Etiket arşivi: Dr. Ali Rıza Üçer

Türkler Türkmen Aleviliğinden ve Türk Sünniliğinden nasıl koparıldı?

Türkler Türkmen Aleviliğinden ve
Türk Sünniliğinden nasıl koparıldı?

son birkaç yüzyıla gelinceye değin Alevi kimlikli idi.

Dr. Ali Rıza ÜÇER’in takdimi…
Araştırmacı, yazar Cemil Kılıç‘ın “Türkler Türkmen Aleviliğinden ve Türk Sünniliğinden nasıl koparıldı” başlıklı yazısı dikkat çekici. Kılıç, ABD EMPERYALİZMİ güdümünde Araplaştırılmış Türkiye Sünniliiğine karşı Türk Sünniliği ve Türk Aleviliği kavramlarının altını çiziyor, (İlhan Selçuk bunu hoşgörü temelli “Anadolu Müslümanlığı” olarak tanımlardı)

Kılıç’ın yazısında içine sürüklendiğimiz karanlık ortamla ilgili önemli ipuçları var:

“Anadolu’nun pek çok yerinde Yavuz’a gelinceye kadar bugünkü anlamda Sünni bir yerleşim yerine rastlamak olası değildi. Kaldı ki Türkmenlerin büyük bir çoğunluğu göçerlerden oluşuyordu. Göçerlerin yaşam tarzı ise Alevice idi. Osmanlı, göçer Türkmenleri yerleşik yaşama geçirerek bu yolla onları Sünnileştirmeye de çalıştı. Önemli ölçüde de sonuç aldı. Anadolu Türkmenlerinin büyük çoğunluğu son birkaç yüzyıla gelinceye değin Alevi kimlikli idi. Bu kimlikte de ortodoks İslamî inanç ve geleneklerden ziyade SUFİ VE KÖK TENGRİCİ ögeler egemendi.

Önemine dayanarak yineleyerek belirtelim ki, bugün Anadolu’daki Sünni Türk kitlenin çok önemli bir kesiminin ataları, birkaç yüzyıl öncesine değin Alevi / Kızılbaş karakterde idi. Nitekim bundan dolayıdır ki Türk Sünniliğinde diğer Müslüman halkların Sünniliğinde olan bazı şeyler yoktur. Söz gelimi Türk Sünnileri çocuklarına asla Muaviye, Yezit ve Mervan gibi adlar vermezler. Ama Arap Sünnileri içinde bu isimlere rahatlıkla rastlayabilirsiniz.

Ayrıca Türk Sünnileri çocuklarına çoğunlukla hep ehlibeyt isimleri vermektedirler. Ali, Hasan, Hüseyin, Haydar, Ali Ekber, Fatma, Zehra gibi adlar Türk Sünnileri arasında yaygındır.

Geleneksel Türk Sünniliğinde Arap Sünniliğindeki gibi katı harem – selamlık kuralı yoktur. Türkistan piri Ahmet Yesevi’nin meclislerinde kadın erkek birlikte yer alıyor ve birlikte ibadet ediyorlardı. Türk Sünniliğindeki bu özelliğin kaynağı Yesevi etkidir. Son 30 – 40 yıla dek Anadolu’daki Sünni Türkmen köylerinde harem – selamlık diye bir şeyden bahsetmek mümkün değildi. Ancak Türk Sünniliği, Arap Sünniliğine evriliş süreci boyunca gitgide özgünlüğünü yitirdi. Bugün gelinen aşamada dindar Türk Sünni kitle, tarihsel ve geleneksel Türk Sünniliğine iyice yabancılaşmış ve Eş’arî hatta Selefi, Vahhabî bir anlayışla kuşatılmış durumdadır. Bu süreç halen devam etmektedir.

Türkiye’deki dinci cemaat ve tarikatların çoğu Vahhabileşme hareketine destek vermekte ve bu yolda büyük çaba harcamaktadır.

  • Vahhabileşme hareketi, Diyanet yoluyla da devlet tarafından desteklenen bir sapma olarak güncel manada gemi azıya almış bir biçimde hızla ilerlemektedir.

Bu durum Orta Asya, Kafkasya, Balkanlar ve Kıbrıs’ta da yaşanmaktadır. Vahhabi propaganda adı geçen coğrafyalardaki Türk Sünniliğini de yozlaştırmaya devam etmektedir. Özellikle Özbekistan ve Kırgızistan’da Vahhabi akımın ciddi oranda taban bulduğunu üzülerek gözlemlemekteyiz.
**
Türk Sünniliği dediğimiz anlayış, bugün çok zayıflamış olsa da bir cevher olarak hala toplumsal belleğimizin derinliklerinde varlığını hissettirmeye devam ediyor. Canlandırılmayı ve Selefî, Emevi, Eş’arî Arap Sünniliğine karşı yeniden ayağa kaldırılmayı bekliyor.

Cumhuriyet devrimleri ile hedeflenen yeni toplumsal yapıda dinin denk düştüğü alan, aslında tarihsel Türk Sünniliğidir. Cumhuriyet devrimleri, Türk Sünniliğini bilimsel ve çağdaş düzlemde yeniden diriltmeyi ve Arapçı din anlayışına karşı bir nevi “MİLLİ MÜSLÜMANLIK” kimliğiinşa etmeyi amaçlamıştır. Bu Milli Müslümanlık düşüncesinde Ebu Hanife ve İmam Maturidî’yi esas alan fıkhi ve itikadî bir çizgi ile birlikte Yesevi, Alevi, Mevlevi, Bektaşi kültürel mistik İslamî miras da temel öğedir. Böylesi bir zeminde laik karakterli bir devlet kurulup Türk Sünniliği sosyolojik bir kimlik olarak müesses nizam haline getirilmek istendi. Kısmen başarılı olunsa da toplumun içinde sinsi sinsi faaliyetlerini sürdüren gerici, Selefî, Vahhabî Arap dinciliğini esas alan cemaat ve tarikatlar, yer altı çalışmalarıyla modern Türk Sünniliği projesini büyük ölçüde tahrip etti. Bunda dış destek de çok etkili oldu. Özellikle ABD’nin Yeşil Kuşak projesi Türk Sünniliği yerine gerici Emevi, Selefî, Eş’arî Arap Sünniliğini takviye etti.

Çünkü ABD için gericileşmiş bir Türkiye, sömürmek, yönetmek ve ezmek için daha elverişliydi. 1950 ve 1960’lı yıllarda dünyadaki sol akımların estirdiği laik, seküler fırtına, Müslüman halkların da emperyalizme karşı uyanışını ve ayağa kalkışını müjdeliyordu. Ancak ABD emperyalizmi bu uyanışı dinci tarikt ve cemaatleri destekleyerek boğdu.

  • Şeyhine kul olan kitleleri, o şeyhi emperyalizme kul ederek yönetmek elbette ki daha kolaydı.Oysa birey kimliğinin geliştiği toplumları baskılamak kolay olmayacaktı.

ABD, 1950’ler ve 1960’lardan sonra Türkiye’yi dinci yapılar eliyle gericileştirdi.
Böylece ABD ile cemaat ve tarikatlar el birliği içinde Türk Sünniliğini boğdu.

Oysa Türk Sünniliğini korumak ve geliştirmek maksadıyla Cumhuriyet, Diyanet İşleri Başkanlığını ve İmam Hatip Okullarını kurmuştu, İlahiyat Fakülteleri ve Yüksek İslam Enstitülerini açmıştı. Bir dönem bu kurumlara gerçekten laik cumhuriyete sadık kadrolar egemendi. Lakin gitgide gericilik güç kazandı ve Türk Sünniliği, Emevi, Selefî, Eş’arî Sünniliğine yenildi.

Bahsi geçen kurumlardan azılı Cumhuriyet düşmanları çıktı. FETHULLAH GÜLEN –  TİMURTAŞ UÇAR ve CEMALETTİN KAPLAN gibi isimler azılı Cumhuriyet düşmanlığının simge isimleridir.

Bugün rejimin korunması, toplumsal barışın sarsılmaz bir biçimde yeniden ihdası ve geleceğe emin adımlarla yürüyebilmek için Türk Sünniliğinin canlandırılması, güçlendirilmesi ve geliştirilmesi kaçınılmaz bir ihtiyaçtır. Çünkü Türk Sünniliği dediğimiz dinsel anlayış, cumhuriyet devrimleri ile barışıktır.

Türk Sünniliğinin kökü; “Sünnet imiş kafir de olsa incitme insanı,” diyen Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi’ye ve “Yaradılanı severiz, yaradandan ötürü,” diyen Yunus Emre’ye dayanır.

Türk Sünniliği; hayata, akılla, bilimle bakan bir anlayıştır. Bunda büyük Anadolu bilgesi Hünkar Hacı Bektaş Veli’nin; “Bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır,” sözünün etkisi büyüktür.

  • Türk Sünniliğinde din devleti talebi yoktur.

Türk Sünniliğinde dinsel yaşam bağlamında ahlak ve ibadet merkezli bir yapı egemendir.

Türk Sünniliği; köklerinin dayandığı Ebu Hanife’nin ANADİLDE İBADET hakkı fetvasından etkilenerek ibadethanelere ve dinsel ritüellere Türk dilinin mevlitler, ilahiler, kasideler, Türkçe hutbe ve Türkçe vaazlar yoluyla girmesini sağlayan milli bir anlayıştır. Bu nedenle Türk Sünniliğinde Türk dili duyarlılığı yüksektir.

Türk Sünniliği; ehlibeyt sevgisi, din kardeşliği ve MİLLETDAŞLIK TEMELİNDE Alevi ve Caferi yurttaşlarımıza karşı da saygılı bir tutum içindedir. Nüfusunun çoğunluğunu Şii / Caferi ve Alevi kardeşlerimizin oluşturduğu Azerbaycan’a dair geliştirilen “Bir millet iki devlet” söylemi bu tutumunun en net yansımalarından biridir.

Türk Sünniliği, tıpkı Türkmen Aleviliği ve Türk Şiiliği gibi ulus olarak mevcudiyet ve istikbalimiz açısından milli güvencemizdir.

Bu nedenle Türkiye nüfusunun çoğunluğunu oluşturan Sünni – Hanefi kitle düşünülerek yeniden ifade edelim ki; Selefi, Emevi, Eş’arî, Vahhabi radikalizmine karşı modern Türk Sünniliğinin yeniden ihyası elzemdir.

Türk Sünniliği, bizim Muhammedî islam dediğimiz anlayışın Türkler arasındaki nüvesini ifade etmektedir. Türk Sünniliği, egemen Emevi İslam anlayışına karşı kesinlikle muhalif bir İslamî direniş yoludur. Bunun öbür Müslüman halklar arasındaki versiyonları da Muhammedî İslam’ın ihyası için önemlidir. Muhammedî İslam, mezheplerin böldüğü Müslümanları Muhammedî çizgide birleştirme ve akılcı yorumlarla İslam’ı çağdaş manada tecdid etme iradesini ifade etmektedir.

Öte yandan Türkiye özelinde, orta ve uzun vadede kendini; DİNSEL, MEZHEPSEL VE ETNİK KİMLİKLERLE İFADE EDEN BİREYLERİN YERİNİ YURTTAŞLIK KİMLİĞİ İLE İFADE EDEN BİREYLERE BIRAKMASI VE TOPLUMUN MODERN DÖNÜŞÜMÜNÜN SAĞLANIP LAİK CUMHURİYET SİSTEMİNİN TAKVİYE EDİLMESİ İÇİN BU TOPRAKLARIN TARİHSEL VE GELENEKSEL KİMLİĞİNE YABANCI OLAN ARAPÇI ANLAYIŞLARA KARŞI AMANSIZ BİR MÜCADELE ŞARTTIR.
Bu aslında gericiliğe karşı verilen bir ölüm kalım mücadelesidir. Bu mücadeleyi kazanmaktan başka çaremiz yoktur.”
****
Cemil Kılıç‘ın yazısının tümü:
https://odatv.com/turkler-turkmen-aleviliginden-ve-turk-sunniliginden-nasil-koparildi-15111805.html?fbclid=IwAR1AaOEB335d4oMeF5e3w8Jx4mxrzi1PMjFx8FIiamho2N0VT7ki7symsvE

28 Şubat Kumpas Davası

28 Şubat Kumpas Davası

Dr. Ali Rıza ÜÇER
Tıp Kurumu Genel Yazmznı

28 Şubat kumpas davasının savcıları, Fetö’cüydü..
Şimdi hepsi içeride, kumpas kurmaktan,
Lakin mahkeme heyeti, ne hikmetse, bu kumpasçıların iddialarını olduğu gibi kabul etti.. 
Oyun başa döndü,
1994-1998 arasında Cumhuriyet refleksleriyle görevini yapan Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı‘ya 90 yaşına merdiven dayadığında müebbet hapis cezası verildi, Hukuki değil alenen siyasi, ideolojik bir davada. Cumhuriyetle hesaplaşma davasında,
Karar, 31 Mart gerici isyanının yıl dönümünde verildi ne hikmetse..
**
Şimdi arşivlere dönelim, Karadayı – Ecevit arasındaki Fetö çekişmesine, Karadayı’nın Fetö’nün yılanın başı olduğunu nasıl öngördüğüne, Fetö tetikçisi Emre Uslu‘nun kutlama tweetlerini, bu bağlamda değerlendirelim..
**
Batı Çalışma Grubu‘nun (BÇG) Haziran 1999′da Gülen Cemaati ile ilgili olarak hazırladığı raporda Vakfın ödülleri şöyle değerlendirilmişti:
Fethullah Gülen’in “manevi başkanı” olduğu Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı‘nın her yıl dağıttığı “uzlaşma ödülü”nün asıl hedefi devlet kurumlarını “zirveden fethetmeye yönelik” bir oyundur. Geçtiğimiz yıl (1997), dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı ödülü almayı reddetti, aralarında Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Başbakan Yardımcısı Bülent Ecevit gibi önde gelen isimlerse ödüllerini aldı.

“Fethullah Gülen’in, RP’nin kapatılmasının ardından, perde arkasındaki başkanı olduğu Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı tarafından toplumun her kesiminden lider düzeyindeki şahsiyetlere dağıttığı Uzlaşma Ödülü, kendisini ve cemaatini toplumun her kesimini kucaklayan bir nitelikte olduğunu göstermesi bakımından devletin üstünde bir statüde göstermeyi amaçlayan bir oyunun sahnelenmesi olarak değerlendirilmektedir.

Bu çerçevede, Papa ile Fethullah Gülen görüşmesinin önem arzeden tarafı, içeriğinden ziyade öncelikle Papa, hristiyanların lideri, Gülen de müslümanların lideri olarak dünya basınına takdiminin yapılmak istenmesinden kaynaklanmaktadır. Gülen’in Roma’da Büyükelçilik mensupları tarafından karşılanması ve Cumhurbaşkanı’nın mesajını Papa’ya iletmesi de, devletin de bu şahsiyete destek olduğunu beyanla, bu oyuna alet olduğunu göstermektedir..”

http://www.dunya48.com/ali-rza-uecer/6614-ali-riza-ucer-fethullah-gulene-kimler-ovgu-duzdu-kimler-mesrulasmasina-araci-oldu-6.
**

==================================================
Dostlar,

Değerli meslektaşımız Uz. Dr. Ali Rıza Üçer‘in yazısı çok uyarıcıdır.
Yukarıda aktarılan olayla ilgili olarak, ADD Edirne Şubesi Başkanı olarak bir basın açıklaması yapmıştık. Günümüzden 20 yıl önce, bir derneğin(ADD) Edirne Şubesince yapılan çok uyarıcı bir açıklamada öngörülenlerin yıllar sonra ülkenin başına bir yıkım (felaket) olarak gelmesi ders vericidir. Bu ülkenin Devlet aklı nerededir? Başta istihbarat ve güvenlik olmak üzere Kurumları ne yaparlar? Siyaset kurumu bunca aymaz ve sorumsuz olup, tüm davranışlar – tercihler “demokrasi” koruması altında savunulabilir mi?? Arşivimizdeki bu yazıyı 20 yıl sonra, tarihe not düşmek üzere aşağıya aynen alıyoruz :
****
ATATÜRKÇÜ  DÜŞÜNCE  DERNEĞİ
EDİRNE MERKEZ ŞUBESİ / BASIN AÇIKLAMASI – 21 Şubat 1998 / Edirne

HOŞGÖRÜ ÖDÜLÜ ve FETHULLAH ! 

Geçtiğimiz günlerde Nur Cemaati Lideri Fethullah Gülen –namı diğer Fethullah Hoca– kendisine bağlı Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı aracılığıyla sözde hoşgörü ödülleri dağıttı. Bu ödülü, yılların devlet adamı olmakla övünen ve neredeyse, “baba” sanından havalara uçacak denli mutlu olan (oysa demokrasilerde ulusların babası olmaz; herkes özgür ve eşittir!) Cumhurbaşkanı Sn. Demirel kabul etti !? Aynı ödülü Genelkurmay Başkanı’na (Org. Hikmet Karadayı) vermek isteyen temsilciye ise, 2. Başkan Org. Çevik Bir, “Davetiye bile yollamayın” yanıtını verdi.

Yüce ATATÜRK’ün Cumhuriyet’imiz için en büyük tehlikelerden görerek kapattığı tekke, tarikat, türbe, zaviye, şeyhlik, türbedarlık.. gibi çağdışı yapılanmalar ne yazık ki günümüzde hala ayakta. Fethullah Gülen de Nurcuların önderi Said-i Nursi’nin devamı. Yalnızca nur yerine ışık sözcüğünü kullanıyor. Okullarında Atatürk resimlerini indiren, denetim haberi alınca asan, sinsi sinsi laik Cumhuriyet’imizin yıkılması için kadro yetiştiren yüzlerce okulun sahibi bu anlayışın temsilcisinden, T.C. Cumhurbaşkanı’nın nasıl onları meşrulaştıracak biçimde ödül kabul ettiğini anlamak olanağı yoktur. Kuzu postundaki kurt öyküsünün tipik örneği olan bu tabloda, demokrasinin sabırlı ve usta yıkıcılarının oyununa yılların politikacısı Sn. Demirel’in nasıl geldiğini bizzat Sn. Demirel’in kendisinin açıklamasını bekliyoruz. Yoksa Fethullah Hoca Sn. Demirel’den “yaman” mı çıkmıştır?
Bu tutumlarımızla, üzerine titrediğimiz, Büyük Atatürk’ün bizlere en kutsal emaneti olan Cumhuriyet’imizin yıkıcılarına, onların sözde “hoşgörü” tuzaklarıyla hizmet etmiş olmuyor musunuz Sn. Demirel?
Sn. Cumhurbaşkanı özeleştiri vermeli, yanlış yaptığını kabul etmeli, kamuoyundan özür dileyerek ödülü, maskeli cumhuriyet düşmanlarına geri vermelidir.
Meclis Başkanımız Sayın Hikmet ÇETİN, Başbakan Yardımcısı Devlet Bakanı Sayın Bülent ECEVİT de aynı ödülü almakta bir sakıncı görmemişlerdir. Sayın Bülent ECEVİT, eleştirilere karşı, “Burası demokrat ülke ve herkes istediği gibi davranabilir.” diyebilmektedir. Demokrasinin, her türlü tutarsızlığın ve sapmanın üstünü örtecek bir şal gibi kullanılması da son günlerin yarattığı bir sonuçtur. Kamuoyu demokrasinin böyle anlaşılmasından rahatsızlık duymaktadır.
Öte yandan, basından izlediğimiz kadarıyla, aynı Fethullah Hoca Vatikan’da Papa’yı ziyaretinde Türk Büyükelçiliğince karşılanmış, Büyükelçilik aracı ile ulaşımı sağlanmış hatta yemek verilmiştir. Bu tür aymazlıklardan ne zaman kurtulacağız?

  • Bir devlet, maskeli düşmanlarını kendi eliyle böylesine onurlandırırsa, acı sonuçlarına da günü geldiğinde katlanmaktan kaçınamaz.

Dışişleri Bakanı Sn. İsmail Cem’in gerekli incelemeyi yaptırmasını bekliyoruz.
Atatürkçü Düşünce Derneği olarak, yüce Atatürk’ün bizlere kutsal emaneti olan Cumhuriyet’ imizi ve devrimleri kollama ve koruma görevimizi uyanıklık, bilinç ve kararlılıkla sürdürece-ğiz. Edirne Kamuoyuna saygıyla duyururuz.                                                                    

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ
EDİRNE MERKEZ ŞUBESİ Yönetim Kurulu
==================================================

Evet dostlar…

  • 28 Şubat davası kararları en çıplak anlatımıyla “irticanın intikamı – irticanın rövanşı” dır!

Dileyelim – umalım ki oyun farkedilsin ve istinaf aşamasında kumpas kırılsın..
AKP cenahı Erbakan’ın tabanından (Saadet Partisinden) oy apartma olanağından yoksun kalabilir bu karar bozulursa.. Tersi durumda, AKP = Erdoğan‘ın her yerde bu konuyu nasıl politik araç (malzeme) yapacağı gözümüzün önüne öylesine net geliyor ki…

  • ….Muhterem Erbakan hocamıza ve demokrasimize yapılan ihanetin hesabını da, aradan 21 yıl geçmiş olsa da, sormak suretiyleeee..

20 yıl önce Edirne’den yaptığımız uyarıyı, haklı çıkma acısıyla yineleyelim :

  • Bir devlet, maskeli düşmanlarını kendi eliyle böylesine onurlandırırsa, acı sonuçlarına da günü geldiğinde katlanmaktan kaçınamaz.

  • Her şeye karşın Mustafa Kemal’in askerleri Türkiye Cumhuriyeti’mize kol – kanat germeyi sürdürecek ve onu sonsuza dek başı dik – onurlu yaşatacaklardır..
  • Her-ke-se ve her-şeye, tüm gaflet – dalalet – hıyanetlere karşın!

Sevgi ve saygı ile. 15 Nisan 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

İmam Nikahı Yasallaşırsa Ne Olur? Rezillik Olur?

İmam Nikahı Yasallaşırsa Ne Olur?
Rezillik Olur?

Dr. Ali Rıza Üçer

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Şaka gibi, Medeni Kanun’un yürürlüğe girmesinden neredeyse yüz yıl sonra sürüklendiğimiz yere bakar mısınız?

Cumhuriyetimizin temelleri sarsılırken, kurucu değerleri ve birikimi yerle yeksan edilirken CHP’nin yeri göğü yıkması gerekmez miydi? Bu nasıl bir ölü toprağıdır, bu nasıl bir uyuşukluktur, anlayan beri gelsin..

68 kuşağından KBB uzmanı Dr. Orhan Aybers ağabeyimiz ODTÜ’de ellisinden sonra tarih doktorasını tamamlamıştı 15 yıl önce, ODTÜ tarih bölümünde doktora yapan ilk ve tek hekimdi, muhtemelen hala da öyledir..

Söyledikleri ne kadar çarpıcı bakar mısınız?
*****

İMAMLARA NİKAH KIYMA YETKİSİ:
Verilirse ne olur? Rezillik olur.
Tamı tamına 100 yıl geriye gidilmiş olur.

Dr. Orhan Aybers
KBB Uzmanı
Tarih Doktoru

https://www.youtube.com/watch?v=15kfFsLLeGA 

İmamın kıydığı nikah “şeriat HÜKÜMLERİNE GÖREDİR VE İSLAM ŞERİATINDA KADININ BOŞANMA HAKKI YOKTUR.

Bir tek istinası vardır: ERKEĞİN ERKEKLİK ORGANININ YOKLUĞUDUR. (Erkeğin cinsel işlevini yerine getirememesi değil, “kılıçla kesilmiş” ve “olmayan” erkeklik uzvundan bahisle, bir tek bu şartla kadına “imama müracaat ederek” boşanmayı isteme hakkı verilmektedir.

Türkiye’de (Osmanlı devleti olarak düşünün) ilk kez 1918 (yanlış okumadınız 1918) yılında
“Zevcin Cünun ve Cüzamla Maluliyeti Halinde Zevcenin Feshi Nikahı Talebe Salahiyeti Hakkında” adıyla çıkarılan; bugünkü Türkçe ile söylersek: “Erkeğin akıl hastalığı ve/veya cüzam hastalığı halinde kadının nikahın sonlandırılmasını isteme yetkisi hakkında” ve o zamanki resmi gazete olan “Takvim-i Vekayi‘de” yayınlanarak yürürlüğe giren

* PADİŞAHLIK FERMANI İLE Müslüman kadınların BOŞANMAYI TALEP ETME HAKLARI tanımlanmıştır. Daha öncesi yoktur.

Bana inanmayan veya inanmak istemeyenler, bir zahmet TBMM kütüphanesine kadar giderlerse, orada “Takvim-i Vekayi, no: 3045/UG-1/1918 mikrofilm arşivi”ne bakarlarsa, yukarıda bahsettiğimin doğru olduğunu göreceklerdir.

* KADINLAR-GENÇ KIZLAR- KIZ ÇOCUK BABASI ERKEKLER-NİNELER-TEYZELER UYANIN!

1918 yılında bu padişah fermanının yaptığı tanımlama da, kadınlarımıza sadece CÜNUN (akıl hastalığı) ve/veya CÜZAM hastalığı belirlenen erkeklerden boşanabilmek için MÜRACAAT HAKKI’nı tanımlamaktadır.

Tekrar edersek: İmamın kıydığı nikah ŞERİAT nikahıdır.
Böyle bir nikahta kadının değil boşanmak, “boşanmayı isteme” hakkı bile yoktur.

Ancak ATATÜRK geldikten sonra, 1926 yılında çıkarılan MEDENİ KANUN ve buna dayanarak yapılan MEDENİ NİKAH sayesinde yüzyılarca süregelmiş bu rezillik önlenebilmiştir.

Preview YouTube video İmam Nikahı Kıyılma Videosu

Dileyelim ve/veya umalım mı ki, Türkiye’de bir Anayasa Mahkemesi hala vardır ve Anayasal düzeni Anayasa üzerinden hukuksal olarak koruyup kollar?

Göreceğiz..

Milli Eğitim müfredatında Talim Terbiye Kurulu alet edilerek AKP = RTE talimatı ile yapılan ATATÜRK’süz ama dibine dek DİNCİ yetişek (müfredat) değişiklikleri uygulamaya kondu epeydir.

Ne var ki, bu Yönetmeliğin yürütmesinin durdurulması – iptali için “HA-LA” bir ara karar bile çıkmış değil izleyebildiğimiz ölçüde!?

Sevgi ve saygı ile. 22 Ekim 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Kurban Gerçeği

Kurban Gerçeği

Dr. Ali Rıza ÜÇER

“Kurban Bayramı öncesinde derin dondurucu ve kıyma makinesi satışları arttı. Geçen yılın aynı dönemine oranla derin dondurucu satışı 3, kıyma makinesi satışı ise 2 katına çıktı. Derin dondurucuda iller bazında en yüksek satışlar sırasıyla üç büyük ilin ardından Bursa ve Kocaeli’de, kıyma makinesinde ise Gaziantep ve Hatay’da gerçekleşti Bu ürünler haricinde satış artışında dikkat çekenler bıçak bileyici, düdüklü tencere ve saklama kabı oldu. 1-22 Ağustos tarih aralığında geçen yıla oranla bıçak bileyicide % 106, düdüklü tencerede %78, saklama kabında ise %53 adet bazında artış kaydedildi.” (Milliyet gazetesi, 30 08 2017)
**
Görüldüğü gibi kurban bayramı yoksullarla dayanışma olmaktan çıkmış, kurban edilen hayvanın etinin kesen/kestirenler tarafından ya hiç paylaşmadan ya da çok az paylaşarak tüketilmesine dönüştürülmüş durumda. Bu bayramda bir milyon büyük baş, üç milyon küçük baş hayvanın kurban edileceği göz önüne alındığında durum çok düşündürücü.

Kurban kavramını yeniden düşünmek ve sorgulamak gerekiyor bu boyutuyla da..

Ali Rıza Üçer
**

En’am suresi 135-140 arasında bu döngünün nasıl işlediğini okuyabilirsiniz. Burada esas amaç kurban kesmek değildir. Kabe’ye getirilen hayvanların “çete” tarafından iç edilmesi ve aralarında üleşilmesine karşı onların kamunun/yoksulların hakkı olduğunun vurgulanmasıdır. Bu arada kesilenler varsa -ki bu örfen müstahaptı- onların da sadece etlerinden yenilebileceği (kendine ayırıp biriktirmek yok) gerisinin yine yoksullara dağıtılması gerektiğinin ısrarla vurgulanmasıdır.

Tabi bütün bunlar hacca gidenler için geçerli. Oradaki durum anlatılıyor.

  • Hacca gitmeyenlerin kurban keseceğine dair
    Kur’an’da en küçük bir ima bile yok.

Kur’an’da sadece mazereti sebebiyle hacca gitmeye niyetlenip de gidemeyenlerin Kabe’ye bir hedy (adanmış hayvan) göndermesi istenir. (Bakara 196). Çünkü ihtiyaçtan fazla olanın oraya gönderilmesi ve orada ihtiyaç sahiplerinin eline ulaşması istenmektedir. Gönderilecek hayvanın illa kurban olarak kesilmesi gerekmiyor. Hedy hediye kökünden gelir ve canlı bir hayvanın veya bedelinin yoksula bağışlanması manasına gelir. Kabe’ye getirilen “kurbanlık hayvan” demek, “adanmış hayvan”demektir; Allah’a, Kabe’ye, yani kamuya, ihtiyaç sahiplerine adanmış, onlara verilmek üzere getirilmiş canlı hayvan, ekin ürünü vs. demektir. Bu dahi “hacca niyetlenip de gidemeyenler” için geçerlidir.

Sonra yukarıdaki ayetin devamında şöyle denilir: “Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Fakat O’na sizin takvanız ulaşır. Böylece onları sizin hizmetinize verdi ki, size doğru yolu gösterdiğinden dolayı Allah’ı büyük tanıyasınız. Güzel ahlak sahiplerini müjdele.” (Hacc; 37)

“Asla” denilerek ulaşmayacağı söylenen et ve kan zaten Araplarca da kesilmekte olan kurbanlardı. Klasik zihin burada kurban kesen kişinin, kurbana bıçağı çalarken içinde taşıdığı takva duygusunun kastedildiği şeklinde anlıyor. Burada kurbana teşvik değil; sakındırma, yapmayın bunu artık, bir anlamı yok vurgusu var.

Ayetin sonundaki cümleden de anlaşılacağı gibi aslolan hayatın içinde güzel ahlak sahibi (muhsinin) olmaktır. Allah sizin kurbanlarına bakmaz, ete, kana, deriye, bağırsağa bakmaz. Bunlar için günahlarınızı affedecek de değildir. İçinizde Allah bilincinden kaynaklanan sakınma duygusu (takva) ile yaşayıp yaşamadığınıza ve ahlakınıza bakar. Açıkça diyor işte: “Asla ulaşmaz” Şu halde neden kesip duruyorsunuz, ulaşmayacak işte. Duymayacak o hayvanların sesini, kan kırmızısı boğazın görüntüsünü, duymayacak!

http://www.ihsaneliacik.com/2012/10/26/kuranda-kurban-ayetleri-haritasi

Işıklar içinde uyu Nevzat Hocam

Işıklar içinde uyu Nevzat Hocam

Karşıyaka’da,
Hacettepe’de çölde açan bir Anadolu çiçeğine yaptıkları eziyet,
Hep hafızalarımızda kalacak,
Bir de “Evlat” bu anlattıklarını yaz değişin..

Yazamadım Nevzat Hocam,
Tembellikten,
Affet..

Geçeğe Çağrı’nın öyküsü olacaktı yazabilseydim,
Olmadı…

Dr. Ali Rıza ÜÇER

*Fotoğraf 3 Mayıs 1998, Kültür Bakanlığı Sosyal Tesisi, Ankara.
=========================
Dostlar,

Sevgili meslektaşımız Dr. Üçer’e teşekkür ederken, önceki yıllarda “Nevzat abi” miz için yazdığımız makaleyi okumanızı dileriz..

http://ahmetsaltik.net/arsiv/2015/04/Dr.Erenin_Ozg%C3%B6revi_19.04.2015.pdf

Sevgi ve saygı ile. 22 Temmuz 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

İstanbul Tabip Odası Başkanı Selçuk Erez Derhal İstifa Etmelidir!

İstanbul Tabip Odası Başkanı Selçuk Erez
Derhal İstifa Etmelidir!

portresi

 

Dr. Ali Rıza Üçer
Tıp Kurumu Genel Sekreteri

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

Çözüm süreci için  tecrit kaldırılsın!”  bahanesiyle  Abdullah Öcalan ile görüşme talebinde bulunan DTK, HDK, KJA, DBP ve HDP gibi PKK yandaşı örgütlerin Diyarbakır’da başlattığı açlık grevinde İstanbul Tabip Odası Başkanı Selçuk Erez’in Öcalan ve PKK’ya verdiği açık destek utanç vericidir.

selcuk_erez_apo_tecriti_kaldirilsin_10-9-16

Erez, pervasız biçimde Öcalan ve PKK için tezgahlanan açlık grevi eylemine destek olurken, “Halkın alkış tutup tebrik etmesi gerekiyor. Kürt halkının temsilcisi Apo’dur. Barışa inanıyorsak, bir an evvel masa başına oturmalıyız” diyecek kadar ölçüyü kaçırmıştır. Erez’in eylem ve açıklaması Türk Ceza Kanununa göre de alenen suç niteliğindedir, derhal İTO Başkanlığı görevinden istifa etmelidir.

Selçuk Erez’in BDP Diyarbakır İl Örgütünde yaptığı bu talihsiz açıklama Türk Tabipleri Birliği yönetimiyle birlikte Başkanı olduğu İstanbul Tabip Odası ve diğer yandaş odaları da bağlamaktadır. Erez’i kınamadıkları ve istifaya davet etmedikleri takdirde suça ortak olmaya devam edeceklerdir.

Hekimlerin örgütlerine sahip çıkması hayat memat meselesidir.

  • Türk Tabipleri Birliği ve Odalarımız asla PKK’ya teslim edilemez.
    10.09. 2016

=========================================

Dostlar,

Çok üzcücüdür bu gelişme.. Prof. Selçuk Erez 80 yaşında, çok kıdemli bir hekimdir, meslek büyüğümüzdür, hocamızdır. Bu yaşında hala çok etkindir (aktiftir); kalkıp Diyarbakır’a gitmiş ve bir etkinliğe katılmıştır Cumhuriyet gazetesinde düzenli ve nitelikli yazılar yazmaktadır. Cerrahpaşa Tıp Fakütesi’nin Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalını uzun yıllar yönetmiştir.

Prof. Erez’in AKLIMIZIN AMBARGOLARI adlı yapıtını herkesin okumasını öneririz. Ancak hazin bir ironi midir Erez hocanın başına gelen?? Erez hocanın aklına kimler – nasıl ambargo koydu da hocamız bu ileri yaşında olmayacak işlere katılıyor??

Sevgi ve saygı ile.
10 Eylül 2016, Datça

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
AÜTF Halk Sağlığı AbD
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Y-CHP Seçim Yenilgisi Üzerine

Y-CHP Seçim Yenilgisi Üzerine

portresi

 

 

Dr. Ali Rıza Üçer

 

Sandığa gitmeyen potansiyel CHP seçmeni üzerine kafa yormak gerekiyor.
Rotasından sapan Y-CHP’nin kurucu değerlerini yadsımasıyla büyüyeceğini iddia eden
akıl hocalarının söyledikleriyle gelinen nokta ortada.

Eğer bir yenilgi olacaksa da kendini inkâr ederek değil.
Cumhuriyetimizin temel değer ve ilkelerini aslanlar gibi savunarak olmalı.

Ulusal bütünlük ve laiklik gibi duyarlı konularda CHP asla ve asla yolundan sapmamalı,
ödün vermemeli ve savrulmamalı, asla Cemaat kuyrukçuluğu yapmamalı.

Avro-Atlantikci – NATO’cu/AB’ci bir CHP,
IMF ve Dünya Bankası’nın reçetelerini kılavuz belleyen bir CHP ile varılacak yer belli.

AKP fabrika ayarlarına döndü kazandı diyorlar ya, bir zahmet Y-CHP’de fabrika ayarlarına (kurucu değerlerine) dönsün. Bunun için başta Kılıçdaroğlu ve ekibi olmak üzere tüm örgütlerin, kadroların yenilenmesi, bu partiye gönül veren milyonların da
partilerine sahip çıkması zorunlu…

==========================

Dostlar,

Sevgili meslektaşımız Dr. Ali Rıza ÜÇER gene yalın gerçekleri az ve öz yazmış değil mi?

Sevgi ve saygı ile.
03 Kasım 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

 

Dr.Yavuz Dizdar’a “Tavuk eti” tartışmasında Prof. Dr. Ali Esat KARAKAYA’dan Yanıt

Dr.Yavuz Dizdar’a “Tavuk eti” tartışmasında
Prof. Dr. Ali Esat KARAKAYA’dan Yanıt

 

Toksikoloji alanında ülkemizde ve dünyada saygın bilim insanları arasında yer alan
Prof. Dr. Ali Esat Karakaya‘nın “İnsanBu” sitesindeki yazısını dikkatinize sunuyorum 05.08.2015

http://www.insanbu.com/a_haber.php?nosu=1830

Dr. Ali Rıza Üçer

*****

Dr. Yavuz Dizdar’a yanıt :  “Tavuk eti” tartışmasında Dr. Ali Esat Karakaya’dan

Dr. Dizdar her türlü gıda ile ilgili bilim dışı iddialara dayalı felaket senaryoları yaratarak ününe
ün katmaya ve medyada yıldızlaşmaya devam ediyor.  Beyaz et konusunda yazdıklarını da
bu kapsamda değerlendiriyorum.  Dr. Dizdar’ın “olsa olsa böyle olur” şeklindeki bilimden uzak yaklaşımlarına karşı Dr. Ali Rıza Üçer’in yazdığı bilim odaklı cevaba yürekten katılıyorum ve kendisini kutluyorum.  Bilim dışı iddialara karşı sessiz kalmanın sonuçları gıda ile sınırlı kalmaz. Sonunda toplumda hurafeler bilimden daha çok itibar kazanır. Somut bir örneği, tıp alanından verelim. Yıllardır otla çöple ve uydurduğu kürlerle her türlü hastalığı tedavi ettiğini iddia eden ve aynı Yavuz Dizdar arkadaşımız gibi medyanın göz bebeği olan İbrahim Saraçoğlu, Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanlığı gibi çok yüksek bir kamu görevine
(sağlıkla ilgili) atandı.

Burada söz konusu olan hastanın tedavi tercihi değil, hurafelerin üst düzey kamu görevliliği ile ilişkilendirilerek meşrulaştırılmasıdır. Bu uygulamaya, ne yıllardır kanıta dayalı tıp öğretisini benimsetmeye çalışan tıp fakültelerinden ne de sağlık profesyonellerinin meslek örgütlerinden
tek bir ses bile çıkmadı. Böyle bir ortamda, Dr. Üçer’in yıllardır akıl dışı, bilim dışı uygulamalara karşı sergilediği yürekli duruşunu saygı ile izliyorum.

Bilime aykırı iddialar her konuda olabilir. Ancak gıdanın bu konuda çok özel bir yeri vardır.
İlk olarak, gıda-sağlık ilişkisi toplumdaki her bireyi çok yakından ilgilendirmektedir.
İkincisi, gıdalar tarladan/çiftlikten çatala dek olan süreçte binlerce risk etkeni ile karşılaşabilir.
Bu risklerin bilime dayalı düzenlemelerle (regülasyonlarla) yönetilmesi ölçüsünde de
insan sağlığı korunabilir. Gıdalardaki risklerin yönetilmesine esas teşkil eden regülasyonlar uluslararası işbirliği ile oluşturulur. Bu düzenlemelerin (regülasyonların) arkasında on binlerce araştırma ve bu araştırmaları yapan on binlerce bilim insanı ve bunların kurumları bulunur.

Dizdar arkadaşımızın, kolay anlaşılabilmesi için hazırladığım “Dünya Gıda Güvenliği Ağı” şemasını incelemesini öneririm. (Yazı resmi.. editör notu)

Şemayı biraz açalım (http://www.insanbu.com/a_haber.php?nosu=1830):

Solda Dünya Sağlık Örgütü ve Birleşmiş Milletler Gıda Tarım Örgütü’nün ortak kuruluşu olan “Kodeks Alimentarius” yer alıyor. Bu örgüt Yavuz Dizdar’ın bugüne dek gündeme getirdiği her gıdadaki insan sağlığını koruma odaklı standartları belirliyor.

Ortada yer alan “Avrupa Birliği Gıda Otoritesi-EFSA”, AB’de gıdanın bilim odaklı yönetilme aracı işlevini yükleniyor. Buna ek olarak her Avrupa ülkesinin de ulusal gıda otoritesi var. Örneğin İngiltere’de “Food Standards Agency”, Fransa’da “ANSES” gibi. Şemanın sağında öbür ülkelerdeki gıda otoritelerinden örnekler var. ABD’de FDA gibi çok güçlü gıda otoriteleri de bu sistemin içindedir. Bu uluslararası gıda güvenliği ağı türden birbiri ile etkileşim içinde. Başka bir deyişle insan sağlığına zararı kanıtlanan bir uygulamanın bu sistem içinde kalması olanaklı değildir. Böyle uluslararası bir ağa gereksinim duyulmasının nedeni de gıdaların
sınır tanımayan ürünler olması, bir ülkede üretilen bir gıdanın öbür ülkelerde de tüketilmesidir.

Yavuz Dizdar arkadaşımızın gündeme getirdiği ve tartıştığımız gıda ile ilgili felaket senaryolarında bütün bu sistemin göremediği ancak Dizdar arkadaşımızın farkına vardığı bir durum söz konusu. Biraz garip değil mi? Dizdar arkadaşımızın, benzerlerinin sıkça yaptığı gibi, bu kurumların satıldıkları ve bilimi saptırdıkları gibi soyut anlatımlarla görüşlerini savunacağını kestiriyorum.

İnanmak isteyen inanır. Demek ki bütün dünya bilimi ile kurumları ile bir oldu, hepimizi kandırıyor. Bir tek Dizdar her konudaki uzmanlığı ile gerçekleri görüp “yemezler” diye feryat ediyor.

Gıdalar ile uluslararası düzenlemeler (regülasyonlar) bilim odaklı saydam süreçlerde hazırlanır.  Her noktada da eğer aykırı görüş var ise bunların da ifade edilebileceği platformalar yaratılır. Örneğin EFSA’da bu amaçla oluşturulan platformun “link”   üyeleri arasında  “European Public Health Alliance”, “Greenpeace”,  “Friends of the Earth” ve Avrupa ülkelerinin tüketici derneklerinin federasyonu olan “The European Consumer Organisation”  gibi
güçlü sivil toplum örgütleri de vardır.

Sayın Yavuz Dizdar kimselerde bulunmayan bilimsel altyapısı ile ortaya çıkardığı gerçekleri
bu sivil toplum örgütleri vasıtası ile uluslararası gıda otoritelerinin gündemine sokabilir.
Ancak yine de dikkatli olmasını öneririm. Bu sivil toplum örgütleri aktivist ünlerinin yanı sıra ciddi örgütlerdir. Kapıları bilim dışı ipe sapa gelmez savlara kapalıdır. Arkadaşımızın
ciddi hazırlık yapması gerekir. Dizdar arkadaşımız böyle zahmetli yollara girip tüm dünya insanlarına hizmet sunacağına (!), kendince daha akılcı (rasyonel) bir yolu seçmiş görünüyor.

Nasıl olsa her şeye inanmaya hazır bir toplumda yaşıyoruz “link”.
Gıdalar, kendi alanlarındaki başarıları ile adlarını duyuramayan akademisyenler için hiçbir risk taşımadan sanal ün kazanılacak serbest atış alanı. Gıdanın koruyanı yok. Bilim temelli meslek örgütlerinin bilim dışı iddialarla toplumu yanıltan üyelerine karşı etik kuralları yok.
Toplumun işin doğrusunu öğreneceği, bilime dayalı açıklamalar yaparak anında tepki veren üniversiteler de dahil, bir kamu kuruluşu da yoktur. O halde aklına geleni söyle,
kazandığın ün yanına kar kalır.

Riskin “istemeyen sonuçların gerçekleme olasılığı olan” tanımını dikkate aldığımızda,
her gün her alanda binlerce risk ile karşı karşıya olduğumuz kolaylıkla anlaşılabilir.

Yaşamda sıfır risk yoktur.

Sağlıklı ve uzun bir yaşam, gerçekleşmemiş risklerden arta kalandır.

Her alanda risklerin yönetilmesinde önceliklerin saptanması yaşamsal önem taşır.
Uydurma iddialarla toplumun dikkatinin gerçek riskler yerine yapay risklere yönlendirilmesi toplum sağlığına zarar verir.

Gerçek gıda riskleri nelerdir. Bu konuda Dünya Sağlık Örgütü’nün “FoodSafety” sayfası incelenebilir “link” özet bir bilgi istenirse “link”. Görüldüğü gibi Dünya’da Dizdar arkadaşımız kadar uzmanlıkları olmasa da gıda güvenliği konusunda başka çalışanlar var.

Bu noktada yediğimiz, içtiğimiz her şey de güvenli diyemeyiz. Eğer gıda güvenliğinde farkındalığı artırarak toplum sağlığına katkıda bulunmak istiyorsak aşağıdaki soruların yanıtları, sonuç almak için bir anlam taşır. İlk 3 soruya yanıt “evet” ise, bilimin, yaşamda sıfır risk yoktur noktasından hareketle “kabul edilebilir risk” olarak tanımladığı gıda riskleri ile karşı karşıyayız. Son sorunun yanıtını bilmiyorsak veya yanıt “hayır” ise rastgele, kuralsız yapılan gıda üretimi ve sunumunun yol açacağı sağlık yitiminin boyutunu bilmemiz olanaklı değildir.

  1. Tartışılan gıdanın üretilmesi ve taşıdığı riskin yönetilebilmesi için insan sağlığını korunması 
    ve gıdadan ençok sağlık yararının sağlanması odaklı bilime dayalı uluslararası düzenlemeler var mı?
  2. Bu düzenlemelerin tam uygulanması durumunda insan sağlığının korunduğu konusunda dünyada gıda ve sağlık otoriteleri, üst düzey bilim ve sağlık kuruluşları arasında 
    bir görüşbirliği var mı?
  3. Bu düzenlemeler (regülasyonlar) Türkiye’de var mı?
  4. Tam olarak uygulanıyor mu?

Bilimsel verileri yok sayarak sorumsuzca toplumu yönlendirmeye çalışmak, yalnız gıda alanında değil, her alanda ülkenin geleceğine yapılan kötülüktür. Her türlü zorluk yenilerek, dünya standardında üretilen, gelişmiş ülkeler dahil, birçok ülkede pazar payı bulan ürünlere uydurma suçlamalarda bulunanlara karşı durmak ülkedeki her bilim kuruluşunun, her meslek örgütünün,
her bilim insanının sorumluluğu olmalıdır.

Yukarıdaki açıklamaların ışığında tavuk eti üretimi ile ilgili birkaç gerçeğin altını çizelim :

*Tavuk üretimi dünyada nasıl yapılıyorsa, Türkiye’de aynı şekilde yapılıyor.
Yani Alman, İngiliz, Japon, Amerikalı vs. hangi tavuk etini yiyorsa biz de aynısını yiyoruz.

*2014’te 431 000 ton tavuk eti 20’den çok ülkeye ihraç edilmiş karşılığında 700 milyon Dolar
gelir elde edilmiştir. Yılda 400 milyon Dolar dolayında gelir de Yumurta dışsatımından (ihracatından) sağlanmaktadır. Kısacası üretim dünya standartlarında olduğu için,
yurt dışında pazar bulabilmektedir.

* Üretimin tamama yakını ulusal şirketler tarafından yapılmaktadır.
Genelde küçük aile işletmeleri büyüyerek bugünkü, durumunu almıştır.

Şimdi sormak gerekir   :

Yavuz Dizdar, asılsız savlarla insanlarımızı ucuz protein kaynağından uzaklaştırarak ve
dünya standartlarında üretim yapan ulusal bir endüstrimizi her ortamda yıpratmaya çalışarak
neyi amaçlamaktadır?

Konuyu tartışmaya açan “insanbu.com web sitesinin” yazım alanının kısıtlı olduğunu düşünerek. yazıyı burada sonlandırıyorum.

Dizdar arkadaşımızın yukarıda kendine yönelttiğim soruya verdiği yanıttan sonra,
yazıyı sürdürmeyi düşünüyorum.

Saygılarımla.
05.08.2015

Prof. Dr. Ali Esat Karakaya
Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi
Toksikoloji Anabilim Dalı

============================================

Evet dostlar,

Sonunda Dr.Yavuz Dizdar’a hak ettiği tokat gibi yanıt bir Toksikoloji hocasından geldi..
Keşke bugüne dek kurumlardan uygun yanıt verilseydi..

Prof. Karakaya’ya da, bu yanıtı ulaştıran sevgili arkadaşımız Uz. Dr. Ali Rıza Üçer’e de
teşekkür ederiz.

AÜTF’de (Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde) Gıda derslerini veren bir
Halk Sağlığı Anabilim Dalı öğretim üyesi…..  olarak biz de Sayın Karakaya’nın görüşlerine
imza koyuyor ve meslektaşımız Dr. Yavuz Dizdar’a sorumluluğunu bir kez daha anımsatıyoruz.

Sevgi ve saygı ile.
7 Ağustos 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Op. Dr. Mehmet ALTINOK : “SOMA ve BEN…”


Dostlar
,

Melektaşımız Op. Dr. Mehmet ALTINOK ağabeyimizden bir öykü aldık… Mehmet ağabek tıbbiyeden 1971 biz 1977 mezunuyuz.
Önceki yıllarda Ankara Etimesgut Onkoloji Hatanesi Onkolojik Cerrahi bölümünden emekli oldu Mehmet ağabey. Ankara’da yıllardır,
aynı hastaneden Radyasyon Onkolojisi uzmanı Dr. Ali Rıza Üçer ile
Tıp Kurumu‘nu yönetiyorlar. NÜSED‘de birlikte çalıştık Dr. Altınok ile..

“SOMA ve BEN…”

Bu duygudaşlık (empati) yüklü güzelim iletiyi aşağıda paylaşıyoruz.. 1970’ler Türkiye’sinden ibretlik kesitler..

Kendisine de tıbbi bir teşekkür yollayarak “Betz hücrelerine sağlık” diyoruz..

Sevgi ve saygı ile.
06.01.2015, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

======================================

Soma ve Ben

Dr. Mehmet  Altınok

İlk görev yaptığım yer olarak Soma yaşamımda önemlidir.
Kasım 2014’de ” Ölüm Vardiyası” adlı bir kitap geçti elime. Tilki Kitap Yayınları arasında çıkan bu kitapta 37 yazarın Soma üzerine öyküsü
bir araya getirilmiş. Kitap basıldığında ILO’nun 176 numaralı
“Madenlerde Güvenlik ve Sağlık Sözleşmesi” henüz imzalanmamıştı.
Bir hafta önce  imzalandığını TV’den öğrendik, tabii  ne kadar güvenilir olduğunu bilemiyoruz.

Soma, benim ilk tayin olduğum yerdir. Ankara Ü. Tıp Fakültesi’ni 1971 Temmuz ayında bitirdim. Üniversitede  uzman cerrah olmak için sınavlara girmiştim. Sonuçların ilanı üç ay kadar gecikince, akademik kuruldaki arkadaşım beni uyardı. “İstenmiyorsun, seni almayacaklar, vazgeç,” dedi.

Kendime iş  aramaya karar verdim. Herhangi bir hastanede hemen
işe başlamak istiyordum. Böylece hata payım azalacaktı. Çevremde danışabileceğim doktorlar olmalıydı. Üniversitede istenmeyen adam olan ben, Sağlık Bakanlığı’na bir destekle gitmeliydim. Genel müdürlük ve Bakanlık Müsteşarlığı yapmış olan baba dostu Rahmi Bey amca ile Bakanlık tayin şubesine gittik. Karadenizli olduğunu sandığım genel müdür yardımcısı, nereyi istediğimi sordu. Her yer olabilirdi. Sivas’ta
bir arkadaşım olduğundan, Sivas olabilir, dedim. Vesikalık fotoğrafımda bıyığım iri göründüğünden, birden “Sivas olmaz, siz solcular orada toplanacaksınız değil mi?” diye beni tersledikten sonra, “Seni batıya, Soma’ya göndereceğim,” dedi. Rahmi Bey amca ile bakıştık ve
bana Soma’nın nerede olduğunu anlattı.

Benim için sorun değildi, hemen kabul ettim.Tayin işlemine başlar başlamaz kalınca bıyıklı fotoğrafımı yüzüme fırlatarak, “Bana bıyıksız bir fotoğrafını getir, hemen tayinini yapayım.” dedi. Yere düşen zarftaki  vesikalık fotoğrafları Rahmi Bey amca ile toplarken, içinde bulunduğumuz hali ve susma zorunluğumuzu hiç unutmadım. O tarihte  fotoğrafçılıkta henüz şip şak işi pek yoktu. Hiç vakit yitirmeden bıyığımı kesip fotoğraf çektirerek hemen alıp getirmeliydim. Doğruca  fotoğrafçıma gittim. Derdimi anlattım. Bıyıklarımı beyaz bir boya ile kapatarak tab ettiği fotoğrafımı bana uzattı. Üst dudağımın üzerinde beyaz bıyık varmış gibi bir fotoğraf sayesinde tayinim Soma’ya çıktı. Elimde tayin yazım, devlet terbiyesini öğrenmiş olarak eve döndüm. Evde harita üzerinde Soma’yı çalıştık ve nasıl gidileceğini öğrendim.

***

Trenden Soma istasyonunda indim. Eşyam azdı. Hastanenin yerini öğrendiktan sonra, o civarda bir otele yerleştim. Sonra çıkıp bir kahvede çay içtim. Tren istasyonundan dosdoğru yukarı yüründüğünde  Soma’nın merkezine varılıyordu. Sol taraftaki termik santralinin yoğun duman saçan bacaları ile insan ve araç hareketliliği hemen dikkati çekiyordu. İş ve çalışma görüntüsü idi bu. İşçi sınıfı herhalde burada olmalı, diye mırıldandım. Böyle bir merkeze gönderildiğim için
kendimi şanslı saymalıydım.

Soma’da yaptığım kısa bir turdan sonra tayin yazımla birlikte SSK’nın 50 yataklı Soma Hastanesi’ne doğru yola çıktım. Hastanenin önü kalabalıktı. Anlayamadığım bir hareketlilik idi bu. Önce seyrettim, oradaki polislere yeni tayin olarak gelen doktor olduğumu söyledim. Beni yavaşça içeri aldılar. Başhekim ile tanıştırıldım. Kalabalık ve hareketlilik vardı. Hastane koridorunda yerde battaniyeler üzerinde yatan insanların birçoğu yanık içindeydi.. Doktor, ebe, hemşire ve personel yanıklara pomat sürüyor, sarıyor, tetanos aşısı ve ağrı iğnesi yapıyordu. İşleri yoğundu. Başhekim bana maden ocağında yangın ve çökme olduğunu, yaralıların geceden
bu yana taşındığını; hastaların taburcu edilerek yalnızca yaralı işçilerin kabul edildiğini, koridordaki yanıklı hastaların, gelenlerin en hafif grubu olduğunu, bunların yanında durumu ağır olanların hiç de az olmadığını anlattı. Bir yandan hastane yönetiminin dikkatli çabası sürerken, Soma kaymakamı ile emniyet müdürü geldi. Polisler geldi. Kazaya uğrayan işçilerin yakını ile arkadaşları ve sendikacılar megafonda, işçilere yeterince bakılmadığı, yaralıların ölüme terk edildiğini söyleyerek içeriye girip onları görmek istediklerini söyleyerek gürültü çıkarmaya çalışıyordu. Megafondaki ses bir ara, Sendikalarının başkanı Çakırefe’nin geldiğini, doktorlara hadlerini bildireceğini, söyleyip grubu  kışkırtıyordu. İçeride de kaymakam, dışarıda olan bitenler karşısında acaba başhekimle doktorlara silah dağıtsak mı, diye çevresiyle konuşuyordu. Arada emniyet müdürü de katılıyordu söze. Ben de onların yanında idim ve sürüp giden saçmalığı kavramıştım. İşçiler yakınlarını görmek, onların ihtiyaçlarını öğrenmek istiyordu. Hastane personeli de yaralılara yardım etmek için içeriye kimsenin girmesini istemiyordu.

Kapı kilitli idi. İşçilerin kilidi kırıp içeri girmeleri hiç de zor değildi.. Başhekimden yakınlık gördüğüm için ona yanaşıp bu konudaki önerimi anlattım. “Aile temsilcisi beş kişiyi önce içeri alalım, durumu anlatalım, onlar da gördükleriyle dışarıyı ikna eder ve ikili sıra ile tek istikamette herkes içeri girer ve sonra dışarı çıkarak dağılır..” dedim.
“Böylelikle  yaratılan karmaşa da sona erecektir.”

Bu önerim  yerinde görüldü ve verilen görevi üstlendim. Hemen kapıda duran nöbetçi ile dışarıda sakin olarak gördüğümüz beş kişiyi içeri davet ettim. Yaralıları gezdirdim, sükûnet ve temizliğin önemini anlattım. Heyecanla dışarı çıktıklarında, içerideki hummalı yaşamı coşkuyla arkadaşlarına anlattılar. Biraz sonra hastane önündekiler ikili sıra halinde kapı önüne dizildi. Beş kişinin direktifi ile alt kat ve üst kat sessizce, duygulu şekilde ziyaret edildi. Kapıdan çıkarken yaralılara
şifa, doktorlara güç diliyorlardı. Toplam yarım saatte sessizlik sağlandı. Sonra herkes evine çekildi. Sendika başkanı Çakırefe ve megafoncu içeri bile girmedi. Kaymakam ve emniyet müdürü sonradan hastaneyi terk etti.

Sade ve gerçekçi bu önerimle hem içerideki hem dışarıdakilerin sempati ve güvenini kazanmıştım. Başhekim odasında otururken birçok dost edindim. Bu arada evrakımı verip işe başlamıştım bile.
***

Soma SSK Hastanesinde, 1971 yılının kasım ayında işe başladım. Otel ile aylık olarak anlaşmıştım. Üçüncü katta üç adet tek yataklı oda vardı. Birisi bana aitti. Kapılarımız koridora açılıyordu. Koridorda bir soba duruyordu. Kış günleri oda kapımız açık tutulmalıydı. Penceremiz Soma açık hava sinemasına bakıyordu. Geceleri sinema seyretmek kolaydı. Sorun, bir filmin sadece üç gece  oynuyor olmasıydı.
***

Madencilerden zamanla birer ikişer taburcu olanların yanı sıra, durumu kritik olup kaybedilenler de oldu. ILO 176’yı bekleyişleri sürüyordu.

Madencilerle, onların ortamında görüşülmeli fikri beni heyecanlandırmaya başlamıştı. Hastanede odamda poliklinik yapıyordum. Karadenizli, yaşlı ve dünya tatlısı bir erkek sekreterim vardı. Bana yardımcı oluyordu. O kadar ki,
bir olumsuzluk çıktığında başım ağrımasın diye hemen gelip bana bildiriyordu. Sonra emekli oldu, gidip Trabzon’da bahçıvanlığa başladı. Ardından gelen bir hemşire arkadaşın varlığı da işimi epeyi hafifletmişti. Pratisyen, uzman, başhekim ve eczacı arkadaşların hemen hepsi  yaşamımın tamamlayıcısı idiler. Onları sevgiyle anıyorum.

***

Hafta sonları eczacı arkadaşlar ve  İzmir’e dönen reprezantlarla
ya da trenle yaptığımız İzmir gezisi doğrusu bana soluk aldırıyordu. Bazen İzmir’de amcamlara uğruyor, bazen de askerliğini İzmir- Hatay’da bir askeri hastanede yapan Ergin (AS: Atasü) ağabeyin yanına giderek farklı bir çevre gözlemiyle içim rahatlıyordu. Birkaç ayda bir Ankara’ya da kısa geziler yapıyordum.
***

Hastane ve otel gidiş gelişlerine, hastanede nöbet tutma da eklenmişti. Nöbet odamız geniş ve güzeldi, ayrıca banyo yapmam da rahatlatıyordu beni. Daha çok nöbet tutmam diğer doktorlarca da isteniyordu. Nöbetler ayrıca daha çok hasta görmemi ve gelişmemi de sağlıyordu. Ayrıca nöbetlerde hastane çalışanlarını daha yakından tanıma olanağını buluyordum.
İşte böyle bir nöbette hastanenin ambulans şoförü Adem’i de tanımıştım. Görevini ikiletmeden yapan bu adamın imam olması da ayrıca ilgimi çekiyordu. Güler yüzlü ve herkes tarafından sevgiyle konuşulan bu adamı çok seveceğimi, zamanla yakın dostum olacağını doğrusu başta  hiç düşünmemiştim. O’na
ilk sorum, imamlığının gerçek olup olmadığı şeklinde idi.

İmamdı, ancak din adamlarının birçoğunda gördüğümüz
ikiyüzlülük (takiyye) ve bencillik O’nu, hayırsever başka bir işte çalışması gerektiği duygusuna inandırmış ve bu yüzden ambulans şoförlüğünü seçmişti. Yardım etme duygusu Adem’i yönetiyordu adeta.. Adem Abim oldu. Zaten herkesin Adem Abisi idi. Hastanede kırık, üzüntülü gördüğü bayan personeli, hemşireleri eşi ile tanıştırır, evine davet ederdi. Aile içi dostluk yapısı Adem ve eşini ayrıca önemli kılıyordu. Zamanla ben de Adem’in evine gidip gelen, o evde yemek yiyebilen, yaz aylarında ek iş olarak tütün ekiminde ve toplanmasında çalışan Adem’in çevresinde olanlardan biri haline geldim. Çocukları arkadaşım ve dostum oldu. Küçük kız Ayşe, tütün tarlasında uyurken saçları tütün balyası üzerinde birbirine öylesine yapışmıştı ki, bunu makasla üç numara kesmek bana düşmüştü. Tütün toplamada eldiven şarttı. Çünkü kara, yapışkan ve tutkal gibi bir sıvı hemen elinize yapışıyordu.

Adem, tüfeği ile avcılık için beni dağlarda da gezdirmişti.
Artık çok yakınımdı. O da beni sevmişti. Özellikle ilk günümdeki maden işçilerine yardımım,  o günden beri ilgisini çekmişti. Maden işçileri sendikacıları ile çığırtkanlarına duyduğum kızgınlığı da paylaştım onunla. Bu konuda beni destekledi. O da destekledi. Konuşmalarımızda sık sık yurt dışı yayın yapan Bizim Radyo’yu dinlediğini, söylemlerini beğendiğini söylemişti. Bana da bir gün dinletmişti. Çevremde ne kadar büyük güç olduğunu böylece hissetmiştim.

Adem koşuyor, ben çalışıyor, dostluğumuz pekişiyordu.
Soma’da güvenilen kişileri öğrenmek istiyordum. Bunu Adem’e açtım. O da beni, şekerci Zühtü Ağabey ve gömlekçi Bayram Ağabeyle tanıştırdı.

Çevrem genişliyor, dostlarım çoğalıyordu. Bu mutlulukla otelde, gece penceremden yine açık hava sineması izlerken düşen bir ateş parçası ile yorganımda avuç içi kadar bir yanık deliğim oluşmuştu. Ankara’dan getirdiğim kitapları tekrar hızlıca okumaya karar verdim. Her kitap bana örgütlenmenin önemini gösteriyordu. Özellikle Dr. Hikmet Kıvılcımlı örgütlenmeyi parti olarak anlatıyordu. İzmir’de Ergin ağabeye duygularımı anlattım. O tarihlerde toplumda var olan sinerjiyi görmek, hissetmek olanaklı diye düşünüyordum. Ne eksikti acaba? Birçok kişi ile bu bilinç ve duygu uyumunu konuşuyordum. Ta ki o dönemde illegal yayın olan Şafak dergisinin bir sayısında, adım açık açık yazılarak ” Dr. Mehmet Altınok Soma’da devrimci çalışmalarını sürdürüyor..” haberini okuyana dek. Çok kızmıştım. Öğrenme durumundan yönetme durumuna geçirmişti beni. Doğru değildi bu.

O sıralarda madende işçi olarak çalışan Şinasi ile tanıştım. Hastane nöbetlerime gelir- gider olmaya başlamıştı. İzmir’den Ergin Ağabey de Soma’ya gelip gitmeye başlamıştı. Şinasi bekârdı ve bekâr gecekondu evinde beni çay içmeye davet etti. Adem’le gittik. Madende işçiler arası huzursuzluğun varlığını konuştuk. Sendikacılardan rahatsız olanlar çoğalıyordu. Ben de ilk günkü rahatsızlığımı anlatarak ne yapılabileceğini düşünmelerini istedim. Akla ilk geliveren sendikacıları değiştirmekti tabii. Ancak bu nasıl olabilirdi? Adem’e baktım, “deneyelim” dedi. Şinasi hazırdı. Zühtü Ağabey ve Bayram Ağabey, “Doğru ama önce gücü artırmak gerekir.” dediler.
“Madende ne düşünülüyor, bilmiyoruz.” dediler.

Ben, öğrenciliğimde sağlık işkolu sendikası kurulması için çalışmıştım. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde Hür Per Sen‘i kurmuştuk Orhan ile. Hacettepe’de de sağlık işkolunda
bir sendika kurulmuştu. Benim ve Orhan’ın bütün öğrencilik dönemimiz bu iki sendikanın birleştirilmesi için çalışmakla geçmişti. Zaman zaman her iki üniversitedeki olumsuzluklara karşı eylemimiz sürmekte idi.

Karşı örgütlenme olanaklı ise yapalım, dedik Soma’da. Adem bir dakika, dedi. İmam-dinci kesim ile ilişkilerim var onların
ne düşündüğünü bilelim, dedi. Eski grubu ile görüştü. Onlardan gelen cevap, sendikacıların değişmesi yönünde idi. Coştuk. Destek halkası giderek büyüyordu. Çakırefe’ye başkaldıran biri daha çıktı ortaya. O da grup kurmaya uğraşıyor ve çevrede adı çokça geçiyordu. Şinasi görüşme istedi, Adem olur, dedi. Zühtü Ağabey ve Bayram Ağabey temkinli davranın, dediler. Karar verdik, onunla görüşeceğiz. Şinasi randevu verdi. Evinde  ve hastanede olmazdı. Bir kahvede buluştuk. Çakırefe’nin aleyhinde konuştu. Birlikte deviririz O’nu teminatını verdi, gücünü anlatmaya çalıştı. Hadi, dedik.

Seçim günü ben Adem’in evinde idim. Konuşmalar oldu.
Bizim takım Çakırefe’yi topa tutmuştu. Keyiflendim.
Adem de öyle. Eşinin gözlerinin içi pırıl pırıldı.

Akşama doğru Adem eve sinirli geldi. Hırçındı. Bir ufak rakı getirmişti. Küçük bir çilingir sofrası hazırladı. İçmeye başladık. Ben merakla bekliyorum başımıza gelenleri. Seçimler ertesi gündü. Muhalefet olarak sonradan bize gelen adam satmıştı bizi. Ekibi ile Çakırefe listesine geçmişti. Bizim için önemli bir bozgundu bu. Ben çok şaşkındım. Adem’in yüzü çökmüş gibi duruyordu. İş yapmak ve  kaybetmekten çok satılmışlığa kızgınlığı idi bu. Birer daha içtik, olmadı. Otele döndüm.

Ertesi gün seçimlerde tabii ki Çakırefe kahramanca seçildi. Ekibi ile eğlenmeye gitti İzmir’e. Soma ve biz hüzünlü kaldık.
Yılların Zühtü ve Bayram Ağabeyleri haklı çıkmıştı. İlk iş onlara gittim. Sakin olun, dediler. Zamanı öğütlediler.
Adem de geldi, yüzü düzelmişti, yine eski Adem’di.
İş, çalışma devam etti. Fırtına sonu sessizlik vardı. Aranıyordum. Şinasi’deki olumsuzluk çoktu. İzin aldı, memleketine döndü. Oradan bir daha geri gelmedi. Aradan aylar geçti. Yaz geldi. Temmuz ayında kardeşim evlendi. Düğün için İstanbul’a gittim. Fazla kalmadan Soma’ya döndüm. Ankara’da sıkıyönetim azmıştı. İzlemeye çalışıyordum. Ağustos ayının
ilk günü işe gelmiştim. Öğleye doğru başhekimlikten çağrıldım. İçeri girdiğimde iki kişi oturuyordu. Gelin, dediler. Bir iskemleye iliştim. Kimliklerini gösterdiler. Polis olduklarını öğrendim. Hakkınızda tutuklama kararı var, dediler. Neden?dedim. Biz yalnızca sizi götürmeye geldik, dediler. Tamam, dedim, birlikte çıktık.

Kapıdan polislerle birlikte sakin olarak çıkınca birden durakladık. Çünkü, hastanenin bahçesi dışında silahlı jandarmalar ayağa kalkmış toplanıyordu. Meğer teslim olmadan önce bir çatışma çıkarabileceğime göre vaziyet almışlar…
Oteldeki odamda da arama yaptılar. Kitaplarımı toplayıp götürdüler. Beni bir arabaya bindirip önce Manisa emniyetine, oradan da İzmir sıkıyönetimine teslim ettiler. Sıkıntılar ve Ankara sıkıyönetimi sonrası Mamak Cezaevi bir numaralı koğuşta arkadaşım Raif’in ranzasının üst kısmında buldum kendimi.

İkinci duruşmada tahliye oldum. Soma hep aklımda. SSK’den tazminat alacağım vardı. Saçlarım traşlı Soma’ya döndüm.
Ben geldim demek istiyorum ama nasıl? Müstafi yapıldığım için işsizim. Kimi nasıl görmeliyim? Adem’in kızı hastanede işe başlamıştı. Önce O’na gittim. Tazminat işimi hallettik.
Evde buluşalım dedi, ayrıldık.

Adem’in evine gittim. Eşi bekliyordu beni. Hıçkırarak ağlamaya başladı. Adem ölmüştü. Kızı bana söyleyememişti. Durdum, birden kapanarak hıçkırığa ortak oldum. Bilemediğim bir zaman geçti. Susuştuk. Bakıştık. Olayı anlattılar. Adem arabası ile giderken hemzemin geçitte tam ortada durmuş. Tren de onu
en az elli metre sürüklemiş. Adem’i tanınmaz halde çıkarmışlar arabadan. Zühtü Ağabeyle Bayram Ağabey, Adem’in arabasının önünde ve arkasında birer araba olduğunu, sıkıştırıldığına inandıklarını söylediler. Ayrıldım oradan ve Soma’dan.
Soma SSK hastanesinde tutuklanan doktor hikâyesi abartıları ile devam ediyor hâlâ.

Adem artık yok. Eşi, iki kızı Gülizar ve Ayşe, oğlu Mehmet benim dostlarım olarak hep var oldular. Şekerci Zühtü Ağabeyi de kaybettik eceliyle. Gömlekçi Bayram işi bırakarak kızının yanına İzmir’e göçtü.

Ben de bir ay işsiz bekledim, derken Sağlık Bakanlığı sınavı sonuçlandı, Ankara Hastanesinde cerrahi asistanlığına başladım. Dikili’de yazlığıma giderken zaman zaman Soma’ya uğruyorum. Adem’in oturduğu evi Somalılar aralarında para toplayarak satın alıp Adem’in eşine vermiş. Çocuklarına iş bulunmuş ve hayatlarının sürdürülmesine yardımcı olunmuş. Şimdi çocuklar büyüdü, torunlar ve yeni Adem’ler dönemi başlıyor.

Buna inanıyorum, çünkü  görüyorum. Maden ocaklarında
kim  bilir daha kaç göçük- yangın oldu? Yuva köylüleri zeytin ağaçlarına sahip çıkıyor. Yani hayatın gerçeği bütün hızı ile yaşanmaya devam ediyor.

Adem büyük, Soma büyük!

Ankara, Aralık 201

BÖYLE GİDERSE AKP SEÇİMLE DÜŞÜRÜLEMEZ!..


BÖYLE GİDERSE AKP SEÇİMLE DÜŞÜRÜLEMEZ!.. 

6_milyon_olu_secmen

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Dostlar,

Türkiye gündemi bilindiği gibi..
İnsanlık tarihinin belki de en büyük yolsuzluk olayı ile dopdolu.

Öte yandan 30 Mart 2014  yerel seçim günü de geliyor..

  • SEÇİM GÜVENLİĞİ yaşamsal bir önem taşıyor..

Ancak teknik olarak pek çok ve sonucu belirleyebilecek boyutta gedik var sistemde.

Bizzat YSK’nın kendisi sorun..

Bu ciddi sorunları da Türkiye’nin tartışıp, mutlaka seçimlerin dürüstlüğü ile ilgili
en küçük kuşku kalmadan seçime gitmesi gerek. Aksi takdirde daha büyük çalkantı ve siyasal istikrarsızlık ülkemizi bekliyor ve de AKP karabasanından kurtulamamak..

Bu bağlamda sitemizde daha önce birkaç yazıya yer verdik..

CHP ve MHP gerekirse halkı sokaklara dökerek büyük mitinglerle
mutlaka sonuç alıcı bir eylem dizisi içine girmelidir..

Aşağıda ciddi bir yazıyı daha paylaşmak isteriz.

Sevgi ve saygı ile.
12 Ocak 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net 

========================================

BÖYLE GİDERSE AKP SEÇİMLE DÜŞÜRÜLEMEZ!..

İktidardaki siyasi partinin devlet olanakları ile propaganda yapmasına izin veren; bakanların istifa etmeden yerel seçimlere aday olarak katılabileceklerine ilişkin

Yüksek Seçim Kurulu (YSK) kararı, bundan böyle yapılacak olan seçimlerin
adil, sağlıklı, güvenilir ve şeffaf olarak yapılabilirliğini kuşkulu hale getirdi.
Seçmen veri tabanının, YSK tarafından izlenen bağımsız bir seçmen kütüğü yerine, İçişleri Bakanlığı’nın üretip güncelleştirdiği ve dış kaynaklardan alınan verilerle güncellenen bir veri tabanının kullanılmış olması, seçimlerin tarafsızlığı ile güvenilirliğini tartışmalı hale getirmiştir ve kabul edilebilir bir durum değildir.

1 milyondan fazla Suriyeli sığınmacıya vatandaşlık statüsü verilerek “seçmen” haline getirilmeleri ise, kabul edilebilir bir durum değildir.

Son olarak; seçimlerin güvenliğinin, ortakları arasında GAMA ve KUTLUTAŞ gibi
özel şirketlerin olduğu, genel müdürlüğünü de AKP ile yükselmeye başlayan Sadık Yamaç adlı bir bürokratın yaptığı, 1982 yılında Türk-ABD şirketi olarak kurulmuş bulunan HAVELSAN‘a(1) teslim edilmesi, yargının tartışma götürmez şekilde “by-pass” edildiğinin en somut kanıtıdır…

Bu son hamleyle denebilir ki, Türk Milleti adına egemenlik hakkını kullanabilen organların başında gelen yargının elinde hiçbir güç bırakılmamıştır.
Söylenenlere inanırsak, güya seçim sonuçlarına dışarıdan olası müdahalelerin
önüne geçmek ve YSK içi güvenliği sağlamak için bu çok önemli iş HAVELSAN’a
ihale edilmiştir!..

Seçimlerin sonucunu doğrudan etkileyecek olan veri tabanı ile seçim güvenliğinin, yüksek hakimlerden oluşmuş bağımsız ve tarafsız bir kurum olması gereken
Yüksek Seçim Kurulu yerine, siyasal iktidarın etkisine açık veya doğrudan denetiminde olan kurum ya da şirketlere bırakılması, geçmiş yıllarda tartışılan ve fakat bir türlü sonuçlanamayan 6 milyondan çok (ölü) seçmenin nasıl oy kullanabildiği hususunu yeniden tartışmaya açmıştır!..

Suriyeli sığınmacılara seçmen olabilmeleri için vatandaşlık verildiğine ilişkin iddialar üzerine, CHP Antalya Milletvekili Gürkut Acar, son 6 yılda ülke nüfusu yaklaşık 5 milyon artarken, seçmen sayısının 12 milyon arttığına
dikkat çekerek, AKP’ye mezardan gelen desteği bir kez daha hatırlatmıştır…

Acar’ın bu iddiası ile başta CHP olmak üzere pek ilgilenen olmamıştır…
CHP’nin Bilgi ve İletişim Teknolojilerinden sorumlu Genel Başkan Yardımcısı
Emrehan Halıcı’nın bu konu ile ilgili değerlendirmesi ise, acıklı ve yürek yakıcıdır. (2) Halıcı, CHP’nin geleceğini doğrudan iktidarın vicdanına teslim etmekle,
Y-CHP‘nin acizliğini bir kez daha kanıtlamıştır. Yürekli yurtsever yazar Dr. Ali Rıza Üçer (3) dışında bu konuyu ele alıp inceleyen ne yazık ki, yok denecek kadar azdır. Halbuki, Antalya Milletvekili Acar, bu çıkışı ile “seçimlerin güvenliği” hakkında
çok önemli bir hususa işaret etmişti:

  • 2002-7 döneminde seçmen sayısı yaklaşık 1 milyon artmışken,
    2007-11 döneminde bu sayı, on kat artarak 10 milyona çıkmıştır!

Bu anormal artışın nedeninin birileri tarafından mutlaka açıklanması gerekir…
Sayılar ortadadır: 2007 yılındaki nüfusumuz 70.586.256 iken, 2012 yılı sonunda bu sayı 75.627.384’e çıkmıştır. 2007 yılında seçmen sayımız ise, 42.800.000 idi.
YSK, 24 Ekim 2013’te seçmen sayısını 54 milyon 971 bin olarak açıklamıştır.

Şimdi önümüzdeki soru şudur              :

  • 6 yılda nüfus yaklaşık 5 milyon artmışken,
    seçmen sayısı nasıl olur da 12 milyona çıkabilmiştir?..

Bu sorunun en doğru yanıtını nüfus istatistiklerinden (4) bulabiliriz…

Resmi kayıtlara göre; her yıl yaklaşık 1 milyon 300 bin kişi, yeni doğan olarak
nüfusumuza eklenmekte, 400 bin kişi de vefat ederek nüfusumuzu eksilmektedir (5).

Bu verilere göre, nüfusumuzun her yıl yaklaşık 900 bin kişi arttığını kabul edebiliriz. Başka bir ifade ile söylersek; 2008 yılında 17 yaşında olan 1991 doğumlular, 2009 yılı içinde 18 yaşını doldurarak “seçmen” sıfatını almış ve o yılın toplam nüfusu olan 72.561.312 sayısı içinde yerlerini almışlardır. Aynı şekilde, 2008 yılında 16 yaşında olan 1992 doğumlular da iki yıl sonra, 18 yaşını doldurarak 2010 yılı içinde, 73.772.988 olan toplam nüfusumuz içinde kayıt altına alınmışlardır. Bu şekilde her yıl yaklaşık
900 bin kişi nüfusumuza eklendiğinden, 6 yılda nüfus artışımız en fazla 900.000 x 6 = 5.400.000 kişi olabilecektir. Nitekim, 2012 yılındaki nüfusumuz 75.627.384 olup,
2007 yılındaki nüfusumuz olan 70.586.256 ile arasındaki fark da 5.041.128 olmakla
bu artış oranına uygun düşmektedir…

YSK, 2007 yılında 42.800.000 olan seçmen sayısını 24 Ekim 2013’te 54 milyon 971 bin olarak vermektedir… Yukarıdaki verilere göre, en çok 5.400.000 artabilecek olan
seçmen sayısına 6.600.000 fazlalık nereden gelmiş de toplam seçmen artışımız
12 milyona çıkmıştır?

Bu sorunun yanıtını öncelikle siyasal iktidarın vermesi gerekir.
Akla yatkın ve matematiğe uygun bir yanıt verilmedikten sonra,
sandığa gitmenin hiçbir anlamı olmayacaktır!

  • Ölü mü, sağ mı ve nerede oldukları belli olmayan “çantada keklik” 6.600.000 oyu hazır olan bir siyasal iktidar ile yarışmak ve seçimi kazanmak öyle kolay değildir.

Bu koşullar altında yapılacak olan seçim ile siyasal iktidar hiçbir biçimde değiştirilemez!.. Hele de iktidarın karşısında tek siyasal hedefi “muhalefette kalabilmek” olan
çapsız siyasetçiler olursa, AKP’yi hükümetten düşürmek olanaksız gibi gözükmektedir!..

Av. Cemil Can

DİPNOTLAR:

(1) HAVELSAN, resmi internet sitesinde misyonunu;
AKP’nin politikalarına paralel olarak, şu şekilde ifade etmektedir:

“Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı’nın (TSKGV) bağlı ortaklığı olan HAVELSAN‘ın misyonu ülkemizin savunma, güvenlik ve bilişim alanındaki gereksinim
ve ihtiyaçlarının milli olarak karşılanmasına azami katkıda bulunmaktır.
HAVELSAN, misyonu doğrultusunda, Cumhuriyet’imizin 100. yılında,
ülkemizin “Vizyon 2023” hedeflerinin gerçekleşmesi için belirlenen strateji ve politikalarda, öncelikli olarak seçilen sanayi ve teknoloji alanlarında bu sorumluluğun bilinci ve heyecanıyla çalışmaktadır. Özgün ürün sahibi olmak amacıyla özkaynaklarımızı kullanarak Ar-Ge faaliyetlerimize yatırımlar yapmaktayız.” 

HAVELSAN’ın siyasal iktidardan bağımsız bir kuruluş olmadığını anlamak için
lütfen aşağıdaki bağlantıyı tıklayıp okuyunuz.

http://www.havelsan.com.tr/SirketProfili/BaskanM.aspx

(2) Yeni CHP’nin de kabul ettiği gerçek: SEÇSİS ile sağlıklı, güvenilir ve
saydam bir seçimden söz edilemez…

Emrehan Halıcı‘nın yaptığı değerlendirmede:

“YSK tarafından takip edilen bağımsız bir seçmen kütüğü yerine NVİ’nin üretip, güncellediği ve ASAL, Yargıtay, Adli Sicil gibi dış kaynaklardan alınan veriler ile güncellenen bir seçmen kütüğü veri tabanı kullanılmaya başlanmıştır.” denmektedir.

Bu değerlendirmenin tümünü okumak için bağlantıyı tıklayınız.

http://esecmen.chp.org.tr/secim_guvenilirligi.aspx

(3) İŞTE SEÇİM HİLESİNİN AÇIK KANITI (Dr. A.Rıza Üçer)

http://www.odatv.com/n.php?n=iste-secim-hilesinin-acik-kaniti-1509101200

(4) Nüfus İstatistikleri:

http://www.nvi.gov.tr/Hizmetler,Hizmetler_Ana_Sayfasi.html

(5) http://www.tuik.gov.tr/UstMenu.do?metod=temelist