Etiket arşivi: Dr. Serdar Şahinkaya

Hükümetin bir enflasyon politikası yok!

Prof. Dr. Bülbül: Hükümetin bir enflasyon politikası yokProf. Dr. Bülbül

09 Nisan 2022, cumhuriyet.com.tr
(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Hükümetin para basarak günü kurtardığını söyleyen Maliyeci Ekonomist Prof. Dr. Duran Bülbül, “Türkiye’de yoksul, zenginin varlığını korumaktadır.

Bu politikalarla, Türkiye’nin enflasyon ve diğer makro sorunlarının çözümü mümkün değildir. Zaten hükümetin de enflasyonu azaltmaya dönük bir politikası yoktur” dedi.

İktidarın gıda ürünlerinde KDV’yi %1’e indirmesinin ve aynı oranda indirimi marketlerden de “dilemesinin” üzerinden bir ay geçmesine karşın raflar yine ateş pahası. Maliyeci Ekonomist Prof. Dr. Duran Bülbül, yurttaşın belini büken enflasyona ve yapılması gerekenlere ilişkin dikkat çeken açıklamalarda bulundu. Ege Saati’nden Yusuf Körükmez’e konuşan Bülbül, “Türkiye’nin temel sorunu, üretim yapmamaktan kaynaklıdır. Zaten hükümetin de, enflasyonu azaltmaya dönük bir politikası yoktur” dedi. Körükmez’in soruları ve Prof. Dr. Bülbül’ün yanıtları şöyle:

– Hükümet enflasyon artışını neden durduramıyor? Bu artış hızı bu şekilde devam ederse Türkiye’nin önünde ne gibi sorunlar çıkar?

Türkiye’de enflasyonun temel sebebi, maliyetlerden kaynaklıdır. Yani Türkiye’nin enflasyonu maliyet enflasyonudur. Maliyet enflasyonunun bir nedeni ithal edilen ara mallardan kaynaklı olabilir. Ancak bu durum enflasyonun yalnızca bir bölüm nedenidir. Türkiye’nin temel sorunu, üretim yapmamaktan kaynaklıdır. Ara malı üretemeyen, salt ranta dayanan bir ekonominin makro sorunlarına çözüm getirmesi mümkün olamayacaktır. Özellikle petrol, enerji ve doğal gaz gibi üretim girdilerini üretemeyen bir ekonominin kalıcı biçimde bu sorunu çözmesi mümkün değildir. Ayrıca yürütme organının, iktisat teorisinde (kuramında) yer almayan, “Faiz sebep, enflasyon sonuçtur” gibi bir politikası enflasyonun çözümüne hiçbir katkı sağlamayacağı gibi, enflasyonu daha çok artıracaktır.

“TÜRKİYE’DE YOKSUL, ZENGİNİN VARLIĞINI KORUMAKTADIR”

Faiz oranlarını düşürerek enflasyonu düşürme politikası, ekonomide çok farklı ve olumsuz bir tablo ortaya çıkarmıştır.

  • Şu anda ekonomi bilimiyle açıklanamayan bir durumla karşı karşıya kalınmıştır.

Enflasyon oranı % 61, Merkez Bankasının politika faizi % 14,
Hazine borçlanma faizi % 27 ve piyasa faizi ise % 26 dolayındadır.

Devlet böyle bir politikayla, insanların Türk parası varlıklarının reel olarak gerilemesine neden olmaktadır. Ancak bazı kişilerin ise, kur korumalı mevduat faizi ile paraları korunmakta ve bu fark hazineden vergilerle karşılanmaktadır. Örneğin, üç ayda kur korumalı faiz için ödenen para 13 milyar civarındadır (dolayındadır). Bu para insanların verdikleri vergilerle karşılanmaktadır.

  • Yoksulların zenginleri finanse etmesidir.
  • Kısaca yoksul, Türkiye’de zenginin varlığını korumaktadır.
  • Bu politikalara Türkiye’nin enflasyon ve diğer makro sorunlarının çözümü mümkün değildir.
  • Zaten hükümetin de enflasyonu azaltmaya dönük bir politikası yoktur.

“HÜKÜMETİN BİLİMSEL OLMAYAN EKONOMİ POLİTİKALARI DOLAYISIYLA ENFLASYONUN DÜŞMESİ MÜMKÜN DEĞİLDİR”

Dünyanın her yerinde Merkez Bankalarının görevi fiyat istikrarını sağlamaktır. Yani enflasyonu önlemektir. Ancak Merkez Bankasının para politikası ciddi anlamda pasifize edilmiş (etkisizleştirilmiş) ve tamamen (tümüyle) hükümetin bilimsel olmayan politikalarına angaje olmuştur (bağlanmıştır). Dolayısıyla enflasyonun düşmesi mümkün değildir.

Böyle giderse, Türkiye’nin önümüzdeki dönemlerde hiperenflasyonla
karşı karşıya kalması kaçınılmaz olacaktır.

Enflasyonun bu şekilde sürmesi ve hiperenflasyonla karşı karşıya kalınması, ülke insanlarının daha çok yoksullaşmasına, vergi gelirlerinin ve kamu harcamalarının reel olarak gerilemesine ve gelir dağılımının daha çok çarpıklaşmasına neden olacaktır. Hatta tüm makro dengelerin bozulmasına neden olacaktır.

– Vatandaş geçinemiyor, ekmek, yağ, şeker, et kuyrukları var. Daha kötü ne olabilir sorusunu sordukça yeni zorluklarla karşılaşıyor. Şu anki durumdan daha da kötüsü var mı? Türkiye’yi neler bekliyor?

Türkiye ekonomisi, yukarıda da belirtildiği gibi enflasyon sorununu çözemezse ve üretimi artırıcı bir ekonomi politikası ortaya koymazsa, yoksullaşma daha çok olacak ve giderek halkın temel gıda maddelerine ulaşma imkânı (olanağı) ortadan kalkacaktır.

“DEVLET PARA BASARAK SADECE GÜNÜ KURTARIYOR”

Devletin tek ürettiği politika günü kurtarmak ve zamların yarattığı alım gücü azalmasının önlenmesi için para basmaktır. Para basımı kısa bir süre çalışanları rahatlatsa bile, bir süre sonra daha yüksek enflasyonla reel olarak daha çok yoksullaşmalarına neden olmaktadır.

Türkiye ekonomisi faiz oranında dünyada üst sıralarda, yüksek enflasyon konusunda ilk on ülke arasındadır.

Doların bu politikalarla dönem sonun 20 TL’yi geçmesi kaçınılmazdır.

Uluslararası raporlarda da 2022 yılının ekonomi açısından daha kötü olacağı belirtilmektedir.

“Kur korumalı TL vadeli mevduatı”nın da beklenenin aksine dolarizasyonu düşürmediği çeşitli raporlarda belirtilmektedir.

Türkiye’nin 2022 enflasyonu böyle giderse %150’lerin üzerine çıkacaktır.

Dolar kuru artacağı için dış borç stoku giderek artacaktır. Türkiye’nin salt 2022 yılında ödemesi gereken dış borcu 170 milyar Dolara yakındır. Bu durum makroekonomik dengelerin önümüzdeki günlerde çok daha kötü olacağının göstergesidir. Özetle, makro gösterge ve değerlere bakıldığında ekonomik anlamda

  • 2022’nin çok sorunlu ve zor bir yıl olacağı gerçeği açıktır.

Gıda maddelerinde %7 oranında bir indirim olması, son dönemlerde üç kat artan gıda fiyatlarına olumlu yansımayacaktır. Çok kısa bir süre olumlu etki yaratsa bile, enerji ve diğer girdi maliyetlerindeki artışın yanında hiçbir anlamı olmayacaktır. ÜFE artışı, bir süre sonra TÜFE’ye yansıyacaktır. TÜFE’ye yansıyan % 50’lik fiyat artışının yaratacağı yüksek fiyatların %7’lik bir indirimle telafisi olanaklı olmayacaktır.

“TÜRKİYE’DE VERGİ YAPISI ADALETSİZDİR”

Esas olarak enerji fiyatlarındaki ve üretim girdilerindeki KDV oranlarının düşürülmesi gerekmektedir. Sonuç olarak ÜFE ile TÜFE arasından ciddi bir fark olduğu dikkate alınırsa, bu tür KDV indirimleri enflasyon için kalıcı çözüm olmayacaktır.

Türkiye’de vergi yapısı adaletsizdir. Bunun temel örneği, dolaylı vergilerin toplam vergiler içindeki payının %65 dolayında olmasıdır. Dolaylı vergiler, ödeme gücünü kavrayamaz ve tersine artan oranlıdır. Bu durum gelir dağılımı çarpık olan ülkenin gelir dağılımını daha da kötüleştirecektir. Dolayısıyla, sosyal devlet vurgusu yapan ülkenin öncelikle bu durumu düzeltmesi gerekir. Ayrıca orta ve düşük gelir kesimlerinin kullandığı temel ürünlerdeki KDV oranlarının tamamen (tümüyle)  kaldırılması, sosyal devlet anlayışının gereğidir. Sonuç olarak,

  • Ekonomi ve maliye politikaları açısından bakıldığında, Türkiye sosyal devlet değildir. (AS: Bu politikalar Anayasa md.2’ye, 5’e, 65’e, 73’e…. açıkça aykırı!)

“KDV YÜKÜ GENİŞ HALK KİTLESİNİN ÜZERİNDEN ALINIP YÜKSEK GELİR GRUBUNA AKTARILMALIDIR”

– Vergi sistemimizde köklü değişikliklere ihtiyaç olduğu konuşuluyor. Mevcut düzende KDV yükü nihai (son) tüketicinin üzerinde kalıyor. Firmalar ödediği KDV’yi yansıtırken son tüketici yani vatandaş bunu yükleniyor. Bu noktada bir değişikliğe ihtiyaç var mıdır?

Katma değer vergisi, teknik olarak, yayılı bir muamele vergisidir. Yani imalattan tüketime dek her aşamada alınan bir vergidir. Ancak her aşamada alınan vergi, nihai (sonal) olarak tüketiciye aktarılmaktadır. Bu durum hem tüketicinin yükünü artırmakta, hem de mevcut fiyatları daha fazla artırmaktadır.

Türkiye’de öncelikli olarak vergi sisteminde ciddi bir yenilenmeye ihtiyaç var. Vergi sisteminin adil olması gerekmektedir. KDV yükünün geniş halk kitlesi üzerinden alınıp, yüksek gelir grubu üzerine aktarılması sağlanmalıdır. Ancak esas itibariyle (öz olarak), gelire göre vergi sistemi kurulmalıdır. Vergilerde esas olan ödeme gücüdür. Türkiye’de vergilerin önemli bir yükü orta ve düşük gelir grubunun (diliminin) üzerindedir. Vergi yükünün gelir grupları arasında adil dağılımının sağlanacağı bir sistem kurulmalıdır. Bunun yolu da, toplam vergi gelirleri içinde dolaysız vergilerin payının artırılmasıdır.

“TÜRKİYE EKONOMİSİ STAGFLASYON İÇİNDE”

– Telaffuz edilen terim ‘enflasyon’ fakat halk stagflasyon yaşıyor yani enflasyon ve deflasyonun negatif yönlerinin birlikte hissedilmesi. Bu noktada stagflasyon terimini kullanmamız daha doğru olmaz mı?

Durgunlukla beraber yüksek enflasyonun yaşanması anlamına gelen stagflasyon, özellikle 1970’li yıllardaki petrol krizi sırasında tüm dünyada ortaya çıkmış bir iktisadi sorundur.

O dönemde ortaya çıkan stagflasyon krizi elbette ki, bugünkü durumdan farklı olacaktır. Ancak, günümüzde Türkiye ekonomisinde ciddi bir maliyet enflasyonu söz konusudur. Özellikle üretimde önemli girdi olan enerji fiyatlarındaki artış, Türkiye’nin önümüzdeki dönemlerde enflasyon oranını daha fazla artıracaktır. Ayrıca Türkiye ekonominin uygulamış olduğu yanlış kur ve faiz politikası, çok daha olumsuz sonuçları meydana getirmektedir. Maliyetlerde artış bir yandan fiyat artışlarına neden olurken, bir yandan da yüksek maliyetlerle üretim yapma olanağını azaltarak durgunluğa ve işsizliğe neden olmaktadır. Bu iki sorunun Türkiye’de yaşanması stagflasyonu ortaya çıkarmaktadır. Hatta bu duruma önlem alınmazsa, çok daha kötü olan slumpflasyon sorunuyla karşılaşılması kaçınılmazdır.

  • Slumpflasyon ise, ekonomik çöküntü içinde enflasyonun yaşanmasıdır.

Dolayısıyla Türkiye ekonomisinin stagflasyon içinde olduğunu belirtmek mümkündür. Hatta önlem alınmazsa ve küresel likidite de iyice kısılırsa, slumpflasyonun yaşanması da şaşırtıcı olmamalıdır.
================================================

Sevgili Duran hocam,

Lütfen, derneklerinizle, örgütlerinizle toplu olarak sesinizi yükseltin…
Çözüm önerileri koyun masaya…
Bağımsız Sosyal Bilimciler ortamı örneğin…

  • TR, siyasal tarihte örneği görülmemiş bir anomali tablosunda..
  • Çözümler de olağandışı duruma uygun nitelikte olmalı..
  • En güçlü dayanağımız MEŞRU YAŞAM HAKKIMIZ
  • Meşruluğunu yitiren bir iktidara karşı EVRENSEL DİRENME HAKKIMIZ

Bir “Ulusal İktisat Kurultayı” yapın Duran hocam..
Öncü olun, halkta ve muhalefette karşılığını bulur.
6 partinin ekonomi politikasını Babacan ve partisi hazırlayacakmış… (!!)
Yandı gülüm keten helva..
Hocam, gün bu gündür Ülke ve Ulus için..
Haydi, soyunun ağır göreve..

ADD gelecek yıl bir Ulusal İktisat Kurultayı düşünebilir..
17 Şubat 1923…. 17 Şubat 2023..
İzmir’de.. Türkiye İktisat Kongresi‘nin 100. yılında..
*
Ama şimdi ACİL DURUM var!…

Sevgi, saygı ve dostlukla..
10.04.22, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK 
Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (Mülkiye)

Not : Sn. Prof. Bülbül’e yolladığımız üstteki iletiyi ülkemizin önde gelen yurtsever birkaç ekonomisti ile de paylaştık.. Prof. Bilsay Kuruç, Prof. Halil Çivi, Prof. Yalçın Karatepe, Prof. Erinç Yeldan, Prof. Aziz Konukman, Dr. Serdar Şahinkaya .. gibi.

Çok değerli dostumuz Erinç hocamız yanıtladı bizi :
Evet, değerli hocam.. İktidarın bütün propagandası muhalefetin ekonomi bilmediği üzerine. Ekonomideki tahribatı ört bas edecekler.
Çalışıyoruz hocam. Emin olun. Sevgilerle

Salgının Toplumsal ve Ekonomik Yaşama Etkileri

İyi akşamlar efendim..

Kaçıranlar için 📺
Bugün öğleden sonra yaptığımız

«Salgının
Ekonomik ve Toplumsal Yaşama Etkileri»”

başlıklı muhteşem toplantımıza;

Doç. Dr. Ozan Zengin hocamızın takdimi ile başladık.

Oturumu Prof. Dr. Alpay Azap hocamız başarı ile yönetti.
Konuşmacılarımız;

Prof. Dr. TC Neyyire Yasemin Yalım
,
Prof. Dr. Erinç Yeldan ve
Prof. Dr. Vesile Şentürk Cankorur

hocalarımızdı.

Yine çok şey öğrendik, zenginleştik. Zihnimiz açıldı.
Merak eden toplantı videosunu aşağıdaki linkten izleyebilir.
Sağlıkla kalın, evde kalın😉

Dr. Serdar ŞAHİNKAYA
21. Yüzyıl Planlama Gurubu Adına
===========================
Dostlar,

21. Yüzyıl İçin Planlama” çalışma ortamının sağlık bölümü emekçilerinden biri olarak biz de bu oturumu (da) izledik ve çok yararlandık.
3 soru sorduk katılımcılara, doyurucu yanıtlar aldık.
Özellikle Prof. Yalım, salgın sürecinde ETİK İKİLEMLER bağlamında zihnimizi açtı.

24 Aralık 2020 Perşembe günü akşam 20:30’da KORONA AŞILARINI ele alan ek bir sanal oturum yapılacak. Gerek bu siteden gerekse http://21inciyuzyilicinplanlama.org/  adresinden izlenebilir. Kurumsal site adresinden önceki oturumlar da izlenebilir, gelecek programlar görülebilir.

Başta, Planlama Kümesinin (Gurubunun) Başkanı Bilge İnsan Prof. Dr. Bilsay Kuruç olmak üzere, Mülkiye’den Dr. Serdar Şahinkaya’ya, yine Mülkiye’den (bizim de 2. Fakültemiz!) Doç. Dr. Ozan Zengin’e ve tüm emeği geçenlere teşekkür ederiz.

Sevgi ve saygı ile. 12 Aralık 2020, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı (E)
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter  @profsaltik 

 

Mustafa Kemâl Paşa’nın 13 Eylul 1920 tarihli Halkçılık Programı

Mustafa Kemâl Paşa’nın 13 Eylul 1920 tarihli Halkçılık Programı

Memleket Siyaset Yönetim Dergisi‘nin yeni sayısında

Mustafa Kemâl Paşa’nın 13 Eylul 1920 tarihli Halkçılık Programı‘nı

hem Osmanlıca kaligrafisiyle hem de günümüz Türkçesiyle eksiksiz bir biçimde yayınladım.

Özellikle tarihe yakınlık duyan meraklılar, siyaset bilimi ve kamu yönetimi çalışan akademisyen dostlar için ekte paylaşıyorum. (AS: 2 MB, 12 sayfa)

Halkçılık Programı, -Mustafa Kemâl Paşa’nın ,13 Eylul 1920 Serdar Şahinkaya

Dr. Serdar ŞAHİNKAYA

3 Mart 1924 Bir Devrim Günüdür, Kutlu Olsun !

3 Mart 1924 Bir Devrim Günüdür, Kutlu Olsun !

3-mart-1924-bir-devrim-gunudur-kutlu-olsun3

Dr. Serdar ŞAHİNKAYA
03 Mart 2020, Ankara

3 Mart 1924’te üç önemli yasa Mecliste kabul edildi. Bunlar
– Hilafetin ilgası (AS: kaldırılması),
– Şeriye ve Evkaf Vekâleti ile Harbiye Vekâleti’nin kaldırılması ve
Tevhidi Tedrisat Kanunu’dur. (AS: Öğretim Birliği Yasası)

3 Mart 1924 Bir Devrim Günüdür, Kutlu Olsun !

Kuşkusuz ki bu büyük devrim, “Ben cumhuriyeti vicdanımda milli bir sır gibi sakladım” diyen Mustafa Kemal Paşa tarafından, henüz Kurtuluş Savaşı başlamadan önce planlanmış, tasarlanmıştır.

Edebiyatımızın ulu çınarı Fazıl Hüsnü Dağlarca, “Çanakkale milli mücadelenin önsözüdür” demektedir. Aslında 3 Mart Devrim Yasaları da “Cumhuriyet Devrimlerimizin Önsözüdür.” 23 Nisan 1920’de Meclisimiz açılmış ve yeni kurulacak Türk devletinin halk egemenliğine dayalı olacağı ilan edilmiştir. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edilmiş ve devletin yönetim biçimi belirlenmiştir ama Cumhuriyet’in nitelikleri ve tamamlayıcı yasal ve toplumsal değişiklikler henüz yaşama geçirilmemiştir, Türkiye nasıl bir Cumhuriyet olacaktır? İslam Cumhuriyeti mi, faşist Cumhuriyet mi, teokratik Cumhuriyet mi, oligarşik Cumhuriyet mi? Bu sorular henüz yanıt bulamamıştır.

Attila İlhan Cumhuriyet üç devrim üzerine kuruludur” der.

İlk ikisi olan “Emperyalizme karşı kurtuluş savaşı ve padişaha karşı demokratik devrim” aşamaları geride bırakılmış. 3 Mart 1924’te 3. aşama olan “toplumun ümmet aşamasından millet aşamasına dönüşümü”için harekete geçilmiştir.

  • Bu 3 yasanın her biri başlı başına birer devrimdir.

O yüzden bu 3 yasanın kabul edildiği günü kutlayan Cumhuriyet Aydınları, bu yasalara “3 Devrim Yasası” adını vermiştir.

Bugünden baktığımızda bile bu yasaların geçmesinin ne denli zor olduğu ortadır. Okuma – yazma oranı diplerde, yıllarca dinci taassupla (AS: bağnazlıkla) yetişmiş ve Halifeye kul olduğunu düşünen bir ümmete karşın, bu Büyük Devrim kararlılıkla yalama geçirilmiştir.

Mecliste bu yasa geçerken neler olduğunu Mahmut GOLOĞLU’nun İş Bankası Kültür Yayınlarından çıkan Türkiye Cumhuriyeti Tarihi-1 (1924-1930), Devrimler ve Tepkileri kitabından aktaralım:

“Meclis Başkanı Fethi Bey, Urfa Mebusu Şeyh Saffet Efendi ile 53 arkadaşının ‘Halifeliğin Kaldırılması ve Osmanlı Soyundan Olanların Türkiye Dışına Çıkarılması’ hakkında bir yasa önerisi verdiklerini, bu teklifin de ötekiler gibi, Komisyonlara gönderilmeden hemen görüşülmesinin istendiğini bildirdi. İstek kabul edildi ve teklif okundu. Teklifin gerekçesinde şöyle deniyordu:

Türkiye Cumhuriyeti’nin içinde ‘Halifelik Makamı’nın varlığı nedeniyle Türkiye, iç ve dış politikasını 2 başlı olmaktan kurtaramadı. Bağımsızlığında ve ulusal yaşantısında ortaklık kabul etmeyen Türkiye, görünüşte ya da dolaylı ikiliğe dayanamaz. Yüzyıllardan beri Türk milletinin felaket nedeni ve sonunda fiilen ve antlaşmalı olarak Türk İmparatorluğu’nun çökmesine vasıta olan Padişah Ailesi’nin, Halifelik kılığı içinde, Türkiye’nin varlığına daha da etkili bir tehlike oluşturacağı ağır deneyimlerle kesin olarak anlaşılmıştır. Bu ailenin Türk ulusu ile ilişkili olan her durumu ve gücü, ulusal varlığımız için tehlikedir. Esasında Halifelik, ilk İslam emirliklerinde, ‘hükümet’ anlam ve görevinde ortaya çıkarılmış olduğundan, bütün dünya ve din görevlerini yerine getirmekle yükümlü olan çağdaş İslam hükümetlerinin yanında ayrıca bir halifelik makamı bulunmasının nedeni yoktur. Gerçek budur. Türk milleti kurtuluşunu koruyabilmek için gerçeğe uymaktan başka bir davranışı seçemez.’ “

Halifeliğin kaldırılışı tek başına çok büyük devrimdir.

Eğer halifelik kaldırılmasaydı Türkiye Cumhuriyeti ulusal sınırları içinde, üniter (AS: tekil) bir ulus devlet olmak yerine tüm müslüman nüfus üzerinde sorumluluk iddia eden ama somut hiçbir yaptırım gücü olmayan uluslararası hukuk bakımından da tartışmalı bir yapının taşıyıcısı olarak büyük riskler üstlenecekti.

Hilafet kaldırılmasaydı Cumhuriyet’in ilanının fiilen bir hükmü de olmayacaktı zira halifelik makamı bir vesayet makamı olarak etkisini sürdürecekti.

En önemli sonuçlarından biri halifelik kaldırılmasaydı asla laiklik kabul edilemeyecekti (5 Şubat 1937).

Halifelik kaldırılmasa Türk Medeni Kanunu kabul edilmeyecek, yurttaşlık ve kadın devrimimiz yapılamayacaktı (17 Şubat 1926).

Halifelik kaldırılmasa hukuk devrimimiz yapılamayacaktı.

Eğitim ve Öğretimin Birleştirilmesi Yasasının kabulünün gerekçesini anlamak için Atatürk’ün şu sözünü iyi değerlendirmek gerekir:

  • “Eğitimdir Ki Bir Milleti Ya Hür, Bağımsız, Şanlı, Yüksek Bir Toplum Halinde Yaşatır Ya Bir Milleti Kölelik ve Yoksulluğa Terk Eder.”

Yine dönemin Milli Eğitim Bakanlarından Vasıf ÇINAR, öğretmenlere bir seslenişinde:

Hiçbir zaman hatırlarınızdan çıkmasın ki, Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister.” demiştir.

Bu iki büyük ve önemli söz, öğretimin birleştirilmesinin ne denli önemli olduğunu vurgulamaya yetmektedir çünkü Atatürk, yeni kurulan “Cumhuriyet’in temeli kültürdür” demiştir, kültürden kasıt laik, bilimsel, çağdaş bir eğitimle yetişen gençler, kuşaklar ve bir toplum yaratmaktır. Ulus birliğini, kültür birliğini sağlamanın en etkili yolu öğretimde birliği sağlamaktır. Bu nedenle Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile o dönem henüz kapatılmayan (30 Kasım 1925) tarikat ve cemaat medreseleri de yabancı azınlıkların okulları da dahil olmak üzere tüm eğitim kurumları Milli Eğitim Bakanlığı’na başlanmıştır.

Şeriye ve Evkaf Vekaleti Osmanlı tarihinde şeyhülislamlık kurumuna denk gelen modern devlet yapısında yeri olmayan bir organı ve kaldırıldı, temel görevi çıkarılan yasaların şeriata uygunluğunun denetlenmesi idi ve başlı başına bir vesayet organıydı. Kaldırılarak yerine Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu.

Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Vekaleti kaldırılarak Türk Ordusunun yönetimi Vekiller Heyetinden (AS: Bakanlar Kurulu) çıkarılarak bağımsız bir yapı olan Genel Kurmay Başkanlığı’na verildi. Bu sayede Ordunun siyasal etkilerden uzak kurumsallaşması amaçlandı ve bu yapı çok da başarılı oldu.

Bu 3 devrim yasası ile laik Türkiye Cumhuriyeti’nin temel felsefesi kurulmuştur.

Gerçekte 3 Mart 1924 Laikliğin Türkiye’de filizlenmeye başladığı gündür.

3 Mart Devrimci bir gündür kutlu olsun !

45 Yıl Sonra 3 Fidan’a özlem…

45 Yıl Sonra 3 Fidan’a özlem…

Dostlar,

Bu yıl 3 Fidan‘la ilgili dosya koyamadık web sitemize..
İstanbul Tıp Fakültesinden mezun oluşumuzun 40. yılı nedeniyle sınıf arkadaşlarımızla Dalyan’da idik 5-7 Mayıs 2017 günleri.. Hiç içimize sinmedi..

Değerli dostumuz Sn. Dr. Serdar Şahinkaya‘nın başarılı iletisini paylaşmak istedik…

Sevgi ve saygı ile. 10 Mayıs 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

OSMANLI’nın MEŞ’UM MİRASI

OSMANLInın MEŞ’UM MİRASI

 

Prof. Dr. D. Ali ERCAN

(AS: Bizim katkılarımız yazının altındadır..)

 

Değerli arkadaşlar,

1300’de Bilecik/Söğütte küçük bir Beylik olarak kurulan,
1453’te Bizans (Doğu Roma) İmparatorluğunun Başkenti Konstantinopolis’i (İstanbul) ele geçirerek genişlemesini sürdüren,
1500’lerde 4 milyon km2’lik toprakların üzerinde gücünün doruğuna erişen, ancak (Şeriat batağına saplanmış olduğundan) Dünyada değişen Paradigmalara, özellikle Avrupa’daki Aydınlanma sürecine, sosyal reformlara ayak uyduramayan, Keşif ve İcatları ıskalayan, Bilimsel-Teknolojik gelişmelerin gerisinde kalan Osmanlı İmparatorluğu, 1600’den başlayarak duraksama ve düşüş dönemine girmiş; talana – haraca dayalı Osmanlı ekonomisi çökmeye, Silah gücü etkisizleşmeye, Orduları yenilmeye ve 1700’lerden başlayarak (1699 Karlofça antlaşması) topraklarını yitirmeye başlamıştır.

Osmanlı-Rus Savaşlarındaki Yenilgiler (1774) geri dönüşü olmayan bir çöküş sürecini tetiklemiştir. 1. Dünya Savaşı sonrasına dek topraklarının %80’ini yitirmiş olan Osmanlının Başkenti İstanbul, 16 Mart 1920’de İtilaf Devletleri (İngiltere, Fransa…) tarafından işgal edilmiş ve Osmanlı Devleti “fiilen” son nefesini vermiştir. (TBMM’nin 1 Kasım 1922 “Saltanatın ilgası” kararı ile Osmanlı Devleti “resmen” son bulmuştur.)
***
Son dönemlerinde çaresizlik içinde kıvranan ve battıkça batan Haşmetli Osmanlının bir zamanlar hükümran olduğu Avrupa’dan borç dilenmesi çok hazindir. 1854-1874 arası alınan borçlar, şimdiki Osmanlıcıların Büyük Padişahı (Ulu Hakan) 2. Abd-ül-Hamid Han zamanında ödenemeyecek bir düzeye (~240 milyon altın Lira) geldiğinde Devlet artık İFLAS etmiştir… ;
Bu borçların tasfiyesi için 1876’da Düyun-u Umumiye (Genel Borçlar İdaresi) kurulmuş ve Osmanlının ekonomisi bilfiil yabancıların denetimine geçmiştir.

Lozan Andlaşmasıyla Osmanlı borçlarının %62’sini (85 milyon Lira ~600 ton Altın) üstlenen Türkiye 1954 yılına dek bu borçları taksit taksit ödeyerek kapatmıştır. Bu muazzam borç yükü ve sıfır altyapı nedeniyle sanayileşmek, okullaşmak ve öbür sosyal reformlar çok çok büyük zorluklarla yapıldı… Türkiye Cumhuriyeti ekonomisi sıfırdan değil, sıfırın altından başlamıştı. Buna karşın o “Büyük bunalım” yıllarında bile, 1930-38 arasında, Türkiye ekonomisi yıllık ortalama +%6 gelişimini sürdürebilmiştir.

Mustafa Kemal’e laf edeceklerin önce bu rakamları bilmesi gerekir.

Değerli arkadaşlar,

1930’da 10 milyon $ olan dış borç, 1960’ta 1 milyar dolar sınırını, 2000 yılına gelindiğinde ise 100 milyar dolar sınırını aşmıştır… Son 15 yılda bu miktar 4 katını aşmış ve Dış borcumuz  (faiziyle birlikte) 430 milyar dolar düzeyine gelmiştir. İktidar Partisinin “Zamanımızda Türkiye’yi 4 e katladık” şeklindeki söylemleri aslında dış borcun 4’e katlandığı anlamını taşıyor. Son durumda ulusal gelirimizin %60’ı kadar Dış Borcumuz bulunuyor(Yani cebinizdeki
100 Liranın 60 Lirası borç)
 ve bu borç her gün ~ 100 milyon dolar artıyor! 

Bu gidişle T.C., kuruluşunun 100. yılında “Borcu Gelirine eşit bir Ülke” olacak demektir… Maaşallah !!! æ 13.02.14
===============================
Dostlar,

Atatürk’ün ekonomideki başarısını bu sitede epey yazdık.
Batılılar buna “Mustafa Kemal’in ekonomi mucizesi” adını verdiler.
Prof. Mustafa Aysan, Prof. Bilsay Kuruç, Dr. Serdar Şahinkaya dönemin kitaplarını yazdılar.

17 Şubat 1923’te İzmir’de toplanan Türkiye İktisat Kongresi‘nde sergilenen kararlılıkla,
yarıda kesilen Lozan görüşmeleri başarıyla tamamlanabildi.. O yokluklar içinde ödenen muazzam Osmanlı borcuna bakar mısınız?

Displaying Lozan_borclari_Ataturk_donemi.jpg
Bir Osmanlı torunu kızcağız çıkmış, utanmadan dedesinin mirasını istiyor..
Be kadın, dedelerin Osmanlı borç ve yıkım bıraktı, bu ne utanmazlıktır?!

Sevgi ve saygı ile. 17 Şubat 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Yüksek Ticaretlilerden “Bölgesel Kalkınma ve Gelir Dağılımı” Açıkoturumu

Yüksek Ticaretlilerden
“Bölgesel Kalkınma ve Gelir Dağılımı” Açıkoturumu

Sevgili Yüksek Ticaret Dostlarımız ve Üyelerimiz;

Son günlerde ülkemizde bölgesel kalkınmadan sık sık söz ediliyor. Bunların ayrıntılarını 14 Ekim 2016 Cuma günü derneğimiz konferans salonunda saat 16:30’da

– Prof. Dr.  Birgül Ayman Güler,
– Prof. Dr. Aziz Konukman
ve
– Dr. Serdar Şahinkaya
’nın katılımıyla

“Bölgesel kalkınma ve Gelir Dağılımı” başlığında tartışacağız.

Katkı ve katılımlarınız panelimizi zenginleştirecek bizlere güç verecektir.

Davut ÖZDEMİR
Şube Başkanı

Program aşağıdadır. 14-ekim-panel

======================================
Dostlar,

Bu açıkoturum (panel) çok değerli ve önemli..
Düzenleyenler de, konuşmacılar da çok değerli dostlarımız ve alanına egemen derinlikli bilim ve eylem insanları.. Biz koşa koşa gideceğiz.. Sizleri de bekleriz.
Şimdiden emek veren ve vereceklere çoook teşekkür ederiz..

Sevgi ve saygı ile. 14 Ekim 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

“Sıfırcı Hoca” Kurthan Fişek’in Seçme Eserleri…

28012016_Y1_1

“Sıfırcı Hoca” Kurthan Fişek’in
Seçme Eserleri…

Dr. 
EDEBİYAT DIŞI

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

Kurthan Fişek’in çalışmalarının tekrar gün yüzüne çıkarılması, kritik bir görevdi ve “DaS Yönetim” kitabı ile bu görev, yerine getirilmiştir.

KİTAP-KAPAĞI-das-yönetimAnkara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi – Mülkiye’nin efsane hocalarından Sevgili Kurthan Fişek’i 2012 yılında yitirmiştik. Hem biz Mülkiyeliler, hem Fakültemiz hem de kamu yönetimi üzerinde çalışanlar öksüz kalmıştı.

Kurthan Hoca’nın ardından, O’nun kürsüdaşı ve halen Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü Prof. Dr. Ahmet Alpay Dikmen’in odasında sohbet ederken, “DaS Yönetim” fikri, projesinin ilk heyecanlı tartışmalarını hatırlıyorum.

Aradan geçen süre, böyle bir dev yapıt için hiç de uzun sayılmaz. Prof. Kurthan Fişek’in kürsüsünde yetişen iki genç akademisyen meslektaşımız hummalı bir çalışmaya giriştiler ve de başardılar.

Öncelikle Levent Demirelli ve Recep Aydın’ı buradan yürekten kutluyorum.

Türkiye’de kamu yönetimi disiplinin kuruluşu 1950’li yıllara rastlar. Amerikan kamu yönetimi disiplini, kuruluştaki baskınlığını günümüze kadar, etkisini de yitirmeden, devam ettirmiştir diyebiliriz. Bununla birlikte ana akım kendi antitezini de üretmiştir. Ve bu antitezi kurucu babası da Kurthan Fişek’tir.

Kurthan Fişek’in çalışmalarının tekrar gün yüzüne çıkarılması, bu nedenle kritik bir görevdi ve DaS Yönetim kitabı ile bu görev, yerine getirilmiştir.

Kurthan Hoca’nın tüm çalışmaları kamu yönetimine değil, yönetime dairdir. Elimizdeki kitaptan görüldüğü üzere, Hoca’nın ilk bakışta farklı konulara ve/veya çalışma alanlarına giriyor gibi görünen çok sayıda yazısı, ancak bir arada okunduğunda anlam ve üslup bütünlüğü kazanmaktadır.

Derleyenlerin karşılaştığı temel zorluklardan biri, ilk bakışta geniş konu yelpazesine yayıldığı fark edilen yazıların gruplandırılması olmuştur. Yönetime dair Kurthan Hoca’nın kurduğu bütünlüklü çerçeveyi sunabilmek adına, onun çeşitli biçimlerde ve yerlerde yayımlanmış olan yazılarının üç ana bölümde bir araya getirilmesi bence oldukça isabetlidir.

Birinci bölüm, Kapitalizmden sosyalizme devlet ve bürokrasi; ikinci bölüm, Türkiye’de kapitalizm ve emperyalizm ve üçüncü bölüm de Türkiye kamu yönetimi başlıklarını taşımaktadır.

Kitabın ilk bölümü, Fransa-İngiltere-ABD üçlemesi olarak da adlandırabilecek iki yazıyla başlıyor. Bu yazılar, söz konusu ülkelerde bürokrasinin oluşum ve gelişim dönemini ele alıyor, ayrıca sosyalizm ve bürokrasi sorunsalına da değinmelerde bulunuyor. ABD’yi dışarıda bırakırsak feodalizmden kapitalizme geçiş olarak da adlandırabileceğimiz süreci anlatan iki çalışmayı sosyalist devlet ve bürokrasi konusu izliyor. Bölümün son çalışması olan Yönetimde Özendirme ve Liberman Tartışması ise daha çok örgüt bilimi sınırları içerisine girmekle beraber, belki de Türkiye’de bir ilke imza atarak, sosyalist bir toplumda SSCB’de yapılan güdülenme tartışmalarının bir özetini sunuyor. Böylece genel olarak kapitalizm ve sosyalizm ile bunların devlet biçimleri üzerine yapılan tartışmalara dair bütünlüklü bir bölüme ulaşılmış oluyor.

KURTHAN

Derlemenin ikinci bölümü, Türkiye’de kapitalizm ve emperyalizmi, ekonomik, siyasal, yönetsel ve anayasal boyutlarıyla irdeliyor. Bu yolda, öncelikle Osmanlı toplumunun feodal olduğu tespitinden hareketle Anadolu topraklarına kapitalizmin girişini ve (özellikle dış borçlar üzerinden) emperyalizmle sonuçlandığı süreci ele alıyor. Sonrasında ise Anadolu’ya kapitalizmin girişiyle oluşan işçi sınıfını temel alarak, Osmanlı’nın son dönemlerinde ve Türkiye Cumhuriyeti’nde kapitalizmin gelişimini ve sonuçlarını ortaya koyuyor; 1960’lı yıllar Türkiye’sinde çeşitli devlet örgütlerinde yapılan grevleri temel alarak devletin işçiye olan tutumunu ampirik olarak gözler önüne seriyor. Bölümün son yazısı ise Türkiye’de bir ilki, işçilerin bir fabrikayı işgal etmesiyle başlayan ve devletin baskı gücüyle geri almasına değin geçen 35 günlük sürede işçilerin patronsuz bir fabrikadaki ‘yönetim denemesi’ni konu alıyor.

Üçüncü bölüm bugün Türkiye’de kamu yönetimi olarak adlandırılan disiplinin (konu bakımından) sınırları içinde kalarak Türkiye’nin yönetim yapısını, oluşum, gelişim, reform, vesayet gibi alt-başlıklar etrafında irdeliyor. Bunu yaparken sosyal, ekonomik ve siyasal boyutları da katarak ana akımdan uzaklaşıyor ve analizini zenginleştiriyor. Dördüncü ve beşinci yazılar ise spor ve yönetimi bir araya getirerek adeta yeni bir alan açıyor. Bu iki yazı, Hoca’nın bir yandan Spor Yönetimi adlı profesörlük çalışmasının kısa bir özetini sunduğundan, diğer yandan ise gençliğinde sporcu olan, ileriki yaşlarında da milli sporcularla baklavasına iddiaya giren ve iddialaşılan müsabakayı avansla da olsa kazanan bir bürokratın tanıtılmasını sağladığından derlemede yer almaktadır.

Okuyucu, son üç çalışma ile bölümün başlığı arasında bir kopukluk olduğunu fark edecektir. Okuyucuyu Hoca’nın kıymetli yazılarından mahrum bırakmamak ve fazladan bir başlık açıp derlemenin ana hattını dağıtmamak gibi kaygılardan dolayı böyle bir kopukluğun ortaya çıkmasına izin vermeyi derleyen dostlarımız uygun görerek pek isabetli davranmışlardır.

Kamu yönetimi, iki anlamda kullanılabilir. Dar anlamıyla kastedilen aslında devletin örgütlenme kural ve uygulamalarına denk düşmektedir. Geniş anlamda ise, esasen Kurthan Hoca’nın kullanımına yakın biçimde, toplumsal oluşumları ve tarihsel gelişmeleri kesen bir çerçevede yönetim olgusunun incelenmesinden, daha kapsayıcı ve sosyolojik çalışmalara daha yakın bir disiplinden, söz eder.

Kurthan Hoca’nın özgün tarafı da aslında yönetimi bu kapsamıyla anlaması ve gerek politik duruşundan ve Türkiye’nin o dönemki siyasal hayatından/konjonktüründen gerek tarihsel materyalist düşünce geleneğini yönetim alanında sınamasından kaynaklı. Bu nedenle elinizdeki bu derlemenin, Türkiye’deki tarihsel materyalist ya da Marksist bir kamu yönetiminin/yönetim biliminin kökenini ya da kurucu metinlerini oluşturduğunu söylemek mümkün. Keza sonradan bir biçimde eriyen ya da bastırılan ama varlığını devam ettiren bu Marksist ya da eleştirel damarın kurucusunun Kurthan Fişek olduğunu iddia etmek de…

  • Das Yönetim
  • Devlet, İktidar ve Bürokrasinin Marksist Analizi
  • Yazar: Kurthan Fişek
  • Editörler: Levent Demirelli ve Recep Aydın
  • Yayınevi: Nota Bene Yayınları
  • Sayfa Sayısı: 480
  • Baskı Yılı: 2016
Serdar Şahinkaya

Serdar Şahinkaya

1958 İzmir, Eşrefpaşa doğumlu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi – Mülkiye’de yarı zamanlı hocalık yapıyor. Sanayileşme, kalkınma ve finansmanı ile yakın dönem Türkiye iktisat tarihi üzerine çok sayıda yayını var. Yemek yemeyi, yapmayı, anlatmayı ve yazmayı da seviyor. Meraklısı www.bogazlarmeselesi.com’a bakabilir.
===============================

Dostlar,

Kurthan Fişek (Kurthan abi!), bizim Hacettepe Tıp’ta öğrenciliğimizde ve mezuniyet sonrası asistanlığımızda (Halk Sağlığı / Toplum Hekimliği ihtisasında) hocamız olan, Türkiye’de çağcıl (modern) Halk Sağlığı / Toplum Hekimliği Bilimini kuran, Kalpaksız Kuvayı Milliyeci hekim Prof. Dr. Nusret H. Fişek’in büyük oğludur.. 2. oğlu A. Gürhan Fişek ise Hacettepe Tıp’tan mezun olup (1975) İş Sağlığı doktorası (PhD) sonra  SBF – Mülkiye’de ayrıca Sosyal Politika doktorası (PhD) yapmış ve çok başarılı bulunarak bu Fakültede abisi gibi öğretim üyesi olmuştur.. Mülkiye’de, Tıbbiye kökenli bir öğretim üyesi!.. Fişek ailesi ile elbette yıllarca birlikte olduk, Kurthan abi ile rakı sofraları paylaştık.. Nusret hoca, kendisinin Harvard’da doktorası sırasında Kurthan abinin doğduğunu, sıraların üzerinde emekleyişini vs. anlatırdı bize..

Biz de, Gürhan gibi Tıp’tan sonra bir de SBF – Mülkiye mezunu olarak bu ortak özelliği paylaştık.. Kurthan hocanın YÖNETİM adlı klasikleşmiş kitabını okuduk.. Gürhan’ın hoca olduğu bölümden Sosyal Politika dersi aldık vs..

“DAS Yönetim” iddialı bir tasarım (proje) ve adlandırmadır.

Anaşılacağı üzere Karl Marx’ın “Das Kapital”i ne bir gönderme yapışmış ve bir metafor yüklenmiştir. Yönetimbilim alanında klasik kitaptır Kurthan hocanın “Yönetim” kitabı denmektedir. Yerindedir ve dileriz hakettiği yeri bulur bilimsel yazında (literatürde) ve tarihte..

Emek veren ve bu düşünü (fikri) üreten herkesi kutlar, teşekkür ederiz.
Sevgi ve saygı ile.
18 Eylül 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Levent ÜZÜMCÜ : BOYUN EĞME

portresiMerhaba,

Bu hafta için yazdığım kitap değerlendirme yazım.
Selam ve sevgiler.

Dr. Serdar ŞAHİNKAYA
SBF – Mülkiye, 16.09.2016, 
 Ankara

http://kitapeki.com/levent-uzumcuden-boyun-egme/

Levent Üzümcü’den: Boyun Eğme

Boyun eğmeyen, yurtsever bir sanatçının, son üç yıl içinde kaleme aldığı yazılar, toplumsal mücadelenin yurtiçi ve yurtdışı alanlarında yaptığı konuşmalar, gazete yazıları, söyleşileri, basın açıklamaları, davaları, savunmaları kitabın ana omurgasını oluşturuyor.

Kısa ve pek mütevazı bir özgeçmiş de var kitapta; “Ben Kimim?” başlıklı. Anlıyorum ki hemşeriyiz bir bakıma, Ege, İzmir dolaylarından.

Kitabın takdim yazısını Ebru Tünay Üzümcü kaleme alırken;

  • “Boyun eğse idik yalnızlaşacaktık. İnsanlıktan uzaklaşacaktık.
    Azabın ıssızlığında birer zavallı olacaktık.
    Çocukların katili, emeğin hırsızı, sevginin celladı olup da
    yaşamı rehin almaya çalışanlar gibi zavallı”

    diye not düşerek yazar ile birlikte ortak mücadelelerinin nirengi noktasının altını çiziyor adeta.

Kardeşler, canlar, dostlar, iyi insanlar, insanlığını üç otuz paraya satmayanlar” yani sizlere, bizlere sesleniyor yazar ve diyor ki;

  • Daha iyi, daha yaşanabilir, barış içinde bir geleceği ummanın ve istemenin bile terörist damgası yememize yettiği bir fikirsizlik zindanının mahkumu değiliz ve olmayacağız, güçlü olacağız, korkmayacağız, boyun eğmeyeceğiz.

    Peki, bizler ne yapıyoruz? Bu çağrıya ne kadar kulak veriyoruz?

Tek hesapları, ne gerekiyorsa gereksin, bedeli ne olursa olsun, koltuklarının kullanım süresinin ömür boyu olması için her şeyi göze alanlar ortada iken,
sevgili Levent Üzümcü’nün bu çağrısına ne kadar kulak veriyoruz?

Aklıma Nazım Hikmet’in 1947’de yazdığı “Dünyanın En Tuhaf Mahlûku” şiiri geliyor. Yeri gelmişken şiirin son kısmını buraya not ediyorum.

“(..)
Ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
— demeğe de dilim varmıyor ama —
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!”

Bir çırpıda okunabilen umut dolu satırlar, “başka bir dünyaya olan inanç ve özlemi” besliyor. Yaz bitiyor, sonbahar derinleşiyor. Kentler, meydanlar, yaylalar, tepeler, dağlar, dereler, ormanlar, üniversiteler, sokaklar yeniden kıpır, kıpır. Sizlere, bizlere çok iş düşüyor, düşecek… O halde gelin kulak verelim Levent Üzümcü’ye:

  • Demokrasinin tüm imkânlarını kullanarak demokrasiyi yok etmekte olan küçük bir zümre ve onların itinayla ve gözünü kırpmadan kandırdıkları kanmaya meyilli koca bir kalabalıkla karşı karşıyayız, biliyorum. Aynı ülkede yaşayıp aynı dili konuştuğumuz; aynı yollarda yürüyüp aynı yemekleri yediğimiz halde aramıza sıkışmış yüzyıllar olduğunun da farkındayım. Maalesef, Türkçe bilmeyen bir Çinliye 10 dakikada anlatabileceğimiz problemleri kendi anadilimizde kendi vatandaşımıza anlatamıyoruz ki, bizi en çok da yaralayan bu. Çünkü içten içe biliyoruz ki, kötülüğü bildiği, gördüğü halde görmezden, bilmezden gelen ve fütursuzca destekleyen bu yığın, yarın eline fırsat geçse bize aynı kötülükleri gözünü kırpmadan yapmaktan çekinmeyecek.

Ne yapmalıyız? Her şeyin sonuna gelmişiz gibi bir hali var çoğunuzun. Oysaki her şey daha yeni başlıyor. Laftan, kaygılanmaktan, serzenişte bulunmaktan daha çok çalışmaya ve sahada mücadele etmeye ihtiyacımız var. En önemlisi de sizin gibi aydınlık yarınlara inanmış vicdanlı insanların varlığını daha çok hissetmeye…

Gücünüzün farkında olun, demokrasi beden ağırlığı üstüne yürüyor ama akıl ağırlığı çok daha etkilidir. Bir başkası yok, yalnızca siz varsınız.

Lütfen yılmayın, lütfen boyun eğmeyin!”

  • Boyun Eğme
  • Yazar: Levent Üzümcü
  • Türü: Politika
  • Baskı Yılı: Nisan 2016
  • Sayfa Sayısı: 133 Sayfa
  • Yayınevi: Ka Kitap
1958 İzmir, Eşrefpaşa doğumlu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi – Mülkiye’de yarı zamanlı hocalık yapıyor. Sanayileşme, kalkınma ve finansmanı ile yakın dönem Türkiye iktisat tarihi üzerine çok sayıda yayını var. Yemek yemeyi, yapmayı, anlatmayı ve yazmayı da seviyor. Meraklısı www.bogazlarmeselesi.com’a bakabilir.
===============================

Dostlar,

SBF – Mülkiye’den dostumuz Dr. Serdar Şahinkaya‘nın bir kitap tanıtımını sunduk yukarıda.. Kendisine de, tanıttığı kitabın yazarı Sn. Levent Üzümcü’ye ve de

yılmayıp, boyun eğmeyeceklere!
Sevgi ve saygı ile.
17 Eylül 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com