Anayasa gündeminin görünmeyenleri, SADAT ile yeniden öne çıktı.
HİZBUT TAHRİR
“Hizbut Tahrir Türkiye Vilayeti temsilcisi anayasa tasarılarını sunmak için randevu istedi. Çok merak ettiğim halde kabul etmedim çünkü benimle görüşmelerini anayasa çalışmalarını meşrulaştırma ögesi olarak kullanacaklardı…” Bu açıklamayı, Anayasa tartışmaları sıcak gündeminde Marmara Hukuk’ta Anayasa Hukuku dersimde yapmıştım telefon görüşmesini izleyen günlerde.
SADAT
“SADAT, ideolojik bir zırh tanımlamış kendisine. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kaldıracak, başka bir devlet kuruyor, o devletin içinde de Türkiye olacak. Devletin adı Asrika, Asya-Afrika sentezi olacak, konfederal bir cumhuriyet olacak ve Asrika devleti bugün yönetildiği gibi başkan tarafından yönetilecek. Başkenti İstanbul olacak, resmi dili de Arapça olacak.” (CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, Grup konuşması, 17.5.22).
MÜSLÜMAN KARDEŞLER
1920’ler sonlarında, halifeliğin kaldırılmasına tepki olarak Mısır’da doğan sınıraşan bir hareket. Amaçları, ümmeti bir araya getirmek ve kainat komutanlığı ile donatılmış şeriatın tam olarak uygulandığı bir İslam Devleti kurmak. Müslüman Kardeşlerin on ülkeyi aşan örgütlenme sürecinde Sudan, Tunus, Mısır ve Türkiye kollarının iktidara geldiği öne sürülür. Cihat, toplumun ve yönetimin batılılaşmasına karşı başlıca mücadele aracıdır.
AÇILMAYAN KAPI
Görüşme isteklerini geri çevirdiğim Hizbut Tahrir (Kurtuluş Partisi), tüm Müslümanları birleştirerek şeriat kurallarıyla yönetilecek İslami hilafet devleti kurmayı amaçlayan uluslararası bir pan-İslamcı, köktendinci siyasi örgüt olarak tanımlanır.
SADAT ise 13 Mayıs günü, Sayın Kılıçdaroğlu öncülüğünde, bilgilenme amaçlı ziyaretimizde bahçe kapısını bile açmaya cesaret edemedi.
Oysa şu sözler, SADAT kurucusu Tanrıverdi’ye ait:
“Anayasa Komisyonu’na sunduğumuz Anayasa teklifindeki Silahlı Kuvvetlerin yeniden yapılandırılmasıyla ilgili tespitlerimizin aşağı yukarı tamamı 15 Temmuz’dan sonra yürürlüğe girmiştir.”
YA GÖRÜNENLER?
Devlet yönetimini, din kurallarına dayandırma yönündeki söylem, işlem ve eylemleri üzerine yazılarımdan birkaç başlık:
•Paralel faaliyet: Anayasasızlaştırma ve dinselleştirme (7 Temmuz 2016) •Laik Cumhuriyet mi, ümmetçi monokrasi mi? (19 Kasım 2020) •Sivil ölümler / mafya / Ayasofya (3 Haziran 2021) •Taliban: söz / işlem / eylem (19 Ağustos 2021) •Anayasa dünyevidir (7 Ekim 2021) •Demokratik Cumhuriyet mi, teokratik monarşi mi? (28 Ekim 2021)
•Gündem değiştirme değil, gerçek gündem” (Fıkıhtan cihat çağrısına) (22 Ocak 2022)
7 Temmuz 2016 yazısı, son cümle: “aynı zamanda ‘dinselleştirme’ zemini olarak görülen ‘anayasasızlaştırma’, tek kişi yönetimi kurma aracı olmanın çok ötesinde bir tasarım şeklinde karşımıza çıkıyor”.
27 Ocak 2022 yazıdan: “-Fıkıh hükümlerine dayalı muhasebe: 14 Aralık 2019 (RG)
•CB’nin, “Bir Müslüman olarak faize karşıyım” sözlerini (19 Aralık 2021) uygulamaya koyacak olan ve faiz+kur farkı ödemesi olarak adlandırılan programın açıklanması (20 Aralık).
•“Faiz+kur farkı” ödemesinin yasal dayanağı için TBMM’de yasal düzenleme yapılması (7351 s. Yasa, md.12, 22 Ocak, RG).
Hepsi, “Devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma” yasağına (Any., md.24/son) aykırı.
“Dini politikaya alet etme yasağı” olarak anılan bu hükmün ihlali, sistematik bir uygulama haline getirilmiş bulunuyor.
… fıkhi düzenlemeden cihat çağrısına yalnızca iki yıl bir ay ve bir hafta yetti.”
Anayasa güvencesinde olduğu halde, iktidar ve halkı sömürü aracı olarak kullanılan din üzerine, görünenleri görmezlikten gelmek, görünen ve görünmeyenlerin giderek birleşmesine seyirci kalmak anlamına gelir.
Unutmayalım; iklim değişikliği sonucu buzulların erimesi bile salt doğal olay değil.
İklim “değişikliği” ile mücadelede küresel diplomasinin en önemli buluşması olan 26. Taraflar Konferansı Glasgow’da çalışmalarını tamamlamak üzere. 2015 yılında toplanmış olan Paris Konferansına görece çok daha hazırlıklı ve iddialı hedefler içeren Glasgow 26. COP’ta sunulan taahhütler, ne yazık ki küresel ısınmayı sınırlama mücadelesinde hedeflenenen (sanayi devriminden bu yana) 1.5 C artışı sağlayamayacağı anlaşılmış durumda.
…………….
…………………..
……………….
Prof. Yeldan, yazısını şöyle bağlıyor :
Sözümüzü Chico Mandez’in geçtiğimiz hafta medyada çok paylaşılmış olan
şu fotoğrafı ile tamamlayalım. Çalışma arkadaşım Dr. Burcu Ünüvar’ın
çevirisiyle,
“Sınıf mücadelesi olmadan yapılan çevrecilik sadece bahçeciliktir”.
***
makalenin tümünü okumak için lütfen tıklayınız :
Prof. Dr. A. Erinç Yeldan
Kadir Has Üniversitesi erinc.yeldan@khas.edu.tr
13 Ekim 2021
Diğer EKONOMİ POLİTİK yazılarım için tıklayınız.
Paris’ten Net Sıfır Emisyon Hedefine
Türkiye 7 Ekim günü Paris Anlaşması’nı TBMM’de onaylayarak, iklim değişikliği ile ortak mücadeleye katılacağını resmi olarak ilan etti.
Paris Anlaşması diye anılan metin, 2015’te Paris’te toplanan 21. Taraflar Konferansında (COP-21) sunulan Ulusal Niyet Beyanları (Intended Nationally Determined Contributions) üzerine kurgulanmış idi.
***
Yazının tümünü 2 görseli (grafiği) ile PDF dosyası olarak görüp okumak için lütfen.
tıklayınız.
Sevgi ve saygı ile. 18 Ekim 2021, Ankara Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye) www.ahmetsaltik.net profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik twitter : @profsaltik
a) Türkiye özellikle İç Anadolu bölgesinde buğday üretiminde çok aşırı kayıp yaşıyor, ayrıca Marmara Bölgesi’ndeki kuraklık ayçiçeği üretimini olumsuz etkiliyor.
Çevre mühendisi Evren Dindiren Dönmez “Türkiye iklim krizinden ilk etkilenecek ülke: bulunduğu coğrafya nedeniyle” diyor ve uyarıyor
“Çok ciddi önlemler alınması gerekiyor.”
b)Türkiye, Paris İklim Anlaşması’nı mutlaka kabul etmeli. c) Türkiye tüm yoğunluğunu yenilenebilir enerjiye yönlendirmeli. d) Türkiye de Z kuşağı iklim değişikliğinin riskini yaşayacak; onların derslerine iklim değişikliği konusunda kitaplar eklenmeli. e) Ziraat Bankası gerçek görevine geri dönmeli ve Türk üreticilerinin traktörlerine haciz konmasını engellemeli, bugün ülkemizde ilk kurtarılacak olan üreticilerimizdir. f) Şu an ülkemizde suyun yönetimi ile ilgili eski DSİ mühendisleri göreve davet edilmeli ayrıca enerji konusunda Necdet Pamir gibi uzmanlardan yararlanmalı. g) Dünyada henüz bu büyük tehlike gereği kadar ciddiye alınmıyor gibi. Oysa en geç bir yıl sonra bütün dünyanın gerekli stratejileri uygulayabileceklerini düşünüyorum. h) Sonuç için tahminlerim: Tüm dünya ülkeleri bir araya gelecekler.
Kapitalizm denen 20 ve 21. yüzyılın en tehlikeli yapısı tarihin çöplüğüne gidecek.
BEDEL YİNE DAR GELİRLİYE
Küresel iklim değişikliğinin bedelini yoksul da varlıklı da ödeyeceğinden gelir dağılımı adaletsizliğinden dünya arınacak.
Yeni bir dünya düzenine (daha adil, daha eşitlikçi) hazırlanalım…
Dünyamızı bekleyen büyük tehlike küresel iklim değişikliği ve buna bağlı olarak aşırı hava olayları.
Büyük önderimiz Gazi Mustafa Kemal’e sormuşlar:
Sizin sözleriniz ile bilimsellik çelişirse hangisini tercih etmeliyiz?
“Hiç tereddüt etmeden bilimden yana olmalısınız” demiştir.
Bizler de bilimin yol göstericiliğinden ayrılmamalıyız.
BM İKLİM RAPORU NE DİYOR?
66 ülkeden 234 bilim insanının beş yıl süren çalışması ile hazırlanan rapordan alıntılara göre:
İtalya bilinen tüm dönemlerin en sıcak gününü yaşadı 48.8 derece…
Almanya da hiç görülmemiş su baskınlarında 160 kişi yaşamını kaybetti…
Sibirya ormanları halen yanıyor…
Cezayir’de yangınlar çok arttı; söndürme çalışmalarında ordu mensubu 65 kişi yaşamını yitirdi…
Kanada ormanları yanıyor ve Kanada hükümetinin bu yangınları söndürmeye gücü yetmiyor; yüzlerce kişi sıcaklardan yaşamını kaybetti…
ABD’de Kaliforniya yangınları halen devam ediyor. Su, ormanlardan daha değerli hale geldi…
Sıcak mevsimler uzayacak soğuk mevsimler kısalacak.
Üretici %60 zarara uğrayacak.
=============================== Dostlar,
Öncelikle “İKLİM FACİASI” (Climate Disaster) ile yüzleşmek zorundayız. Artık “küresel ısınma” falan değil. O aşamalar geride kaldı : Faciayı yaşıyoruz!
Yapılacaklar belli.. Sera gazları hızla azaltılacak, yenilenebilir enerji neredeyse tek kaynak olacak.
Mutlaka daha TASARRUFLU yaşamayı öğreneceğiz; herkes karbon ayak izini en aza indirecek.
Akıldışı hızlı, gereksiz, yersiz, aptalca ve sürdürülemez Nüfus artışını mutlaka ve hızla frenleyeceğiz… Her aileye 1 çocuk..
….
Küresel seferberlikle. BM öncülüğünde uzman kuruluşlarla; DSÖ (Dünya Sağlık Örgütü), UNEP (BM Çevre Programı), FAO (BM Gıda Tarım Örgütü)….
İnsanlık aklını un ufak edip çiğnemedi ya ! (Peynir ekmekle yemedi… demedik, artık peynir lüks, çok pahalı!)
Elbette en belli başlı (makro) önlem küresel vahşi kapitalizmin ölçüsüz kâr hırsıyla dünyaya saldırısını dizginlemek gerek.
Dünya fahişesi değil bu kapitalist – emperyalist zibidilerin.
Tersine, Kızılderili Reis Franklin Pierce’in taaa 1854’te ABD Başkanına yazdığı gibi,
Dünya bize atalarımızdan emanet, çocuklarımıza devredeceğimiz.
Büyük ATATÜRK ne denli yerinde uyarmıştı :
Bizi mahvetmek isteyen emperyalizm ve bizi yutmak isteyen kapitalizm ile savaşımı meslek edinmiş insanlarız..
Sevgi ve saygı ile. 27 Ağustos 2021, Ankara
Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye) www.ahmetsaltik.net profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik twitter @profsaltik
2. Dünya Savaşı sürerken ABD`nin Japonya`nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine attığı atom bombalarıyla yaptığı insanlık dışı saldırının üzerinden 76 yıl geçti. Büyük katliam insanlık tarihinde unutulmaz bir leke sürmüş, katliamla birlikte adım atılan atom çağında insanlık nükleer denemeler, santrallar ve silahların gölgesinde yaşamak zorunda kalmıştır. Canlıların ve çevrenin sonunu getiren ölüm teknolojilerinin faaliyetlerine ise hala çare bulunamamıştır.
Emperyalist kapitalizmin acımasız ve korkunç yüzüyle 6 Ağustos 1945 günü Hiroşima`da karşılaşan insanlık, kâr ve güç uğruna yok etme hırsının varacağı son noktayı atılan atom bombasıyla görmüş; Hiroşima’da 140 bin kişi, 3 gün sonra Nagazaki`ye atılan atom bombası ile 80 bin kişi yaşamını yitirmiştir. Milyonlarca canlı maruz kaldığı radyasyon nedeniyle çeşitli sağlık sorunlarıyla mücadele etmek zorunda kalırken, kanser vakalarında inanılmaz artışın önüne geçilememiştir. ABD emperyalizmi, vahşi saldırısıyla amacının savaşı bitirmek değil, sürdüreceği sömürü savaşlarına bir adım önde başlamak olduğunu göstermiş, tüm dünyaya vermek istediği gözdağını attığı atom bombalarıyla fazlasıyla vermiştir.
Aradan geçen üç çeyrek asrı aşan zamanda uluslararası ilişkiler boyut değiştirirken, üstünlük kurma ve güvenlik stratejisinin bir aracı olan nükleer santrallar ve silah endüstrisi daha da yayılmıştır. Nükleer teknolojiye yönelik endişeler artmış, savaşsız bir dünyada, barış içinde yaşama arzusu ne yazık ki karşılıksız kalmıştır.
1968`de imzalanan ve 1970`de yürürlüğe giren BM Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması (NPT) ile ABD, Sovyetler Birliği, İngiltere, Fransa ve Çin‘e nükleer silaha sahip olma hakkı tanınırken, küresel sistem nükleer silaha sahip olan ve olmayan ülkeler olarak ikiye ayrılmıştır.
Türkiye ise nükleer silahsızlanmanın temel dayanağını oluşturan ve 1968`te imzaya açılan bu anlaşmayı 17 Nisan 1980 tarihinde onaylamıştır. Türkiye, anlaşmaya taraf olarak nükleer silaha sahip olmayacağı taahhüdünü vermiş, bunun karşılığında nükleer enerjiyi barışçıl amaçlarla kullanma açısından bazı avantajlar da elde etmiştir. Ancak AKP hükümetinin iktidarda olduğu 19 yıllık süreçte nükleer santrallar ve nükleer silahlara olan ilgi artmış, Mersin Akkuyu’ da nükleer santralın temelleri atılmış, Sinop`ta kurulması planlanan nükleer santral için de tüm itirazlara rağmen hazırlıklara başlanmıştır.
Nükleer teknolojinin enerji açığını kapatma bahanesiyle, barışçıl amaçlar için kullanılacağı söylemlerine karşılık, partili Cumhurbaşkanının nükleer silahların gerekliliği konusunda yaptığı açıklamalar asıl niyetin ne olduğunu ortaya koymuştur.
Küresel emperyalizmin Ortadoğu`da yarattığı çıkar savaşları tehlikelerine aldırış etmeden, dış politikada izlediği çatışmacı, şiddeti körükleyen söylemlerinin yanı sıra nükleer santral kurma inadında direten siyasi iktidar, nükleer silahlara sahip olma hayallerini gün geçtikçe büyütürken, uluslararası anlaşmaları da ihlal etmiş, ülkemiz ve bölge insanlığını tehdit eden ABD-NATO nükleer silahlarını bağımlılık ilişkileriyle ülkemizde barındırmaktan çekinmemiştir. Halkımızın ve aynı coğrafyada yaşayan tüm canlıların güvenliğini tehlikeye atarak siyasi tercihini yapmıştır.
Hiroşima katliamının 76. yıldönümünde, nükleer santrallar ve nükleer silahların barındırdığı tehlikeyi görmezden gelmenin, bir kaza ya da saldırı anında yaşanacak kırımın insanlığa karşı işlenen en büyük suçlardan birini oluşturacağını, sadece o bölge canlıları ve doğası için değil tüm dünyada yıllarca geri döndürülemez bir tahribata neden olacağını hatırlatıyoruz. Ülkemiz ve tüm dünya hükümetlerini barış içinde silahsız ve nükleersiz bir dünyada yaşamak için sorumluluğa davet ediyoruz.
AKP hükümeti ve kalan tüm ülkelerin, 7 Temmuz 2017`de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu`nda ezici bir çoğunlukla kabul edilen ve 22 Ocak 2021`de 50 ülkenin parlamentolarında onaylamaları ile yürürlüğe giren Nükleer Silahların Yasaklanması Antlaşmasını acilen imzalayarak meclislerinde onaylanmasının sağlamasını,
ABD-NATO nükleer silahlarının topraklarımızdan
derhal temizlenmesini istiyoruz.
Nükleer Karşıtı Platform (NKP) Bileşenleri olarak, ülkemizi ve komşularımızı açık hedef haline getirecek nükleer santral ve silahların ulusal itibarımızı artıracak teknolojiler olarak sunulmasını ve halkın yanıltılmasını kabul etmiyoruz. Küresel kapitalizm ve emperyalizme bağımlılık ilişkileri içinde ekonomik, sosyal, siyasal alanda yaşanan sıkıntıların arttığı, binlerce insanın yaşamını yitirmesine neden olan küresel salgın, iklim değişikliği, seller, yangınlar, terör, savaş ve göç felaketlerinin büyük acılarını yaşarken,
kaynakların kitle imha silahları yerine acilen kamusal ihtiyaçlar doğrultusunda kullanılmasını talep ediyoruz.
Barış içinde, tüm canlıların yaşam hakkının gözetildiği insanca yaşanacak bir çevrede, savaşsız, katliamsız, gelecek kuşaklara aktarılacak en büyük mirasın “Yurtta Barış Dünyada Barış” ilkesiyle nükleer santrallardan ve kitle kırım – çevre yıkım silahlarından arındırılmış bir dünya olduğunun altını çiziyoruz. Emek ve demokrasi güçleri olarak
sömürüsüz, eşit, özgür, adil bir dünya için mücadelemizi sürdüreceğiz.
Hiroşima ve Nagazaki saldırısını unutmadık, unutturmayacağız… Hiroşima ve Nagazaki`de yaşamını yitirenleri saygı ile anıyor; Japon halkının 76 yıldır dinmeyen acısını paylaşıyoruz. Başta ülke topraklarımızda muhafaza edilen nükleer silahlar olmak üzere, tüm dünyada var olan nükleer silahlar, nükleer santrallar ve insanlığın “yok etme” kültürüyle ürettiği bütün hayallerden vazgeçilmesi çağrımızı yineliyoruz.
Orhan AYBER İnşaat Müh. – İTÜ Cumhuriyet, 21 Temmuz 2021
Önce dünyadaki aşırı hava olaylarına göz atalım. Dünyanın gelişmiş ülkelerinde durum:
a)Almanya’daki sel felaketinde şu ana kadar 103 kişi yaşamını yitirdi ve yüzlerce kişi kayıp.
b)Japonya’da yaşanan sel felaketi çok kişinin yaşamını yitirmesine neden oldu.
c)Kanada’da aşırı hava sıcaklıklarından şu ana kadar 5 günde 486 kişi hayatını kaybetti.
d)Güney Afrika’da bazı eyaletlerde kuraklık nedeniyle ulusal felaket ilan edildi.
e)Katoliklerin ruhani lideri Papa Francis, Irma kasırgasının ABD, Meksika ve Karayipler’i vurmasının ardından “İklim değişikliğini reddedenler aptaldı” dedi. (AS: artık “iklim felaketi” kavramı kullanılmakta.)
f)Bir önemli uyarı da NASA’dan geldi. NASA direktörü Bill Nelson,
“Ayın çekim gücü, yükselen deniz ve iklim değişikliğinin bir araya gelmesiyle tüm dünyada sel felaketleri yaşanacak. Özellikle deniz kenarı kentler çok etkilenecek. Gerekli önlemler alınmazsa 2030 yılı dünya için çok risk taşıyor” dedi.
Bunlar iklim değişikliğinin neden olduğu aşırı hava olayları için seçtiklerim. İklim değişikliğinin en önemli nedenleri ormanlar. Önerim, ormanlar dünyanın ortak mülkü olmalı. Hiçbir ülke “Ben ormanlarımı tarla açmak amacıyla yok edebilirim” diyememeli, gerekirse BM öncülüğünde küresel bir irade oluşmalı ve ormanları koruma görevini üslenmeli. Tüm dünya devletleri özellikle büyük güçler şu savaş manevralarına ara vermeli, araba, otobüs, tren gibi bütün ulaşım araçlarının elektrikle çalışması için gerekli koşullar sağlanmalı. Dünyamızdaki bilim insanları deniz suyunun arıtılması için çok fazla gayret (AS: çaba) göstermeli.
İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ VE KÜRESEL KURAKLIK İLE İLGİLİ TÜRKİYE GERÇEKLERİ:
Şu gerçeği kabullenelim: Ülkemiz su fakiri bir ülkedir!
Meteoroloji Genel Müdürlüğü ülkemizde olağanüstü kuraklık tehlikesinden söz etti.
Yine Meteoroloji Genel Müdürlüğü Anadolu’da bazı bölgelerde yağışların %98 azaldığını söyledi.
İTÜ Meteoroloji Uzmanı Prof. Mikdat Kadıoğlu ise ülkemizde önümüzdeki yıllarda çok susuz geçecek dönemlerden söz etti.
NASA daha önceleri uzaydan yaptığı gözlemlerden Güneydoğu Anadolu’nun çok ciddi kuraklık riski taşıdığı konusunda ülkemizi uyarmıştı. Gerçekten hava durumu raporlarında o bölgelerin sürekli sıcak olduğuna ve yöredeki tüm göllerin kuruduğuna tanık oluyoruz.
Karadeniz Bölgesi’nde Rize’deki sel felaketinde ne yazık ki altı kişi hayatını kaybetti (AS: yaşamını yitirdi). Benim önerim, yağmur sularını barajlama sistemiyle toplayıp Konya ve İç Anadolu’nun kurak arazilerine yönlendirmek.
Bu konuda DSİ’de geçmişte çok büyük emekleri geçen efsane kadrolar göreve davet edilmelidir. Mesela Su Politikaları Derneği Başkanı Sayın Dursun Yıldız… Dursun Yıldız’dan sonra DSİ’de çok değerli, çok iyi yetişmiş kadroların yerine, kuraklığa karşı yağmur duasına çıkan kişiler göreve getirilmiştir!…
İstanbul en çok kuraklık riski taşıyan kentimizdir. Bugün İstanbul’un nüfusu yaklaşık 18 milyon (130 ülkenin nüfusundan çok).Ülkemizin ulusal çıkarları için İstanbul’un nüfusunu denetimli biçimde Anadolu’ya taşımalıyız. İstanbul’u bekleyen çok büyük bir tehlike de deprem. Depreme bu aşırı nüfus ve bölgede yoğunlaşmış sanayi tesisleriyle yakalanırsak sonuçları çok ağır olur. Bilim insanımız sayın Celal Şengör’e göre ulusal bağımsızlığımız bile riske girebilir.
Son zamanlarda ülkemizde altın arama bahanesiyle ormanlarımız yok ediliyor. Ormanlarımızın katledilmesine kesinlikle göz yummayalım. Bu ülke halkı kısa zaman sonra ormanlarının altından, paradan daha değerli olduğunu anlayacaktır. Sözlerimi bir Kızılderili reisinin şu uyarısıyla sonlandırıyorum:
“Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda son balık tutulduğunda beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak.”
Ülkemizde şu anda 7-8 milyon olduğu kestirilen yabancıları geri gönderme koşullarını arayalım. 250 bin Dolar vererek Türk vatandaşı olmayı yasaklayalım.
Türk vatandaşlığı parayla satılmaz, satılmamalı. Ben buna şiddetle karşı çıkıyorum.
Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşlığı parayla satılamaz.
Ne kadar geri kalmış veya geri bırakılmış ülkeler varsa oradan kaçanlar T.C. vatandaşı olmuş!..
Covid-19 salgını, ulusal sınırlar üzerinde yükselen küresel sistemlerimizin ne kadar kırılgan olduğunu ve bu kırılmaların yaşamlarımızı ne kadar derinden etkileyebildiğini hepimize gösterdi. Şu anki zorluk ve endişe ortamında genel konulara odaklanmak kolay olmasa da, ekonomik ve toplumsal sistemlerimizin yapısal sorunlarını, bunların çözüm yollarını ve daha iyi bir gelecek için yapabileceğimiz şeyleri düşünmemiz gerekiyor. Bu yazıda, mevcut gıda sistemlerimizi ve sorunlarını özetleyecek ve gıda güvencemizi temin edecek çözümlere ilişkin önerilerimi paylaşacağım.
Küresel Covid-19 salgını ve beraberinde gelen sarsıntı tümüyle beklenmedik değildi. Aralarında H1N1, H5N2 ve H5Nx, Ebola, Zika, SARS ve MERS-Cov’un da bulunduğu zoonoz (hayvanlardan insana bulaşan) hastalık salgınları son yirmi yıldır daha fazla görülmeye başlanmıştı. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) ve Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) dahil, pek çok kuruluş ve araştırmacı yıllardır yeni pandemilerin ortaya çıkabileceğini ve büyük ekonomik hasarlara yol açabileceğini öngörüyor ve uyarılar yapıyorlardı. Covid-19 sonrası dönemde de yeni salgınlarla veya ekolojik/siyasi kaynaklı krizlerle karşılaşma olasılığımız yüksek.
Kriz tanımı neden önemli?
Küresel ve yerel düzlemlerde yaşanan sorunları betimlerken, pek çok kişiyi rahatsız etme riskini de göze alarak “kriz” tanımlamasını kullanıyorum. Zira milyonlarca insanı öldüren, sakat bırakan, evlerinden ve yurtlarından eden bitmek bilmez çatışmalar küresel, bölgesel ve yerel düzlemlerde siyasal krizlere işaret ediyor. Siyasal etkenlerle de bağlantılı olarak, büyük kitleleri işsizlik, açlık ve yoksulluğa mahkum eden ekonomik ve sosyal krizler yaşıyoruz. Bir yandan da türlerin yok oluşu, habitat kaybı, çevre kirliliği ve iklim değişikliği gibi çeşitli veçheleri olan bir ekolojik krizin tam ortasındayız. Özellikle iklim değişikliği, gezegendeki bütün yaşam formlarıyla birlikteinsanlığın bekasını tehdit ediyor. Bunların hepsinin ötesinde kendimizle, birbirimizle ve doğayla ilişkilenme biçimimizi, düşünüş, davranış ve üretim kalıplarımızı kapsayan bir “uygarlık krizi”nden bahsetmek de giderek daha anlamlı hale geliyor.
Gıda konusu insan yaşamının bireysel, sosyal, kültürel, ekonomik ve ekolojik alanlarının tümüyle yakından ilişkili. Nitelikli gıdaya erişim, biyolojik ve toplumsal yaşamlarımızın sürmesi için en temel ihtiyaçlarımız arasında. Tarımsal üretim ve tedarik sistemleri birçok insan için geçim kaynağı ve anlamlı çalışma alanları sağlıyor. Gıdanın üretim, dağıtım, tüketim ve atık süreçleri doğal çevreyle en büyük etkileşim cephemizi oluşturuyor. Dolayısıyla, özellikle de bu krizler çağında, gıda sistemlerimizin yapısal sorunlarını anlamamız ve sürdürülebilir çözümler geliştirmemiz hayati önem taşıyor.
Gıda zincirleri, hayvancılık, hastalıklar
Mevcut durumun anlaşılması için küresel düzlemde etkin olan iki üretim-dağıtım paradigmasını anlamamız ve karşılaştırmamız yararlı olacaktır: (1) küçük ölçekli üretim birimlerinin ve yerel pazarların ağırlıkta olduğu köylü gıda ağı ve (2) büyük şirketlerin denetiminde gerçekleşen tek tip tarımsal üretim, yoğun gıda işleme ve yaygın dağıtım kanallarıyla tanımlı endüstriyel gıda zinciri.
Bağımsız bir izleme kuruluşu olan ETC Group’un, çok sayıda araştırmanın kapsamlı bir değerlendirmesine dayalı, 2017 tarihli “Who Will Feed Us?”¹ (Bizi Kim Besleyecek?) başlıklı raporu, bu iki sistemle ilgili olarak şu çarpıcı olguları gözler önüne seriyor:
‘Köylü gıda ağı’ dünya nüfusunun %70’inden fazlasını beslerken tarım arazilerinin %25’inden daha azını, tarım için harcanan suyun %20’sinden daha azını ve fosil yakıtların yaklaşık %10’unu kullanıyor. Endüstriyel gıda zinciri ise dünya nüfusunun %30’undan azına yiyecek sağlamasına karşın, tarım arazilerinin %75’ini, tarımsal suyun en az %80’ini ve fosil yakıtların yaklaşık %90’ını kullanıyor.
Endüstriyel gıda zinciri her yıl 75 milyar ton yüzey toprağının ve 7,5 milyon hektar ormanın yok olmasına neden oluyor. Oysa köylü gıda ağı toprağa ve ormanlara çok daha az zarar veriyor, ayrıca bitkilerden hayvanlara, balıklardan ormanlara kadar biyolojik çeşitliliği, endüstriyel zincire kıyasla 9 ila 100 kat daha fazla destekliyor.
Endüstriyel gıda zinciri tarımsal kaynaklı sera gazı salımlarının yaklaşık %90’ını gerçekleştirerek iklim değişikliğine büyük ölçüde etki ediyor.
Tüketicilerin endüstriyel zincirdeki ürünlere ödedikleri her 1 dolara karşılık toplum, zincirin yarattığı sağlık ve çevre zararları için 2 dolar daha ödüyor. Zincirin doğrudan ve dolaylı maliyetleri, dünya hükümetlerin yıllık askeri harcamalarının 5 katına karşılık geliyor.
Zoonoz (hayvanlardan insanlara geçen) salgınlarının son yıllarda artış göstermesinde endüstriyel hayvancılığın dünya genelinde yaygınlaşmasının önemli bir rolü var: “[Zoonoz] hastalıklar, yaban hayvanları da dahil çeşitli hayvanlardan genetik yönden tek tip olan çiftlik hayvanlarına geçer ya da gıdalar yoluyla yayılır. UNEP’e (Birleşmiş Milletler Çevre Programı) göre, eğer küresel bir salgın başlarsa bu trilyonlarca dolara mal olacaktır.” (sayfa 31)
Doğru politika ne olabilir?
Salgın hastalıkların artmasında endüstriyel şirket tarımının etkisi birçok başka çalışmada da ortaya konuyor. Big Farms Make Big Flue (Büyük Çiftlikler Büyük Gripler Yaratır, 2016) kitabının yazarı evrimsel biyolog Rob Wallace gibi pek çok bilim insanı, yüksek yoğunluklu endüstriyel hayvan çiftliklerinin bu tür hastalıkların gelişmesi ve yayılması için ideal ortamlar sağladığını söylüyor. Wallace ayrıca, endüstriyel tarıma yer açmak için ormanların ve yabanıl yaşam alanlarının daraltılmasının, daha önce yalıtılmış durumda olan patojenlerle etkileşimimizi artırdığı tespitini yapıyor. Wallace’ın sözleriyle “virüslerin artması gıda üretimiyle ve çok uluslu şirketlerin kârlılığı ile yakından bağlantılıdır. Virüslerin neden daha tehlikeli hale geldiğini anlamayı hedefleyen herkes, endüstriyel tarım modelini ve özelde endüstriyel hayvancılığı araştırmalıdır.”²
Sonuç olarak endüstriyel gıda zinciri, 70 yıldır büyük teşviklerle uygulanmasına rağmen, en az 3.9 milyar insanın aç kalmasına ya da yetersiz beslenmesine engel olamıyor. Üstelik doğaya ve toplumlara olan maliyetleri gezegendeki yaşamı büyük krizlerin eşiğine getirmiş bulunuyor. Uzun tedarik zincirlerine bağımlı olan yapısıyla, kriz zamanlarında insanların gıda ihtiyacına etkin yanıt verme yeteneğinden yoksun olduğu da belli.
İklim değişikliği dahil önümüzdeki potansiyel krizler karşısında en gerçekçi seçeneğimizin, doğa-dostu tarımı ve yerel tedarik ağlarını önceleyen köylü gıda ağının geliştirilmesi olduğunu görüyoruz. “Who will feed us?” raporunda ifade edildiği gibi: “Doğru politikalarla, doğru toprak kullanımıyla ve köylülere tanınan haklarla, köylülerin öncülük ettiği agroekolojik stratejiler kırsal istihdamı ikiye hatta üçe katlayabilir, şehirlere göç baskısını ciddi şekilde azaltabilir, gıdaların kalitesini ve erişilebilirliğini önemli ölçüde geliştirebilir ve tarımsal kaynaklı sera gazı salımlarını %90 oranında azaltırken, açlığı da ortadan kaldırabilir.”
Tarımsal üretimle ilgili sıkça karşılaştığımız iki yaygın kanı var: (1) Küçük ölçekli köylü tarımının doğası gereği geri ve yeniliklere kapalı bir üretim tarzı olduğu ve (2) bu nedenle dünya nüfusunun ancak kimyasal girdilere ve biyoteknolojiye dayalı endüstriyel tarım yöntemleriyle beslenebileceği. Oysa dünya çapında yapılmış olan birçok araştırma bu varsayımların yanlış olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Örneğin Birleşmiş Milletler özel raportörü Olivier De Schutter’in, gelişmekte olan 57 ülkede yürütülen agroekoloji projelerinin sonuçlarını incelediği 2010 tarihli “Agroekoloji ve Gıda Hakkı“³ raporu, agroekoloji uygulamalarının üretimde %80 verim artışı sağladığı ortaya koyuyor. Örneğin 20 Afrika ülkesinde yürütülen yeni agroekoloji projelerinde 3 ila 10 yılda verimin ikiye katlandığı gözlenmiş. De Schutter raporunda şu kritik tespiti yapıyor: “Büyük ekim alanlarıyla, endüstriyel çiftliklerle açlık sorununu durduramayacağız. Çözüm, küçük ölçekli çiftçilerin bilgi ve çabalarını desteklemekte ve küçük çiftçilerin gelirlerini artırarak kırsal kalkınmaya katkı vermekte yatmaktadır.”
Agroekoloji: iyiye gidebilir miyiz?
Burada sözü geçen agroekoloji kavramını açmakta yarar var. Agroekoloji, endüstriyel gıda sistemlerinin karşısında ekolojik yönden duyarlı, sosyal ve ekonomik yönlerden adil olan, düşük maliyetli ve uygulanabilir üretim ve dağıtım modelleri geliştiren bir yaklaşımı ve bir sosyal hareketi anlatır. Tarımsal uygulamalar yönüyle, toprağa ve insan sağlığına zarar veren sistemik kimyasallardan uzak, toprağı, suyu, diğer tarımsal kaynakları ve biyolojik/tarımsal çeşitliliği koruyan ve geliştiren teknikler içerir. Onarıcı tarım, permakültür, organik tarım ve doğal tarım gibi yaklaşımlarla ve yenilikçi uygulamalarla uyumlu olan agroekolojik üretim yöntemleri, çiftçilerin girdi maliyetlerini düşürmenin yanı sıra, orta ve uzun vadede verim artışını ve hasat istikrarını da beraberinde getirir.
Dünya Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) yıllardır agroekolojinin ve bunun bir bileşeni olarak aile çiftçiliğinin önemini vurguluyor. FAO’nun 2019 verilerine göre dünyadaki çiftliklerin %90’ından fazlası bireylere veya ailelere ait. Bu çiftlikler dünyanın gıdasının yaklaşık %80’ini üretiyor ve ürün çeşitlilikleriyle gezegenin gıda güvenliğine en büyük katkıyı veriyor. FAO’ya göre aile çiftçiliği, (1) sosyoekonomik, çevresel ve kültürel bakımdan stratejik öneme sahiptir, (2) küresel gıda güvenliği ile bağlantılıdır, (3) geleneksel gıdaların ve tarımsal çeşitliliğin korunmasına ve doğal kaynakların sürdürülebilir kullanımına katkıda bulunur ve (4) yerel ekonomilerin canlanmasına imkan verir. Ülkemizde henüz yeterince yankı bulamamış olan önemli bir bilgi de, Birleşmiş Milletler’in 2019-2028 arasını “Aile Çiftçiliği On Yılı” ilan etmiş olması.⁴
Bu veri ve olguları ortaya koyarken, köylü gıda ağı ve endüstriyel gıda zinciri olarak nitelenen üretim ve dağıtım tarzlarının görece ağırlıklarının ülkeden ülkeye farklılık gösterdiğini, Güney Yarımküre’de birincisinin, sanayileşmiş ülkelerde ikincisinin daha ağırlıkta olduğunu ifade etmek istiyorum. Bu üretim ve dağıtım modellerinin birçok yerde birbirine eklemlenmiş ve iç içe geçmiş olduğunu da, özel durumların bunların ortasında bir yerde durabileceğini de göz ardı etmiyorum. Ancak ne istediğimiz ve nereye yöneleceğimiz söz konusu olduğunda, küçük ölçekli üretim ve aracısız satış modelinin temelde kapitalizm dışı bir model olduğunu görmemiz yararlı olacaktır.⁵ Benzer şekilde, köylülüğü kültürel özellikler yerine, ekonomik özerklik ve yeni koşullara uyum arayışı ile tanımlı sosyoekonomik bir kategori olarak görmek verimli bir algı sunacaktır.⁶
Türkiye’de durum
Türkiye’de tarımın ve gıda güvenliğinin iyiye gitmediğine yönelik pek çok veri var. 1980’lerde ve 2000’lerde iki büyük dalga halinde gelen, 2010 sonrasında da devam eden neoliberal dönüşüm uygulamaları, kırsal nüfusun azalmasına yönelik politikalar ve yasal düzenlemeler ülke genelinde sürdürülebilir üretimin gerilemesine ve dış girdilere bağımlı endüstriyel tarımın payının artmasına sebep oldu.⁷
Ancak bulunduğumuz noktada “köylü kalmadı, tarım bitti” gibi hazır değerlendirmelerin ötesine geçmemiz, mevcut kapasite ve potansiyelin değerini bilmemiz ve bunları büyütmeye odaklanmamız gerekiyor. Zira, Batı ülkelerinin çoğundan farklı olarak, Türkiye’de hâlâ sağlıklı ekosistemler, kadim üretim havzaları, geleneksel üretime ilişkin bilgi ve becerileri yaşatan insanlar var. Genç nüfusun fazlalığı ve son yıllarda kırsala dönüş eğiliminin artmış olması da avantaja dönüşebilir.
Etkin değişimin parçası olmak
Türkiye’de ve dünyada kırsalın mevcut koşullarını ve potansiyelini değerlendirirken, köylülüğün tarih boyunca feodal, emperyal ve son olarak kapitalist baskılar altında sosyal, ekonomik ve kültürel yönlerden zayıflatılmış olduğunu da göz önünde bulundurmamız gerekir. Köylü gıda ağına dayalı yeni bir gıda sistemi derken ‘alışıldık köylülük’ kalıplarının ötesinde, değişen iklim ve toplum koşullarına uyum sağlayan, yeniliklere açık, emek sömürüsünden uzak ve doğa dostu bir üretim tarzından ve yerel ekonomileri önceleyen kısa tedarik ağlarından, yani agroekolojik bir gıda sisteminden söz ediyoruz.
Geldiğimiz bu yaşamsal dönemeçte, şirketlerin kazancını önceleyen endüstriyel tarım ve kitlesel dağıtım zincirlerine güç vermeyi bırakıp agroekolojik gıda ağlarımızı örmeye başlamalıyız. Burada öncelikli hedefin küçük üreticilerin ekonomik ve sosyal yönden güçlenmeleri olması gerektiğini düşünüyorum. Üreticilerin toplumla etkileşimlerini artırarak bu temeli güçlendirdiğimizde, üretim kooperatifleri gibi daha kapsamlı ve yapılandırılmış araçlar da sağlıklı şekilde gelişecek ve çoğalacaktır.
Bu noktada hepimizin yapabileceği şeyler var. Öncelikle, bütün çözümleri bizi temsil ettiğini düşündüğümüz yapılardan beklemenin ve istediğimiz şeyleri yapmadıklarında kızıp söylenmenin ötesine geçmemiz gerekiyor. Kişisel ve kamusal alanlar arasında bir süreklilik ve etkileşim olduğunun bilinciyle, değişimin etkin bir parçası olmalıyız. Temsil yapılarını yönlendirmek ve yenilerini kurgulamak da dahil, her türlü yolla yaşama “etki etmeyi” öncelemeliyiz.
Bireyin rolü
Salt birey olarak bile çok şey yapabiliriz. Gıdamızı seçerken, fiyatının yanı sıra, nereden geldiğini, üretiminin nelere mal olduğunu ve ödediğimiz paranın nereye gittiğini de ölçüt olarak aklımızda tutabiliriz. Organik sertifikalı ürünler önemli bir seçenek olmakla birlikte, bazılarının üreticiyi ve doğal çevreyi yeterince gözetmeyen kanallardan gelme olasılığını da göz önünde bulundurmalıyız. Ekolojik pazarlar, üretici pazarları, gıda toplulukları, kooperatifler veya küçük işletmeler yoluyla tanıdığımız üreticilerin ürünlerini tercih edebiliriz. Bu üreticilerle temas kurabilir, onları, ailelerini, çevrelerini yakından tanıyabilir, üretim alanlarını ziyaret edebilir, karşılıklı yardımlaşma ve destek içine girebiliriz. Bu bizi zaman içinde daha fazla üretici ile tanıştıracak, sosyal yaşantımızı geliştirecek, köylerde ve çiftliklerde zaman geçirme imkanlarımızı da artıracaktır.
Keyif almak dahil ihtiyaçlarımızı ihmal etmeden, daha az ve öz yemeye çalışabiliriz. Uzun mesafelerden gelen, mevsim dışı ürünler yerine yerel ve mevsiminde ürünleri tercih edebiliriz. Endüstriyel et ve süt ürünlerinin ve kimyasal katkılarla işlenmiş ürünlerin tüketimini sınırlandırabilir, böylece sağlıklı ürünlere erişmenin getirebileceği ek maliyetleri de telafi edebiliriz. Uzun vadede sağlığımızın korunması ve gelişmesi ile sağlık maliyetlerimiz de büyük olasılıkla azalacaktır.
İmkanlarımız dahilinde kendi gıdalarımızı üretebilir ve işleyebiliriz. Bu bir balkonda, bir ev veya site bahçesinde veya bir çatıda küçük ölçekte sebze yetiştirmek olabileceği gibi, evde yoğurt, ekmek, turşu, sirke, sos yapmak da olabilir. Eğer kırsala yerleşme imkanımız varsa, doğayla uyumlu yaşam ve üretim alanları oluşturmak için agroekoloji, permakültür gibi konularda bilgi ve becerilerimizi artırabiliriz. Yakın çevremizdeki yenebilir yabani otları tanıyabilir, sorumlu toplayıcılık becerilerimizi geliştirebiliriz.
Gıda topluluklarına ve tüketim kooperatiflerine katılabilir, yenilerini kurabiliriz. Kolektif mahalle bostanlarına katılabilir, yenilerini oluşturmak için harekete geçebiliriz. En basitinden komşularımız, akrabalarımız, dostlarımız veya iş arkadaşlarımızla küçük gruplar oluşturup güvendiğimiz üreticilerden toplu alımlar yapabilir, böylece nakliye maliyetlerini de azaltabiliriz. Güvendiğimiz üreticilerle sezonluk anlaşmalar yaparak topluluk destekli tarım uygulamaları başlatabiliriz.
Kurumlar ne yapabilir?
Doğa ve insan dostu gıda üretimi ve aracısız erişim ile ilgili bilgiler sunan kaynakları derleyebilir, birebir iletişim veya sosyal medya yoluyla bunları paylaşabilir, iyi uygulamaların yayılmasına katkı verebiliriz. Farkındalık ve değişim için çalışan sivil toplum kuruluşlarına, gruplara, kooperatiflere katılabilir, çalışmalarına destek verebiliriz.
Yerel yönetimlerde veya kamuda çalışıyorsak ve kırsal alan, tarım ve gıda ile ilgili kararlara etki edebilecek bir konumdaysak, agroekolojik üretimi desteklemek ve endüstriyel tarım yatırımlarına verilen destekleri sınırlamak için çalışabiliriz. Konumumuzun resmi sınırlarına takılmadan, sırf insani etkileşimlerimizle bile kurum içindeki politika ve kararlara etki edebiliriz.
Bu noktada yerel yönetimlerin üretici pazarları açması ve bunları tüketiciler ve sivil toplumun katılımıyla yönetmesi acil bir öncelik olarak ortaya çıkıyor. Üretici pazarları küçük üreticilerin sahip olduğu muafiyetlerin avantajını kullanır ve diğer satış araçlarında söz konusu olabilen ek bürokratik ve mali yükleri içermez. Ayrıca, üreticiler ve tüketiciler arasında yakın temas ve dayanışma ilişkileri kurulması için uygun koşullar yaratırlar. Covid-19 salgını gibi yaygın ekonomik düzenin ve uzak tedarik zincirlerinin işleyişinin riske girdiği durumlarda, yerel üretici pazarları gıda güvenliğinin sağlanmasının önde gelen araçlarından biri olacaktır.
Kalkınma ajansları ve fon sağlayıcılar agroekolojik üretim ve dağıtım sistemlerini destekleyen strateji ve programlar geliştirebilir, bu yöndeki çalışmaları teşvik edebilirler. Tarım ve gıda alanında çalışan STK’lar küçük üreticilerin ekonomik, sosyal ve teknik yönden güçlenmesini hedefleyen projeler yürütebilirler. Tüketim kooperatifleri (pek çok yeni nesil kooperatifin yaptığı gibi) doğaya ve insan sağlığına duyarlı üreticilerle çalışabilirler. Tedarik ettikleri her ürün için üreticinin iletişim bilgilerini herkese açık hale getirebilirler. Üreticilere bu şekilde görünürlük sağlanması, ürünleri ve fiyatlarıyla ilgili kendilerini anlatabilmelerine ve tüketicilerle temas edip dayanışma içine girmelerine imkan tanır.
Yiyecek hizmeti veren lokantalar, oteller, okullar ve benzeri işletmeler mutfak girdilerini olabildiğince yerel kaynaklardan ve küçük üreticilerden temin edebilirler. “Ekolojik menüler” hazırlayabilir, sunulan yemeklerle birlikte içindekilerin kaynağıyla ilgili bilgileri de sunabilirler.
Değişim adımları
Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de, bu yöndeki çabalarda sıfır noktasında değiliz. Onlarca yıldır süregelen topluluk destekli tarım, gıda topluluğu, ekolojik pazar, üretici pazarı, katılımcı güvence sistemi ve tüketici kooperatifi deneyimlerimiz var.⁸
Bu deneyimler bize, gıda üzerinden başlayan etkileşimlerin üreticiler, tüketiciler, araştırmacılar, akademisyenler, sivil toplum mensupları, gıda topluluğu gönüllüleri ve karar vericiler arasında dayanışma ağlarının oluşmasına katkı verdiğini gösterdi. Tabandan beslenen bu hareketler artık uluslararası kurumlara de etki ediyor. BM İnsan Hakları Konseyi’nin Aralık 2018’de ‘Köylüler ve Kırsal Alanda Çalışan Diğer Kişilerin Hakları Bildirgesi’ni kabul etmesi, FAO’nun aile çiftçiliğini ve agroekolojiyi giderek daha fazla destekler hale gelmesi bunun göstergelerinden birkaçı.
Güncel Covid-19 kriziyle birlikte yerel gıda sistemlerine ve üretici-tüketici temasına dayalı çözümlerin giderek daha önemli hale geleceğini öngörebiliyoruz. Çin’in salgın nedeniyle önlemlerini sıkılaştırdığı 24 Ocak 2020 tarihini izleyen bir aylık süre zarfında, ülkedeki konvansiyonel çiftliklerin satışları büyük oranda düşerken topluluk destekli tarım faaliyetleri büyük artış gösterdi. Bu dönemde örneğin Pekin’deki Shared Harvest CSA Farm’dan yapılan siparişler %300 oranında arttı.⁹
Bu kritik dönemde hepimiz, yalnız olmadığımızı ve kurumsal yapıların da biz insanlardan oluştuğunu unutmadan, gıda sistemimizde tabandan bir değişim yaratmak için yaşam tarzımızı ve ilişkilerimizi yeniden kurgulamalıyız. Önümüzdeki süreçte zorlukları atlatmamızı sağlayacak ve bize yeni dünyaların kapılarını açacak olan çözümleri bizden başka kimse yaşamageçirmeyecek.
————–
¹ Rapora ulaşmak için: https://www.etcgroup.org/sites/www.etcgroup.org/files/files/etc-whowillfeedus-english-webshare.pdf
⁵ Bkz. Boratav, Korkut (1980). Tarımsal Yapılar ve Kapitalizm. İmge Yayınları.
⁶ Örneğin bkz. van der Ploeg, Jan Dauwe (2009). The New Paesantries. Earthscan.
⁷ Türkiye’de tarımın dönüşüm ile ilgili detaylı bir çalışma için bkz. Keyder, Çağlar ve Yenal, Zafer (2013). Bildiğimiz Tarımın Sonu. İletişim Yayınları.
⁸ Konuyla ilgili bilgilere ve mevcut girişimlere ulaşmak için bazı kaynaklar:
Prof. Dr. Murat ARSLAN İstanbul Veteriner Hekimler OdasıYönetim Kurulu Başkanı Cumhuriyet, 16.10.19
Küresel güçler, artan dünya nüfusunu ve açlık tehlikesini bahane ederek endüstriyel tarımı kuralsız ve acımasız bir şekilde dayatmışlardır.
Dünya Gıda Günü bu yıl Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) kuruluşunun 74. yıldönümünde kutlanacaktır. Her yıl bir tema ile kutlanan günün bu yılki teması “sıfır açlık” olarak belirlenmiş ve bu amaca ulaşmak için eylemlerin artırılmasına yönelik çağrıda bulunulmuştur.
FAO’un küresel bir açlık ve sağlık sorununu işaret ederek dikkat çektiği konular değerlendirildiğinde, özet olarak giderek azalan ürün çeşitliliğine ve işlenmiş gıda, et ve öbür ürünlerin tüketiminde görülen artışa dikkat çekilmektedir. FAO’nun bu belirlemeleri çok doğru olmakla birlikte eksikleri bulunmaktadır. Yani azalan ve bozulan bitkisel ve hayvansal gıdaların sebepleri ya da sorumluları konusuna hiç girilmemiştir. Yalnızca yorum yapılırken “Tarımsal üretimden işlemeye ve perakende satışa kadar, gıda sistemlerimizin şu anki işleyişinde tahıllar gibi ana tarım ürünlerine öncelik verildiğinden, taze ve yerel gıdalar için yeterli alan kalmamaktadır. Gıda üretimindeki artış, iklim değişikliğiyle de birleştiğinde biyolojik çeşitliliğin hızlı bir şekilde yitirilmesine neden olmaktadır.” denilmektedir.
Hep aynı isimler Oysa bu yorumun açıklaması “önceliği kâr olan uluslararası gıda firmalarıgetirisi yüksek birkaç ürüne yönelmekte, öbür ürünlerin yok olmasına neden olmaktadırlar” şeklinde daha gerçekçi durmaktadır. Gerçekten de günümüzdeki yemek alışkanlıkları hızla değişmekte ayaküstü atıştırılan birkaç besin çeşidini geçmemektedir. Bu besin maddelerinin üreten ve ya pazarlayan firmalara bakıldığında ise bütün dünya da aynı isimler karşınıza çıkmaktadır. Yani daha çok üretim daha fazla tüketim ve sonuç olarak daha fazla kâr her zaman öncelik olmaktadır. Oysa ki, ürün çeşitliliği sağlıklı beslenme ve çevrenin korunması açısından hayati önem taşımaktadır. Küresel güçler, artan dünya nüfusunu ve açlık tehlikesini bahane ederek endüstriyel tarımı kuralsız ve acımasız bir şekilde dayatmışlardır. Farklı stratejilerle ülkelere dayatılan bu tarım sistemi gelenekseli, yereli hedef almış, binlerce yıllık üretim alışkanlıklarını hızlı bir şekilde tahrip etmiştir. Dayatılan bu politikaların getirdiği tehlikeleri ilk görenlerden biri ilk gıda uzmanlarından olan veteriner hekim Osman Nuri Koçtürk’tür. Koçtürk, zeytinyağı yerine soya yağını, süt yerine süt tozunu özendiren politikaların geleceği noktayı o günlerde görmüş ve her türlü baskıya karşın yetkilileri sürekli uyarmıştır. Ancak her türlü dirence karşı hazırlıklı olan uluslararası gıda kartelleri öyle görünüyor ki, kesintisiz planlarını uygulamaya devam etmektedirler. Bu durum tüm dünyada eşzamanlı sürmektedir.
Yöntem olarak, pazar olarak hedefledikleri ülkelerde yerli üreticilerin üretimi terk ederek göçe zorlanması, meraların amacı dışında kullanımına izin verilmesi, ithalat, yerel bitkisel ve hayvansal ürünlerin yok edilmesi ve sonrasında dışa bağımlı bir pazar oluşturulması klasiği kullanılmaktadır. Son on yıllardır benzer süreçler ülkemizde de yaşanmakta, geleneksel üretim kültürümüz daralmış, ithalat giderek yaygınlaşmıştır. Kırsaldan kente göç artmış, bunun sonucu olarak da özellikle büyük kentlerde sosyal, sağlık ve ekonomik sorunlar artmıştır. Sorunun çözümü için en etkili yol, merkezi hükümetin uzun soluklu tarım, hayvancılık ve gıda politikaları uygulamalarından geçmektedir. Vatandaşı sağlıklı ve yeterli gıdaya ulaştırmak anayasal olarak devletin ve uygulayıcı olarak da merkezi hükümetlerin görevi olmasına karşın halk ekmek, halk süt gibi kimi uygulamalarla yerel yönetimler de bu konuda inisiyatif almaya başlamışlardır. Yerel yönetimlerin sosyal belediyecilik anlayışında son yıllarda hizmet çeşitliliği oluşmuş, temel altyapı, sosyal ve kültürel hizmetler yanında özellikle güvenilir ve yeterli gıdaya ulaşmada aracılık yapması vatandaşa dokunmanın en önemli yolu olmuştur. Bu refleks, artan gıda fiyatları ve güvenli gıda konusunda yaşanan sorunlar nedeniyle halkta önemli karşılık bulmaktadır. Yerel yönetimler bu işlevleriyle günümüzde kalkınma süreçlerinde de anahtar aktörler haline gelmişlerdir. Bu rolleri sayesinde yerel yönetimler bir yandan üretimin artmasına katkıda bulunarak yerli üreticiyi güçlendirmekte, bir yandan da kaynakların ve çevrenin korunmasına katkı sağlamaktadırr. Bu yönüyle bakıldığında merkezi otoritenin yerel yönetimlerle işbirliği yapmasının güvenli ve yeterli gıda konusunda elini güçlendireceği açıktır.
En stratejik konu Sonuç olarak; yaşadığımız coğrafya hayvansal ve bitkisel gıdaların üretimi konusunda gerekli koşulları taşıyan avantajlı bir konuma sahiptir. Geleceğin en stratejik konusu olduğu değerlendirilen yeterli ve sağlıklı gıda konusunda, sürdürülebilir bir gıda politikasıoluşturmaları, başta obesite olmak üzere, yaşattığı sosyal, sağlık ve ekonomik sorunlar konusunda önlemler alınması artık ertelenemez bir gerekliliktir. Dünya Gıda Günü ruhuna uygun olarak sıfır açlık ve sağlıklı gıda temini için tüm kurum ve kuruluşların eylem içinde olması toplumda önemli bir beklentidir. Bu çerçevede seçim sürecinde de sürekli dile getirilen vatandaşa yeterli ve ucuz gıda sağlanması konusunda yerel yönetimlerin inisiyatif alması için gereksinim varsa mevzuat ve kurum içi düzenlemeler geciktirilmeden yapılmalıdır.
(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)
TMMOB Makina MühendisleriOdası (MMO), “Sanayinin Sorunları” bülteninin şubat sayısını, tarımdayaşanan sert düşüşlerin imalatsanayisi alt dallarına etkisine ayırdı. İktisatçı- yazar Mustafa Sönmez’in katkılarıyla hazırlanan Rapor, tarımı çökerten politikaların sonuçta katı bir gıda enflasyonu sorunu yarattığını vurgulayarak, başta gıda-içecek sanayisi olmak üzere tarımla ilişkili sanayi dallarının da olumsuz etkilendiğine dikkat çekmekte. Bugünkü yazımda söz konusu raporun bulgularını sizlerle paylaşmak arzusundayım.
Bilindiği üzere, TÜİK’in verilerine göre ocak ayında (2019) yıllık enflasyon oranı tüketici fiyatlarında %20.4’e, üretici fiyatlarında ise %32.9’a ulaştı. Ocak ayında enflasyonda en yüksek artış aylık bazda %6.4’lük artış ile gıda sektöründe gerçekleşti. Bu artış, ocak ayında 2003 yılından bu yana, yani son 16 yıldaki en yüksek düzey olarak gözlenmekte. Fiyatı en çok artan 25 ürün sıralamasında ilk 9 sırada yaş sebze ve meyve ürünleri yer aldı. İlk 15 ürünün 12’si sebze ve meyve ürünleri oldu.
Gıda enflasyonundaki artış kuşkusuz son bir iki ayın değil yıllardan beri tarımda biriken ve kronikleşen sorunların doğrudan sonucu. Önemli bir tarım ve hayvancılık potansiyeli olan Türkiye’de tarımın gerilemesi, AKP döneminde hızlandı. Tarıma önemli destekleri olan kamu kuruluşlarının Hazine’ye yük oluşturduğu gerekçesiyle özelleştirilmesi, tarımı önemli bir destekten mahrum bıraktı. Bunun yanında, hemen bütün Avrupa Birliği ülkelerinde tarıma destekler korunur ve yer yer artırılırken Türkiye’de, kamu maliyesinde mali disiplin sağlamak adına destekler azaltıldı. Desteklerin azalması ile birlikte, Kürt sorununa barışçı çözümler üretmek yerine “güvenlikçi” politikalardaki ısrar, bunun devamı olarak Güneydoğu-daki birçok köy ve mezrada zorunlu göç uygulamasına geçilmesi, can ve mal korkusu ile köylerin terki, tarımsal potansiyelin de körelmesi sonucunu yarattı. Tarım ve sanayide yatırımlarla beslenecek verimlilik artışlarına dayalı bir üretim planlaması yerine İstanbul kent rantıiştahına öncelik tanınması sonucunda tarım üreticisinin üretim motivasyonu da azaldı. Tarımsal faaliyetler önemli bir nüfus için geçim alanı olmaktan çıkarken, kırsal nüfus yaşlandı.
Tarımda yaşanan üretim gerilemeleri, bitkisel ve hayvansal ürünleri işleyen gıda ve içecek sanayisi başta olmak üzere, tarımsal sanayileri de olumsuz etkiledi. Bunların yanı sıra tarıma girdi veren yem, tarımsal ilaç, gübre, traktör gibi sektörler de tarımdaki gerilemeden olumsuz etkilendi.
Bu sorunlar T.C. Merkez Bankası’nın 2018 Üçüncü Çeyrek Enflasyon Raporu’nda da dile getirilmekteydi. TCMB Raporu, “Türkiye’de işlenmemiş gıda ürünlerinde zaman zaman ortayaçıkan arz açıklarının ani ve yüksek fiyat artışlarına sebebiyet vermesi esas olarak yapısal faktörlerden kaynaklanmaktadır.Bu noktada, etkin ve dinamikbir tarımsal üretim planlaması yapılamamasıönemli bir yapısal sorun olarakgörülmektedir.” biçimindeki yorumuyla tarımda süregelen yapısal sorunların özüne değinmekteydi.
2000’den bu yana tarım sektörünün milli gelirden aldığı pay %10.1’den, %5.7’ye; tarımda çalışan sayısı ise 7.7 milyon kişiden, 5.3 milyona geriledi. Tarım alanları toplamı ise 2003’teki 26 milyon hektardan, 2017’ye gelindiğinde 23.4 milyon hektara gerilemiş idi. Bu dönüşümler, emeğin tarımsal üretime katkısını artıracak daha yüksek katma değerli sermaye yatırımları veya teknolojik inovasyona dayalı verimlilik artışları aracılığıyla değil, doğrudan doğruya tarımsal üretimin çökertilmesi yoluyla yaşandı.
Makina Mühendisleri Odası’nın raporu yapılması gereken ilk adımın tarladan sofraya sorunları bir bütün olarak ele almak olduğunun altını çiziyor. Bu sorunların en başında yüksek girdi fiyatları, çiftçinin üretim iştahının kaybolması ve üretimi terk etmesi, pazarlama zincirindeki sorunlar nedeniyle ürünün tüketiciye pahalı ulaşması geliyor. Ürün kayıpları, iklim değişikliğine bağlı afetler, yıkıcı ithalatın yarattığı tahribat, üretici kooperatiflerinin yetersizliği konuları üstünde de durulması gerekiyor.
Bu sorunların tümünü kucaklayan bütüncül bir tarım ve sanayi politikasının oluşturulması ve kararlılıkla uygulanması ise, kuşkusuz, tarımın yanı sıra onunla ilişkili sanayi alt sektörlerini yeniden ayağa kaldırmanın da ön koşulları. (Cumhuriyet, 27.2.19)
=============================== Dostlar,
Köy biberi teröristliğini ısrarla ve şiddetini artırarak sürdürmekte (!)..
Bu gün bir büyük zincir markette kg’ı 16.90 TL idi..
İktidarın gözünden kaçtı korkarız. Meydanlarda dile getirilmiyor son günlerde nedense..
Oysa AKP için gündem oyunları bakımından bulunmaz bir fırsat..
İki noktayı paylaşmak uygun olacak :
İlki, azalmasına karşın, tarımsal nüfusun düştüğü son oranla %5,3’lük kesim, toplam ulusal gelirin %5,7’sini alabilmektedir; bu küçük de olsa tarımcılar lehine bir avantajdır..
İkincisi 6360 sayılı ve 31 Mart 2014’te yürürlüğe giren ve 14 yeni Büyükşehir kuran yasadır. Bu yasa ile 35 bin dolayındaki köy sayısı yarılanarak 18 bine yakın köy mahalleye dönüştürülmüştür. 2018 sonu TÜİK ADNKS verileriyle kentsel nüfus %92’3e fırlamıştır. Bu oran Singapur, Honkong gibi kent (şehir) devletleri bir yana bırakılırsa, dünyada en yüksek oranlardandır. Ancak gerçek sosyo-demografik durum böyle olmayıp, 18 bine yakın köy nüfusu, yasa ile “1 gecede kentli” kılınmıştır!? Dolayısıyla, tarımda makineleşme ve öteki girdilerde iyileşme nedeniyle yaşanan bir tarım sektörü çalışanı azalması söz konusu değildir; Sayın Yeldan’ın da vurguladığı üzere;
…Bu dönüşümler, emeğin tarımsal üretime katkısını artırcaak daha yüksek katma değerli sermaye yatırımları veya teknolojik inovasyona (AS: yenilik) dayalı verimlilik artışları aracılığıyla değil, doğrudan doğruya tarımsal üretimin çökertilmesi yoluyla yaşanmıştır…
Bir önceki yerel seçimleri izleyen gün 31 Mart 2014’te yürürlüğe sokulan bu yasanın, AKP iktidarınca Türkiye’ye dönük en büyük operasyon sayılabileceğini bu sitede birkaç kez yazdık daha önce. 18 bine yakın köyün tüzel kişiliğinin kaldırıldığını, dolayısıyla taşınmaz mülk edinme ehliyetlerinin kalmadığını ve bunların büyük ölçüde ilgili belediye ve kamu kurumlarına dağıtıldığını… mera – otlak – yaylak – su kaynaklarının köylünün elinden alındığını.. yazmıştık.
İşte 5 yıl içinde kısa – orta erimde, 6360 sayılı kökü dışarıda yasanın Türkiye’ye yaşattığı yıkıma bir örnek..
Türkiye’nin, başta AKP = Erdoğan olmak üzere geriye doğru çok ciddi bir muhasebe yapması kaçınılmaz.. Sözü edilen bu ciddi yasa vb. adımlarla toplumsal – ekonomik – kültürel – mali yaşamın adeta terörize edilmesinin kaçınılamaz acı sonuçlarıdır günümüzde yaşadıklarımız. Hiçbir biçimde halk üzerindeki olumsuz – yıkıcı ve somut sonuçlarını silmek olanaklı değildir.
AKP = Erdoğan, yıllardır kör gözüm parmağına inatla sürdürdükleri ağır ve zincirleme stratejik hatalarla ülkemize çok ağır ve bir bölümü dönüşümsüz bedel ödetmekteler kendilerinin de ödediği ve mutlaka ödeyeceği üzere.. Yeter ki “hilesiz” bir seçim olsun 3 hafta sonra..
İlk koşul da parmak boyama.. YSK mutlaka bu uygulamayı getirmelidir seçimlerde.
Sevgi ve saygı ile. 09 Mart 2019, Ankara
Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc Ankara Üniv. Tıp Fak. – Halk Sağlığı Uzmanı Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi www.ahmetsaltik.net profsaltik@gmail.com
SAĞLIKLI VE DENGELİ BİR ÇEVREDE YAŞAMAK ANAYASAL BİR HAKTIR
5 Haziran1972 yılında, BM Stockholm Konferansı`nda insanların çevre ile ilişkisi üzerinde durulmuş ve 5 Haziran, Birleşmiş Milletler tarafından Dünya Çevre Günü olarak kabul edilmiştir. Dünya Çevre Günü “Sadece bir Dünya var.” sloganı temeline dayanmaktadır. 1970`lerden 1980`e dek Dünya Çevre Günü Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) tarafından çevre bilincinin artırılmasına yönelik olarak değerlendirilmiştir.
– Ozon tabakasının incelmesi, – toksik kimyasallar, – çölleşme ve – küresel ısınmavb. konular her yıl tema olarak belirlenmiştir.
Geçmişten günümüze, dünyamızın çevre sorunları daha çok artmış ve su kirliliği, toprak kirliliği, iklim değişikliği, nesli tükenmekte olan canlı türlerinin sayılarında artış vb. birçok konu ortaya çıkmıştır. İklim değişikliği gibi büyüyen çevre sorunları doğal kaynakları da kısıtlamaktadır. Örneğin sera gazlarının artışıyla birlikte gelen iklim değişikliğiproblemi su kaynaklarına etki etmekte, azalan su kaynakları tarımsal üretime etki etmekte ve biyolojik çeşitliliği azaltmaktadır.
2018 yılı Dünya Çevre Günü`nün teması ise “plastik kirlilik ile mücadele” olarak belirlenmiştir.
Bu tema ile dünyada kullanılan plastik ürünlerin azaltılması da hedeflenmektedir.
Ülkemizde de plastik kullanımı her alanda yaygınlaşmış, plastik atıkların yönetiminde zorluklar oluşmuştur (UN Environment).
Belediyelerde toplanan atıkların, %30`u plastiktir. Türkiye`de farklı sektörlerde toplam
8 612 000 ton plastik tüketilmektedir. 1.800.000 ton plastik ambalaj piyasa sürülmekte ve bunun yalnızca 384.000 tonu toplanmaktadır. Plastik atıklarımızın toplanması, geri kazanılması sürecinin sağlıklı olmadığı sayılarla da ortaya çıkmaktadır. Bu plastikler topraklarımızda, derelerimizde, denizlerimizde birikmekte ve sağlığımızı tehdit etmekte, ekosisteme zarar vermektedir. Ambalaj plastiklerin kaynağında ayrı toplanması sağlanamamış, depozito yaklaşımı güçlendirilerek zorunlu hale getirilmemiştir.
2011 yılında 55 bin ton düzeyinde olan plastik atık ithalatı, 2017 yılında gelmiş geçmiş en yüksek miktar olan 205 bin tona ulaşmıştır. 2018’in ilk 2 ayında, geçen yılın neredeyse 1/3`ü kadar plastik ithalatı (dışalımı) yapılmıştır. Son 5 yılda salt atık plastik özelinde dış ticaret açığı toplamımız 128 milyon €`ya ulaşmıştır. İthal edilen karışık plastik atıkların %30-35`i ise geri dönüştürülebilecek nitelikte değildir..
Öte yandan, plastik kullanımını yaşamımızdan çıkarmamız gerekmektedir. Paketlenmiş su tüketimi, plastik pipet kullanımı, plastik çatal, bıçak, tabak gibi malzemelerin kullanımını azaltmak için her bir bireyin çaba harcaması gerekmektedir. Ambalaj Atıklarının Kontrolü Yönetmeliği ile 2019’da süpermarketlerde plastik poşet (torba) kullanımı ücretli hale getirilecektir. Bu düzenleme kesinlikle ertelenmemelidir.
Atık sektörünün kamusal bir gereksinimi karşıladığı gerçeğinden hareketle; kar amacı güden değil kamusal bir anlayışın yaşama geçirilmesi gerektiği göz önüne alınarak sektörün ve çevresel hizmetlerin Devlet tarafından desteklenmesi sağlanmalıdır.
Ülkemizin özellikle Ege, Marmara ve İç Anadolu bölgelerindeki dere ve göllerin tamamı kirlenmiştir. Bu dere ve göller, mevzuatımızda belirtilen 1. sınıf temiz yüzey suyu özelliğini yitirmiştir. Yapılan arıtma tesisleri yeterince denetlenmemekte, işletmesi sağlıklı yapılmamaktadır.
Büyük Menderes, Kızılırmak, Sakarya, Susurluk, Küçük Menderes, Gediz, Bakırçayı, Ergene nehirleri açık kanalizasyon haline dönüşmüştür.
Ankara`nın içinden geçen Ankara Çayı tehlikeli ve evsel atık taşıyan bir hale dönüşmüştür.
Bunun temel nedeni atıksu arıtma tesislerinin işletmelerde olmaması, var olanlarının çalıştırılmaması, yanlış işletilmesi ve denetimlerin yetersizliğidir.
Kent nüfusunun artışını özendiren, kentler arası rekabete dayalı kamu yatırımlarından vazgeçilerek; kente göç ile kentler arası göçün önüne geçen temel politikalar benimsenmeli. Kentsel ve kırsal yaşamda kamusal anlayış egemen olmalıdır.
Ülkemizde, entegre çevre yönetimi yaklaşımı uygulanmalıdır. Yatırım yapan ile denetleyen, izin veren aynı kurum olmamalıdır. Örneğin DSİ hem HES yatırımı yapmakta hem de HES`lere izin vermektedir. Öte yandan, Orman ve Su İşleri Bakanlığı ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı`nın su yönetimi ve çevre yönetimi konusunda ortak çalışma alanları ve ortak görevleri bulunmaktadır. Bu çelişkili durum yerine tek başına, bilimsel ve teknik altyapısı güçlü, çevre mühendisi istihdam eden, çevre yönetiminin bütün temellerini ve ilkelerini barındıran bir Çevre Bakanlığı Kurulmalıdır.
Sularımızın kirlenmesi engellemek için ülkemizde ekosistem odaklı atıksu yönetimine odaklanılmalı, her alıcı ortamın (dere, göl, deniz) kendi özgün koşulları değerlendirilerek, havza bazlı su yönetimi ve alıcı ortam esaslı deşarj standardına geçilmelidir.
İklim değişikliğine karşı kentlerimizin ve kırın hazırlıklı olması için uyum etkiliklerine başlanmalıdır. Uyum çalışmaları için kentlerde taşkınları önleyecek, sel felaketlerini önleyecek çalışmalar yapılmalıdır. 8 Eylül 2006 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan 2006/27 sayılı Başbakanlık Genelgesinde aşağıda belirtilen hususların yaşama geçirilmediği görülmektedir. 12 yıldır yaşama geçirilmeyen bu düzenleme acilen uygulanmalıdır.
• Madde 2: Çeşitli kullanım alanları oluşturmak maksadıyla derelerin üzeri, zaruri hallere münhasır olmak üzere DSİ Genel Müdürlüğünün izni alındıktan sonra gerçekleştirilecek işlemler hariç, kesinlikle kapatılmayacaktır. Bunun dışında dere yataklarında gerçekleştirilecek her türlü yapılar, ilgili kurum ve kuruluşlarca onaylı bir projeye dayandırılacaktır.
• Madde 4: Kamu kurum ve kuruluşlarınca, köprü altındaki su akış kesitinin daralmasına neden olan ve su akışını engelleyen yapılar yapılmayacaktır. Özel ve tüzel kişilerce yapılmak ve yaptırılmak istenen bu tür yapılara da kesinlikle izin ve ruhsat verilmeyecektir. İlgili kurumlarca yapılan denetimler sonucunda su akış kesitinin daralmasına neden olduğu belirlenen yapılar, imar mevzuatına göre mülki amirlerin sorumluluğunda yetkili belediye veya özel idare tarafından derhal kaldırılacaktır.
• Madde 13: 4373 sayılı «Taşkın Sulara ve Su Baskınlarına Karşı Korunma Kanunu» içinde gerek görülen tedbirler alınacak ve yasaklanan faaliyetlerin önlenmesi takip edilecektir.
10.05.1926’da yayınlanan Sular Hakkında Kanun ile ülkemizdeki su kaynaklarımız korunamaz, sürdürülebilir şekilde yönetilemez. Bu nedenle geçmişte başlayan taslak Su Kanunu, kamu yararı gözetir bir biçimde güncellenerek acilen yasalaştırılmalıdır.
Yeni Su Kanunu`nda iklim değişikliğinin etkilerini azaltmak ve uyumu sağlamak adına, “taşkın yönetim planlarında; önleme, koruma ve hazırlıklı olma ilkeleri gereğince, taşkın öncesi, esnası ve sonrasında alınması gereken yapısal ve yapısal olmayan tedbirlerin belirlenmesi, yerleşim yerlerinin imar planlarının hazırlanmasında taşkın tehlike haritalarını da içeren taşkın yönetim planları dikkate alınması; bu planlar ile belirlenen taşkın koruma alanlarının 3194 sayılı İmar Kanununda yer alan yeşil alan kullanımlarına ayrılması, taşkın koruma alanlarında, zorunlu sanat yapıları dışında hiçbir yapılaşmaya izin verilmemesi; bu alanlar ancak insanlar tarafından hızla ve kolaylıkla boşaltılabilen park, yeşil alan ve benzeri amaçlarla kullanılması, dere yataklarına doğal akışı veya akış yatağını olumsuz etkileyecek yapıların yapılmaması” koşulları getirilmelidir.
Koruma – kullanma anlayışının temel alınmadığı her yaklaşım ve proje çevrenin ve doğal yaşamın sürdürülebilirliğini olumsuz olarak etkileyecektir. Bu gerçekten hareketle; koruma-kullanma yaklaşımını temel alan, saydam, halkın katılımını sağlayan kanalların açık tutulduğu bir anlayışın kamu yönetiminde esas alınması tartışmasız olarak yaşama geçirilmelidir.
Doğal kaynak ve doğal yaşam alanlarının korunmasına, tarım ve orman alanlarının, mera, yaylak ve kışlakların amaç dışı kullanımının önüne geçilmesi, için gereken özen gösterilmeli ve doğanın tüm bileşenleri ile yaşamın önceliklendirildiği bir anlayışın benimsenmesi sağlanmalıdır.
TMMOB Çevre Mühendisleri Odası olarak, Genel Kurulumuzda alınan karar doğrultusunda, Dünya Çevre Günü, Ekolojik Yıkımla Mücadele Haftası olarak ele alınmakta, ekolojik yıkımın etkileri ve bu yıkıma karşı çözüm önerileri topluma aktarılmaktadır. Kuşkusuz, ülkemizde çevre yönetimi alanında güzel gelişmeler de yaşanmakta, düzenli depolama sahalarının, atıksu arıtma tesislerinin sayısı artmakta, altyapı güçlendirilmekte, ağaçlandırma faaliyetleri de yapılmaktadır. Ancak, bu gelişmelerin yanında,çevre kirliliği halen artmakta, mevcut orman dokusu yok edilmekte, çalışmayan atıksu arıtma ve içmesuyu arıtma tesisleri de bulunmakta; derelerimiz, havamız ve toprağımız kirlenmeye devam etmektedir.
Örneğin, Cumhuriyetin ilk yıllarında 44 milyon hektarla ülke yüzölçümünün yüzde %56`sını oluşturan mera ve çayır alanları, 2014 yılı verilerine göre 14,6 milyon hektara inerek %19`a gerilemiştir. Buna karşın çeşitli yasa önerileri ve mevzuat düzenlemeleri ile bu alanların da azaltılmasına neden olacak adımların önünün açılma potansiyeli yaratılmaktadır. Bizlere düşen görev, sorunları dile getirerek çözüme katkı vermek, toplumda ve kamu yönetiminde farkındalık yaratmaktır. Bu kapsamda, sorun alanlarına yönelik mevcut duruma ilişkin görüşlerimiz ve önerilerimizin bir bölümü bu Rapor ile derlenmiştir.
TMMOB Çevre Mühendisleri Odası
14. Dönem Yönetim Kurulu
TMMOB ÇEVRE MÜHENDİSLERİ ODASI DÜNYA ÇEVRE GÜNÜ – TÜRKİYE RAPORUYAYINLANMIŞTIR. Rapora ulaşmak için (31 sayfa): TMMOB_CMO_2018_Cevre_Raporu
TMMOB Çevre Mühendisleri Odası’na bu önemli ve değerli bilimsel raporları için teşekkür ederiz.
Rapordan bir paragraf (syf. 15) :
Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)‟nün 2018 yılı Dünya Sağlık İstatistikleri Raporunda iç ortam ve dış ortam hava kirliliğine bağlı ölümlerde yüz bin kişide 7 ölüm oranı ile en az ölüme sahip ülke Kanada‟dır. Türkiye ise iç ve dış ortam hava kirliliğine bağlı ölümlerde yüz bin kişide 47 ölüm oranı ile Avrupa Bölgesinde yer alan 53 ülke arasında en çok ölümün yaşandığı ülkeler arasında 22. sırada yer almaktadır. Avrupa Bölgesindeki ilk sırayı ise yüz bin kişide 7 ile Finlandiya ve İsveç almıştır. Bu sıralamada en son sırayı yüz bin kişide 129 ölüm ile Tacikistan almıştır (World Health Organization, 2018).
İşte örgütlü toplum budur!
Ülkemizin son derece ciddi birikimleri vardır. Sayıları yarım milyonu bulan ‘Mühendis’ insangücü önemli bir varsıllıktır; bundan gereğince yararlanmamak açık ihanettir.
Siyasal iktidarlar örgütlü toplumdan korkmamalı, yararlanmayı öğrenmelidir.
AKP’nin tersine yıkıcı düşünce ve eylemleri, demokratik toplum düzeni için acı vericidir.
Meslek örgütleri, sendikalar, dernekler, vakıflar, kooperatifler.. demokratik düzeni yok edici girişimlerde bulunmadıkları sürece özgürce varolmalı ve sorumlulukla toplum için üretmelidir.
Sitemizin manşetine de kimi temalar koyduk.. Orası sürekli güncellendiği için, sitemizde kalıcı olması için aşağıya da aktaralım :
UNEP : Happy World Environment Day!
We’re sharing the latest news on the day’s celebrations across the globe. Do you have something that you would like us to feature? Please do get in touch.. (https://www.unenvironment.org/)
2018 yılı Dünya Çevre Günü`nün teması“plastik kirlilik ile mücadele”
Not düşelim : En büyük kirlilik insan onurunu hiçe sayma, onu yoksullaştırma, sömürü = yabanıl (vahşi) kapitalizm ve günümüzdeki post-modern biçimi KüreselleşTİRme = Yeni emperyalizmdir! AKP’nin misyonu tam da budur!
******* Anayasa m. 56 :Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir.
Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek
Devletin ve vatandaşların ödevidir… (‘çevre‘ sözcüğü Anayasa’da 11 kez var..)
Ekleyelim :
– Dışımızdaki her şey Çevremizdir..
– Çevre kirliliği, bir bakıma, nesnelerin olmaması gereken yerde bulunmasıdır.. Örn. saçımızın başımızda durmak yerine çorbaya düşmesi çevre kirliliğidir!
– Çevre kirlenmesinin 1 numaralı etmeni VAHŞİ KAPİTALİZMİN TUNÇ YASASI ENÇOK KÂR HIRSIDIR!
– En temel önlemlerden biri en üst düzeyde tasarruflu yaşam alışkanlığı ve azgın nüfus artışının mutlaka ve hızla frenlenmesidir!
Sevgi ve saygı ile. 05 Haziran 2018, Datça Dr. Ahmet SALTIK Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi www.ahmetsaltik.net profsaltik@gmail.com