Etiket arşivi: Erol Manisalı

Türkiye’nin yarınını neler belirleyecek…

Erol ManisalıErol Manisalı
erolmanisa@yahoo.com
Cumhuriyet 30.11.21

– İktisadi ve siyasi olarak Türkiye “olağanüstü” sorunlarla karşı karşıya.
– Büyük krizden çıkmak için siyasi ve iktisadi olarak “yapılması gerekenler” bellidir. Ülkede %70’lik toplumsal destek (ve istekli) gerekenler ana hatları ile ortaya konmuştur. Sorunların hangi yollarla (ve araçlarla) çözüleceği konusunda % 70’in temsilcileri, “asgari müştereklerde”, temel noktalarda, ortak bir görüşte şimdilik “fikren” de olsa birleşmişlerdir.
– Öte yandan, çözüm için gereken araçları ve değişiklikleri kabul etmeyen iktidar ortakları da bellidir: Bir yanda krizden kurtuluş için gereken önlemler belli iken öte yanda bunların yapılmasının yolunu kesenler de bellidir.
– Yarın nasıl bir Türkiye olacağını, bugün ülkede “mevcut olan iç siyasi ve iktisadi dinamikler üretecektir”“Veri” olan, mevcut alan, var olan faktörler (AS: etmenler) doğrultusunda yarının Türkiye’si şekillenecektir.
– Şunu da kabul etmek gerekir: fiilen mevcut olan, iç siyasal ve iktisadi faktörler

a) Bir yandan değişken faktörlerdir.
b) Öte yandan bu değişim süreçleri kendi dışsallıklarını (externalities) her iki yönde de “besleyerek” değiştirebilirler; Almanya’da Hitler faşizminin “kendi dışsallıklarını da üretebilmesi” gibi.

– Sözün kısası yarının Türkiye’sini, bugün iç siyasal ve ekonomik dinamikleri belirleyeceklerdir: Ya güçlü parlamenter sistem ve demokrasi yönünde yol değiştirme: Ya da tek adam rejimi ile ray değiştiren ülkenin demokrasi istasyonundan daha da uzaklaşarak siyasal İslam odaklı, tümüyle otoriter bir yapıya dönüşmesi.

Halkın %70 dolayındaki güçlü çoğunluğuna rağmen, aynı oranda güçlü bir muhalefet “etkinliği” bulunmuyor. Bu konuda, her bir muhalefet partisinin “kendi öncelikleri” ile ulusal boyutta bütünleşmiş muhalefet cephesi arasında farklar var.

%70 dolayındaki “halk muhalefetine” karşın muhalefet cephesindeki siyasal partiler aynı oranda, organize başarı gösteremiyorlar.

Buna karşın Erdoğan ve AKP’nin kemikleşmiş %25’inin iki ayağı bulunuyor:

a) Tek adam iktidarında tüm ekonomik ulusal kaynaklar denetimsiz olarak rejimin elinde bulunduğundan “iktidar cephesine” aktarılan olağanüstü ekonomik güç söz konusu: bu kesim, iktidar ile kader birliği içinde,
b) Siyasal İslamcı düzeni savunan dinci örgütler de iktidarın en büyük destekçileri. Bunlara zaman zaman de olsa katılan kimi yabancı devletleri de katmak gerekiyor.

Türkiye kader seçimlerine, bu iki cephe arasındaki mücadele (ve kavga) ile gidiyor. Ayrıca “haksız rekabet” koşullarının büyük ölçüde geçerli olduğu bir ortamda yapılacak. İktidar cephesinin, “kaybettiği andan itibaren katlanacağı olağanüstü bedel” de göz önüne alındığında, “iktidarın ölçüyü ne oranda kaçıracağı” en çok sorgulanan sorun.

Kavga özünde, demokrasi ve siyasal İslam arasındadır.

Muhalefet partileri bu gerçeği ne oranda özümseyip değerlendirecekler?

İşin ilginç yanı halen %70 oranındaki bölümü bu gerçeği görmüş ve eğilimini buna göre belirlemiştir. Halkın bu eğilimine karşın muhalefet partileri ellerini taşın altına koyma konusunda, “sokaktaki insan kadar kararlı gözükmüyorlar”. Tabandaki, “demokratik örgütlenme yetersizlikleri” bu çelişkinin en önemli nedenidir.

Yoksa, dincilerden uluslararası mafya ve emperyalizme “olağan şüpheliler” ortaklığı kasıp kavurur. Son aylarda Diyanet İşleri Başkanı’nı, Sedat Peker’leri ve Biden’ları konuşmuyor muyuz… Sahneyi işgal edenler bu “üç ayak”

Dikkat, KKTC Batı Trakya’ya dönmesin…

Erol ManisalıErol MANİSALI
erolmanisa@yahoo.com  


Dikkat, KKTC Batı Trakya’ya dönmesin…

– Ankara’da, iç ve dış politikayı “iktidarda kalma önceliğine” göre dayatmaya uğraşan bir iktidar var:

– KKTC’de de aynen bizdeki gibi, “Batıcılar ve federasyoncular” söz konusu.

– Ve bu ortamı bir fırsat olarak değerlendirmek isteyen Yunanistan, ABD ve AB üyesi devletler, kendi Akdeniz çıkarlarına göre Türkiye ve KKTC aleyhine kullanıyorlar.

Daha önce bu köşede çok yazdım: Türkiye’nin Akdeniz ve Ege’de hapsedilmemesi KKTC’de siyasi, iktisadi ve askeri varlığını sürdürmesine bağlıdır. Zaten 59 ve 60 Londra ve Zürih anlaşmaları ile Türkiye, İngiltere ve Yunanistan ile birlikte Kıbrıs Adası’nın üç garantör ülkesinden biridir.

Bugün eğer KKTC’de kazananlar Kıbrıs Türklerini Kıbrıs Cumhuriyeti’nin “bir parçası” olarak AB’ye katarlarsa, “Kıbrıs Türkleri, Yunanistan’daki Batı Trakya Türklerinin durumuna düşeceklerdir”. Bu düşüncemi son başbakanlığı döneminde Ecevit’e aktardığım zaman, kesinlikle aynı görüşte olduğunu söylemişti.

Ankara’nın özellikle 2002’den sonra bölge ve Kıbrıs konusunda izlediği İhvancı politikalar, Türkiye’nin yalnız Doğu Akdeniz’deki değil, Kıbrıs’taki durumunu da zayıflattı. Özellikle de 2004’te Rumların AB’ye katılmalarına göz yumduktan sonra.

Hayatımın son 50 yılı Kıbrıs sorununun içinde geçti:

– Daha öğrencilik yıllarımda, asistanlık yıllarımda Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı’nın (TMGT) dış ilişkiler komisyonu başkanı olarak Strasburg’da (Avrupa Konseyi’nde) Türkiye’yi temsil ederken, Makaryos yönetiminin anayasa gereği bir Türk bir Rum temsilci gönderme zorunluluğuna rağmen, sadece Rum temsilci göndermesine karşı çıkıyor, kavgasını yapıyordum, yıl 1965.

– İlk kurduğumuz 1990 yılından 2009’da Ergenekon’dan Silivri’de “zorunlu ikamete” (!) mecbur bırakılıncaya kadar, Kıbrıs Araştırmaları Vakfı başkanlığını, Prof. Mümtaz Soysal’la birlikte yürüttüm.

– 1984-1994 arasında, aralıksız 10 yıl, her mayısta, Uluslararası Girne Konferansları’nı düzenliyordum. Dünyanın her yerinden siyasileri, medyayı Denktaş’ın ayağına getiriyordum.

– Kıbrıs konusunda Avrupa ülkelerinde, Denktaş’ın da konuşmacı olarak katılımını sağlayarak uluslararası Kıbrıs sempozyumları düzenliyordum. (4 konferans)

– 1982-1992 yılları arasında aralıksız her ay yayıncılığını yaptığım Middle East Business and Banking dergisinde Kıbrıs ve KKTC’ye çok geniş yer veriyor, özel sayılar yapıyordum. Kendi verdiğim Kıbrıs konferanslarının sayısını hatırlamıyorum bile… Kıbrıs üzerine biri İngilizce 4 de kitabım var. Denktaş’la beraberliklerimizi içeren kitap bile yayımladım.

– Ve bütün bu yaşamım boyunca, Kıbrıs sorununun içinde oldum. Bizdeki “Batıcılar” gibi, Kıbrıs Türkleri içinde de güçlü “bir akım” vardır. Adanın Osmanlı tarafından İngiltere’ye verilmesinden sonra, doğal olarak bu akım da “İngiliz Milletler Topluluğu” içinde güçlenmiştir.

– Ancak nasıl Kıbrıs Adası (ve KKTC) Türkiye’nin Akdeniz’e, onun denizaltı ve denizüstü olanaklarına açılan bir kapısı ise ada (ve KKTC) için de Türkiye, Kıbrıs Türk halkının adada var olabilmesinin güvencesidir. Türkiye’siz kalırlarsa AB’ye girmiş olamazlar:

  • Yunanistan’ın Batı Trakyası’ndaki Türklerin durumuna sonunda kesinlikle düşmeye mahkûm olurlar.

– Onun için pazar günkü seçimlerde öne çıkanların, günlük iç KKTC çekişmelerinden sıyrılıp daha uzun vadeli ve stratejik düşünmeleri gerekir.

– Çünkü ileride, 1963’teki Kanlı Noel olaylarından da öte, vahim olaylarla yüz yüze kalmak söz konusudur.

(*)  Denktaş’ın Öbür Yüzü, Kırmızı Kedi, 2011

HERKESIN ARTIK AKLINI BASINA TOPLAMASI GEREK

HERKESIN ARTIK AKLINI BASINA TOPLAMASI GEREK

Prof. Dr. Erol Manisali

Herkesin, artık aklını başına toplaması gerekiyor. “İç cephe”de kavga ve kutuplaşma devam ederse en büyük zararı 83 milyonun tamamı görecektir.

Demokrasiden kademe kademe uzaklaşmak iç çatışmaları ve kutuplaşmaları daha da derinleştiriyor. İstanbul seçimleri örneğinde olduğu gibi:

– Bir seçim yapılmış ve İmamoğlu belediye başkanı seçilmiştir.

– Ankara’nın artık, “16 milyon İstanbullunun yararı için” seçilen yeni yönetimle işbirliği yaparak halka hizmet vermesine yardımcı olması gerekir.”

– Bizim parti kazanamadı, biz de yeni yönetimi çalıştırmamak için işbirliği yapmayız, hatta engel çıkarırız şeklinde bir yaklaşım 16 milyon İstanbulluyu cezalandırmaktan öteye, ülkede bölünme ve kutuplaşmayı derinleştirir.

Ankara’nın seçim bitti, artık işbirliği zamanıdır diye düşünmesi gerekir. İmamoğlu yönetimini (ve 16 milyonu) ötekileştirdiğiniz zaman, kimileri de Alevilerin kapılarına işaret koymaya başlarlar: PKK’nin ve FETÖ’nün eline fırsat verilmiş olur: bölme ve kutuplaştırma, en çok bu tür örgütlerin ekmeğine yağ sürer.

Bu yüzden Ankara’nın artık bu gerçeği kabullenmesi gerekiyor: AKP’nin kazanamadığı yerel yönetimleri ötekileştirmesi sonuçta, Türkiye’yi bölmek isteyenlerin işine yarar, Ankara’nın artık bunu anlaması gerekiyor. Türkiye için esas “beka” meselesi, iç cephede bölünmeme, kutuplaşmama, ötekileştirmeme meselesidir.

AKP yönetimi (ve iktidar), “iktidarda her şeye rağmen kalmak ve siyasal İslamı dayatmak anlayışından vazgeçmek zorundadır”. Bugün Türkiye’nin geldiği ekonomik, sosyal ve siyasal derin sorunlar kesinlikle bu yanlış uygulamalar sonucu ortaya çıktı.

Yaşanmakta olan ötekileştirme ve bölme yaklaşımından uzaklaşılmaz ise Türkiye üzerinde hesaplar yapan odaklar amaçlarına yarın ulaşabilirler. Kimse kendini kandırmasın: “ben yaptım oldu” ya da “bize bir şey olmaz” biçimindeki genellemelerle kendimizi aldatmayalım: fiilen işlemekte ve yürümekte olan olaylar, Türkiye’yi apayrı bir sürece doğru götürüyor.

Kamu yararı, ulusal çıkarlar ve demokrasi üçgenindeki bağlar koparıldığı zaman, “hiçbir sonuç, sürpriz sayılmayacaktır”. Yakın tarih bunun kanıtları ile doludur.

Evet! Ankara İstanbul’un yeni yönetimi ile kavgayı sürdürürse ne kamu yararı ne ulusal çıkarlar ne de ülkenin bütünlüğü kavramları anlamlarını koruyabilir…

İki kere ikinin dört ettiği kadar açık olan bu gerçeği Ankara yönetimi neden anlamak istemiyor, asıl bunu anlamak imkânsız! Artık herkesin aklını başına toplaması gerekiyor.

Titanik battığı zaman yalnız alt kamaradakiler değil, yukarıdakiler de aynı zararı görmüşlerdi.

55 yıl iktisat, dış ilişkiler, siyaset dersleri okuttum ve yazdım: ama hiç bugünkü kadar zorlandığımı hatırlamıyorum: çünkü “en basit doğruları (ve kuralları) bile söylerken”, ikna etmekte bu kadar zorlandığımı hatırlamıyorum.

Gücü elinde bulunduran siyasilerin kamu yararı, toplumsal refah ve mutluluğu öne çıkarmaları gerekmiyor mu? Bunları geri plana ittiğiniz zaman, gemiyi göz göre göre batırmış olursunuz.

Bu basit gerçeği görmemekte direnmek niye? Değer mi?.. İç cepheyi elimizde kazma kürek kendimiz yıkmış olmuyor muyuz, ey gücü ellerinde tutan siyasiler?..

Gelişmiş toplumlar ulusal çıkarlarına yönelik olarak işbirliğini öğrenmişlerdir. Buna karşılık azgelişmişlik kısırdöngüsü içindeki ülkeler, “sürekli iç çatışma ve kutuplaştırmalardan, içeride çıkar sağlamaya çalışırlar”. Hollanda ile Türkiye’yi karşılaştırın, farkı görürsünüz.

İstanbul’daki kavga ve çekişmede görüldüğü gibi, kaybeden geniş Türkiye oluyor… (Cumhuriyet, 03 Aralık 2019)

Kargalar, kazlar ve ‘altına hücum’

Kargalar, kazlar ve ‘altına hücum’

Erol Manisalı

 

Vahşi kapitalizm ve siyasal İslam işbirliğialtına hücumu” getirdi. Aynen Chaplin’in filminde (Gold Rush) olduğu gibi. Bu kez  vahşi Batı “vahşi Doğu” oldu. 
Paul Henze’nin vahşi kapitalizme monte edilmiş ılımlı siyasal İslamında olduğu gibi. BOP da zaten “petrole hücum, doğalgaza hücum” için değil mi? Sıra altına hücuma geldi, vahşi Batı “vahşi Ortadoğu” olmuştur. Senaryoyu vahşi kapitalizmin babası ABD yazdı, emperyalizm adına… 
Bu kez Kaz Dağları’nı eskiden “vahşi Avrupalıların” saldırdığı ABD’nin batısı gibi görmeye başladılar.

  • Emperyalizm (ve kapitalizm) içerideki ortakları ile birlikte ülkeyi vahşi Batı’ya çevirdiler:
  • FETÖ’leriyle, tarikatlarıyla, cemaatleriyle, işadamları ile hep birlikte…

Hangi taşı kaldırsanız altından siyasal İslamcıların yandaş işadamları ve siyasilerinin, vahşi Batı kapitalizmi ile işbirliği çıkıyor: önce yerin üstündekileri özelleştiriyoruz diye “yabancı tekellere” peş keş çektiler, sonra da cennet vatanın altındakileri yabancılara pazarlayarak cenneti cehenneme çeviriyorlar. 
Bu dünyadaki cenneti yok ederek “öbür taraftaki” cennetleri kullanarak bunu yapıyorlar üstelik…

Karga yavruları, kazlar ve “insanlar”… 
Geçen günlerde ekranlarda izledim: Anadolu’da köyde bir adam, bahçede bulduğu karga yavrularını anasız kalınca beslemeye başlamış. Minnacık yavrular da 80 kiloluk koca bir insanı anaları sanmışlar. Ona sıkı sıkıya bağlanmışlar, bağımlısı olmuşlar! 
İlkel toplumlarda da insanları karga yavruları haline getirip beslemeye başlarsanız, “kim olursanız olun size bağımlı hale gelirler”. 
Hele 4-5 yaşlarında bu işe soyunursanız sonuç kesindir, insanları kolayca “kargalaştırırsınız, en azından önemli bir bölümünü.

Ülkemizde Köy Enstitüleri ile başlattığımız olumlu sürecin bugünkü “eğitimde” ne hale dönüştürüldüğünü gördüğümüzde, “Kaz Dağları’nın neden vahşi kapitalizmin altına hücum vahşeti içine yuvarlandığını anlarız.” Köy Enstitüleri sürseydi yetişenler, “kamunun yararını ve ulusal çıkarlarımızı çok daha iyi anlayacaklardı” ve bunlar başımıza gelmeyecekti.

Atatürk Havalimanı ve İstanbul Dünya Ticaret Merkezi (DTM) 
Atatürk Havalimanı’nın yerine de oteller vs. yapılacakmış. 1979’da İstanbul Dünya Ticaret Merkezi projem Ecevit tarafından onaylanmış ve bakan Teoman Köprülüler tarafından uygulamaya sokulmuştu. Aytekin Kotil zamanında kabul edilen ve daha sonra onaylanan projede şu vardı: 1.5 milyon metrekare alanın % 5’i imara açık, yüksekliği pist düzeyinin altında ve % 95 korumaya alınmış yeşil alan bölgesi. 
DTM, Yeşilköy Havalimanı ile bütünleşmiş bir projedir. Dünyadaki örneklerinde olduğu gibi, “havalimanı ile birlikte” çalışacaktı, böyle bir ekonomik işlevi vardı. Şimdi Atatürk Havalimanı gidince DTM boşlukta kaldı. Kimse bunu düşünmedi bile! 
Ve en başta % 95 kesin imara kapalı yeşil alan olarak onaylanan proje tümüyle imara açık duruma sokuldu. Altına hücum” hiç aksamadan sürüyor, aynen vahşi Batı’da olduğu gibi: bugünkü mekânı, cennet ülkemiz!

Bu köşemde hep yazdım:

  • Vahşi kapitalizmin “yeni ılımlı İslam projesi”, vahşi kapitalizm ile işbirliğine sokulmuş siyasal İslam ideolojisi ve uygulamalarıdır.

Kaz Dağları katliamı ve öbürleri, bunun sonucudur. Bu yazıyı Gündoğan’da ayakta kalabilmiş 180 yaşında bir zeytin ağacının altında yazıyorum… Ne tezat (AS: çelişki) değil mi?

Küresellik-ulusallık etkileşimindeki Türkiye

Küresellik-ulusallık etkileşimindeki Türkiye

Erol Manisalı

Sovyetler Birliği 1989’da dağılınca Batı’da ve Türkiye’de bir slogan yaygınlaşmıştı: “artık küreselleşme var, ulusallaşma ortadan kalktı”! Küreselleşen neydi? 
-Neo liberal ağırlıklı bu çevreler aslında, “kapitalizmin küreselleşmesini” kastediyorlar ve istiyorlardı. Thatcher-Reagan, Anglo-Amerikan ekolünün sürüklediği bu yaklaşım ve uygulamalar özünde, “Batı kapitalizminin doğal küresel egemenliğini öngören siyasal ve ekonomik bir dayatma idi”. Aynen bana, Turgut Özal’ın, Türkiye için öngörülerinde söylediği gibi. “Ben onları değil, onlar beni izledi“, demişti (*). 
-Küreselleşme aslında, “ulusalcılığın yerini almıyor, ulusal çıkarları ortadan kaldıracak doğal bir sömürü düzeni getiriyordu”. Ekonomik sınırların kalkması ve liberal politikalar, şu sonucu doğuracaktı: Görece, fiilen güçlü olan devletler ve şirketler, azgelişmiş ve yarı gelişmiş ülkeleri (ve piyasaları) daha rahat bir biçimde işgal edebileceklerdi. 
Türkiye’de Tekel’den SEKA’ya yapılan özelleştirmeler (ve yabancılaştırmalar) süreci, 
ulusal ekonomilerin sanayiden tarıma kadar nasıl işgal ettirildiğinin” ders gibi okutulacak bir kanıtıdır. Dolayısıyla “artık küreselleşme var, ulusalcılık rafa kaldırıldı” ifadesi tümüyle yanlış ve sömürgeci bir dayatmadır. 
 
Aksine, ulusalcılık kaçınılmaz oldu 

Söylenenin aksine “ulusalcılık daha da kaçınılmaz hale geldi”. Çünkü küreselleşme, çekirge sürüleri gibi siyasi, iktisadi ve askeri olarak saldıran bir ortam yarattı. 

İletişim olanaklarının yaygınlaşması, finans düzeninin yeni akışkanlığı, daha bozuk ve dengesiz bir küresel yapılanma sonucunu doğurdu. 
Bu durum karşısında “ekonomide ulusalcılık, yeni küresel dengesizliklere karşı, korunmanın olmazsa olmaz bir politikası haline dönüştü”. 
Sermayenin, hizmetlerin, malların ve teknolojinin çok akışkan (mobil) duruma gelmesi, “güçlü olanların daha güçlü olmalarına yol açtı”. 
Ekonomik kavga büyüklere de sıçradı: bugün ABD ve Çin en büyük kavganın baş aktörleri olarak sahnedeki yerlerini aldılar. 2. Dünya Savaşı sonrasında tek ekonomik küresel patron konumundaki ABD, Çin’in kendisine yetişmesi sonrası “önce Amerika” diyerek, ulusalcı politikada başa güreşir hale geldi, tükürdüğünü yaladı. İngiltere’nin Brexit kararı, “ulusal politikaya dönüş” hükmündedir. 

ABD’nin bile, küreselleşmeyi boş vererek “önce Amerika” demesi, bizim de “önce Türkiye” konumuna çoktan gelmemizi gerektirir, çünkü sömürülen konumdayız. SEKA’mızı, TEKEL’imizi, şeker fabrikalarımızı, Aliağa’yı, demir-çelik tesislerimizi ve diğerlerini koruyabilseydik, bugün düştüğümüz noktaya gelmezdik. 
Etimizi, cevizimizi, pamuğumuzu, “sermayemizi” dışarıdan alıyoruz, kendi elimizle yok ettiğimiz değerlerimiz sonucu. AB bile uzun yıllar, bütçesinin yarısını, “tarımına destek için ayırmıştı”. 
Sözün kısası bugünkü dünyanın ekonomik olarak “küreselleşmiş bozuk yapısı”, Türkiye için ulusalcı politikaları daha da zorunlu hale getirmektedir
Ancak bu sayede üretim ve ihracat artar, dış ticarette denge kurulur: istihdam artar, gelir bölüşümü düzelir: kısacası refah düzeyi yükselir. 

  • Kısır ve otoriter politikalardan vazgeçip, katılımcı demokrasinin egemen olduğu bir ortamda, ulusal politikalar yürütülebilir.

Günlük ve tepkisel politikalarla, “ben yaptım oldu” diyerek bir sonuç alınmaz, aklın yolu bellidir. En önemli sorun, bu yolda ilerlemek için “siyasal iradeyi” oluşturabilmektir.

Azgelişmişlik kısırdöngüsünden kurtulmadan bunların yapılamayaca tağınırih göstermiştir.

  • Atatürk bu nedenle, dün de bugün de haklı çıktı

(*) Batı’nın Yeni Türkiye Politikası, syf 29-38, Cumhuriyet yay, 3. baskı, 2009

‘Azgelişmişlik’ kısırdöngüsündeki Türkiye

‘Azgelişmişlik’ kısırdöngüsündeki Türkiye

Erol Manisalı
Cumhuriyet, 31.7.18

“Azgelişmişlik” kısırdöngüsü 1950’li yıllarda, genellikle Batı’da eğitim gören Hintli ve Pakistanlı iktisatçıların öncülük ettiği “ekonomik ağırlıklı” bir alandı. Türkiye, Cumhuriyetin kuruluşundan başlayarak bunun mücadelesini yaptı ve iki dönemde başarılı oldu: 

1) Cumhuriyet’in kuruluşu ile başlatılan ekonomik, sosyal ve siyasal boyutlu Atatürk devrimleri ile uygulamalar art arda yapıldı: Medeni Kanun’dan kabotaj haklarına ve kapitülasyonların sonlandırılmasına kadar uzanan çağdaşlaşmalar ve Lozan ile eski zincirler kırıldı. Türkiye azgelişmişlik kısırdöngüsünden çıktı, bağımsız bir ülke oldu. Doğu Bloku ile Batı Bloku arasında denge kurdu. Ancak 1947’den başlayarak, “Batıcıların” ülkeyi Batı himayesi altına sokma girişimleri, “azgelişmişlik kısırdöngüsüne” Türkiye’yi yeniden soktu. 
Fabrikaların ve Köy Enstitülerinin kapatılması, ülkenin NATO üzerinden ABD himayesi altına sokulması, liberal dış ticarete geçiş siyasi, iktisadi ve sosyal sorunları büyüttü. 

2) Kısırdöngüye karşı çıkış 1961 Anayasası ve “planlı kalkınma süreci ile yeniden uygulamaya konuldu. 1963’te başlatılan planlı kalkınma, iki “Beş Yıllık Plan” dönemi ile kısırdöngü çemberini kırmaya başladı. Sivil toplumsal örgütlenmeler ve katılımcı demokratik uygulamalar alanında ilerleme sağlandı: Sovyetler Birliği ve Batı arasında, özellikle ekonomik alanda denge kuruldu. 
Devlet Planlama Teşkilatı ile “kamusal yararlar” planlanıyordu. Ekonomiden eğitime ve altyapı yatırımlarına kadar “akılcı uygulamalar” yürütüldü. 
 
Ve darbeler geldi 
Ancak ABD (ve Batı) bu kritik coğrafyada Türkiye gibi Müslüman bir ülkenin “katılımcı demokrasiye” geçerek “ulusal çıkarlarını” korumaya başlamasına karşı çıktı. 
İçimizdeki “Batıcıları” ve siyasal İslamı kullanarak önce 12 Mart, daha sonra da 12 Eylül darbelerini yürüttü. İşi 28 Şubat ve 15 Temmuz 2016’ya kadar getirtti. 
Dört operasyonda da, içimizdeki “Batıcılar ve siyasal İslamcılar” ilginç bir koalisyon yürüttüler. Rakip “görülmelerine” karşın birbirlerinin yolunu açtılar ve sonunda ülkeyi “azgelişmişlik kısırdöngüsünün içine” yeniden soktular. OHAL’lerle bizi bu hallere düşürdüler. 
Bu operasyonlarda “gardırop Atatürkçüleri” de önemli bir misyon üstlenmişlerdir. 28 Şubat’ta Erbakan, “İslamcı” olduğu için değil, “anti-Amerikan” olduğu için içimizdeki “Batıcılar” tarafından ve Amerikancı İslamcılar tarafından indirildi. 

ABD, Türkiye’de iki kanada birden oynadı: “hem Batıcıları hem de İslamcıları” birlikte kullandı: 12 Mart’ta başlayıp 15 Temmuz’da biten uzun süreçteki operasyonda birbirlerini tamamlayan hareketlerdir. Bazen İslamcılar, bazen de “Batıcılar” ön plana çıkmışlardır. 
GülenAdnan Hoca gibi iki garip kişi de İslamcılığın “dinci ve laik aktörleri” gibi sahneye çıkarılıp oynatılmadılar mı?

  • Sahnenin önünde kedicikler ve imamcıklar vardı: ipleri tutanlar ise güçlü devletlerdi. 
     
    Ve Trump’ın fahiş hatası! 
    Adam kalkmış bir rahibi, koskoca bir siyasal misyonerlik hareketi için göndermiş. 
    Be adam, rahip yerine niye rahibeleri göndermedin ki? Öteki piyonun olan Adnan Hoca’nın kedicikleri ile senin rahibecikler o yolladığın rahip kılıklı heriften çok daha başarılı olurlardı. 
    Her şey ne kadar iç içe geçmiş: rahipler, hocalar, imamlar, kedicikler hepsi de aynı havuzda yıkanıyorlar. Bunun adı siyaset havuzudur. 
    Ortadoğu’da ise adı bataklıktır. Müslüman dünyası bu bataklıktan bir türlü kurtulamıyor
    Tek kurtulan Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti idi. Şimdi onu da bu bataklığın içine yuvarlamaya çalışıyorlar: hem içerden, hem dışarıdan… 
    “Sen bile, azgelişmişlik sürecinin dışına çıkamazsın” diye bastırıyorlar.
  • Postmodern “yeşil kuşak” Türkiye’de “otoritesini” yürütüyor.

***
CHP’li dostlara: AKP, OHAL’lerden bu hallere CHP mevcutlarının yetersizliği sonucu geldi. Değişimi engelleyenler en fazla da AKP’yi sevindiriyorlar. En “baştan” değişim gerek: yalnız CHP için değil, Türkiye için de.

AKP’yi iktidarda tutan ne?

AKP’yi iktidarda tutan ne? 

Prof. Dr. Erol Manisalı

AKP’yi 2002’den beri iktidarda tutan şey, “İslamcı örgütlerin 2003’ten beri yavaş yavaş demokratik sivil örgütlerin yerini almasıdır.”
İmam hatip okullarından vakıflara, şirketlerden hükümetin emrine verilen kamu kurumlarına kadar yeni tip örgütlenmelere gidildi.
Siyasal İslam, rejimin en etkili parçası ve temel dayanağı haline sokuldu. Bu durum AKP’ye siyasetten ekonomiye, eğitimden medyaya kadar tekelci bir zemin hazırladı.
TBMM’nin tamamen ellerinde bulunması, bürokrasi, adalet, eğitim, kaynakların dağılımı ve medya araçlarının tekeli ile iktidar, mutlak bir fiili egemenliğe dönüştü. Seçim sürerken kural değişti.
15 Temmuz sonrası getirilen OHAL ve son referandum ile siyasal İslam fiili bir rejim haline geldi.
Bütün bu gelişmeler olurken alternatif örgütlenme olanakları, “katı bir haksız rekabet ortamı kurularak” ortadan kaldırıldı.
Etkin sendikalı işçi sayısının % 5’e düşürüldüğü bir ortamda rejim AKP açısından sağlamlaştırıldı. İktidar-devlet bütünleşmesi oldu.
Temel sorun, siyasal partiler dahil, “demokratik örgütlenme ortamının fiilen ortadan kaldırılması ve yerine, tarikatlar başta olmak üzere dini örgütlerin her alanda egemen hale getirilmesidir”.

ABD ve AB için siyasal İslam
12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat bu noktaya getirilmek için düzenlendi. 1990 sonrası Türkiye’yi siyasal İslam aracılığı ile Lozan’dan Sevr’e sürüklemek isteyen, önceleri TSK ve büyük sermaye ile bunda başarısız kalan Batı, siyasal İslamı kullanmak yolunu seçti.
Batı’daki ve FETÖ’deki “yeni Türkiye ve ikinci cumhuriyet savunucuları”, 90’lı ve 2000’li yıllarda siyasal İslama dört elle sarıldılar ve 15 Temmuz 2016’da FETÖ’yü sahneye çıkardılar.
Ve AKP’yi de bu tuzağın içine “PKK ve Suriye açılımları ile sürüklediler”. Eski ortaklar tarafından sürüklendiğini (ve aldatıldığını) gören iktidar bugün, iki arada bir derede kalmış durumda. 

  • Plan zaten ülkenin PKK ve FETÖ ile parçalanarak siyasal İslam modeli içinde Sevr’e sürüklenmesiydi.

15 Temmuz’da kısa yoldan sonuca ulaşamayan FETÖ ve emperyalizm, şimdi siyasal İslamı uzatmalı olarak kullanmak istiyor

  • Demokrasiyi, Atatürk devrimlerini, çağdaş değerleri ve ülkenin bütünlüğünü savunan büyük kitleyi yine siyasal İslama yedirmek amacındalar. 

Atatürk’e son günlerde saldıranlar mı? Onlar en azılı FETÖ’cüler ve ülkeyi Sevr’e taşımak isteyen düşmanın tetikçileridir. Aynen “Kurtuluş Savaşı”nda olduğu gibi.
AKP, “dış ilişkilerde bazı dengeleri değiştirerek, emperyalizmin amacına ulaşmasını engelleyemez”. Engellemek için siyasal İslam tuzağından kurtulması gerekir”. Yoksa Graham Fuller’in senaryosunu uygulamış duruma düşer.
15 Temmuz 2016’da Ankara’daki genel merkeze astığı dev Atatürk bayrağını, Türkiye üzerinde bugün de dalgalandırması gerekir. Tek çıkış yolunun bu olduğunu artık görün.
Türkiye parçalanırsa ortada ne iktidar ne de muhalefet kalır, istisnası olmaz, kimse de kaçıp kurtulamaz.
Zekeriya Öz ve Adil Öksüz’ün zavallı durumuna düşerler.

Ve Dibeklihan’da bir sohbet
Dibeklihan Kültür ve Sanat Merkezi’nde 24 Ağustos 2017 akşamı saat 21.00’de bir konuşmam var. Neleri mi konuşuruz? Siz bana ne var ne yok diye sorarsınız, ben de bugüne kadar “yolumun kesiştiği ünlülerin” Türk siyaseti içindeki konumlarını, dilimin döndüğü kadar anlatmaya çalışırım; hangi lider “Batılı”, hangisi “Batıcı” ve hangileri “İslamcı” gibi. Tam da Türkiye-Avrupa “krizi” yaşanırken, Dibeklihan’da görüşmek üzere. (Cumhuriyet, 22.08.2017)
==================================
Dostlar,

Manisalı hocamız çok net bir irdeleme yapmış durumda..

AKP=RTE‘nin bu çabaları hem insanlık tarihine, hem de toplumsal değişmenin dinamiğine ters oldukları için başarısızlığa mahkûm.

Sevgi ve saygı ile. 01 Eylül 2017, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

Dincilik, PKK ve emperyalizm sarmalındaki Türkiye

Erol Manisalı
m
Cumhuriyet, 07.02.2017

Dincilik, PKK ve emperyalizm sarmalındaki Türkiye

Prof. Brian Arthur, “olumsuzlukların kendi aralarında dışsallıklar (yararlar) yaratarak
nasıl güç kazandıklarını”
karmaşa kuramında yazmıştır.(*) Bizde de “dincilik, bölücülük ve emperyalizmin negatifleri” kendi aralarında bütünleşmişler: FETÖ ve benzeri dinci örgütleri üretmişlerdir. FETÖ’nün “kurşun askerleri”, imam bürokratları, siyasileri, gazetecileri, işadamları bu bütünleşmenin ürünleridir.

Dindarlık ve laiklik yerine dincilik,
insan hakları yerine bölücülük,
ulusallık yerine emperyalizm
bugün içine düştüğümüz kaos ortamına getirdi.

Bu ortamdan çıkmak için, “getiren faktörlerin tersine çevrilmesi gerekiyor”.
-Dincilik yerine laiklik ve dindarlığı getirdiğimiz zaman dinci terör örgütlerinin yolu kesilir. Cemaatçilik yerine uygar toplumsal örgütlenmelerin yolu açılır.
-Etnik ayrıştırıcılık ve bölünmenin karşısına, “çağdaş demokratik düzen koşulları” sağlanmalıdır.
Emperyalizmin yolunu kesmek için ulusal politikaları geliştirip, “dış dünya ile dengeli bir düzene” geçilmelidir.
Bu üç faktör için de siyasal partilerin bu yönde çalışmaları ve örgütlenmeleri gerekir.
Bu da ancak, çağdaş parlamenter yapı içinde sağlanabilir.

Mevcut anayasa önerisi bütün bunlara ters düşmektedir.
Hatta, “olumsuz gidişi, terör dahil hızlandıracak bir yapı” üretecektir.

FETÖ’yü üreten altyapıyı besleyecektir; dincilik yerine dindarlık ve laiklik getirmiyor; ayrımcılık ve terör kaosuna karşı, demokratik ve insan haklarına dayalı bir yapı oluşturmuyor; emperyalizmin FETÖ benzeri dinci kuruluşlarının altyapısını ortadan kaldırmıyor.
Hatta onların işlerini kolaylaştırıyor.

Prof. Brian Arthur “karmaşa” kuramında, “serbest piyasa ekonomisinin tek başına neden ekonomik maksimizasyona (refaha) götüremeyeceğinin” teknik mekanizmalarını kanıtlar.
Aynen bir ülkede katılımcı demokrasi olmadan kaostan, bölünmekten, emperyalizmin
arka bahçesi olmaktan kurtulamayacağının”
izahı gibi.

 
Cumhuriyet ve Atatürk düşmanları mı?
Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran, devrimleri ile onu uygar ve çağdaş bir ülke yapmanın yollarını açan; bilimiyle, sanatıyla, uygar yaşam tarzı ile yolunu, “Ortadoğu’nun köhne ve karanlık labirentlerinden çıkararak çağdaşlığa yönelten”, uluslararası ilişkilerde Lozan ile Türkiye’yi ulusal çıkarlarını koruyacak konuma getiren; İngiliz gemisine binerek kaçan Osmanlı padişahlarının borçlarını bile son kuruşuna kadar ödeyen bir Türkiye Cumhuriyeti kurdu.
Şimdi Ata’ya ve Türkiye Cumhuriyeti’ne düşmanlık edenler ne istiyorlar?
-Türkiye’yi uygar dünyadan koparıp Afganistan benzeri karanlıklara götürecek yeni padişahlar mı?
-Onlar gibi, “demokrasi yerine şeriat düzeni” mi?
-Emperyalizmin hizmetine girecek yeni Ali Kemal’ler mi?
Hukukun üstünlüğü yerine hurafelerin egemen olduğu din ve mezhep kavgalarının içine gömüldüğü bir ülke mi?
-Dün Atatürk’ün Türk ordusu yerine işgalci emperyalistlere “icazet veren” bir düzen mi?
-Ay yıldızlı bayrak yerine yeşil ve siyahlarla dolu IŞİD’ci bir bez parçası mı?
Sorun burada; “dışımızdaki duvarları yıkmak kolaydır, zor olan içimizdeki,
kafamızdaki duvarları yıkmaktır”
.

Atatürk ve Cumhuriyet düşmanları, kafalarının içindeki bu duvarların arasına sıkışıp kalmışlardır. FETÖ’nün kurşun askerleri ve imamları, küçük yaşlarda dinci eğitim ile kafalarının içine duvarlar örülerek üretilmişlerdir.
Bugün ülkenin içine gömüldüğü kaos ortamına, dinci FETÖ, PKK ve ikisini birlikte kullanan odaklar neden oldular.
Yeni anayasa önerisi kabul edilirse, işleri daha kolay hale gelir. AKP’liler ve MHP’liler
başta olmak üzere herkesin kararını buna göre vermesi gerekir.

  • Kaosa devam mı? Uygarlığa dönüş mü? (*) Brian Arthur’un görüşleri için: Anılarda Gizli Kalan Bir Aydının Portresi,
    Doç. Arzu Azer, Derin Yay., 2016, syf. 174-176
    ===========================
    Teşekkürler değerli hocamız Prof. Erol Manisalı’ya

    Dr. Ahmet SALTIK

Coşkun Özdemir : CUMHURİYET ve CUMHURİYETÇİLER

CUMHURİYET VE CUMHURİYETÇİLER 

portresi

Prof.Dr. Coşkun Özdemir

92 yıllık Cumhuriyet Gazetesine iktidar yargısı tarafından bir baskın bir saldırı gerçekleştirildi.
13 kişi göz altına alındı ve dün sabah 9 gazetecinin tutuklandığını öğrendik.
İlk günden başlayarak yüzlerce Cumhuriyet okuyucusu gazetenin avlusunu doldurdu ve bu hukuk dışı icraatı protesto ettiler.
Destekçiler eylemlerini 24 saat sürdürdüler ve gece nöbeti gerçekleştirdiler.

Bende en az 60 yıllık bir Cumhuriyet okuyucusu ve 35 yıl yazarlığını yaptığım gazetedeki kalabalığa katıldım.
Dün bir konuşma yaparak aydınlanmacıları birliğe çağırdım. Orada olmayanları sordum niçin bizimle değiller dedim. Bu sorgulama değil nedenleri araştırma çağrısı idi…

Gazetedeki değişimden rahatsız olabilirsiniz, eleştirecek çok şey bulabilirsiniz ve birçokları gibi artık okumayabilirsiniz.
Ama düşünün ki orada Türkiye’nin yüz akı yazar arkadaşlarımız var. Okumazsanız çok şey kaybedersiniz.
Orhan Bursalı, Erdal Atabek, Ataol Behramoğlu, Ali Sirmen, Zeynep Oral, Mine Kırıkkanat, Işıl Özgentürk, Erol Manisalı, Yakup Kepenek, Meriç Velidedeoğlu ve unuttuklarım sağlam ilkeli cumhuriyetçiler.
Hele yıllardır Bursalı’nın yönetimindeki Bilim Teknik‘i okumuyorsanız kaybınız çok büyük. Şimdi onu bağımsız çıkarıyor Orhan..

Gazetede ADD yoktu, 68’ler de öyle ÇYDD’den kimseyi göremedim. Üyesi olduğum TÜMOD yoktu ve TGB …
TGB’li gençlerle sık sık buluşuyorum ve yürüyüşlerine katılıyorum. Pırıl pırıl, Cumhuriyetçi, Aydınlanmacı Atatürkçü heyecanlı coşkulu çocuklar.
Cumhuriyet niçin onlara uzak durur, bunu anlamış değilim.

Evet, Gazeteyi eleştirmek çok doğal ama asıl çabamız Gazeteyi bizim Cumhuriyetimiz haline getirmek için çaba göstermektir.
Cumhuriyetçi ve Aydınlanmacı güçleri bir araya getirmek onları bir dayanışma içinde aydınlık bir Türkiye için savaşan yurtseverler niteliğine kavuşturmaktır.
Bugünkü ayrışma ve cumhuriyetçilerin en azından bir asgari müşterekte buluşamaması Cumhuriyeti çökertmek isteyen iktidarın yararına oluyor.
Bu aymazlıktan çıkmalıyız hiç gecikmeden; Cumhuriyet altımızdan kayıyor!

hoca.jpg========================================

Çooook teşekkürler değerli hocam Sayın Prof. Dr. Coşkun ÖZDEMİR…
Sizi İstanbul Tıp Fakültesindeki öğrencilik yıllarımdan beri 40+ yıldır tanımanın onurunu yaşıyorum.. Evet hocam,

  • …aymazlıktan çıkmalıyız hiç gecikmeden; Cumhuriyet altımızdan kayıyor!

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı AbD
Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Uçurumdan önceki son çıkış

Uçurumdan önceki son çıkış


Erol Manisalı
umhuriyet, 20 Ekim 2015

1 Kasım ülkenin içine yuvarlanmakta olduğu felaketin son çıkış noktası durumuna geldi. Seçimde demokrasiyi, çağdaş değerleri, ülkenin bütünlüğünü savunan bir çoğunluk kazanamazsa, Türkiye felaketin içine sürüklenecektir.

Kutuplaşma daha da büyüyecek, etnik ve mezhepsel çatışmalar yoğunlaşacak, terör azacaktır.

Türkiye’nin sınırları değişecek ve
bölünme ortaya çıkacaktır.

Kimi sınır ülkeleri ile çatışmalar doğacaktır.
Ülke yavaş yavaş Suriyeleşecektir.
Kimse “biz farklıyız, biz onlara benzemeyiz, sağduyu egemen olur” benzeri duygu ve düşünceler ile kendini aldatmasın.
2008’den beri Türkiye’nin fiilen yaşamakta olduğu olayların ortaya çıkacağını,
15-20 yıl önce kim tahmin edebilirdi ki?

Ülke yavaş yavaş yalnız içerden değil dışardan da kuşatılmaya başladı.

İçeriye kapanan ülke
Demokrasiden giderek daha da uzaklaşıyoruz. Ne Meclis ne de anayasal kurumlar yasalara göre çalıştırılabiliyor.
Yasaklar giderek yaygınlaşıyor. Konuşmak, yazmak, haber almak baskı altına sokuldu.
Hukuk, “hukuk dışılığın aracı haline geldi.
Ve bunu düzeltecek yasal ve anayasal mekanizmalar işletilemiyor.

Suriye’deki, Irak’taki iç kavgalar ve silahlı çatışmalar ile adeta bütünleşmiş durumdayız.
Ülke, Ortadoğu kaosunun bir parçası haline getiriliyor.

İçerde askerin, polisin, bürokrasinin yasal düzeni sağlayamadığı yerler var.
TSK yalnız dışarda değil, içerde de silahlı çatışmaların içinde.

Siyasal partiler arasında, “asgari müşterekler” yok olmuş. Oturup konuşamıyorlar bile.
Çünkü demokrasi, çağdaşlık, laiklik ve Türkiye’nin bütünlüğü konularında aralarında
farklar var.

Laik, çağdaş ve demokratik bir Türkiye yerine dinci bir toplum düzenini esas alanlar var. Ucu IŞİD’e kadar uzanıyor.
Türkiye’nin bütünlüğüne karşı, Atatürk milliyetçiliğinden uzak,
etnik milliyetçiliği” esas alan siyasal partiler var.

Bunlara karşı, çağdaş ve Avrupa benzeri demokrasiye yakın duranlar büyük baskı altındalar.
Bu nedenle, aralarında “asgari müşterek” oluşturamıyorlar.

Ülke üzerindeki oyun

Bütün bunların beraberinde, Türkiye ve bölge üzerinde oynanan oyunlar ülkeyi kaosa sürüklüyor.

Türkiye içindeki ve sınırındaki terör örgütlerine silah,
para ve eğitim desteği veriyorlar.

Eskiden saklarlardı. Bugün açık açık söyleyerek işi sürdürüyorlar.

IŞİD, PKK, PYD, YPG son yıllarda dışardan, küresel güçlerden büyük destek alıyorlar.

Türkiye içindeki kimi odaklarla bütünleşmişler.
Kutuplaşmayı keskinleştiren bir misyon içindeler. 

Türkiye 3 büyük tehdidin baskısı altına planlı bir biçimde sokuldu:

1. İçerde etnik ve mezhepsel bölücülüğü üslenmiş büyük örgütlerin etkili terör eylemleri.
2. Ortadoğu’da Irak, Suriye ve S. Arabistan’ın içindeki kimi örgütlerin ve kurumların Türkiye’yi kaosa sürükleyen etkileri.
3. Küresel kimi büyük güçlerin Türkiye ve bölge üzerindeki uygulama ve planlarının Türkiye’de yarattığı kaos ortamı.

Üç etmen bütünleşme içinde, Türkiye’nin içinde yaşadığı kaosu daha da derinleştiriyor.
Bu nedenle 1 Kasım’da bu şeytan üçgeninin bozulması” tek ve son çıkış yoludur.
Bu ülke, bir millet olduğunu 1 Kasım’da kanıtlamak zorundadır.

Aksi halde, bugünden çok daha kötü felaketlerle yüz yüze gelmemiz kaçınılmaz hale gelir. 1 Kasım, uçurumdan önceki son çıkış noktasıdır. Ya çıkacağız, ya çıkacağız, başka yolu yok.

=================================

Dostlar,

Sayın Prof. Erol Manisalı hocamız en çıplak ve çarpıcı biçimde, 13 yıllık tek başına AKP -RTE iktidarı ile içine sürüklendiğimiz “ürkünç durumu” ortaya koyuyor..

Dileriz Halkımız sağduyulu davranarak bu felaketten kendisini ve ülkemizi korur..

1 Kasım 2015… Türkiye için adeta bir Milat..
İlk görev seçime katılmak ve geçerli oy kullanmak..
Katılım % 84’te 90’lara ulaşır ve aşarsa AKP’nin iktidar olma olanağı
hemen hemen hiç kalmıyor.. Çok yazdık bu hususu..
Lütfen yüksek katılım sağlayalım ve geçerli oy kullanalım..

Lanetli yıllar – AKP’nin Fetret dönemi kabusu gerilerde kalsın..
Yıkımın onarımı onlarca yıl alabilecek..

Sevgi ve saygı ile.
22 Ekim 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com