAŞMASI ile iptal edilmiştir denilmektedir (6 Ekim 2006, Cumhuriyet, Bahadır Selim Dilek).
·         Roma’daki NATO kolejinde ABD’li bir Albayın BÖLÜNMÜŞ TÜRKİYE HARİTASI ile brifing vermesine gösterilen tepkiler yüzünden ABD Genelkurmay Başkanı Peter Race, Türk Genelkurmayından özür dilemiştir (30.09.2006 Milliyet). Yani ülkemizin bölünmesini ve SEVR’i yeniden uygulamak isteyenler, çizdikleri haritaları masa üzerine koymaya başladılar.  
·         AB üyeliği vaadi ile 1995’te Gümrük Birliği anlaşmasını yaptık (zararımız 200 milyar $), 21.06.2001’de Uluslararası Tahkim Yasası‘nı çıkardık. AB müzakere koşulları ile ülkemizde 13.06.2007’de İkiz Yasaları ve 27.02.2008’de Vakıflar Yasasının çıkarttırdılar. Çünkü AB’nin Türkiye Temsilciliği Siyasi İşler Müsteşarı
Martin DAWSON, Vakıflarla ilgili yasa neden çıkmadı diye Anayasa Kom Bşk. Sn. Köksal TOPTANI sigaya çekiyordu (06.07.2006, Cumhuriyet).  
·         ULUSAL ONUR VE SAYGINLIĞIMIZIN korunması için yasalaşan TCK
301. maddede
 yapılan değişiklikle Türklüğe hakareti serbest bıraktık.
Şimdi de
KKTC’nin yok sayılmasını ve Ruhban okulunun açılmasını istiyorlar.  
·         AB, yine öne sürdüğü yeni koşullar ile yalnızca Musevi, Rum ve Ermenilerin
azınlık olarak kabul edildiği Lozan Antlaşması’na aykırı olarak
yeni azınlıklar
tarif etmeye çalışmaktadır. 
Kürt kökenli vatandaşlarımızı da azınlık olarak bize
kabul ettirmek amacındalar. Nitekim Sayın Cumhurbaşkanımızın İtalya seyahatinde de söylediği gibi Kürt kökenli vatandaşlarımız bu ülkenin azınlığı değildir. 
·         AB çatısı altında 5. kez KÜRT SORUNU için toplantı yapıldı. Bu toplantıya katılanlar 6. toplantının TBMM çatısı altında yapılmasını önerdiler. Toplantı sonunda da LOZAN Antlaşması’nın yeniden yorumlanmasını istediler. Yani 45 yıldır üye olmayı düşlediğimiz ancak daha kendi anayasası olmayan emperyalist AB, ülkemizin kuruluş belgesi sayılan LOZAN Antlaşması’nı gündeme getirmek istiyor!!!
·         Yine Banu Avar’ın 15.01.2007 günü TRT-1 de sunduğu SINIRLARIN ÖTESİNDE programında, İngiltere’deki siyasilerin ve medya yöneticilerinin ülkemiz hakkındaki emperyalist görüşlerini dile getirdi. Onlar da ülkemizde bir Kürt azınlığı olduğunu öne sürmektedirler. Osmanlıyı bitirmek için imzalatılan SEVR Antlaşması’nın koşullarını, hala devam ettirmek çabası içinde olduklarını görmek bizler için çok önemli uyarıdır. Bu uyarıları içimizdeki AB uşağı olan ve KAREN FOG’un çocukları diye anılan hainlerin de duymasını dilerim. 
·         Lozan Antlaşması’nın delinmesine bir başka örnek: 
Yedikule Surp Pirgiç Ermeni Hastanesi Vakfı’nın Türkiye aleyhine yaptığı başvuruyu, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) önceki gün kabul edilebilir bularak,
esastan inceleme sürecini başlattı. 1832’de kurulan vakıf, mahkemeye yaptığı başvuruda Türkiye’de Müslüman olmayan dinsel azınlıklara ait vakıfların
mülk edinmeleriyle ilgili mevcut yasal düzenlemelerin Lozan Antlaşması’yla kısıtlandığını belirtti ve bu durumun Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne
aykırı olduğunu savundu. AİHM, azınlık vakıflarının mülk düzenlemelerini Lozan’ın kısıtladığını öne süren Ermeni vakfının şikâyetini incelemeye aldı. AİHM, geçen yıl da aynı gerekçelerle Türkiye hakkında şikâyette bulunan Fener Rum Erkek Lisesi Vakfı’nın başvurusunu kabul edilebilir ilan etmişti. 
(22.07.2005, Milliyet, Güven Özalp, Brüksel). 
Günümüzde ise gerek Lozan Antlaşması’nı imzalayanlar ve gerekse de imzalamayanlar ortak bir amaç için fırsat kollamaktadırlar. O da Lozan Antlaşması’nı delmek ve böylece ülkemizin bölünmez bütünlüğüne son vermektir. Örneğin 20 Ekim 1921’de Fransa ile imzalanan Ankara Antlaşması ile Güney sınırımız belirlenmiştir. Lozan Antlaşması ile de Güney sınırlarımız teyit edilmiştir. Ancak söz konusu iki antlaşmayı da imzalayan Fransa’nın okullarında okutulan coğrafya derslerinde kullandıkları haritalarda Güneydoğu Anadolu Kuzey Kürdistan ve Doğu Anadolu da Ermenistan olarak saptanmış durumdadır. 
Sayın Başbakanımızın AB için, “Bizi bölmek istiyorlar” saptaması, 16 Aralık 2004 tarihli Ek Protokolde bulunan 23. madde ile açıkça dile getirilmektedir. 
  • Türkiye 1959 ve 1960 Zürih ve Londra Anlaşmalarına göre Kıbrıs için garantör devlettir. 
Bu antlaşmalara göre Türkiye’nin üye olmadığı hiçbir kurum ve kuruluşa üye olamayacak diye anılan Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, AB’ye üye yapılmıştır!  
Ülkemizin garantör hakları ile 1974 Cenevre Antlaşması’na göre Kıbrıs’ta 2 eşit otonom yönetim bulunduğu, taraflarca kabul edilmiştir. Şimdi ise Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, yeni dönem AB başkanı olarak ülkemizin geleceğine ipotek koyma isteğini
açıkça belirtmekte ve
Kıbrıs’taki askerimizi işgalci olarak tanımlamaktadır.  
Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran ve birçok ülkeye örnek olan yüce önderimiz Mustafa Kemal ATATÜRK’ün ilke ve devrimleri, AB tarafından en büyük engel olarak görülmektedir. Hollandalı 30 yıllık politikacı, Hıristiyan Demokrat parlamenter
  • Oostlander tarafından Mart 2003’te hazırlanan ön raporda, KEMALİZM ilkeleri, AB’ye üye olmamız için en büyük engel olarak tanımlanmıştır. 
Yine Avrupa Parlamentosu’nun bir İngiliz milletvekili Andrew Duff da basın toplantısı düzenlemiş ve şöyle demişti:
  • Devlet dairelerinden Atatürk’ün resimlerinin kaldırılması zamanı geldi. Türkiye bunu yapmalıdır.’ 
Neden ondan bu kadar korkuyorlar, neden O’nun ilke ve devrimlerinden bu denli çekiniyorlar? Lütfen düşünün ve gereken yorumu yapın. 
Değerli arkadaşlar,
2013 yılı, dünyanın ekonomik açıdan çok zor bir dönemi olacak. Gerek AB ve gerekse de ABD için ekonomik yorumlar iç açıcı değil. Umarım güzel ülkemizde ekonomik önlemleri gereğince alır ve namert’e muhtaç olmayız. Çünkü 90 yıl önce Lord Curzonun, LOZAN görüşmeleri sırasında dile getirdiği dilekleri,
“Borç alan emir alır” özdeyişi ile çok güzel açıklanmaktadır.  
Lozan antlaşmasının güzel ülkemizin geleceği için önem ve değerini anlamak için öncelikle SEVR Antlaşması’nı iyi algılamak ve yorumlamak gerekir. Bu konuda
Sayın
Hasan Pulur’un 23.08.2003 tarihli BİR SEVR HİKAYESİ başlıklı yazısını aşağıda bilgilerinize sunmak istedim.  
Sevgi ve saygılarımla (23.07.2012). 
Prof.Dr. Mehmet Ali KÖRPINAR
===========================================
Bir Sevr hikâyesi 
Hasan Pulur
EVET, biz “Sevr Antlaşması’nı buruşturup tarihin çöplüğüne attığımızı” sanırken, “onlar” bu Antlaşmayı derin dondurucuda bekletip her fırsatta önümüze çıkarmaya çalışmışlardır. Erhan Bener “Bürokratlar“ın üçüncü cildinde anlatır… 
Yıl, 1966, Erhan Bener, OECD (Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü)
Türkiye temsilciliğinde görevlidir, Baştemsilci Cahit Kayra’dır.
 
Türkiye’nin bu örgütle ilişkisi nedir? Her zamanki gibi: Para! Türkiye, borç, kredi, kısacası para aramaktadır. 
Baştemsilci Cahit Kayra, cumartesi günleri temsilcilikte çeşitli konuların tartışıldığı toplantılar düzenler, dünya sorunları, sanat ve kültür olayları gibi… 
OECD Yardım Konsorsiyomu’nun, Türkiye’ye yapılacak yardım için, ileri sürdüğü koşulları adeta Osmanlı devletine kabul ettirilen Duyun – u Umumiye koşullarına benzeten Cahit Kayra, Fransız Devlet Yayınları Kurulu’ndan bir Sevr Antlaşması aldırır, okuyunca o kadar ilginç bulur ki, ilk cumartesi toplantısını buna ayırır. 
ERHAN Bener anlatır, antlaşma incelendikçe görülür ki, Sevr’in ekonomik ve mali hükümleriyle, OECD konsorsiyomunun şartları arasında tıpatıp uyum vardır: 

“Konsorsiyomun hazırladığı metinlerdeki birçok tümcenin, Sevr Antlaşması’nın metninde hemen hemen aynen yer aldığını gördük.”
 
CAHİT Kayra da şöyle der: “Bizim okullarda Sevr Antlaşması’nı yalnızca imparatorluğun coğrafya bakımından parçalanmasını sağlayan bir Antlaşma diye okuturlar.
Oysa içindeki ekonomik, mali hükümler bu parçalanmadan çok daha önemlidir.
Daha sonra, Lozan Antlaşması sırasında, toprak parçalanmasına önem vermeyen sömürgeci devletler, Sevr’in ekonomik ve mali hükümlerini uygulamakta çok direnmişlerdi. Bana kalsa, okullarımızda, Lozan’dan çok, Sevr Anlaşması’nı okutmak gerekir. O zaman gençlerimiz bugünü daha iyi anlayabilirler.”
 
Toplantıya katılanlar, başta Erhan Bener, Paris’teki Devlet Yayınevine giderek
“Sevr Antlaşması”ndan birer tane isterler. Maalesef yoktur, çünkü Fransız Dışişleri Bakanlığı satışı durdurmuştur! 
Ama Cahit Kayra’nın elindekini de alacak değillerdir ya! Bu nüsha 1997 yılında Cahit Kayra’nın yorumuyla Türkiye’de yayımlanır. (Boyut Kitapları) Meraklısı gider alır, okur. 
Demek ki, isteyen Sevr’i unutsun, isteyen unutturmaya çalışsın, “onlar” derin dondurucu da “Sevr”i saklamaktadırlar. 
Son örnek… Amerika ne diyor?  “Irak’a asker gönderirsen, krediyi alırsın!” diyor.

Lozan’ın Geniş Olarak Değerlendirilmesi


Lozan’ın Geniş Olarak Değerlendirilmesi

 

 

Ertuğrul GEZENOĞLU

24 Temmuz bize başlangıçta 3 önemli olayı anımsatıyor;

1. Lozan Antlaşması
2. Sendikal hakların kabulü
3. Basından sansürün kaldırılması

Ama bugün 3 önemli konunun da sıkıntılarının olduğunu tespit etmekteyiz.
Basın sansürünün kaldırılması bugün sözde kalmıştır. Basın bugün hiçbir sivil iktidar döneminde olmadığı kadar baskı altındadır. Bu baskıya direnen yazılı ve görsel
basın da verilen para cezaları ile çökertilmek istenmektedir.

Sendikal haklara gelince, özellikle 1980 sonrası gerek askeri dönemde, gerekse
Özal döneminde adeta yangından mal kaçırırcasına yapılan özelleştirmelerle taşeronlaşma başlamış, son dönemlerde ayyuka çıkan özelleştirme ve taşeronlaşma ile sendikal haklar artık adeta son dönemlerini yaşar hale gelmiştir. Zamanında özelleştirmelere yeterince demokratik tepkiyi göstermeyen sözüm ona sendikalar bugün o günlerin cezasını çekmektedirler.

Lozan Antlaşması hep ülkenin tapu senedi olarak görülmektedir.
Gerçekten emperyalizme hiç unutamayacağı bir şamar indiren M. Kemal ATATÜRK ve O’nu hiç terk etmeyen İsmet İNÖNÜ, Ulusal Kurtuluş Savaşı zaferini Lozan ile emperyalistlere kabul ettirerek taçlandırmışlardır.

Fakat bugün Lozan’ı destekleyen Kabotaj ve Montrö Antlaşmalarının delinme aşamasına geldiğini görüyoruz. Lozan’ın delinmesi konusunda başka bir tehlike de Suriye ile olan geldiğimiz noktadır. Çünkü bu ülke ile çıkacak olan bir savaş,
Lozan’ı delecektir.

Karadeniz’e yabancı savaş gemilerinin giriş ve çıkışı ile Montrö Antlaşması’nın ihlali halinde Lozan’ın delinmesi riski vardır. ABD bunu zaman zaman zorlamaktadır.
Bunu önleyen deniz subaylarımız bugün bedel ödemektedirler.

Kabotaj ise Türkiye Cumhuriyeti’nin kara, hava ve denizde ulusal altyapı-yatırım ve ulaşım hakkı demektir. Ama son zamanlardaki otoyolların, limanların, havaalanlarının özelleştirmeleri ve bunların özellikle yabancılara verilmesi aslında kabotaj yasasının amacını yok etmektedir.

Ayrıca bölgesel özerklik talebi ve devamında ülkeden kopmalara neden olabilecek gelişmelere imkan veren İkiz Sözleşmelerin 2003’te Meclis’te onaylanması,
bir anlamda Lozan’ı tartışmalı hale getirebilecektir.

Tahkim Yasası ve Anayasanın 90. md. si de Lozan’da elde ettiğimiz ulusumuzun
kendi yasalarıyla yönetilmesi hakkının kullanılmasında önemli engeldir.
Bizim Anayasamızda olmasa da, uluslararası sözleşmenin geçerli olması,
yabancı yatırımcıyla olan anlaşmazlıkların uluslararası mahkemelerde çözümlenmesi, yasal ve mali yönden adeta birer kapitülasyon olarak değerlendirilebilir.

Yabancıya toprak satışı, maden yasası, petrol yasası gibi yasaların
Ulusal Kurtuluş Savaşı zaferi sonrası Lozan’da elde ettiğimiz ulusal varlıklarımızın
bırakın özelleştirilmesini; yabancıya ülkenin toprağının ve kaynaklarının hükümranlığının devredilmesi kaygısını taşımamıza neden olmaktadır.

Tarımda ve tohumda olan sıkıntılar, HES’ler ekolojik dengeleri bozmaktadır.
Tohumda dışa bağımlılığın ne akla hizmet olduğunu anlamak mümkün değildir.

  • Vakıflar Yasası’na göre de Lozan’da elde edilen birçok hakkımız tartışmalı hale gelmektedir.
Sonunda Heybeliada Ruhban Okulu‘nun açılması ve
İstanbul’da Ekümenik Patriklik oluşması ihtimali ciddi olarak rahatsızlık yaratmaktadır.

ABD ve NATO’yla yapılan anlaşmalar askeri yönden bağımlı hale getirildiğimiz sıkıntısı yaratmaktadır. Bu düşüncenin önemli oranda gerçeklik payı vardır.

Şimdi tüm bunları dikkate alırsak Lozan’ı ne denli hak ederek ve nasıl kutlayacağız?

Bu durumda Lozan’ı kutlamak mı yoksa yeniden inşa etmek mi gerekiyor ?

Baskı altındaki merkez medyanın bu konuları bizim endişelerimizi taşıyanlarla değil, aksine endişelerimizi artıranlarla, kamuoyu yaratacak kişilerle konuşup tartışması nedeniyle ulusalcılık adeta öcü gibi gösterilmektedir.

  • Oysa ulusalcılık ırkçılık değildir;
    Atatürk milliyetçiliğinin tam bağımsızlık ilkesi ışığında;
    halkçı-toplumcu-sosyal-laik-hukuk devletinde yaşama isteğidir.
Bugün ülkemiz ekonomik anlamda dışa bağımlıdır. Ekonomik bağımlılık her alanda (askeri-siyasi-kültür-sanat-medya-tarım-borsa-banka-sigortacılık vb.) bağımlılığı da getirmektedir. Birçok stratejik KİT’lerin yanında özel şirketler de yabancıların eline geçmektedir. (Tekel-Telekom-Petkim-Kipa-Migros vb.)

Eğitim konusu da çok tartışmalı hale gelmiştir. Eğitimde çağdışı düşünceleri
eyleme dönüştürülmek istenirken, sık sık yapılan değişiklikler öğrencileri adeta deneme tahtasına çevirmektedir. Dolayısıyla çağdaş ve verimli bir eğitim verilmediğinden yetiştirilen kuşakların kafası çok karışık olmakta, geleceğe güvenle bakmamaktadırlar.

Çıkış yolu yok mu ?

Yeter, içimizi kararttın! Diyebilirsiniz. Elbette çıkış yolu var. Atatürkçülerin yapılacak seçimlerde iktidara gelmek için halka bıkmadan, usanmadan gerçekleri anlatması,
halkı direnen medyaya yönlendirmesi gerekmektedir. İktidara gelince de doğru bir programla bahsettiğimiz tüm bu yasaları iptal ederek Tam Bağımsız Türkiye için özveri ile gece-gündüz çalışmaktır. Çaresiz değiliz, üstelik şimdi 90’ların gençleri de yanımızda. Yaş ortalamamız epeyce düştü, yani dinozor değiliz artık.

Bayrak gençlere geçince Atatürk’ün Cumhuriyeti’nin emin ellerde olduğunu düşünmek bizlerin çok çok mutlu ve umutlu olmamızı sağlıyor.

Geçen yazımda da bitirişte yazdığımı yazarak bitiriyorum.

Sağolun, varolun gençler.

YAŞASIN ATATÜRK GENÇLİĞİ!

Saygılarımla…

MONTRÖ SÖZLEŞMESİ

Dostlar,

Bilindiği gibi Lozan görüşmelerinde Türk tarafıın 2 temel kırmızı çizgisi
Batı’nın Kapitülasyonların sürdürülmesi istemi ve Doğu Anadıolu’da
Ermeni yurdu kurulması idi. Mustafa Kenal Paşa’nın, Dışişleri Bakanı ve
Başdelege İsmet Bey‘e yönergesi bu yönde idi. Öbür sorunlar zamanla çözülebilirdi. Kaldı ki, askeri barındıracak bir “dam altı” bile elde kalmamıştı. Bu bakımdan makul
ve hızlı bir barışa el mahkum idi.

Atatürk‘ün gerçekçiliğini tarih 1 kez daha kanıtladı. 1936’da, yaklaşan 2. Büyük Paylaşım Savaşı koşullarının Batı’yı ve müttefikleri Sovyetleri Almanya karşısında sıkıştırması nedeniyle, Montrö Boğazlar Sözleşmesi büyük ölçüde Türkiye’nin istemlerine uygun olarak bağıtlanabildi. Hatay sorunu da  Yüce Atatürk’ün yaşamda iken üstün ve usta çabaları ile çözüm yoluna girdi ve kendisinin Hak’ka yürümesini izleyen yıl (1939) Hatay Cumhuriyeti anavatan Türkiye’ye katılma kararı aldı.

Yüce Atatürk‘ü ve en yakın dava ve silah arkadaşı İsmet İnönü ile tüm
Kurtuluş Savaşı şehit ve gazilerini, emek verenlerini sonsuz bir şükranla anmaktayız..

Aşağıda, 20 Temmuz 1936 tarihli Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin 77. yılında, deneyimli ve birikimli dşplomat Sayın Onur Öymen’in yazısını paylaşıyoruz.

Sevgi ve saygı ile.
20.7.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=================================

MONTRÖ SÖZLEŞMESİ

portresi2

 

ONUR ÖYMEN
E. Büyükelçi

 

 

Türk boğazları, taşıdıkları stratejik önem dolayısıyla daima büyük devletlerin ilgisini çekmiştir. Karadeniz’e kıyısı olmayan devletler Boğazlardan sınırsız geçiş hakkına sahip olmak istemişler, başta Rusya olmak üzere Karadeniz’e kıyısı olan devletler, diğer devletlerin savaş gemilerinin boğazlardan geçmesini engellemek istemişlerdir. Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme dönemine kadar genel kural, padişahın fermanı olmadıkça boğazların bütün yabancı devletlerin gemilerine kapalı olacağı kuralıydı.
Büyük Petro döneminden itibaren Rusya, dünyaya egemenliğini yayma hedefi doğrultusunda sıcak denizlere açılma politikası izlemeye başladı.
Bunun en önemli yollarından biri Türk Boğazlarına hakim olmaktı.

Çariçe Katerina zamanında, 1774 yılında Osmanlı İmparatorluğu’yla Rusya arasında imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması Boğazlarla ilgili eski düzeni değiştirdi. Osmanlı İmparatorluğu artık eski gücünü kaybetmekte ve büyük devletlerin taleplerine karşı direnç gösterememekteydi. Küçük Kaynarca Antlaşmasına göre Rus gemileri istedikleri zaman Boğazlardan geçebilecekler ve Osmanlı limanlarında konaklayabileceklerdi.

18. Yüzyılın son yıllarında Napolyon‘un Doğu Akdeniz için bir tehdit oluşturmaya başlaması üzerine Osmanlı İmparatorluğu  ile Rusya arasında 1805 yılında  imzalanan bir sözleşmede Karadeniz’in bütün yabancı savaş gemilerine kapatılması kuralı yer aldı. Bu kuralın ihlali savaş sebebi sayılacaktı. Ancak bir yıl sonra Osmanlı İmparatorluğu Batı Avrupa ülkelerinin talepleri doğrultusunda bu sözleşmeyi iptal etti.
1809 yılında Osmanlı İmparatorluğu ile İngiltere arasında imzalanan Sözleşmeyle Osmanlı İmparatorluğunda başından beri uygulanan ve yukarıda sözü edilen kurala dönüldü.

1833 yılında durum yeniden değişti. Rusya’nın ağırlığı arttı. O yıl Osmanlı İmparatorluğu’yla Rusya arasında imzalanan Hünkar İskelesi Antlaşmasıyla Çanakkale Boğazı yabancı savaş gemilerine kapatıldı. Bu Rusya’nın kendi güvenlik çıkarları için öteden beri hedeflediği bir durumdu. Osmanlı İmparatorluğu zayıfladıkça bu gibi taleplere karşı koyamaz hale gelmişti.

Mısır’da Mehmet Ali Paşa isyanının bastırılmasına yardımcı olan İngiltere’nin baskısıyla bu defa Boğazlarla ilgili yeni bir düzenleme getirildi. Osmanlı  İmparatorluğuyla İngiltere arasında 1840 yılında imzalanan Londra Antlaşması ve bir yıl  sonra, 1841’de Fransa’nın da katılımıyla imzalanan
“Boğazlar Sözleşmesi” ilk defa olarak Boğazlardan geçiş rejimi çok taraflı bir antlaşmaya bağlandı. Artık Boğazlardan geçiş  uluslararası kurallara göre düzenlenecekti.

Bu sözleşmeye göre;
Boğazlar Osmanlı egemenliğinde kalacak, ancak, savaş zamanında bütün devletlerin savaş gemilerine kapalı, ticaret gemilerine açık olacaktır.

Bu sözleşme de çok uzun ömürlü olmadı. Rusya’nın Eflak Boğdan‘ı işgal etmesi üzerine Batı Avrupa devletleri savaş gemilerini Boğazlar üzerinden Karadeniz’e gönderdiler. Rusya bunun 1841 tarihli Boğazlar Sözleşmesinin ihlali olarak gördüğünü ilan etti  ve bunu Kırım Savaşı için bir bahane gibi kullandı.. Osmanlı İmparatorluğu’nun İngiltere ve Fransa’yla beraber Rusya’ya karşı kazandığı Kırım Savaşı’ndan sonra

1856 yılında Paris Sözleşmesi imzalandı.

Bu Sözleşmenin önemli maddeleri arasında bölgesel güç dengelerini en çok etkileyen, Karadeniz’i tümüyle askerden arındıran madde olmuştur. Osmanlı’nın eski kuralı olan ve 1841 Boğazlar sözleşmesiyle pozitif hukuk kuralı haline gelen, yabancı savaş gemilerinin Boğazlara girişinin yasaklanması da 1856 Antlaşmasını imzalayan ülkeler tarafından tekrar onaylandı.

1856 ile 1870 yılları arasında Avrupa’daki güç dengeleri değişmeye başlamıştı. Değişen dünya koşullarında İngiltere artık Osmanlı İmparatorluğuna karşı mesafeli bir politika izlemekteydi. Rusya Balkanlarda daha da güç kazanmış Avusturya-Macaristan İmparatorluğu da Osmanlı İmparatorluğuna karşı baskıcı bir politika izlemeye başlamıştı. Aslında, Rusya Karadeniz’in tekrar askerden arındırılmasını istiyordu. Ancak bu ülkelerin Boğazlarla ilgili beklentileri farklıydı. Bu nedenle 1871 yılında imzalanan Londra Sözleşmesi’nde Osmanlı İmpartorluğu’nun eski  kuralı yeniden kabul  edildi. Osmanlı Devleti kendi güvenliği açısından gerektiğinde istediği gibi
“dost veya müttefik” güçlerin savaş gemilerine Boğazları açabilecekti.

Birinci Dünya Savaşı bütün dengeleri yeniden değiştirdi. İngiltere açısından
bu savaşta Almanya’ya karşı müttefiki olan Rusya’nın lojistik ve askeri açıdan desteklenmesi büyük önem taşıyordu. Bunun için Çanakkale geçilmeliydi..
Çanakkale savaşları Osmanlı İmparatorluğu açısında dünyanın en büyük devletlerin donanmalarına ve silahlı kuvvetlerine karşı verdiği büyük bir savaş oldu. Düşman kuvvetlerini Boğazlardan geçirmemeye kararlı olan Türkler, Atatürk’ün askeri dehası sayesinde büyük bir zafer kazandı. Bu savaşta her iki tarafın toplam kayıpları
yarım milyona yaklaştı,

Osmanlıların Boğazları bütün gemilere kapatmış olması, Rusya’yı da, ona yardım göndermek isteyen müttefik ülkeleri de zor durumda bıraktı. Rusya’nın deniz gücü  de fiilen Karadeniz’e hapsedildi.

Osmanlı İmparatorluğu Çanakkale’de kazandığı zafere rağmen Birinci Dünya Savaşının mağlupları arasında yer aldı. Artık Boğazlar İngiltere’nin ve müttefiklerinin kontrolüne geçmişti. Savaştan sonra Osmanlı İmparatorluğu ile galip devletler arasında imzalanan Sevr Antlaşması tarih boyunca Osmanlılara karşı dayatılmış en aşağılatıcı antlaşmaydı. Sevr Anlaşması’nın Boğazlar ile ilgili hükümleri 37-61. maddelerde
yer alır. Bu maddelerde şu hükümler bulunmaktadır:

Çanakkale ve İstanbul Boğazı Marmara da dahil olmak üzere, Boğazlardan geçiş barışta ve savaşta, hangi devlete ait olursa olsun, her türlü harp ve ticaret gemilerine açık olacaktır,

Bu geçiş serbestliğinin sağlamması için, Osmanlı İmparatorluğu  Boğazların denetimini çok geniş yetkileri olan bir Boğazlar Komisyonu’na bırakmayı kabul etmiştir. Komisyonun bağımsız bir bayrağı ve yönetimi olacaktı. Komisyon üyeleri İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya’dan oluşuyordu. Rusya, Türkiye, Yunanistan ve Bulgaristan da Milletler Cemiyeti‘ne üye olurlarsa Komisyona girebileceklerdi. Komisyon Başkanı,
iki yılda bir dört büyük devlet arasında değişecekti ama Türkiye Komisyon Başkanı olamayacaktı. Fransa, İngiltere ve İtalya, Türk Boğazları dolaylarındaki silahtan arınmış bölgede müştereken asker bulundurabileceklerdi. Osmanlı İmparatorluğu’nun Boğazlar üzerindeki egemenlik hakları fiilen sona ermişti.

İşte İstiklal Savaşı sonunda kazanılan zafer Türklerin kötü talihini yenmelerini sağladı ve Sevr Antlaşması bir bütün olarak tarihin çöplüğüne gönderildi.

Sevr Antlaşmasından yalnızca üç yıl sonra imzalanan Lozan Antlaşması dengeleri tümüyle değiştirdi. Lozan, 1. Dünya Savaşında mağlup olmuş bir ülkenin galiplerle
tam eşitlik koşullarında imzaladığı ve isytemlerini büyük ölçüde kabul ettirebildiği
tek antlaşmadır.

Lozan’da imzalanan Boğazlar Sözleşmesi, Antlaşmanın 23. maddesine göre genel antlaşmanın bir parçası sayılmıştır. Lozan’a taraf olmayan Rusya ve Bulgaristan da
bu Sözleşmeyi imzalamışlardır. Lozan’ın eki olan Boğazlar Sözleşmesinde özetle
şu hükümler yer almaktadır:

Ticaret Gemileri ve uçakları barış zamanında Türk Boğazlarından geçiş serbestliğine sahip olacaklardır. Savaş gemileri ve uçakları barış zamanında Boğazlardan geçiş serbestisine sahiptir; ancak Karadeniz yönüne geçişte savaş gemileri için sınırlama vardır. Savaş zamanı: Türkiye, Savaşan taraf değilse tarafsızlık haklarını geçişi engelleyecek şekilde kullanamaz; Türkiye Savaşan taraf ise; tarafsız devletlerin
ticaret gemileri düşmana yardım götürmemek şartıyla geçebilirler; savaştığı devletin gemilerine karşı Türkiye, her türlü hakkını kullanabilir.

Boğazlar çevresinde belirli bölgeler askerden arındırılmıştır.
Antlaşmanın öngördüğü düzene uyulmasını başkanının Türk olduğu bir komisyon denetleyecektir.

Lozan’da sağlanan sonucun yukarıda özetleyen yüz yıldaki gelişmelerin ışığında değerlendirilmesi halinde bunun büyük bir başarı olduğu görülecektir.
Gene de bu koşullar Türkiye’nin egemenlik hakları açısından kısıtlamalar getiriyordu.  Boğazlar Bölgesi askerden arındırılmaktaydı ve bu bölgenin
nasıl savunulacağı belli değildi.

Türkiye bu belirsizliğin giderilmesi ve egemenlik haklarının güçlendirilmesi için büyük bir diplomatik mücadele verdi. Yeni bir dünya savaşının yaklaşmakta oluşu ilgili ülkelerin Türkiye’nin talep ve beklentileri doğrultusunda yeni bir sözleşme imzalanmasını
kabul etmeleri sonucunu doğurdu.

20 Temmuz 1936 tarihinde İsviçre’nin Montrö kentinde, 20 Temmuz 1936 tarihinde Türkiye, Bulgaristan, Fransa, İngiltere,Yunanistan, Japonya,Romanya, Sovyetler Birliği ve Yugoslavya tarafından imzalanan Montrö Sözleşmesi özetle şu hükümleri içeriyordu:

Taraflar, Boğazlar’da ticaret gemilerinin geçiş özgürlüğü ilkesini kabul ederler.
Barış zamanında, ticaret gemileri, gündüz ve gece, bayrak ve yük ne olursa olsun,
hiçbir formalite olmaksızın, Boğazlar’dan geçiş özgürlüğünden yararlanacaklardır.
Bu gemiler transit geçerlerken, Sözleşmede öngörülen vergilerden ve harçlardan başka, hiçbir vergi ya da harç ödemeyeceklerdir. Savaş zamanında, Türkiye savaşan taraf değilse, ticaret gemileri, bayrak ve yük ne olursa olsun, Boğazlar’dan geçiş özgürlüğünden yararlanacaklardır.

Savaş zamanında, Türkiye savaşan tarafsa Türkiye ile savaşta olan bir ülkeye bağlı olmayan ticaret gemileri, düşmana hiçbir biçimde yardım etmemek koşuluyla, Boğazlar’da geçiş özgürlüğünden yararlanacaklardır. Bu gemiler Boğazlar’a gündüz girecekler ve geçiş, her seferinde, Türk makamlarınca gösterilecek yoldan yapılacaktır.
Barış zamanında, hafif su üstü gemileri, küçük savaş gemileri ve yardımcı gemiler bayrakları ne olursa olsun, Boğazlar’dan geçiş özgürlüğünden yararlanacaklardır.
Yukarıdaki fıkrada belirtilen sınıflara giren gemiler dışında kalan savaş gemilerinin ancak Sözleşmede öngörülen özel koşullar içinde geçiş hakları olacaktır.
Karadeniz’e kıyıdaş Devletler, Sözleşmede öngörülen tonajdan yüksek bir tonajda bulunan savaş gemilerini Boğazlar’dan geçirebilirler; ancak bu gemiler Boğazlar’ı ancak tek başlarına ve ençok iki torpido eşliğinde geçerler.
Karadeniz’e kıyıdaş Devletler, bu deniz dışında yaptırdıkları ya da satın aldıkları denizaltılarını, tezgaha koyuştan ya da satın alıştan Türkiye’ye vaktinde haber verilmişse, deniz üslerine katılmak üzere Boğazlar’dan geçirme hakkına
sahip olacaklardır.

Söz edilen Devletlerin denizaltıları, bu konuda Türkiye’ye ayrıntılı bilgiler vaktinde verilmek koşuluyla, bu deniz dışındaki tezgahlarda onarılmak üzere de Boğazlar’dan geçebileceklerdir. Gerek birinci gerek ikinci durumda, denizaltıların gündüz ve su üstünden gitmeleri ve Boğazlar’dan tek başlarına  geçmeleri gerekecektir.

Savaş gemilerinin Boğazlar’dan geçmesi için, Türk Hükümetine diplomasi yoluyla
bir önbildirimde bulunulması gerekecektir. Bu önbildirimin olağan süresi sekiz gün olacaktır; ancak, Karadeniz kıyıdaşı olmayan Devletler için bu sürenin 15 güne çıkartılması öngörülmüştür.

Boğazlar’dan transit geçişte bulunabilecek bütün yabancı deniz kuvvetlerinin en yüksek toplam tonaji 15.000 tonu aşmayacaktır. Bununla birlikte, bu kuvvetler 9 gemiden çok gemi içermeyeceklerdir. Boğazlar’da transit olarak bulunan savaş gemileri, taşımakta olabilecekleri uçakları hiçbir durumda, kullanamayacaklardır. Karadeniz kıyıdaşı olmayan Devletlerin barış zamanında bu denizde bulundurabilecekleri toplam tonaj aşağıdaki gibi sınırlandırılmıştır.

Sözü geçen Devletlerin toplam tonaji 30.000 tonu aşmayacaktır; Karadeniz’in en güçlü donanmasının tonajı işbu Sözleşmenin imzalanması tarihinde bu denizde en güçlü olan donanmanın tonajini en az 10.000 ton aşarsa 30.000 tonluk toplam tonaj aynı ölçüde ve ençok 45.000 tona varıncaya değin arttırılacaktır.

Karadeniz’e kıyıdaş olmayan Devletlerden herhangi birinin bu denizde bulundurabileceği tonaj, yukarıdaki toplam tonajin üçte ikisiyle sınırlandırılmış  olacaktır.
Bununla birlikte, Karadeniz kıyıdaşı olmayan bir ya da birkaç Devlet, bu denize insancıl bir amaçla deniz kuvvetleri göndermek isterlerse, toplamı hiçbir varsayımda 8.000 tonu aşmaması gerekecek olan bu kuvvetler, Sözleşmede öngörülen önbildirime gerek duyulmaksızın, belirli koşullarda Karadeniz’e girebileceklerdir.

Karadeniz’de bulunmalarının amacı ne olursa olsun, kıyıdaş olmayan Devletlerin
savaş gemileri bu denizde 21 günden çok kalamayacaklardır.

Uluslararası Komisyon’un yetkileri Türkiye Cumhuriyeti’ne devredilmiştir.
Bu hükümlerin de gösterdiği gibi, Montrö Sözleşmesi Türkiye’nin Boğazlar üzerindeki egemenlik haklarını daha da geliştirmiştir.

YAKIN TARİHİMİZİN 7 BÜYÜK TOPLUMSAL PATLAMASI


YAKIN TARİHİMİZİN 7 BÜYÜK TOPLUMSAL PATLAMASI

Zeki_Sarihan_portresi

 

Zeki Sarıhan

 

 

Yaklaşık 100 yıllık modern Türkiye tarihinde Türk siyasi hayatında ve kitle psikolojisinde büyük değişiklikler olmuştur. Bu süre içinde yerel olanları saymazsak 7 büyük halk hareketi gerçekleşmiştir. Aşağıda bu hareketlerin adı, aktif destekçileri, temel örgütleri, hedefleri, sloganı, temel hukuk belgesi, kaç yıl sürdüğü, ödediği bedel, başarıya ulaşıp ulaşmadığı, icraatı ve sonu ile ilgili saptamalar yapılmaktadır.

Birinci patlama                                :

Adı: 1908 HÜRRİYET HAREKETİ

Aktif destekçileri: Osmanlı Devletinde yaşayan Türk, Ermeni, Arap, Yahudi, Kürt, Çerkez, Arnavut gibi bütün milliyetler.

Temel örgütü: İttihat ve Terakki Fırkası,

Hedefi: İkinci Abdülhamit’in diktatörlüğü.

Sloganı: Hürriyet, müsavat (eşitlik), adalet.

Temel hukuksal belgesi: 1876 Anayasası.

Mücadelenin Kaç yıl sürdüğü: 1876-1908 (32 yıl)

Ödediği bedel: Sürgünler, hapislikler, sansür.

Başarıya ulaşıp ulaşmadığı: Başarıya ulaşmıştır.

Dönemin kaç yıl sürdüğü:  1908-1912 (4 yıl)

İcraatı: Modern Türkiye’nin temellerini atmış, özgürlük düşüncesini pekiştirmiştir..

Sonu: İttihat ve Terakki,  iktidara tam olarak yerleştikten sonra diktatörlük kurmuş,
ülkeyi tarihinin en kanlı savaşına sokmuş, memleketin mahvına, imparatorluğun dağılmasına sebep olmuştur.  Savaş sonunda kendi kendini feshetmek zorunda kalmıştır.

****************

İkinci patlama                                :

Adı: İSTİKLAL HARBİ

Aktif destekçileri: Türkiye’de yaşayan Türk, Kürt, Çerkez ve diğer unsurlar.

Temel Örgütü:  Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti ve
Kuvayı Milliye örgütleri

Hedefi:  Türkiye’yi işgal eden ve parçalamak isteyen istilacılar ve işbirlikçiler.

Sloganı: İstiklal-i tam.

Temel hukuki belgesi: Misakı Millî, 1921 Anayasası.

Dönemin kaç yıl sürdüğü: 1918-1922 (4 yıl)

İcraatı: Milli orduyu kurarak Misakı Milli sınırları içinde siyasi bağımsızlığı sağlamış, Padişahlığı ve halifeliği yıkmıştır.

Ödediği bedel: Binlerce şehit, yaralı, Yunanların işgal ettiği yerlerin yanıp yıkılması.

Başarıya ulaşıp ulaşmadığı: Lozan Antlaşmasıyla başarıya ulaşmıştır.

Sonu:  Siyasal bakımdan tam bağımsız bir cumhuriyetle sonuçlanmıştır.

Üçüncü patlama                                        :

Adı: “DEMOKRASİYE” GEÇİŞ

Aktif destekçileri: Büyük burjuvazi ve köylü yığınları.

Temel örgütü: Demokrat Parti.

Hedefi: Millî Şef yönetimi.

Sloganı: Yeter Söz Milletindir.

Temel Hukuk belgesi: 1924 Anayasası, Dörtlü Takrir.

Dönemin kaç yıl sürdüğü: 1946-1960 (14 yıl)

Ödediği bedel: 1946 seçimlerinin hileli yapılması, 1960’te Askeri bir darbeyle iktidardan düşürülmesi, üç liderinin idam edilmesi.

Başarıya Ulaşıp ulaşmadığı: Başarıya ulaşmıştır.

İcraatı: Türkiye’yi siyasi, askeri ve ekonomik olarak Batı’ya bağlamıştır.
Kore’ye asker göndermiştir. şehirleşme ve kapitalizmi geliştirmiştir.

Sonu: 27 Mayıs 1960 Devrimiyle iktidardan uzaklaştırılmış, DP parti kapatılmıştır.

Dördüncü patlama                                     :

Adı: 1960 SONRASİ DEVRİMCİ AYAKLANMA

Aktif Destekçileri: İşçiler, köylüler, gençler, memurlar ve devrimci aydınlar.

Temel  örgütleri: Türkiye İşçi Partisi, Dev-Genç, DİSK, TÖS ve diğer halk örgütleri.

Hedefi: Emperyalizm ve işbirlikçileri.

Sloganı: Tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye.

Temel hukuk belgesi: 1961 Anayasası.

Dönemin kaç yıl sürdüğü: 1960-1971 (11 yıl)

Ödediği bedel: Binlerce devrimcinin tutuklanması, işkenceler, üç devrimci gencin idamı.

Başarıya ulaşıp ulaşmadığı: Emperyalizm ve faşizm tarafından bastırılmıştır,
ancak önemli bir direniş kültürü bırakmıştır.

İcraatı: Halk örgütlenmeleri, geniş çaplı gösteriler, öğrenci hareketleri,
antiemperyalist hareketler, sosyalizm bilincinin yaygınlaşması.

Sonu: Hareket 12 Mart 1971’de faşist bir askeri darbe ile bastırılmış,
1973’te Ecevit hareketiyle  yeniden canlanmış ve 12 Eylül 1980’de gene
faşist bir askeri darbe ile yeniden ve daha büyük bir şiddetle bastırılmıştır.

Beşinci patlama                                  :

Adı: İSLAMCI HAREKET

Aktif destekçileri: İslamcı ve muhafazakâr kesimler.

Temel örgütleri: Refah Partisi, Adalet ve Kalkınma Partisi.

Hedefi: Modern yaşam tarzı, laiklik, devletçilik, bürokrasinin devlete ortaklığı

Sloganı: Milli Görüş, Muhafazakâr demokrasi.

Temel hukuk belgeleri: Kur’an, hadis, Hanefi fıkhı.

Mücadelenin kaç yıl sürdüğü: 1923-2012 (yaklaşık 90 yıl)

Ödediği bedel: Kemalist Devrimlerle Şer’iye Vekâleti’nin, medreselerin, tekke ve zaviyelerin, İmam Hatip okullarının kapatılması, Anayasa’dan ‘devletin dini’ ibaresinin çıkarılması, medeni kanunun getirilmesi, kılık kıyafet devrimi, yazı devrimi,
İslamcı partilerin kapatılması, bazı tarikat şeyhlerinin hapisliği vb.

Başarıya ulaşıp ulaşmadığı: Başarıya ulaşmıştır. Siyaseti ve toplumu dönüştürme projesi devam etmektedir.

İcraatı: Ordu ve bürokrasi vesayetini alt etmiştir.  Yargı’yı iktidarına bağlamıştır.
ABD’nin Ortadoğu’da çıkarlarını temsil etmektedir. Eğitime dinci bir içerik kazandırmıştır. Kapitalizmi geliştirmektedir.

Sonu: Henüz iktidardadır. Sonunun ne olacağı bilinmemektedir.

Altınca patlama                                         :

Adı: KÜRT HAREKETİ

Aktif destekçileri: Kürt kitleleri.

Temel örgütü: Kürdistan İşçi Partisi.

Hedefi: Türk milliyetçiliği esasına göre biçimlenmiş anayasal rejim.

Sloganı:  Demokratik cumhuriyet.

Temel hukuk belgesi: ?

Mücadelenin kaç yıl sürdüğü: (Meşrutiyetten beri süregelen Kürt isyanları mirası üzerinde) 1983-2013 (30 yıl)

Ödediği bedel: 35 binden fazla ölü, binlerce yargılama ve hapislik, yakılan, boşaltılan köyler.

İcraatı: Kürt kimliğinin tanınmasına yönelik kitle gösterileri, silahlı isyan, seçim kazandığı yerel yönetimlerde Kürt kimliğine yönelik çalışmalar.

Başarıya ulaşıp ulaşmadığı: Kürk kimliğinin fiilen tanınması anlamında başarıya ulaşmıştır, süreç devam etmektedir.

Sonu: Henüz bilinmemektedir.

Yedinci Patlama                                    :

Adı: GEZİ PARKI ODAKLI ÖZGÜRLÜK HAREKETİ

Aktif destekçileri: Şehirli orta sınıf, eğitimli kitleler

Temel örgütü: Sosyal medya yoluyla kendiliğinden gelişen bir hareket

Hedefi: AKP iktidarı ve Başbakan R. Tayyip Erdoğan

Sloganı: Yaşam tarzıma karışma

Temel hukuk belgesi: —

Mücadele’nin kaç yıl sürdüğü: 31 Mayıs 2013’ten başlayarak sürüyor.

Ödediği bedel: 4 ölü, yüzlerce yaralı, gözaltılar, tutuklamalar

İcraatı: Pasif direnişler, yeni eylem biçimleri.

Başarıya ulaşıp ulaşmadığı:  Yarattığı yeni direniş kültürü ve zihinlerde yerleştirdiği özgürlük anlayışı açısından başarıya ulaşmıştır.

Sonu: Çeşitli eylem biçimleriyle sürmektedir. (21.6.2013)

Türklere Yapılan Soykırımlar


PROF.DR. ANIL ÇEÇEN
Atatürkçü Düşünce Derneği
Bilim Danışma ve Yazı Kurulu Üyesi
www.add.org.tr, 8.5.13,

portresi

Türklere Yapılan Soykırımlar

2015 yılına doğru günler ilerlerken, yeniden soykırım kavramı Türk kamuoyu önüne getirilmekte ve uluslararası bir insanlık suçu olan bu kavram üzerinden Türk devleti yargılanmağa ve suçlanmağa çalışılmaktadır. Bir yüzyıl önce tarihsel süreç içinde ortaya çıkmış olaylar üzerinden Türkiye Cumhuriyeti ve Türk ulusu dünya kamuoyu önünde zor durumlara düşürülmeğe çalışılmaktadır. Böylece; tarihte var olmayan ve ancak 2. Dünya Savaşı sonrasında tanımlanarak ortaya konulan soykırım kavramı üzerinden, dünyanın merkezi coğrafyasında var olan Türk varlığı toplu bir mahkûmiyete doğru sürüklenmeğe çalışılmaktadır. Olayların gündeme geldiği tarihte var olmayan bir kavram üzerinden, Türklere yönelen bu haksız girişimler, dünya siyaset tarihinde ibretlik bir olay olarak öne çıkmakta ve böylesine çelişkili bir duruma dayanılarak; yüz yıl sonra, yüzyıl önceki olayların hesabı görülmeğe çalışılmaktadır. Böylece, Türkiye Cumhuriyeti yüzüncü yaklaştıkça, bir yandan da geçmişin hesaplaşması içine çekilmek istenmekte ve böylesine büyük bir hesaplaşma üzerinden Türk devletinin yüzüncü yıldönümüne ulaşması engellenmeğe çalışılmaktadır.

1. Dünya Savaşı yıllarında Doğu Anadolu’da yaşanan olaylar bir soykırım değil, yıkılan bir imparatorluğun topraklarında Müslümanlar ile Hristiyanların kendi devletlerini kurma çabalarının doğal bir sonucu idi. Osmanlı İmparatorluğu dünya savaşı sırasında kendisini kurtarmağa çabalarken, devletin arkasında kalan geri topraklarında geleceğin Kafkasya ve Orta Doğu bölgeleri için çeşitli çekişmeler yaşanmış, Fransızlar ile Ruslar Ermenileri kullanarak bu bölgelerde etkinliklerini artırmağa çalışırlarken, Almanlar Osmanlılara bir Kafkas Müslümanları ordusu kurdurarak, Ruslara ve Ermenilere karşı bir çıkış yapmağa çalışmıştır. Ne var ki, daha sonraki dönemde bir dünya egemenliğine kalkışacak olan Amerika Birleşik Devletlerindeki kapitalist ve Siyonist lobilerin destekleri ile Kızıl devrim gerçekleştirilince (Ekim 1917), Sovyetler Birliği’nin müdahaleleri ile eski Osmanlı hinterlandının geleceği bu yeni yapılanmaya paralel olarak gelişmiş ve ortaya bugünkü harita çıkmıştır.

1915 olaylarına rağmen ve Ermeni lobilerinin büyük engellemelerine karşılık, dünyanın önde gelen büyük devletleri Lozan Antlaşması sırasında Türkiye Cumhuriyetini bağımsız bir devlet olarak resmen tanımışlardır. Türkiye’yi terk etmek zorunda kalan Ermeni grupları ise daha sonraki yıllarda gittikleri ülkelerde güçlü lobiler oluşturarak, Türkiye aleyhine harekete geçmişler ve Türk devletini haksız yere soykırım suçlusu ilan ederek geçmişten gelen çekişmelerini sürdürmek istemişlerdir. Batının önde gelen emperyalist devletleri Türkiye’nin üzerine gelirken, her fırsatta bu soykırım sözcüğünü öne çıkarmışlar ve haksız yere Türkleri suçlayarak Türk devletinden yeni ödünler elde edebilmenin yollarını aramışlardır.

Dünya tarihi tarafsız gözle incelendiği zaman, gerçek soykırıma uğrayanların Türkler olduğu ortaya çıkmakta ve böylece Batılı emperyalistlerin ve onların bu bölgedeki işbirlikçisi konumundaki Ermenilerin tümüyle haksız oldukları anlaşılmaktadır.

Öte yandan, insanlık tarihi incelendiğinde; etnik topluluklar kadar dinler arasında da uzun süren savaş dönemleri yaşandığı ortaya çıkmaktadır.

İslam gücünü temsil eden Osmanlı zayıflayınca, Vatikan’ın yönlendirdiği Hristiyan orduları tıpkı Endülüs devleti gibi Osmanlıları Avrupa kıtasından kovmağa yönelmiş ve bu yüzden 19. yy. boyunca, Osmanlılara karşı savaşı örgütlemiştir. Savaşların öncesinde ya da sonrasında Türklere karşı her dönemde çeşitli baskınlar yapılmış ve bu baskın girişimlerinin doğal sonucu olarak kitlesel katliamlar Türklere yönelik olarak birbirini izlemiştir. Bütün Avrupa kıtasını Vatikan’ın komutasında bir Hristiyan dünyasına dönüştürmek isteyen Katolik faşizmi, Müslümanlar ile birlikte Yahudileri de hedef tahtasına oturtunca, katliamlar birbiri ardı sıra gelmiş ve çok ciddi bir soykırım süreci Osmanlı devletine karşı dayatılmıştır. Türklerin Avrupa kıtasındaki geçmişleri, Osmanlılara karşı yapılan soykırım örnekleri dolu olduğu gibi, Asya kıtasında da benzeri soykırım saldırıları gelip gene Türkleri bulmuştur. Çinliler, büyük Çin seddini Türklere karşı yaptıkları gibi, Çin bölgesinde yaşayan Türkleri geri püskürtmek üzere çeşitli toplu katliam girişimlerini örgütlemişlerdir.

  • İngilizler Irak’ta ve Mısır’da, Fransızlar Suriye’de ve Lübnan’da, İtalyanlar Libya’da Türk topluluklarını yok etme yoluna gitmişler, böylece eski Osmanlı İmparatorluğunun son kalan kalıntılarını da ortadan kaldırarak, işgal ettikleri ülkelerde daha mutlak bir sömürgeci düzen kurmağa çaba göstermişlerdir.

Türklere yönelen soykırım suçlarının en önemlisi Hocalı katliamıdır. Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında yeni bir dünya düzenine doğru yerküre yol alırken, birden beklenmedik bir biçimde Azerbaycan’ın Hocalı bölgesinde bir köy basılarak üç yüze yakın köylü insan bir gecede öldürülmüş ve beş yüzden fazla insan da yaralanmıştır.

Gelecekte Büyük İsrail’in uzantısı olarak Büyük Kürdistan ve Büyük Ermenistan devletlerini birbirlerine bağlı olarak Orta Doğu bölgesinden Hazar bölgesine bir köprü kurmak üzere oluşturmak isteyen Batılı emperyalist ve Siyonist güçler hem Türkiye hem de Azerbaycan Türklerine yönelen çeşitli soykırım girişimlerinin dolaylı ya da açık destekçileri olmuşlardır. Hocalı katliamını görmezden gelenler daha sonraki dönemlerde “Hepimiz Ermeni’yiz“ diyerek Türkiye’de de Ermenistan’dan yana bir ortam yaratmağa çaba göstermişler, kardeş Azerbaycan’ın başına gelen bu büyük felaket ile ilgili olarak hiçbir girişimde bulunmamışlardır. 

Küreselleşme sürecinde uluslararası tekelci şirketler bütün dünyaya ekonomi üzerinden egemen olmağa çalışırlarken, ulus devletleri karşılarına almakta ve daha küçük eyalet devletçiklerine geçiş için, ulus devletlerin çatısı altında yaşamakta olan çeşitli etnik ve kültürel toplulukları self-determinasyon üzerinden ayrılmağa ve kendi devletlerini kurmağa  yönlendirmektedirler.

Tarih boyunca, toplu katliamlardan ve soykırım uygulamalarından çok çekmiş olan Türkler ve Türk dünyası bir araya gelerek böylesine olumsuz bir yeni sürecin önüne geçmelidirler.

Bir avuç aşırı zenginin çıkarları uğruna dünya devletleri ve halkları birbirlerini boğazlamamalıdırlar.

Var olan devletlerin dayanışması, dünya halklarının kardeşliği ile daha farklı bir yenidünya düzenine barış ortamı içinde gidilirse o zaman, Türkleri çok uğraştıran soykırım benzeri olayların önü kesilebilecektir. Soykırım gibi ağır bir insanlık suçunun bütün dünyadan kaldırılabilmesi için, her türlü soykırıma karşı yeni bir barış girişiminde Türkler Türk dünyası ile birlikte öncü olabilmelidirler. Emperyalizm tarafından dünya haritasını değiştirme doğrultusunda yeniden gündeme getirilen etnik temizlik senaryoları da, ancak böylesine bir yeni çıkış ile önlenebilecektir.

Dünya zenginliklerine el koyma peşinde koşan emperyalizmin,
etnik temizlik senaryoları ile kendi planlarını gerçekleştirmesine izin verilmemelidir. Etnik temizlik senaryolarının yeniden soykırım suçlarına elverişli bir ortam yaratacağı da hiçbir zaman akıldan çıkartılmamalıdır.

Dev Osmanlı Borçları Cumhuriyet’in belini büktü../ Huge Ottoman debts bended young Turkish Republic down