Etiket arşivi: iyonlaştırıcı radyasyon

Çernobil’in 31. yıldönümünde nükleer santrale bir kez daha hayır!

Türk Tabipleri Birliği Halk Sağlığı Kolu (TTB – HSK),

(AS : Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Çernobil nükleer faciasının 31. yıldönümü dolayısıyla yaptığı açıklamada, nükleer santrallere bir kez daha hayır dedi. TTB – HSK tarafından 26 Nisan 2017 tarihinde yapılan açıklamada, Çernobil’in yıldönümü dolayısıyla nükleer santrallerin etkilerine değinilerek, nükleer santrallerin olumsuz etkilerinin yalnızca kazalarla sınırlı olmadığı vurgulandı.

Türkiye’nin nükleer santral olmadan nükleer kazalar yaşayabilen bir ülke olduğuna dikkat çekilen açıklamada, 1999’da meydana gelen ve tıbbi atıklardan kaynaklanan ve 13 kişilik bir aileyi etkileyen İkitelli kazası, 2012’de İzmir-Gaziemir’de ortaya çıkan kaynağı bilinmeyen radyoaktif atıklar ve son olarak 2016’da Sakarya’da bir baraj inşaatında meydana gelen ve bir işçiyi etkileyen radyoaktif bir malzeme ile oluşan kaza hatırlatıldı. Açıklamada,

  • “Ülkemiz için nükleer enerji gerekli değildir ve öncelikli yatırımlar şüphesiz güneş, rüzgar, jeotermal gibi yenilenebilir enerji türlerine yapılmalıdır.” denildi.

ÇERNOBIL’ÍN 31. YIL DÖNÜMÜNDE NÜKLEER SANTRALE BİR KEZ DAHA HAYIR DİYORUZ!

Bundan tam 31 yıl önce, 26 Nisan 1986 günü Ukrayna’nın başkenti Kiev yakınlarındaki Pripyat kasabasında kurulu Çernobil Nükleer Santralinin dört numaralı reaktöründe bir patlama meydana geldi. Patlama sonucu ortaya çıkan radyasyon serpintisinden Rusya, Ukrayna ve Beyaz Rusya’nın dışında içinde ülkemizin de olduğu 14 Avrupa ülkesi etkilendi. Kaza anında 30 işçi yaşamını yitirdi; önce 115.000, daha sonra 220.000 kişi olmak üzere 335.000’den çok insan bölgeden tahliye edildi. 1955´de kurulan UNSCEAR’ın (Birleşmiş Milletler Atomik Radyasyonun Etkilerini Araştırma Bilimsel Komitesi) raporlarına göre kazadan sonra bölgede yaşayan yaklaşık 500.000 insan yüksek radyasyona maruz kalmış; Rusya, Ukrayna ve Beyaz Rusya’da 2005’de çocuklarda 6.000’den fazla tiroid kanseri rapor edilmiştir. Aynı örgüt önümüzdeki yıllarda yeni tiroid kanseri olgularının görülebileceğini kestirmektedir. Yine UNSCEAR’ın raporlarında üç ülkede de bu kaza nedeni ile büyük bir sosyal çöküntü ve ciddi ekonomik kayıplar yaşandı. Üstelik kazadan sonra çevreye yayılan sezyum-137’nin yarılanma ömrü 30 yıl olmasına karşın durum değişmiş değil.

Dünya Sağlık Örgütü de Çernobil Nükleer Santralinin lahit içine alınması sırasında bu çalışmalarda görev alan 240.000 kişinin yüksek radyasyona maruz kaldığını ve izlenmesi gerektiğini bildirmiştir. Her üç ülkede devasa bir alan hala yerleşime kapalı; çok daha geniş bir alanda ise radyoaktif kirlenme nedeni ile tarım ve hayvansal üretim yapılmasına izin verilmiyor.

  • Nükleer santrallerin sağlık ve çevre üzerine olumsuz etkileri
    yalnızca kazalarla sınırlı değildir!

Nükleer enerji 1950’li yıllardan bu yana elektrik üretiminde kullanılmaktadır. Günümüzde çalışan yaklaşık 450 nükleer santral vardır ve dünya enerji isteminin yaklaşık %6.8’i nükleer santrallerden sağlanmaktadır. 1986 Çernobil nükleer kazası sonrası, tüm dünyada nükleer santral yapımı büyük oranda azalmış, başta Avrupa Birliği ülkeleri olmak üzere birçok gelişmiş ülke yapımı tamamlanan nükleer santrallerini dahi üretime almamış; çalışan santrallerini de belli bir program dahilinde kapatmayı planlamışlardır. 2011’de Japonya’da meydana gelen Tohoku Depremi sonucu oluşan Fukuşima Nükleer Santrali kazası bu eğilimi hızlandırmıştır. Ancak bu gelişmelere karşın son yıllarda ülkemizin de içinde olduğu kimi ülkelerde yeni nükleer santraller kurulmaya çalışılmakta; nükleer teknolojiye sahip ülkelerin şirketleri ‘nükleer santral ihalesi’ peşinde koşmaktadır.  

Nükleer kazaların sonucunda salt çevresi değil küresel ölçekte olumsuz sağlık etkileri ve çevre yıkımı gözlemlenmektedir. Öte yandan, nükleer santrallerin sağlık ve çevre üzerine olumsuz etkileri yalnızca kazalarla sınırlı değildir. Kazalar dışında, nükleer santrallerin sağlık ve çevre üzerine olumsuz etkilerinin birkaçı şöyle sıralanabilir:

Uranyum madenlerinde çalışanlarda ve yakınlarında yaşayanlarda çok sayıda bilimsel çalışma yapılmış ve artmış kanser riski gösterilmiş, ayrıca özellikle Almanya kaynaklı çalışmalarda normal çalışan nükleer santrallerin çevresinde yaşayanlarda bile sağlık sorunları olabileceği kanıtlanmıştır. Yine bu çalışmacılar, 16 nükleer santralin 5 km yakınında yaşayan 5 yaş altı çocuklarda lösemi riskinin 2.19 kat artmış olduğunu saptamışlardır.

Nükleer santrallerde, sabotaj veya savaş gibi insan kaynaklı sorunlar yüzünden ya da Fukuşima Nükleer Santrali örneğinde olduğu gibi deprem veya tsunami gibi doğa olayları sonucu kazalar meydana gelebilmekte ve bu riskleri önleyebilmenin herhangi bir yolu bulunmamaktadır.
Ayrıca hepimizin bildiği gibi, radyoaktif atıkların bertarafı sorunu çözülememiştir;
üstelik nükleer santrallerden çıkan radyoaktif atıkların yarılanma ömrü çok uzundur.

Nükleer santral olmadan nükleer kazalar yaşanan ülke: Türkiye

Ülkemizde yapılması planlanan AKKUYU, SİNOP ve İĞNEADA nükleer santrallerinin,
ileride geri dönüşü olmayacak insan ve çevre sağlığı sorunlarına yol açması olasıdır.
Dünyanın teknolojik olarak en ileri ülkelerinde bile onlarca nükleer santral kazası olması,
bize bu enerji biçiminin hiçbir zaman tam güvenli sağlanamayacağını göstermektedir.

Üstelik ülkemiz nükleer santrali olmadan nükleer kaza (!) yapabilmiş bir ülkedir!  

1999’da meydana gelen ve tıbbi atıklardan kaynaklanan ve 13 kişilik bir aileyi etkileyen
İkitelli kazası, 2012’de İzmir-Gaziemir’de ortaya çıkan kaynağı bilinmeyen radyoaktif atıklar ve son olarak 2016’da Sakarya’da bir baraj inşaatında meydana gelen ve radyoaktif bir malzeme ile oluşan bir işçiyi etkileyen kaza unutulmamıştır.

Nükleer Santrallerden kaynaklanan sağlık ve çevre risklerinin boyutları çok faklıdır. Örneğin herhangi bir kaza, bir bölgenin binlerce yıl kullanılamamasına yol açmaz. Oysa Çernobil nükleer kazasından sonra daha önce de belirttiğimiz gibi 335.000’den fazla insan yerinden edilmiş ve aradan geçen 30 yıldan fazla süreye karşın hala evlerine dönememiştir.

Sonuç olarak; herhangi bir nükleer santralin çevresinde yaşayanlar açısından ciddi sağlık riskleri her zaman var olacaktır. Bu nedenle

nükleer santral planlarından bir an önce vazgeçilmelidir.

Ülkemizin deprem açısından riskli, terör ve savaş odaklarına yakın olması, yapılacak olan santrali bir hedef haline getirme olasılığını da beraberinde getirebilir. Nükleer enerji üretiminin hiçbir aşamasında; santralin yeri ve kısıtlı inşaat işleri dışında ülke kaynakları ve işgücü kullanılmayacaktır. Nükleer enerji yakıtlarını üreten ülke sayısı çok azdır ve yenilerine izin verilmemektedir; bu nedenle tümden dışa bağımlı bir enerji türüdür. Nükleer Santral savunucularının başka bir savı da teknoloji transferidir. Ancak bu hedef de gerçekçi değildir; basına da yansıyan sözleşmelere göre santral işletmesi ihaleyi alan ülkelerce yapılacaktır.

  • Ülkemiz için nükleer enerji gerekli değildir ve öncelikli yatırımlar kuşkusuz güneş, rüzgar, jeotermal gibi yenilenebilir enerji türlerine yapılmalıdır.

TÜRK TABİPLERİ BİRLİĞİ
HALK SAĞLIĞI KOLU
===========================================
Dostlar,

Yukarıdaki açıklamayı bütünüyle paylaşıyoruz.
TTB Halk Sağlığı Kolu, bizim de üyesi olduğumuz bir birimdir.

Çernobil faciasını kurbanlarının acısı tarif ötesidir. Bu ölçüsüz acıyı, biz de yüreğimizin derinliklerinde yaşıyoruz. Sorumluları cezalandırılmış mıdır, bilemiyoruz. Ama ne yapılırsa yapılsın, yaşanan – yaşanmakta olan acılar ve ödenen – ödenmekte olan bedel giderilemiyor.

İnsanlık ve Türkiye aklını başına almalı ve nükleer kumardan vazgeçilmelidir.
Başta tasarruf önlemleri;
– enerji iletim hatlarındaki yitik ve kaçakların en aza indirilmesi,
– yaşam biçiminin gözden geçirilmesi,
– toplu taşıma, bisiklet kullanımı,
– bina yalıtımı,
– gereksiz nüfus artışının frenlenmesi (her aileye 1 çocuk!)..

başlıca ve çok ekili önlemlerdir. Yatırımlar doğayla barışık, yenilenebilir enerji teknolojilerine ve yenilerinin geliştirilmesine yöneltilmelidir. Almanya 2030’da nükleer güç santrallerini tümden kapatmış olacak..

Türkiye’de yaşanan radyasyon kazalarından birine de biz tanık olduk.
İlgili kişi (kurban!) kimliğinin saklı kalmasını istediği için örtük olarak yazalım :

  • Birkaç yıl önce Ankara’da bir hastanede Tıp son sınıf öğrencilerimizle bu hastayı görmüştük.
    24 yaşlarında erkek hasta, Doğu Anadolu’da çalıştığı şirkette ….. borusu kaynaklarını taşınır (portable) C kollu röntgen aygıtı ile kaynak yeri kaçağı için denetlemekle (kontrol etmekle) görevliydi. Bu alet elinden düşmüş ve akut olarak (birden, kısa sürede) yüksek dozda X ışını almıştı dolayısıyla iyonlaştırıcı radyasyon etkisinde kalmıştı. 2 katı yaşta görünümlüydü (hızla yaşlanmıştı!), dişlerini ve saçlarını hemen hemen tümüyle yitirmişti. Genel durumu iyi değildi ve yaşam ümidi çok düşüktü sağaltımın 2. yılında.
  • Öyküsünü gerçek olarak hasta dosyasına ver(e)miyordu çünkü çalıştığı büyük şirket kendisini tehdit etmişti. Hatta yakınlarının dükkanlarına uyarı (!) olarak zarar verilmişti. Sonrasında ise öldürmeler olabilirdi! “Kaynağı belirsiz akut radyasyon hastalığı” olarak kayda alınmıştı. Kendisi ve ailesinin 4857, 5510 ve 6331.. sayılı yasalardan kaynaklanan giderim (tazminat), engellilikle (malulen) erken emeklilik, sağaltım.. haklarından yararlanması sıkıntılıydı.
    SGK’yı da zarara sokuyordu bir ölçüde. Oysa bu olay tipik iş kazası (5510 s. yasa  m 13 ve
    6331 s. yasa m. 3/g).
  • Halen yaşayıp yaşamadığını bilmiyoruz ama doğrusu yaşamda olduğunu hiç sanmıyoruz. Türkiye Cumhuriyeti kayıtlarında bu hazin olay perdeli.. gerçekler kayda alınamadı.
    Oysa işverenin işe aldığı emekçilere önce eğitim vermesi ve bunu belgelemesi gerek (6331
    s. yasa m. 4). İşçinin dosyasında bu imzalı eğitim belgeleri- tutanakları var mı bilmiyoruz ama, olayın akışından anlıyoruz ki böyle bir eğitim yok! Olsaydı, ilk söylenecek, sıkı sıkı tembihlenecek nokta, taşınır röntgen aygıtının düşüp – kırılması durumunda hızla oradan uzaklaşma talimatı olurdu. Söz konusu talimat gereğince verilmiş olsaydı, işçi de uyar ve
    en hızlı biçimde olay yerinden uzaklaşarak işverene bilgi verirdi..

AKP’nin 14+ yıllık tek başına iktidarında 18 bini aşkın emekçiyi işçi cinayetlerine
kurban verdik!
Türkiye, her yıl İŞÇİ CİNAYETLERİ ALMANAĞI yayınlanan ender ülkelerden.
Yüreğimiz yangın yeri…
Emekten yana bir iktidar kurulamadıkça çözüm de yok!

Sevgi ve saygı ile. 26 Nisan 2017, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

21. Yüzyıl İçin Planlama semineri : Enerjide Ne Yapmalı – Nasıl Yapmalı?

Mulkiyeliler_Birligi_logosu

MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ GENEL MERKEZİ

Merhaba,

‘21. Yüzyıl İçin Planlama’ seminerlerinin 2016 Bahar döneminde, 12-13 Mayıs 2016 (Perşembe ve Cuma günleri) Siyasal Bilgiler Fakültesi Şeref Salonu’nda yapılacak olan ‘Enerjide Ne Yapmalı? Nasıl Yapmalı?’ konulu oturumlara içerik ve yön kazandıracak katkılarınızla sizi davet etmekten onur duyarız.

Seminerler, geçmişte ciddi bir planlama deneyimine ve birikimine sahip bilim ve meslekler dünyamızda geleceğe dönük yeni ve yaratıcı düşüncelerin, önerilerin ortaya çıkması amacıyla ve bunların geliştirilebilmesi için düzenlenmektedir. Hareket noktamız; Türkiye’nin, henüz uzak kaldığı 21. yüzyılın yepyeni tasarımlar taşıyacak dünyasına yaratıcı bir potansiyel kazanarak girebilme sorunudur. Bugünün Türkiye tablosu,
biliyoruz ki, buna yakın görünmüyor. Seminerlerde, geçmişin biriktirdiği miras üzerinde fazla konuşmamayı tercih ediyoruz. Bugünün tablosundan çıkışı ve geleceğin tasarımını düşünmek ve konuşmak esas amaçtır. Yanılma payı olabilir. Fakat, ‘bugün’ün ‘şikayet listeleri’ni aşarak geliştirilmesi gereken husus, geleceğin (çeşitli yönleriyle 21. yüzyıl dünyasının) Türkiye’de nasıl inşa edileceğidir.

Seminere katılanlardan ve konuşmacılarımızdan iki ricamız var  :

Birincisi, kendi alanlarında gelecek için öneriler geliştirmeleri ve kabilse bunları
tezler halinde sunmalarıdır.

İkincisi, tezlerini toplumun 21. yüzyıla girme ufkuna (böyle bir ufuk tasarımıyla) yerleştirmeleridir.

Böylece, hem önemli ve stratejik alanlarda derinlik, hem de geleceğin ufku bakımından
bir bütünlük ortaya çıkabilecektir.

Tezler ve bütüncül yaklaşımlar bilimsel temellere dayandığı ölçüde planlama için sağlam bir zemin ortaya çıkacaktır. 21. yüzyıl için planlama çalışmalarının yeni bir bilim, kültür ve teknoloji çağında yer alabilmek amacıyla yapılacağını öngörürken, hepimiz kendi alanlarımıza yeniden bakma zorunluluğunu hissedeceğiz. Bu açıdan, yeni bir çağa adım atarken ilk sorulardan biri, kuşkusuz Enerjide Ne Yapmalı? Nasıl Yapmalı?’ olacaktır. Türkiye boyutlarına ve potansiyeline sahip bir ülkede yeni bir ufka bakabilme ciddiyeti ve iradesi, birçok şeyden önce, maddi gelişmenin temeli olan enerji gereksinmesine ve çözümlerine bilim ve meslek alanlarında yol gösterecek olanlarla ortaya çıkacaktır.

Seminere katılanlardan ve konuşmacılardan ricamız, katkılarının içeriğini, ağırlık merkezlerini ve yönünü bu ve buna ilişkin hususları gözeterek düzenlemeleridir.
Ayrıca, yöntem, kapsam ve gelecek çalışmalar için yapılacak ve elbirliğiyle geliştirilebilecek öneriler de seminerlerin bütünlüğünü takviye edecek ve yeni düşüncelerin yeşermesine zemin hazırlayacaktır.

Saygılarla,
04 Mayıs 2016

Prof. Dr. Bilsay KURUÇ

Not: Seminer Programı aşağıdaki linkte olup seminere katılıp katılamayacağınızı en geç9 Mayıs 2016 Pazartesi gününe dek aynı mail adresine iletmenizi bilgilerinize takdim ederiz.

Enerjide_Ne_Yapmali_Nasil_Yapmalı_Poster_12-13Mayis2016

======================================

Dostlar,

Bu gün, 12 Mayıs 2016 günü, tam gün bu kurultayı izledik.
Mülkiye (AÜ SBF) Şeref Salonu tümüyle doluydu ve pek çok da sandalye eklendi.
İlgi akşama dek sürdü.. Biz 17:15 gibi ayrıldığımızda tartışma bölümünde 2. konuşmacı idik.
Bizden sonra da en az 1 saat kadar daha sürdürüğünden eminiz..

Tartışma bölümünde biz özetle şunları söyledik               :

  • Enerji politikaları ve verimli üretim – iletim yöntemlerini epey konuştuk. Biz bir tıp doktoru olarak ilgiyle izledik ve pek çok şey öğrendik. Ancak tasarruf boyutu pek konuşulmadı. Bu da son derece önemli bir yan. Örn. tüm aydınlatma gereçlerinin, muslukların “photo cell” li olması bir zorunlu standart yapılabilir. Elektrikli gereçler için enerji tasarruflu olma ölçütleri konabilir..
  • Enerji sorunu tartışılırken sağlık boyutu hiç gündeme gelmedi. Gerek üretimde gerek iletimde gerek depolamada, kablolu – kablosuz aygıtların EMR üretiminde… giderek artan bir ardalan (background) radyasyon ortamı oluşmakta. Özellikle iyonlaştırıcı radyasyonun kanser yapıcı etkisi iyi biliniyor ve Dünya genelinde ciddi artış yaşıyoruz.
  • Bir başka sağlık boyutu hızlı nüfus artışı. TÜİK‘in 2015 sonu verileriyle %1,34 düzeyinde
    çok hızlı bir artışımız var. AB ortalaması %0,22’nin 6 katını aşıyor. Dünya ortalaması %1,15’ten %0,2 puan daha fazla ve 2015 içinde 1 000 045 kişi net nüfus artışı oldu. Önceki yıl % 1,33 ve
    1 000 030 kişi idi bu artış. Her 1 insanın karbon ayakizinin giderek büyüdüğünü ve enerji tüketiminin marjinal artışının büyüyerek sürdüğünü biliyoruz. Bu nedenle “HER AİLEYE 1 ÇOCUK!” normunun artık zorunlu kılınması gerek. Bizden öncekiler sorumsuzca çook çocuk yaparak bizlerin haklarını gaspettiler. Başka seçeneğimiz yok.. Biz buna uyarak tek çocukta kaldık!
  • Türkiye’de her 10 ampulden 1’i söndürülse, Akkuyu ve Sinop NGS‘nin (Nükleer Güç Santralleri) üreteceği enerjiye denk tasarruf sağlanabilir.. Şu salondan başlayabiliriz örneğin.. (Gençler birkaç lambayı söndürüyor..)
  • Tasarruflu yaşam biçimi mutlaka özendirilmeli ve yaptırımlara kurallara bağlanmalı.
  • NGS’nı (Nükleer güç santralları) düşünmeyelim. Çernobil’in 30. yılı 2 hafta önceydi.
    Fatura muazaam ölçülerde ağır oldu. Fukuşima faciası 5. yılını yeni bitirdi ve yıkımı ortada. Dönüşümsüz, çok ağır ve uzun yıllar sürüyor.. Yeni teknıloji ve yöntemler arayalım. Toryum santralları olabilir belki??
  • Ayrıca elektrik enerjisi üretimi,  iletimi ve deopolanması süreçlerinin hep inorganik araçlarla yapıldığını izliyoruz. Sunumları dinlerken biyolojik ortamda enerji üretimini, hücrede
    ATP sentezi
    ni, mitokondrilerdeki üretim ve depolamayı, sinir lifleriyle iletimini ve
    kas kasılmalarını.. düşündüm.
  • Acaba enerji üretimi  – iletimi ve deoplanmasında organik materyal kullanılabilir mi? Biyolojik sistemler örnek alınabilir mi? Fotosentez nefis bir örnek değil mi?
    Biyolojik sistemler çok hünerli  – verimli görünüyor. Doğa her durumda en iyi çözümü bulmuştur. Sorunun bir de bu pencereden irdelenmesini diliyorum.
  • Toplantıyı gerçekleştiren başta Sn. Prof. Dr. Bilsay Kuruç hocamız olmak üzere,
    emek veren herkese teşekkür ederim.
    Sevgi ve saygı ile.
    12 Mayıs 2016, Ankara
    Dr. Ahmet SALTIK
    www.ahmetsaltik.net
    profsaltik@gmail.com

    Not : Toplantı yarın da (13 Mayıs 2016, Cuma) tam gün sürecek, biz tam gün derslerimiz olduğundan katılamayacağız..

    İlgi ve bilginize sunarız.

    **********************

Dostlar,

Planlama’nın ustalarından olduğu su götürmez saygın bilim insanı Prof. Dr. Bilsay Kuruç,
80 yaşını geçmesine karşın ülkesi için çabasını sürdürüyor. Son birkaç yıldır PLANLAMA SEMİNERLERİ düzenliyor büyük emeklerle.. Çok başarılı geçiyor bu toplantılar ve kitaplaştırılıyor ardından. Biz hemen hepsine katıldık ve katkı sunduk.
Türkiye’nin bu değerli çabaya kulak vermesi gerek.
Ne var ki AKP bambaşka hesaplarda..
Enerji ve Doğal Kaynaklardan sorumlu Bakan Damat Dr. Berat Albayrak, “Damat Ferit” olma yolunda.. Hiç sınır tanımak – dur durak bilmek yok AKP için.. Çok yazık ve çok ayıp!

Aman sakın bunu da yapmayın!

Teşekkür ederiz Sayın Prof. Bilsay Kuruç, çok değerli yurtsever çabalarınız için..

Not : Bu toplantıya, enerji konusunda derin birikimi – uzmanlığı nedeniyle, Savunma Sanayisi eski Müsteşarı, Çekirdek Fiziği uzmanı Sayın Prof. Dr. D. Ali Ercan‘ın da bizce mutlaka çağrılması gerekirdi. Biraz geç olsa da Sn. Ercan mutlaka dinlenmeli, katkısı alınmalıdır.

İlgi ve bilgiye sunarız…

Sevgi ve saygı ile.
04 Mayıs 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

=====================================

Dostlar,

Bu gün, 12 Mayıs 2016 günü, tam gün bu kurultayı izledik.
Mülkiye (AÜ SBF) Şeref Salonu tümüyle doluydu ve pek çok da sandalye eklendi.
İlgi akşama dek sürdü.. Biz 17:15 gibi ayrıldığımızda tartışma bölümünde 2. konuşmacı idik.
Bizden sonra da en az 1 saat kadar daha sürdürüğünden eminiz..

Tartışma bölümünde biz özetle şunları söyledik :

 

TÜRKİYE’DE SAĞLIK HİZMETLERİNİN ve HEKİMLERİN DURUMU


Sayın Meslektaşlarım,

14 Mart’ı  Ülkemizin genel sorunlarının,Sağlık Hizmetlerinin ve
Hekimlerin sorunlarının çözümüne vesile olması ümidiyle kutlar;
Sağlıklı, huzurlu, sömürülmediğimiz, aldatılmadığımız ve şiddete uğramadımız bir Türkiye dilerim.Prof. Dr. Sefer Aycan

*****

14 MART ”TIP BAYRAMI”

TÜRKİYE’DE SAĞLIK HİZMETLERİNİN ve HEKİMLERİN DURUMU


Prof. Dr. Sefer Aycan

14 Mart ”Tıp Bayramı” nın kökü 14 Mart 1827 tarihinde İkinci Mahmut tarafından, Osmanlı döneminde ilk sağlık eğitim ve uygulama kurumu olan ”Tıbhane-i Âmire ve Cerrahhane-i Âmire” nin açılışına dayanır.Bu açılış Türkiye’de modern tıp eğitiminin başlangıçı kabul edildiği için gerçekten bayram olarak kutlanmaya değer bir gündür. Ayrıca bu günün bize özgü olmasıda kayde değer bir durumdur.Elbette bu gün kutlanmalıdır. Aynı zamanda bu gün içinde öz değerlendirmede yapılmalıdır.Ülkemizde sağlık hizmetlerinin durumu,sorunları ve hekimlerin durumları,sorunlarıda tartışılmalı,çözüm üretilmelidir.
En çok istediğim tablolardan birisi de, Sağlık Bakanlarının 14 Mart’larda hekimlerin önüne düşüp sorunları her platforma taşıması ve sorunlara çözüm araması, en azından 14 Martlarda aynı zamanda hekimlerinde bakanı olduğunu hatırlamasıdır.

Aradan geçen bunca yılda, doğal olarak, bazı ilerlemeler sağlanmış olmakla beraber, sağlık hizmetlerinde arzulanan düzeye gelindiği iddia edilemez.Günümüzde yaşanan değişimler sağlık hizmetlerinin sunumunu,ülkenin sağlık düzeyini ve hekimleri etkilemektedir.Bu değişiklikler var olan sorunların üzerine yeni sorunlar eklemektedir.14 Mart Tıp Bayramı arefesinde bu sorunları tartışmaya ve çözüm üretmeye vesile olması dileği ile bir kez daha dikkat çekmek istiyoruz.

1-Sağlık Hizmetleri Anlayışında Yaşanan Bozulma

Günümüzde sağlık hizmetleri denince yalnızca tedavi hizmetleri akla gelmektedir.Geliştirici ve koruyucu hizmetler önceliğini ve önemini yitirmiştir.Sağlık Bakanlığı koruyucu hizmetlerle ilgili görevlerinden çekilmekte ve sadece tedavi hizmetlerini yapılandırmaktadır. Kanıtınız?

Tedavi edici sağlık hizmetlerini ise  piyasada sunulabilir özel hizmet olarak görmektedir.Bu anlayış teknik açıdan olduğu kadar, adalet açısından da yanlış bir yaklaşımdır. Zira, tedavi edici sağlık hizmetlerinin genel niteliği piyasa işlemine tabi diğer hizmetlerinkinden çok farklıdır. Birincisi  hastalık, bireyin iradesi dışında ortaya çıkan bir tür risktir. Böyle bir riskle karşılaşan asimetrik bilgiye sahip hasta, kendisini hiç bilmediği alanda bilgi ve beceri sahibi olduğunu düşündüğü doktora teslim eder. İkinci olarak, sağlık hizmetlerine olan talep bireyin tercihi ya da imkanları  doğrultusunda zaman içinde ayarlanamayacağı gibi, hizmetin alınması da ertelenemez . Hiç bilinmeyen bir nedenden ya da beklenmeyen bir koşul ve zamanda birey hasta olabilir, hasta olan birey ise tedavi gereksinimini erteleyemez. Üçüncü olarak, birey tedavide fiyat-nitelik ayarlaması yapamayacağı gibi, tedavi sonucunda bireyin sağlığına kavuşacağı da garanti edilemeyebilir. Bazı ağır hastalıklarda yoğun tedaviye rağmen yaşamın noktalanması kaçınılmaz olabilir. Bu ve benzeri nedenlerle hasta-doktor ilişkisinde genellikle hasta yönetilir, doktor ise yönetir konumdadır. Hasta ile doktor arasındaki ilişki bir tür kamusal hizmet ilişkisi olmaktan çıkarılıp ”müşteri hasta” – ”satıcı doktor” alışverişine dönüştürüldüğünde, hastanın hizmete ulaşmasında olduğu kadar, doktorun da hastayı seçme ve yönlendirmesinde yanlış ilişkiler öne çıkabilir ve bunun tetiklenmesinde hastanın maddi olanakları temel belirleyici olabilir. Bu durum sağlık hizmetlerinin genel düzeyini düşürebileceği gibi, bireyler arasında da adaletsizliklere neden olur. Tedavi edici sağlık hizmetlerinde hasta-doktor ilişkisinin sağlıklı kurulabilmesi için hasta müşteri olarak görülmemelidir.

2-Genel Sağlık Sigortası                 

Genel Sağlık Sigortası (GSS) artık yürürlüğe girmiştir.Bu uygulama sağlık hizmetlerini
ciddi olarak etkileyecek bir durumdur. GSS prim ödemeye dayalı bir sistemdir.
Türkiye, toplumun prim ödeme konusunda “istekli” olmadığı bir ülkedir ve bu isteksizliğin temelinde yoksulluk, populizm (sürekli çıkarılan prim afları) ve kötü yönetim yatmaktadır (kim sorumlu?) Bugün Bağ-Kur’un prim alacaklarının yalnızca %15’ini toplayabildiği bilinmektedir. SSK’da bu oran daha yüksek olmakla birlikte (%82) %100 düzeyinde değildir. Prim toplama zorluğu GSS’nin önündeki önemli sıkıntılardan biridir ve Çalışma Bakanlığı’nın GSS’yi bir seçenek olarak sunarken prim toplamayı nasıl güvence altına alacağına ilişkin toplumu ikna etmesi gerekmektedir.

Düşük ve yüksek gelirli kişiler arasında dengeli gelir dağılımını sağlamak için bir mekanizmanın geliştirilmesi konusu ise, Türkiye’nin önündeki en önemli sorunlardan biridir. Gelir dağılımı giderek bozulmakta, gelir düzeyi farklılıkları artmaktadır. Gelirin bu kadar adaletsiz dağıldığı bir ülkede, prime dayalı bir sigorta sistemi ile sağlık hizmeti sunmayı zorunlu hale getirmek, toplumun sağlığını olumsuz etkileyecektir.

GSS hizmet satın almaya dayalı bir sistem olduğu için sağlık hizmetlerinin bedeli yükselecektir. Bu durum hem vatandaşın cebinden fazla para çıkmasına, hem de devletin bütçeden ayırdığı payın artmasına yol açacaktır.

Vatandaşın bugüne dek cebinden para harcamadığı hizmetler için “Katkı payı” alınmaya başlamıştır.Bunun artarak devam edeceğinden korkuyoruz.
B
u durum da toplum sağlığı için tam bir “felaket” olabilir.

Tüm bu nedenlerden GSS bu şekildeki bir uygulamasından hekimler adına ve tüm vatandaşlar adına endişe duyuyoruz.                            

3- Güvencesiz Çalışma Yaşamı 

AKP Hükümeti’nin kısaca “Çakılı Kadro” diye adlandırdığı 4924 sayılı Yasa,
10 Temmuz 2003’te TBMM’ce kabul edilmiş ve 24 Temmuz 2003’te 25178 sayılı
Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmişti.

Yasa, Sağlık Bakanlığı’nın personel açığı olan yerlerde sözleşmeli statüde sağlık çalışanı istihdam etmesi amacıyla çıkarılmıştı.Daha sonra uygulama tüm Türkiye’ye yayıldı ve esas istihdam şekli haline getirildi.Sağlık çalışanlarına yeni istihdam ve çalışma biçimleri getirilmiş oldu. Bu çalışma biçimi Sağlık Bakanlığı’nın bundan böyle kalıcı personel yerine sadece gereksinimi olduğunda neredeyse fabrikalardaki “geçici işçi” statüsüne benzer kadrolarla personel istihdam etmesi demektir. Bu durum, sağlık sistemine vereceği zararlar dışında
sağlık çalışanları açısından önemli bir hak kaybı anlamına gelmektedir, çünkü işin sürekliliği kalmamıştır.

Yasanın 11. maddesi ile “14.7.1965 tarihli ve 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 36ncı maddesinin “III- SAĞLIK HİZMETLERİ VE YARDIMCI SAĞLIK HİZMETLERİ SINIFI” başlıklı bendine, “bu sınıfa dahil personel tarafından yerine getirilmesi gereken hizmetler, gereğinde bedeli döner sermaye gelirlerinden ödenmek kaydıyla, Bakanlıkça tespit edilecek esas ve usullere göre hizmet satın alınması yoluyla gördürülebilir” paragrafının eklenmesi hükmünü getirmektedir. Yasa taslağında “lüzumu halinde,
bu sınıfa dahil personel tarafından yerine getirilmesi gereken hizmetlerin, ücretleri döner sermaye gelirlerinden karşılanmak kaydıyla, üçüncü şahıslara ihale yoluyla gördürülmesi mümkündür” ifadesinin yer aldığı düzenleme, sözleşmeli personel çalıştırılması esaslarını düzenleyen bu Yasa’da öncesindeki maddelerle ilgili ve uyumlu görünmemektedir. Özellikle 657 sayılı Kanun’daki bir maddeye ekleme yapılarak getirilmesi, yeni uygulamaların kapısını açabilir niteliktedir. Bu ifadeler ile Sağlık Bakanlığı’nın, kaynağı döner sermayeden karşılanmak üzere, hizmet satın almasına ve 3. şahısları çalıştırmasına olanak tanımaktadır. Bu durum, sağlık çalışanlarının taşeronlaştırılması anlamına gelmekte, bunun da ötesinde bu durumu meşrulaştırmakta ayrıca Sağlık Bakanlığı’nın hizmet sunumundan çekilme politikasının zeminini oluşturmaktadır. Finansmanı döner sermayeden karşılanan bu hizmet satın alma, taşeron sağlık çalışanlarının farklı statülerde çalıştırılması şeklinde olabileceği gibi, yasa taslağında da belirtildiği gibi hizmetlerin ihale yoluyla satın alınması şeklinde de olabilir.  Bu düzenleme sonunda, sağlık kuruluşları, yemek ve/veya temizlik hizmetlerinde olduğu gibi sağlık hizmetlerini de ilgili şirketlere devredebileceklerdir. Örneğin, bir devlet hastanesi, dahiliye servisinde sunulacak sağlık hizmetlerini ihale yoluyla ve bedeli döner sermayeden karşılanmak koşuluyla kişi ya da özel kuruluşlardan satın alabilecektir. Dolayısıyla düzenleme, başta hastaneler olmak üzere kamu sağlık kurumlarının özerkleştirilmesi ve özelleştirilmesinin önemli bir işareti olarak  görülmelidir.

4-Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortası

Tüm hekimlere tıbbi uygulamalarındaki hatalarından kaynaklanan her türlü tazminat talebinin karşılanması için zorunlu sigorta getirilmiştir. Hekimlere çalışma koşullarının elverişsizliği ve Sosyal Güvenlik Kurumlarının kısıtlamaları nedeniyle tıbbi hata yapma olasılığının yüksekliği ileri sürülerek zorla sigorta yaptırılamaz, gelirinin bir kısmına zorla el konulamaz. Hükümet sağlık ortamındaki yetersizlikleri gidermek yerine bu yetersizlikler üzerinden sigorta kuruluşlarının fonlarına katkı sağlayamaz. Kamuda ve özel sağlık alanında sağlığı piyasalaştırmanın bedeli hekime ödettirilemez.

Artık Türkiye’de hekimlik yapmak daha da zorlaşacaktır. Tazminat davalarının baskısı ve giderek yükselecek primler nedeniyle hekimler riskli hastalara gerekli tıbbi girişimlerde bulunmaktan kaçınacaklardır. Çekinik tıp öne çıkacak, sağlık hizmetinin maliyeti artacaktır. Bu nedenle artacak olan dışa bağımlı teknoloji ve ilaç kullanımı ülkenin kaynaklarının heba olmasına yol açacaktır.

5-Yabancı Doktor Getirme Sevdası

Türkiye küreselleşirken, yeni kavram ve uygulamaları dünya uygulamasına armağan etmektedir. En son armağanı da yabancı doktor ithalatıdır. Hükümet nedense yurt dışına kaçırılan doktorlara ve genel olarak beyin göçüne gözlerini ve kulaklarını tıkarken, doktor ithaline yönelmektedir. Kendi değerlerini dış dünyaya sömürtmekle yetinmeyen ulus, şimdilerde de sömürgeci ajanların içeride operasyon yapmalarına  fırsat vermektedir.Yabancı hekim çalıştırma ucuz iş gücü ve yedek işsiz hekim ordusu demektir.

1219 sayılı yasanın 1.maddesindeki yapılmak istenen değişiklik ile Türkiye’deki herhangi bir tıp fakültesinden mezun yabancı uyruklu hekim Türkiye’de çalışabilecektir. 4.maddedeki değişiklikle de dünyanın herhangi bir tıp fakültesinden mezun hekim, mesleki bilgi ve Türkçe dil sınavına tabi tutulmadan sadece mezun olduğu fakültenin denklik belgesini sunarak hekimlik yapabilecektir.

Bu yasal düzenlemeyle uluslararası deneyim ve bilgiden faydalanma amacı güdülmemektedir. Eğitim ve çalışma olanakları bizden daha kötü olan çevre ülkelerden gelecek ve düşük ücretle çalışmaya razı hekimlerin istihdamı hedeflenmektedir.

Bu şekilde hükümet sağlıkta dönüşüm programı’nın gereği olarak sağlık piyasasına ucuz işgücü oluşturmak, yedek işsiz hekim ordusu yaratmak istemektedir. Nitekim  ” 100-150 dolara çalışacak yabancı hekimler var” sözü bu niyeti açıkça ortaya koymaktadır.

İthal hekimin bir diğer amacı ise uluslararası sağlık tekellerinin Türkiye pazarına girmelerini kolaylaştırmaktır. Amaç Avrupa Birliğine girişte iş gücünün serbest dolaşımını sağlamak değildir. Bu olasılık zaten 15 yıl sonrasına ötelenmiştir. Ayrıca şu anda AB ülkeleri kendi aralarında bile ülkelerinde hekimlik yapabilmek için koşullar ileri sürmektedirler.

Hekim açığını kapamak da geçerli bir gerekçe değildir. Çünkü açık olduğu ileri sürülen bölgelerde bu hekimler çalıştırılamayacaklardır. 657 sayılı kamu personeli yasası gereği sadece özel’de çalışabilecek bu hekimlerin kısa vadede özel sektördeki “artan hekim maliyetlerini” düşürmek amacı ile tehdit aracı olarak kullanılmaları söz konusudur.

Türkiye’de şu anda sağlıktaki temel sorun hekim açığı değil, sağlığın piyasalaşması sonucu kamu sağlık kurumlarına ve dolayısıyla da az gelişmiş bölgelere yatırım yapılmamasıdır. Dengeli hekim dağılımı için öncelikle bu bölgelerde sağlık altyapısını geliştirmek, sağlık hizmetlerini kamu eliyle sunmak ve burada çalışacak personele iş ve ücret güvencesi sağlamak gerekmektedir.

6-Radyasyona maruz kalan sağlık çalışanlarına verilen haklar geri alınıyor

İyonlaştırıcı radyasyonla çalışan tüm personelin hakları geri alınıyor. Yasa bu personelin Sağlık Bakanlığınca belirlenecek radyasyon dozu limitleri içinde çalıştırılacaklarını öngörüyor.Çalışma ortamlarının fiziki koşulları düzeltilmeden, radyoloji cihazlarının kontrolleri yeterli olarak yapılmadan, çalışanları düzenli sağlık kontrollerinden geçmeleri sağlanmadan sadece işletmenin ihtiyaçlarına göre çalışma sürelerinin uzatılması yeni bir hak kaybıdır.

         7- Sağlık Çalışanlarının Mesleksel Riskleri

Hekimlerin ve tüm sağlık çalışanlarının mesleksel riskleri ile ilgili olarak da bir iyileştirme hala olmamamakta, gün geçtikce bu riskler daha da artmaktadır. Oysaki sağlık çalışanlarının çok ciddi olan mesleksel riskleri sağlık çalışanlarının yaşamlarını
tehtit etmektedir. Bu mesleki risklerin bazılarını ismen belirtmek gerekir ise:

a-Bulaşıcı Hastalık riski. En önemlisi Hepatit B, Hepatit C ve HIV virüsleridir.
Ayrıca damlacık yolu ile bulaşan enfeksiyonlarda risk oluşturmaktadır.

 b-Kimyasal Ajanlar.Özelikle anestezik maddeler, sitoksik maddeler ve sterilizasyonda kullanılan maddelere maruz kalınması önemli risklerdir.

c-Fiziksel ajanlar. Radyasyon ve genel anlamda elektro-manyetik alanlar önemli risklerdendir.

d-Ruhsal sorunlar. Çalışma ortamı ve oluşturdugu stres önemli sağlık sorunlarıdır.

Tüm bu sorunların ele alındığı,ortadan kaldırıldığı veya azaltıldığı yada azalma umudunun olduğu,güvenle, kardeşce yaşdığımız nice 14 Mart’larda, Bayram yaşamak dileği ile.      


From: saycan@gazi.edu.tr
To: hekimforumu@yahoogroups.com
Date: Thu, 13 Mar 2014 16:24:30 +0200
Subject: [hekimforumu] 14 Mart [1 Attachment]

“Önce bir rutin tetkiklerinizi isteyelim; onlarla birlikte gelin..”

 

“Önce bir rutin tetkiklerinizi isteyelim; onlarla birlikte gelin..”

Dostlar,

MR (Magnetik rezonans), bilgisayarlı tomografi (BT – CT), X (Röntgen) ışınları ve kanser gelişimi ile sağlığımız arasındaki ilişkilere değinen birkaç iletiyi
paylaşmak istiyoruz.

Ne yazık ki son zamanlarda “önce bir rutin tetkiklerinizi isteyelim,
onlarla birlikte gelin”
türünden bir yaklaşım yaygınlaştı ne yazık ki..

Bu olguda pek çok etmenin payı var :

1. Tıbbi tanıda teknik olanakların çok yetenekli duruma gelmesi ve
hekimin bireysel öykü alma – muayene etme ile elde edeceği zahmetli ve zaman alıcı verilerden yer yer daha değerli olabilecek somut kanıtları sunabilmesi..

2. Performans (!) baskısıyla hastalara ayrılan zamanın kısalması,
daha çok hasta bakma, işlem yapma… zorlanması.

3. Tanı amaçı lab. incelemelerinin de sağlık kurumunun kasasına parasal girdi sağlaması ve bundan sağlı çalışanının da bir ölçüde prim alması; kamu-özel
işverenin “girdi artsın ki, senin aylığını – primini ödeyebilelim” baskısı..

4. Yüksek tıbbi teknolojinin fetiş düzeyine tırmandırılması.

5. Halkın algılarında bu yöntemlerin kullanılmasını isteme yönlü kışkırtıcı oynama.

6. Bu tür yüksek teknoloji araçlarını üreten firmaların, sigorta şirketlerinin promosyonları.

7. Hekimlerin malpraktis baskısı altında hata yapmaktan kaçınmak için daha çok lab. incelemesi istemesi (savunmacı tıp – defensive medicine..)

Bu arada kısa bilgi notları                             :

MR : Manyetik alanda “Magnetik Rezonans – MR” tekniği ile görüntülemedir,
X ışınları söz konusu değildir. Gerektikçe yinelenebilir, sorun yüksek maliyettir.

USG : Ultrasonografi, ses dalgaları göndererek yansımayı kaydetme ile görüntülemedir, X ışınları gene söz konusu değildir. Gerektikçe yinelenebilir,
maliyeti düşüktür, kullananın becerisi öne çıkar.. Tıpta kullanımdan önce,
uzun yıllar denizaltılarda “sonar” adıyla kullanılmıştır. İçi boş organların görüntülenmesinde (mesane, safra kesesi), meme, karaciğer, dalak, pankreas, yumurtalıklar.. gibi organların içinde yer alan lezyonların görüntülenmesinde elverişlidir. Meme kanseri taramalarında, Mammografi denen klasik röntgen filmiyle
birlikte kullanımı yeğlenir.

TOMOGRAFİ :ışınları kullanılarak, kompakt organların diyelim 0,5 cm aralıklarla kesitsel röntgen görüntülerinin alınmasıdır. Akciğer, karaciğer, beyin.. en başta sayılabilir. Klasik röntgen ile görülemeyen, anılan organların derinliklerinde yer alan küçük, birkaç mm çaplı lezyonları bile görüntülemek olanaklıdır ve gerek erken tanıda gerek kanser sağaltımında metastazları bulmada değerlidir (son yıllarda bu amaçla radyoaktif izotoplarla sintigrafi yöntemleri ve PET – Pozitron Emisyon Tomografisi de yaygınlaşmaktadır). Kesit kesit (katman katman) çok sayıda klasik röntgen filmi alınması nedeniyle yüksek dozda X ışınları sunukluğu (maruziyeti) söz konusudur.

X ışınları, hücre içinde “iyonlaştırıcı” (iyonizan) etkiye sahiptirler ve çekirdekteki kromozomların yapısını bozarak kanserleşmeye (karsinogenezis), anomalili doğumlara (fetotoksisite, teratojenite), yaşamın kısalmasına, doğurganlığın azalmasına
(sub ve in-fertilite.. tüp bebek!), genotoksik etkiye.. mutasyona neden olmaktadır.

Kritik bilgi şudur       :  Radyasyonun eşikli (stokastik) ve eşiksiz (non-stokastik) etkileri vardır. Daha açıkçası, kimi olumsuz etkiler, alınan iyonlaştırıcı radyasyonun dozundan bağımsızdır, çok küçük dozlarda bile bu istenmeyen etkiler görülebilir..
Bir bölüm etkiler ise belli bir “eşiğin” (treshold) aşılmasına bağlıdır. Bu “eşik“,
kişiden kişiye oldukça değişkendir. Eşik-altı dozlarda tam bir öngörülebilirlik yoktur; rastlantısallık, stokastik istatistiksel olasılıklar geçerlidir. (Bu noktada telefonla bilgisine başvurduğumuz Nükleer Fizik uzmanı Sn. Prof. Dr. D. Ali Ercan‘a teşekkür ederiz..)

Bu bakımdan, küçük bebek ve çocuklarla gebeler özel risk altındadırlar.

Dolayısıyla evrensel ilke, elde edilebilecek (beklenen) yararla olası zararı dengelemek, “en iyi denge” durumunu (“optimal” i!) bulmaktır.. Buna da optimizasyon – eniyileştirme denmektedir ve ciddi medikal (tıbbi) mühendislik hesapları gerektirir.

Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (Viyana – IAAE) bu bağlamda
ALARA İlkesini geliştirmiştir :

ALARA: As Low As Reasonably Acheviable / Akılcıkla inilebilecek en düşük doz!

(Daha çok bilgi için : “Fukuşima, Nükleer Santral, Kanser ve Türkiye /
Fukushima Disaster, Nuclear Power Plant and Turkiye” adlı dosya çağrılabilir..
(http://ahmetsaltik.net/2012/05/25/fukusima-nukleer-santral-kanser-ve-turkiye-fukushima-disaster-nuclear-power-plant-and-turkiye/, 25.5.12)

Sonuç olarak; bu sorunun üstesinden gelmenin temel yolu;

  • Tanı – sağaltım ve izlemde standart ulusal ve uluslararası protokoller geliştirmek ve bunları özenle izlemektir.. Halkın da örgütleriyle katıldığı saydam – hakkaniyetli – katılımcı – piyasa güdümünde olmayan bir süreçle.. 

Sevgi ve saygı ile.
5.12.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

===================================

Almanya’dan Halil Çelikkıran    :

Tomografi Hiroşima gibi!Vücudun maruz kaldığı radyasyon, Hiroşima’da atom bombasından kurtulan kişilerdeki kadarNormal röntgenden onlarca kat çok radyasyon verilmesine neden olan tomografi çekimlerine İngiliz Sağlık Bakanlığından yasak geldi. Sağlıklı kişilerin tüm beden tomografisi çektirmesi yasaklandı. Bakanlığa göre, bedenin karşılaştığı (maruz kaldığı) radyasyon, Hiroşima’da atom bombasından kurtulan kişilerdeki kadar

İNGİLİZ Sağlık Bakanlığı önceki akşam çok kritik bir karara imza atarak, sağlıklı kişilerin beden tomografisi çektirmesine yasak getirdi. Bu yasağa gidilmesine gerekçe olarak tomografi sırasında yayılan ve bedene nüfuz eden radyasyon oranının çok yüksek olması gösterildi. Tomografi çektirmek geçen yıllarda osteoropoz, kalp rahatsızlığı, damar tıkanıklığı ve diyabet gibi hastalıkları önceden saptayabildiği için, sağlık uzmanlarınca sıklıkla tavsiye ediliyordu. Sağlıklı bireylerin her 5 yılda bir tomografi çektirmesini öneren doktorların bu tavsiyesi üzerine harekete geçen Bakanlık,
tüm bedeni tarayan tomografinin normal bir röntgenden 400 kez daha çok radyasyon yaydığını belirleyince, yasak kararı aldı. Tomografiye sağlıklı giren her
50 hastadan 1’inin, alınan radyasyon nedeniyle çekim sonrasında kansere yakalandığı belirtildi.

  • 1 tomografi 442 röntgene bedel

Yayınlanan raporda sık tomografi çektirenlerin bedenlerinde birikmiş radyasyon düzeyinin 2. Dünya Savaşı’nda Hiroşima ve Nagasaki‘ye atılan atom bombalarından kurtulanlarla eş düzeyde olduğu belirtildi. Sıradan bir röntgen, bedeni görüntülemek için tek bir ışın gönderirken, tomografide daha detaylı bir görüntü elde etmek için art arda birçok ışın gönderiliyor. 2009 sonunda Kaliforniya Üniversitesi’nde görevli
Prof. Rebecca Smith-Bindman’ın 1.119 kişiyi inceleyerek yürüttüğü araştırmada,


  • Tek bir tomografinin 442 göğüs röntgenine ve 74 mamografiye
    (meme röntgeni) 
    eş düzeyde 
    radyasyon yaydığı ortaya çıkmıştı.
Uzmanlar, tomografideki bu riske karşın MR’ın hiçbir yan etkisi olmadığı konusunda görüş birliğine vardı. MR çekimleri sırasında yalnızca radyo dalgaları kullanılıyor.
Bunlar da insan sağlığına zararsız. (AS : Yalnızca radyo dalgaları değil.. düşük enerjili elektro-manyetik dalgalar.. bunlar da insan sağlığına kural olarak zararsız..) 

============================

Aşağıdaki belirtilen konuda ne doğru ne yanlış bir tüketici rehberi ve açıklama hazırlayabilir miyiz? Türkiye’de çekilen yıllık tomografi sayısı, tomografi aygıtlarını
yurt genelindeki dağılımı vb.
Uz. Dr. Umur Gürsoy
Halk Sağlığı Uzmanı

********************************

Bu yüzden ukala doktorlarla çok tartıştım.
Özellikle gençler, çocuklar ve torunlarınız için dikkate alın.

Atilla Kapralı

*********************

Merhaba; 

Önemli olan tomografi çektirmeyi yasaklamak değil, yerinde ve doğru karar vererek tomografi çektirmek…

Dikkat edilirse İngiltere’ de “sağlıklı kişilerin tomografi çektirmesi” yasaklanıyor.

Tabi ki, sağlam bir kişinin “vücudumda ne var, ne yok” diye tomografi çektirilmez…

Ama yerinde karar verilen tomografi, normal grafide veya MR da çıkmayan lezyonu ortaya çıkartır.

Bu lezyon ortaya çıkartılıp tedavi edilmezse, değil 30 yıl, belki çok kısa zamanda
kişinin yaşamını sonlandıracaktır…

Ne yazı ki, ortamda, hasta iyi muayenene edilmeden, iyi öykü alınmadan, tomografi isteniyor. Örneğin bel fıtığı olması kuvvetle muhtemel hastaya MR yerine tomografi çektiriliyor. Bu bir malpraktis’ tir. Sorgulanmalı ve değerlendirilmelidir.

Ülkemizde gereksiz ve yanlış tomografi istekleri olduğu açıktır. Bazı tomografi aletlerinin de miadını doldurmuş ve geri teknoloji veya çekim kusurlu olduğu bilinmektedir.
Bu konuda; standardizasyon ve hizmet alıcıların bilgilendirilmesi çalışmaları yapılmaması, önemli bir eksikliktir.

Bu çalışma; Sağlık Bakanlığı ve SGK’ nın maddi desteğiyle, ilgili meslek kuruluşları ve dernekler tarafından yapılabilir. 

Konuya bu şekilde yaklaşılmalıdır. Saygılarımla.

Op. Dr. Şükrü GÜNER
Ortopedi – Travmatoloji Uzmanı

*******************

Öbür tetkiklere göre üstün yönleri var ama kanser riskini artırması büyük bir dezavantaj. Baş ağrısı nedeniyle tomografiye giren 10 bin hastadan birinde
beyin tümörü çıkıyor.
 Zararlı etken X ışınıdır. Tomografilerde, basit röntgen incelemelerinden 50-200 kez daha çok X ışını alınır. Küçük yaştakilerde ve gebe kadınlarda radyasyona bağlı kanserojen etki daha çoktur.

Prof. Dr. Murat Kınıkoğlu

****************************

X ışınlarının etkileri 30 yıl sonra ortaya çıkar

Türkiye’de birçok insan bilgisayarlı tomografi (AS : CT, BT) çektiriyor.
Hastaya X ışınlarının yani radyasyonun verilmesi kansere neden olan şeydir.
Bunlar vücutta kalıcı olduğu için yok edilemez. Hiç yakınması olmayan bir kişi,
tanı koyalım diyerek tomografiye sokulmaz. İnsan tomografi çektirdiği anda
kanser olmuyor. 30 ya da 40 yıl sonra ortaya çıkıyor.

Prof. Dr. Ahmet Rasim Küçükusta
Cerrahpaşa Tıp Fak. Göğüs Hast. AbD 

Fukuşima, Nükleer Santral, Kanser ve Türkiye / Fukushima Disaster, Nuclear Power Plant and Turkiye

DOSTLAR,

Japonya, 11 Mart 2011′de yaşadığı dev felaketin ardından nükleer santrallarını kapıyor. Basından öğrendiğimize göre geçtiğimiz haftalarda, yani tarihsel felaketin 1. yılında bunu yaptı. Yani musibetten gerekli dersi çıkardı..

Türkiye’ye gelince.. Harıl harıl koşturuyor. Almanya’da geçen yıl köktenci bir kararla
10 yıl içinde nükleer santral enerjisini bırakacağını açıkladı. Üstelik Türkiye, halkının yoğun protestolarını, direncini de faşistçe baskı ile karşılıyor. Öte yandan, Rus hükümeti ile yaptığı anlaşmayı TBMM’den geçirerek Anayasa md. 90/son fıkra korumasına aldı. CHP, “Anlaşmayı uygun bulma yasasını” Anayasa Mahkemesine götürdü..
Bu Eylül’de 2 yıl olacak.. Yeni Anayasa Mahkemesi henüz gündemine bile al(a)madı öğrenebildiğimiz kadarıyla.. Anlaşmayı iptal olanağı da kalmadı,
çünkü milyar dolarlık tazminat söz konusu..

Bu sunuyu 2011 Nisan ve Mayıs aylarında birçok yerde paylaştık.
Gözden geçirerek sizlerle paylaşmak istiyoruz.

Bu kez bir de NÜSED 2. Başkanı olarak..

NÜSED: Nükleer Tehlikeye Karşı Barış ve Çevre İçin Sağlıkçılar Derneği

TÜRKİYE NÜKLEER SANTRAL SEVDASINDAN YOL YAKINKEN VAZGEÇMELİ!

Kapsamlı sunuyu izlemek için lütfen aşağıdaki erişkeyi (linki) tıklar mısınız??

Fukushima_Kanser_Nukleer_Santral

Sevgi ve saygı ile. 25.5.12

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net