Etiket arşivi: Prof. Aziz Konukman

CHP’nin VİZYON BELGESİ 

Prof. Dr. OĞUZ OYAN
SOL PORTAL 2022-26

İkinci Yüzyıla Çağrı” başlığıyla büyük bir gösteri biçiminde düzenlenen toplantıda CHP yeni Vizyon Belgesi’ni açıkladı. 3 Aralık’ta sunulan ve bizce henüz bütünlüklü bir vizyon belgesine dönüştürülmüş gözükmeyen bildirilerin temsil ettiği şeyi belki önümüzdeki aylarda daha ayrıntılı görmek ve tartışmak fırsatını buluruz. Bu bildirilerin bütünlüklü bir ekonomi programına dönüşüp dönüşmeyeceği, dönüşürse CHP eliyle mi yoksa 6’lı Masa eliyle mi olacağı herhalde yakın zamanda açıklığa kavuşur. Yakın zamanda diyorum, çünkü seçimlere geri sayım başladı ve bu tür işler için zaman giderek daralıyor.

BİRAZ TARİHÇE

3 Aralık toplantısının değerlendirmesine girişmeden önce bunun tarihsel örneklerini kısaca gözden geçirmek yararlı olabilir. SHP/CHP hareketi 1980’lerden çıkıştan itibaren (başlayarak) bu tür vizyon belgeleri düzenlemeye girişti. Bunlardan birincisi 1989’da SHP’nin genel sekreteri D. Baykal koordinasyonunda bir grup bilim insanı, ekonomi bürokratı ve partili iktisatçının oluşturduğu komisyon aracılığıyla gerçekleştirildi. Sonradan izleyecek örneklerine kıyasla daha ayrıntılı, daha bütünsel ve daha radikaldi. Bu program, 1991 sonunda DYP-SHP koalisyonu protokolünün oluşma sürecinde gevşetilecekti. Malum, koalisyonun büyük ortağı DYP olacaktı, Başbakan DYP’den çıkıyordu ve CHP –hangi akla hizmetse– ekonomiyle doğrudan ilgili hiçbir bakanlık ve müsteşarlık/başkanlık talep etmemişti! Bununla birlikte, koalisyon protokolünde hala birçok şey kurtarılmış gibiydi. Kısa süre oluşturulan Hükümet Programında ise SHP ekonomi programının aşındırılması biraz daha fazla olacaktı. 1993’te başbakanın T. Çiller olduğu yeni DYP-SHP koalisyonunun hükümet programı ise SHP adına daha fazla fire verilmesiyle sonuçlanacaktı. Gerçi SHP’den artık kimsenin bunları dert etmediği bilinmekteydi; koalisyonun ve bakanlıkların paylaşımının sürmesi ana hedef haline gelmişti. Esasen (Gerçekte) uygulama da başından itibaren (bu yana) protokollerin önüne geçmiş, özelleştirilmemesi düşünülen stratejik KİT’ler de özelleştirme programı içine alınmıştı. Bu koalisyon döneminde, ANAP döneminde 1986-1991 yıllarında gerçekleştirilen özelleştirmelerden daha çoğu yapılacaktı.

CHP’nin parlamento dışı kaldığı 1999-2002 döneminde yeniden güçlü bir ekonomi programı hazırlıklarına girişilecekti. Bu program, IMF’nin 2000’den itibaren (başlayarak) bölüşüm ilişkilerinde, kamu varlıklarının talanında yol açtığı tahribatın (yıkımın) giderilmesine odaklanmaktaydı. IMF programına karşı çıkar gibi yapan AKP’den kuşkusuz çok daha tutarlı bir karşı çıkışı da içermekteydi ve bu zeminde ciddi bir iktidar alternatifi (seçeneği) yaratma potansiyeline sahipti. Bunun da önü, 57. Hükümetin dağılmasını hızlandıran K. Derviş’in bu kez CHP’ye transferiyle kesildi. Genel başkan yardımcısı yapılan ve “Bilim, Yönetim ve Kültür Platformu” başkanlığına getirilen K. Derviş SHP’nin hazırladığı programı baştan aşağı değiştirip IMF programıyla uyumlu duruma getirmekle işe koyuldu. Bu da CHP’nin iktidar adayı olarak iddiasını tamamen (tümüyle) yitirmesine ve ibrenin sahte IMF karşıtlığı yapan AKP’ye dönmesine yol açtı. Sonuç zaten biliniyor.

Şimdi üçüncü kez, “iddialı” olduğu söylenen bir ekonomi programı hazırlıkları yapıldığı izlenimi verilmek isteniyor. Ancak burada, koalisyon ortaklarının veya dıştan güdümlü kişiliklerin sonradan “oyun bozan” olarak sahneye çıktığı bir durumdan söz edemiyoruz. Hazırlıkları yapılan “vizyon belgesi’ başlangıçtan itibaren (beri) sistemle tam uyumlu bir program olarak ortaya çıkıyor. 6’lı Masa’dan bu programa bir itiraz gelmesi pek mümkün (olanaklı) görünmüyor; elbette “koalisyon” icabı (gereği) olarak herkes bazı (kimi) fırça darbeleri vurmak isteyecektir ama bunların öze dokunmayacağı şimdiden söylenebilir. Bu arada AKP’ye tıpkı 2002’de olduğu gibi ciddi bir koz verilmek üzere olunduğunu görmemek de mümkün değil. AKP’nin 2016’ya kadar  (dek) doğrudan ve dolaylı olarak IMF programları uygulayan bir parti olması durumu değiştirmiyor; seçmenin -özellikle de AKP seçmeninin- genel ortalaması bu bağlantıları kurabilecek düzeyde değil. Dolayısıyla AKP yönetimi bugün de çıkıp, “muhalefet IMF güdümlü bir neoliberal program uygulamaya hazırlanıyor, biz ise yerli bir modeli inşa ediyoruz” diyebilecek konuma kolayca yerleşebiliyor. Nitekim bunun salvolarını şimdiden atmaya başladı bile. Üstelik 6’lı Masa partilerinden bazıları IMF programının aslının ve gölgesinin geçerli olduğu dönemlerde ekonomi sorumluluğunu üstlenmiş siyasetçileri barındırıyor; dolayısıyla AKP döneminin ilk yarısı dokunulmaz tabu düzeyinde bulunuyor. (AKP yönetiminin bile kendi ilk dönemini göklere çıkarıyor olmasındaki çelişkinin algılanma düzeyi çok düşük kalacaktır).

BİRAZ AYRINTI

İlk soru şu olmalı: Bu cafcaflı tanıtım kime yönelikti? Öncelikle iç ve dış sermayeye yönelik olduğu açık olmalı. Dünya kapitalist sisteminden ve onun cari birikim modelinden kopuş olmayacağının, AKP döneminin son yıllarındaki bazı “yoldan çıkmaların” düzeltileceğinin güvencesini vermek üzere kurgulanmış bir “vizyondu” bu. Toplantının İstanbul’da yapılması bile bunun işaretiydi: Yerli-yabancı sermayenin ve medyanın en çok rağbet göstereceği mekân olduğu düşünülmüştü. Yoksa toplantıda “bildiri” sunanların üçü yurtdışından gerisi ise Ankara’dan katılmışlardı buraya, yani daha kestirme adres Ankara olmalıydı aslında!

Elbette hedeflenenler arasında, CHP’den bir şeyler bekleyen kendi örgütü ve seçmen kitlesi ile 6’lı Masa partileri de bulunmaktaydı. İktidara karşı da bir gövde gösterisi yapılması hedeflendiyse eğer, AKP’nin bu toplantıdan herhangi bir kaygı duyması için bir neden yoktu, hatta daha önce belirttik, iktidara ummadığı bir koz da veriliyordu.

İktidarın eteklerinde semiren sermayedarlar dışındaki büyük sermaye kesimlerinin de CHP’nin bu sürpriz değeri taşımayan “vizyon belgesini” destekleyeceklerini kolayca öngörebiliriz. Nitekim bunun da bir işareti olarak 4 Aralık’ta Adana’da düzenlenen buluşmada TÜSİAD ve TÜRKONFED eski başkanları iktidara daha açık eleştiri yöneltme pozisyonuna geçiyorlardı (5 Aralık 2022 tarihli Cumhuriyet). Her durumda, 3 Aralık’taki “belgenin vizyonu” sermayenin ufkuna göre ayarlanmıştı.

Bu toplantı konusunda iki farklı TV kanalına sıcağı sıcağına yaptığım yorumlarda, esas olarak burada yazdıklarımı söylerken, CHP’nin Türkiye dahilinden (içinden) hem çok nitelikli hem de mevcut (varolan) ekonomik sisteme karşı net eleştirel konumları benimsemiş olan iktisatçılarla çalışma fırsatını kullanmamasını da eleştirmiş ve önümüzdeki süreçte bu yöne kayması gerektiğini ifade etmiştim. Gerçekleşmesini elbette mümkün görmediğim bu öneriyi aslında değerlendirmemin daha geniş kitlelere ulaşması bakımından önemli bulmuştum ve aynı zamanda neoliberal birikim modeline eleştirel konumlarından hiç ödün vermeyen Türkiye’nin saygın iktisatçılarının görmezden gelinmesine dolaylı tepkimi de ifade etmiştim. Kuşkusuz bu saptamamız, toplantıya katılan iktisatçıların akademik düzeylerine bir eleştiri değildir; neoliberal iktisatın ideolojik çerçevesi dışına çıkılamamasına bir eleştiridir.

Ama şimdi şunun altını daha kalın çizmenin zamanıdır: CHP liderinin ve yönetiminin bu toplantıda benimsediği vizyon ve kadro son derece bilinçli seçilmiştir ve CHP içinden veya sol kesimden gelecek tepkilere göre yeniden biçimlendirilebilecek bir esneklik taşımamaktadır. İç ve dış sermayeye güven vermenin, dışarıdan büyük borçlanma kaynaklarına ulaşabilmenin yolu-nun buradan geçtiğine inanılmaktadır. Daha önceleri de yazmıştım: IMF’siz bir IMF programının mümkün olabilmesinin tek koşulu, iç tepkilerin olmadığı bir durumda, dış kaynak sorununun halledilebilmesidir.

  • Ancak sorun şu ki; yeni dünya konjonktüründe ve Türkiye’nin dış borç yükünün ve temerrüt faizlerinin (CDS oranları) böylesine yüksek olduğu bir ortamda, bol ve ucuz dış kaynak yok.

Hele uluslararası fonların, dürüst yöneticilerin işbaşında olacağı bir ülkeye ve onun kalkınma aşkına sempati duyarak Türkiye’ye “iyiliksever” ve “temiz” mali sermayelerini akıtacağı bir dünya hiç yoktur. (Belki “Alice harikalar diyarında” olabilir).

AKP’nin benimsediği dış kaynaklara dayalı bağımlı büyüme modelini sürdürmeyi öngören bu “CHP vizyonunun” aslında çok önemli bir işlevinin olması da beklenmektedir: Sermayeyi karşısına değil yanına almak. Çünkü Türkiye’nin büyüyen ve CHP’nin bu programıyla daha da büyüyecek olan kaynak sorununu, içerde sermayeye yük aktarmadan çözebilmenin yegâne (biricik) can simidinin, yeni devasa dış borçlanma kaynaklarına erişebilmek olduğu hesabı yapılmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki, dışa açık ekonomi koşullarını koruyarak, ama bu koşullarda hem sermaye sınıfını korkutup yurtdışına kaynak transfer etmesine yol açmayarak hem de onun siyasal desteğini alarak iktidarda kalabilmenin koşulları yaratılmaya çalışılmaktadır. Açıkçası bu pozisyon (konum), İYİ Parti iktisatçılarından Prof. Bilge Yılmaz’ın “gerekirse sermaye hareketleri kontrol edilir” çıkışından çok daha geridir. (Gerçi -muhtemelen sermaye tepkileri üzerine- onun da sesi duyulmaz olmuştur). Ayrıca başlangıç koşulları, AKP’nin ilk iktidara geldiği dönemdekinden (131 milyar dolar dış borç) çok daha ağırdır (450 milyar dolar) ve ulusal gelire oranla dış borç yükünün yeni bir tırmanmaya izin vermesi pek güçtür.

Toplantıya katılanlar arasında sadece (yalnızca) Prof. Hakan Kara sunumunda “vergi istisna ve muafiyetlerinin” önemli yekûn tuttuğuna ve burada bir kaynak potansiyeli olabileceğine geçerken değindi. Evet doğru; bu konuyu ben ve sevgili meslektaşım Prof. Aziz Konukman bıkmadan gündeme getiriyoruz. (Bkz. 22 Kasım tarihli Sol Haber yazım). 2023 Bütçesinde “vergi harcaması” olarak verilen büyüklük 994 milyar TL’dir ve vergi gelirlerinin %31’ine denk gelen bu tutarın büyük bölümü sermayeye tanınan vergi ayrıcalıklarından oluşur. Şimdi soru şudur: Sermayeye tanınan vergi ayrıcalıklarının salt yarısından vazgeçilmesi bile sermaye kesimi ile bir kol güreşini gerektirirken CHP buna var mıdır? Hele 6’lı Masa bu hazır olabilir mi? Eğer olumlu yanıt verilemiyorsa, dışardan borç bulmak için niçin bu denli gayretkeş (çabalı) olunduğu da anlaşılacaktır. Ama bu hem çok zordur hem de yeni bağımlılık ilişkilerinin göze alınmasını gerektirir. 

SONUÇ

Son 30 yılda Cumhuriyetin kurucu siyasetinin, bırakalım sistem alternatifi (seçeneği) çözüm önermeyi, bir iktidar alternatifi olabilme potansiyelini bile elinden 3. kez kaçırmak üzere olduğu bir süreçten geçiliyor olabilir. Umalım ki; genel ekonominin ve halkın ekonomisinin bu denli kötüye gittiği, hukukun ve dürüst siyasetin bu denli aşındırıldığı bir dönemde bu saptamalarımız bir uyarıdan ibaret kalır ve dinci-otokratik hareketin iktidarı yitirme süreci geri döndürülemez bir mecraya girer.

Ama her durumda, sayılan tüm bu nedenler de bizlere gösteriyor ki, mevcut siyasi ittifaklar dışında bir sosyalist güç birliğine olan ihtiyaç da artık ekmek su kadar elzem olmuştur.

Hükümetin bir enflasyon politikası yok!

Prof. Dr. Bülbül: Hükümetin bir enflasyon politikası yokProf. Dr. Bülbül

09 Nisan 2022, cumhuriyet.com.tr
(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Hükümetin para basarak günü kurtardığını söyleyen Maliyeci Ekonomist Prof. Dr. Duran Bülbül, “Türkiye’de yoksul, zenginin varlığını korumaktadır.

Bu politikalarla, Türkiye’nin enflasyon ve diğer makro sorunlarının çözümü mümkün değildir. Zaten hükümetin de enflasyonu azaltmaya dönük bir politikası yoktur” dedi.

İktidarın gıda ürünlerinde KDV’yi %1’e indirmesinin ve aynı oranda indirimi marketlerden de “dilemesinin” üzerinden bir ay geçmesine karşın raflar yine ateş pahası. Maliyeci Ekonomist Prof. Dr. Duran Bülbül, yurttaşın belini büken enflasyona ve yapılması gerekenlere ilişkin dikkat çeken açıklamalarda bulundu. Ege Saati’nden Yusuf Körükmez’e konuşan Bülbül, “Türkiye’nin temel sorunu, üretim yapmamaktan kaynaklıdır. Zaten hükümetin de, enflasyonu azaltmaya dönük bir politikası yoktur” dedi. Körükmez’in soruları ve Prof. Dr. Bülbül’ün yanıtları şöyle:

– Hükümet enflasyon artışını neden durduramıyor? Bu artış hızı bu şekilde devam ederse Türkiye’nin önünde ne gibi sorunlar çıkar?

Türkiye’de enflasyonun temel sebebi, maliyetlerden kaynaklıdır. Yani Türkiye’nin enflasyonu maliyet enflasyonudur. Maliyet enflasyonunun bir nedeni ithal edilen ara mallardan kaynaklı olabilir. Ancak bu durum enflasyonun yalnızca bir bölüm nedenidir. Türkiye’nin temel sorunu, üretim yapmamaktan kaynaklıdır. Ara malı üretemeyen, salt ranta dayanan bir ekonominin makro sorunlarına çözüm getirmesi mümkün olamayacaktır. Özellikle petrol, enerji ve doğal gaz gibi üretim girdilerini üretemeyen bir ekonominin kalıcı biçimde bu sorunu çözmesi mümkün değildir. Ayrıca yürütme organının, iktisat teorisinde (kuramında) yer almayan, “Faiz sebep, enflasyon sonuçtur” gibi bir politikası enflasyonun çözümüne hiçbir katkı sağlamayacağı gibi, enflasyonu daha çok artıracaktır.

“TÜRKİYE’DE YOKSUL, ZENGİNİN VARLIĞINI KORUMAKTADIR”

Faiz oranlarını düşürerek enflasyonu düşürme politikası, ekonomide çok farklı ve olumsuz bir tablo ortaya çıkarmıştır.

  • Şu anda ekonomi bilimiyle açıklanamayan bir durumla karşı karşıya kalınmıştır.

Enflasyon oranı % 61, Merkez Bankasının politika faizi % 14,
Hazine borçlanma faizi % 27 ve piyasa faizi ise % 26 dolayındadır.

Devlet böyle bir politikayla, insanların Türk parası varlıklarının reel olarak gerilemesine neden olmaktadır. Ancak bazı kişilerin ise, kur korumalı mevduat faizi ile paraları korunmakta ve bu fark hazineden vergilerle karşılanmaktadır. Örneğin, üç ayda kur korumalı faiz için ödenen para 13 milyar civarındadır (dolayındadır). Bu para insanların verdikleri vergilerle karşılanmaktadır.

  • Yoksulların zenginleri finanse etmesidir.
  • Kısaca yoksul, Türkiye’de zenginin varlığını korumaktadır.
  • Bu politikalara Türkiye’nin enflasyon ve diğer makro sorunlarının çözümü mümkün değildir.
  • Zaten hükümetin de enflasyonu azaltmaya dönük bir politikası yoktur.

“HÜKÜMETİN BİLİMSEL OLMAYAN EKONOMİ POLİTİKALARI DOLAYISIYLA ENFLASYONUN DÜŞMESİ MÜMKÜN DEĞİLDİR”

Dünyanın her yerinde Merkez Bankalarının görevi fiyat istikrarını sağlamaktır. Yani enflasyonu önlemektir. Ancak Merkez Bankasının para politikası ciddi anlamda pasifize edilmiş (etkisizleştirilmiş) ve tamamen (tümüyle) hükümetin bilimsel olmayan politikalarına angaje olmuştur (bağlanmıştır). Dolayısıyla enflasyonun düşmesi mümkün değildir.

Böyle giderse, Türkiye’nin önümüzdeki dönemlerde hiperenflasyonla
karşı karşıya kalması kaçınılmaz olacaktır.

Enflasyonun bu şekilde sürmesi ve hiperenflasyonla karşı karşıya kalınması, ülke insanlarının daha çok yoksullaşmasına, vergi gelirlerinin ve kamu harcamalarının reel olarak gerilemesine ve gelir dağılımının daha çok çarpıklaşmasına neden olacaktır. Hatta tüm makro dengelerin bozulmasına neden olacaktır.

– Vatandaş geçinemiyor, ekmek, yağ, şeker, et kuyrukları var. Daha kötü ne olabilir sorusunu sordukça yeni zorluklarla karşılaşıyor. Şu anki durumdan daha da kötüsü var mı? Türkiye’yi neler bekliyor?

Türkiye ekonomisi, yukarıda da belirtildiği gibi enflasyon sorununu çözemezse ve üretimi artırıcı bir ekonomi politikası ortaya koymazsa, yoksullaşma daha çok olacak ve giderek halkın temel gıda maddelerine ulaşma imkânı (olanağı) ortadan kalkacaktır.

“DEVLET PARA BASARAK SADECE GÜNÜ KURTARIYOR”

Devletin tek ürettiği politika günü kurtarmak ve zamların yarattığı alım gücü azalmasının önlenmesi için para basmaktır. Para basımı kısa bir süre çalışanları rahatlatsa bile, bir süre sonra daha yüksek enflasyonla reel olarak daha çok yoksullaşmalarına neden olmaktadır.

Türkiye ekonomisi faiz oranında dünyada üst sıralarda, yüksek enflasyon konusunda ilk on ülke arasındadır.

Doların bu politikalarla dönem sonun 20 TL’yi geçmesi kaçınılmazdır.

Uluslararası raporlarda da 2022 yılının ekonomi açısından daha kötü olacağı belirtilmektedir.

“Kur korumalı TL vadeli mevduatı”nın da beklenenin aksine dolarizasyonu düşürmediği çeşitli raporlarda belirtilmektedir.

Türkiye’nin 2022 enflasyonu böyle giderse %150’lerin üzerine çıkacaktır.

Dolar kuru artacağı için dış borç stoku giderek artacaktır. Türkiye’nin salt 2022 yılında ödemesi gereken dış borcu 170 milyar Dolara yakındır. Bu durum makroekonomik dengelerin önümüzdeki günlerde çok daha kötü olacağının göstergesidir. Özetle, makro gösterge ve değerlere bakıldığında ekonomik anlamda

  • 2022’nin çok sorunlu ve zor bir yıl olacağı gerçeği açıktır.

Gıda maddelerinde %7 oranında bir indirim olması, son dönemlerde üç kat artan gıda fiyatlarına olumlu yansımayacaktır. Çok kısa bir süre olumlu etki yaratsa bile, enerji ve diğer girdi maliyetlerindeki artışın yanında hiçbir anlamı olmayacaktır. ÜFE artışı, bir süre sonra TÜFE’ye yansıyacaktır. TÜFE’ye yansıyan % 50’lik fiyat artışının yaratacağı yüksek fiyatların %7’lik bir indirimle telafisi olanaklı olmayacaktır.

“TÜRKİYE’DE VERGİ YAPISI ADALETSİZDİR”

Esas olarak enerji fiyatlarındaki ve üretim girdilerindeki KDV oranlarının düşürülmesi gerekmektedir. Sonuç olarak ÜFE ile TÜFE arasından ciddi bir fark olduğu dikkate alınırsa, bu tür KDV indirimleri enflasyon için kalıcı çözüm olmayacaktır.

Türkiye’de vergi yapısı adaletsizdir. Bunun temel örneği, dolaylı vergilerin toplam vergiler içindeki payının %65 dolayında olmasıdır. Dolaylı vergiler, ödeme gücünü kavrayamaz ve tersine artan oranlıdır. Bu durum gelir dağılımı çarpık olan ülkenin gelir dağılımını daha da kötüleştirecektir. Dolayısıyla, sosyal devlet vurgusu yapan ülkenin öncelikle bu durumu düzeltmesi gerekir. Ayrıca orta ve düşük gelir kesimlerinin kullandığı temel ürünlerdeki KDV oranlarının tamamen (tümüyle)  kaldırılması, sosyal devlet anlayışının gereğidir. Sonuç olarak,

  • Ekonomi ve maliye politikaları açısından bakıldığında, Türkiye sosyal devlet değildir. (AS: Bu politikalar Anayasa md.2’ye, 5’e, 65’e, 73’e…. açıkça aykırı!)

“KDV YÜKÜ GENİŞ HALK KİTLESİNİN ÜZERİNDEN ALINIP YÜKSEK GELİR GRUBUNA AKTARILMALIDIR”

– Vergi sistemimizde köklü değişikliklere ihtiyaç olduğu konuşuluyor. Mevcut düzende KDV yükü nihai (son) tüketicinin üzerinde kalıyor. Firmalar ödediği KDV’yi yansıtırken son tüketici yani vatandaş bunu yükleniyor. Bu noktada bir değişikliğe ihtiyaç var mıdır?

Katma değer vergisi, teknik olarak, yayılı bir muamele vergisidir. Yani imalattan tüketime dek her aşamada alınan bir vergidir. Ancak her aşamada alınan vergi, nihai (sonal) olarak tüketiciye aktarılmaktadır. Bu durum hem tüketicinin yükünü artırmakta, hem de mevcut fiyatları daha fazla artırmaktadır.

Türkiye’de öncelikli olarak vergi sisteminde ciddi bir yenilenmeye ihtiyaç var. Vergi sisteminin adil olması gerekmektedir. KDV yükünün geniş halk kitlesi üzerinden alınıp, yüksek gelir grubu üzerine aktarılması sağlanmalıdır. Ancak esas itibariyle (öz olarak), gelire göre vergi sistemi kurulmalıdır. Vergilerde esas olan ödeme gücüdür. Türkiye’de vergilerin önemli bir yükü orta ve düşük gelir grubunun (diliminin) üzerindedir. Vergi yükünün gelir grupları arasında adil dağılımının sağlanacağı bir sistem kurulmalıdır. Bunun yolu da, toplam vergi gelirleri içinde dolaysız vergilerin payının artırılmasıdır.

“TÜRKİYE EKONOMİSİ STAGFLASYON İÇİNDE”

– Telaffuz edilen terim ‘enflasyon’ fakat halk stagflasyon yaşıyor yani enflasyon ve deflasyonun negatif yönlerinin birlikte hissedilmesi. Bu noktada stagflasyon terimini kullanmamız daha doğru olmaz mı?

Durgunlukla beraber yüksek enflasyonun yaşanması anlamına gelen stagflasyon, özellikle 1970’li yıllardaki petrol krizi sırasında tüm dünyada ortaya çıkmış bir iktisadi sorundur.

O dönemde ortaya çıkan stagflasyon krizi elbette ki, bugünkü durumdan farklı olacaktır. Ancak, günümüzde Türkiye ekonomisinde ciddi bir maliyet enflasyonu söz konusudur. Özellikle üretimde önemli girdi olan enerji fiyatlarındaki artış, Türkiye’nin önümüzdeki dönemlerde enflasyon oranını daha fazla artıracaktır. Ayrıca Türkiye ekonominin uygulamış olduğu yanlış kur ve faiz politikası, çok daha olumsuz sonuçları meydana getirmektedir. Maliyetlerde artış bir yandan fiyat artışlarına neden olurken, bir yandan da yüksek maliyetlerle üretim yapma olanağını azaltarak durgunluğa ve işsizliğe neden olmaktadır. Bu iki sorunun Türkiye’de yaşanması stagflasyonu ortaya çıkarmaktadır. Hatta bu duruma önlem alınmazsa, çok daha kötü olan slumpflasyon sorunuyla karşılaşılması kaçınılmazdır.

  • Slumpflasyon ise, ekonomik çöküntü içinde enflasyonun yaşanmasıdır.

Dolayısıyla Türkiye ekonomisinin stagflasyon içinde olduğunu belirtmek mümkündür. Hatta önlem alınmazsa ve küresel likidite de iyice kısılırsa, slumpflasyonun yaşanması da şaşırtıcı olmamalıdır.
================================================

Sevgili Duran hocam,

Lütfen, derneklerinizle, örgütlerinizle toplu olarak sesinizi yükseltin…
Çözüm önerileri koyun masaya…
Bağımsız Sosyal Bilimciler ortamı örneğin…

  • TR, siyasal tarihte örneği görülmemiş bir anomali tablosunda..
  • Çözümler de olağandışı duruma uygun nitelikte olmalı..
  • En güçlü dayanağımız MEŞRU YAŞAM HAKKIMIZ
  • Meşruluğunu yitiren bir iktidara karşı EVRENSEL DİRENME HAKKIMIZ

Bir “Ulusal İktisat Kurultayı” yapın Duran hocam..
Öncü olun, halkta ve muhalefette karşılığını bulur.
6 partinin ekonomi politikasını Babacan ve partisi hazırlayacakmış… (!!)
Yandı gülüm keten helva..
Hocam, gün bu gündür Ülke ve Ulus için..
Haydi, soyunun ağır göreve..

ADD gelecek yıl bir Ulusal İktisat Kurultayı düşünebilir..
17 Şubat 1923…. 17 Şubat 2023..
İzmir’de.. Türkiye İktisat Kongresi‘nin 100. yılında..
*
Ama şimdi ACİL DURUM var!…

Sevgi, saygı ve dostlukla..
10.04.22, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK 
Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (Mülkiye)

Not : Sn. Prof. Bülbül’e yolladığımız üstteki iletiyi ülkemizin önde gelen yurtsever birkaç ekonomisti ile de paylaştık.. Prof. Bilsay Kuruç, Prof. Halil Çivi, Prof. Yalçın Karatepe, Prof. Erinç Yeldan, Prof. Aziz Konukman, Dr. Serdar Şahinkaya .. gibi.

Çok değerli dostumuz Erinç hocamız yanıtladı bizi :
Evet, değerli hocam.. İktidarın bütün propagandası muhalefetin ekonomi bilmediği üzerine. Ekonomideki tahribatı ört bas edecekler.
Çalışıyoruz hocam. Emin olun. Sevgilerle