Etiket arşivi: “Betz hücrelerine sağlık…”

ONURSAL BAŞKANIMIZ PROF. DR. ŞERAFETTİN TURAN’I ANIYORUZ

logo

ONURSAL BAŞKANIMIZ 
PROF. DR. ŞERAFETTİN TURAN’I ANIYORUZ

Bir yıl önce yitirdiğimiz Prof. Dr. Şerafettin Turan‘ı ailesi ve Bilgi Yayınevi ile birlikte anıyoruz. Yaşamı boyunca Atatürkçü düşünceye, Türk Devrimine emek verdi; bir yandan üst düzey görevlerde laik cumhuriyetimiz için çalışır, onlarca genç yetiştirirken bir yandan da Aydınlanma savaşımında düşünceleri ve kitaplarıyla öncü oldu. Türk Devrim Tarihi ile Türk Kültür Tarihi‘nin yanı sıra Mustafa Kemal Atatürk’ü, İsmet İnönü’yü yerli yabancı bütün kaynakları ele alarak yazdı.

Onursal Başkanımız Prof. Dr. Şerafettin Turan’ın anılarının ilk bölümü Bir Kara Çalma Öyküsü başlığıyla kitaplaşmıştı. Anılarla Türkiye Gerçeği, anılarının ikinci bölümünü oluşturuyor. Bu ikisinden önceki tüm yapıtları gibi bu iki yapıt da içinde yaşadığımız karanlıktan çıkmak için bütün Aydınlanmacılara yol gösterecektir.

Onursal Başkanımızı düşünceleri ve yapıtlarıyla yaşatacağız; unutmayacağız, unutturmayacağız.
***
Anılarla Türkiye Gerçeği, arka kapağında şöyle tanıtılıyor:

Anılarla Türkiye Gerçeği, Prof. Dr. Şerafettin Turan’ın, aramızdan ayrılmadan titizlikle yazıp tamamladığı son kitabı.
Tarihe, dile ve kültüre ilişkin 100’ü aşan esere imza atan; Türk-İtalyan ilişkileri konusundaki araştırmaları nedeniyle İtalyan Hükümetince “Cavaliere Nişanı”yla ödüllendirilen; 1997’de Türkiye Bilimler Akademisi’nin (TÜBA) Bilim Ödülü’nü, Türk Devrim Tarihi/4 “Çağdaşlık Yolunda Yeni Türkiye” ile 1999 Sedat Simavi Sosyal Bilimler Ödülü’nü, Ankara Üniversitesi Hizmet Ödülü’nü (2005) ve Ankara Üniversitesi Çınarı Ödülü’nü (2013) alan; Fakülte Dekanlığı (1969-72), TRT Yönetim Kurulu Üyeliği (1972-78), Kültür Bakanlığı Müsteşarlığı (1978-79), Türk Dil Kurumu Başkanlığı (1977-83), Dil Derneği Başkanlığı (1992-2000) görevlerini
başarıyla yürüten Prof. Şerafettin Turan, anıları eşliğinde Türkiye’nin 90 yıllık gerçeklerine ışık tutuyor.
***
Onursal Başkanımız Prof. Dr. Şerafettin Turan‘ı 17 Ekim 2016 Pazartesi günü, saat 18.00’de Dil Derneğinde yapılacak toplantıyla anacağız; bütün dostlarını, üyelerimizi bekliyoruz.

Yer:  Dil Derneği (Konur Sok. 34/4 Kızılay-Ankara)
========================================
Dostlar,

Biz de seçkin insan, Cumhuriyetin aydını ve bilim insanı Sayın Prof. Dr. Şerafettin Turan‘a engin saygı ve şükranlarımızı sunuyoruz..

Şerafettin Turan ile ilgili görsel sonucu

O’nun özellikle TÜRK DEVRİM TARİHİ adlı 7 ciltlik eşsiz yapıtından çok şeyler öğrendik. Ne güzel armağan olur bu kitapları takım olarak gençlere, okullara… armağan etmek.. Şerafettin hocamızın “Betz hücrelerine sağlık” diyecektik br kez daha; yaşamda olsaydı..

şerafettin turan türk devrim tarihi ile ilgili görsel sonucu
Sevgi ve saygı ile.
14 Ekim 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Op. Dr. Mehmet ALTINOK : “SOMA ve BEN…”


Dostlar
,

Melektaşımız Op. Dr. Mehmet ALTINOK ağabeyimizden bir öykü aldık… Mehmet ağabek tıbbiyeden 1971 biz 1977 mezunuyuz.
Önceki yıllarda Ankara Etimesgut Onkoloji Hatanesi Onkolojik Cerrahi bölümünden emekli oldu Mehmet ağabey. Ankara’da yıllardır,
aynı hastaneden Radyasyon Onkolojisi uzmanı Dr. Ali Rıza Üçer ile
Tıp Kurumu‘nu yönetiyorlar. NÜSED‘de birlikte çalıştık Dr. Altınok ile..

“SOMA ve BEN…”

Bu duygudaşlık (empati) yüklü güzelim iletiyi aşağıda paylaşıyoruz.. 1970’ler Türkiye’sinden ibretlik kesitler..

Kendisine de tıbbi bir teşekkür yollayarak “Betz hücrelerine sağlık” diyoruz..

Sevgi ve saygı ile.
06.01.2015, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

======================================

Soma ve Ben

Dr. Mehmet  Altınok

İlk görev yaptığım yer olarak Soma yaşamımda önemlidir.
Kasım 2014’de ” Ölüm Vardiyası” adlı bir kitap geçti elime. Tilki Kitap Yayınları arasında çıkan bu kitapta 37 yazarın Soma üzerine öyküsü
bir araya getirilmiş. Kitap basıldığında ILO’nun 176 numaralı
“Madenlerde Güvenlik ve Sağlık Sözleşmesi” henüz imzalanmamıştı.
Bir hafta önce  imzalandığını TV’den öğrendik, tabii  ne kadar güvenilir olduğunu bilemiyoruz.

Soma, benim ilk tayin olduğum yerdir. Ankara Ü. Tıp Fakültesi’ni 1971 Temmuz ayında bitirdim. Üniversitede  uzman cerrah olmak için sınavlara girmiştim. Sonuçların ilanı üç ay kadar gecikince, akademik kuruldaki arkadaşım beni uyardı. “İstenmiyorsun, seni almayacaklar, vazgeç,” dedi.

Kendime iş  aramaya karar verdim. Herhangi bir hastanede hemen
işe başlamak istiyordum. Böylece hata payım azalacaktı. Çevremde danışabileceğim doktorlar olmalıydı. Üniversitede istenmeyen adam olan ben, Sağlık Bakanlığı’na bir destekle gitmeliydim. Genel müdürlük ve Bakanlık Müsteşarlığı yapmış olan baba dostu Rahmi Bey amca ile Bakanlık tayin şubesine gittik. Karadenizli olduğunu sandığım genel müdür yardımcısı, nereyi istediğimi sordu. Her yer olabilirdi. Sivas’ta
bir arkadaşım olduğundan, Sivas olabilir, dedim. Vesikalık fotoğrafımda bıyığım iri göründüğünden, birden “Sivas olmaz, siz solcular orada toplanacaksınız değil mi?” diye beni tersledikten sonra, “Seni batıya, Soma’ya göndereceğim,” dedi. Rahmi Bey amca ile bakıştık ve
bana Soma’nın nerede olduğunu anlattı.

Benim için sorun değildi, hemen kabul ettim.Tayin işlemine başlar başlamaz kalınca bıyıklı fotoğrafımı yüzüme fırlatarak, “Bana bıyıksız bir fotoğrafını getir, hemen tayinini yapayım.” dedi. Yere düşen zarftaki  vesikalık fotoğrafları Rahmi Bey amca ile toplarken, içinde bulunduğumuz hali ve susma zorunluğumuzu hiç unutmadım. O tarihte  fotoğrafçılıkta henüz şip şak işi pek yoktu. Hiç vakit yitirmeden bıyığımı kesip fotoğraf çektirerek hemen alıp getirmeliydim. Doğruca  fotoğrafçıma gittim. Derdimi anlattım. Bıyıklarımı beyaz bir boya ile kapatarak tab ettiği fotoğrafımı bana uzattı. Üst dudağımın üzerinde beyaz bıyık varmış gibi bir fotoğraf sayesinde tayinim Soma’ya çıktı. Elimde tayin yazım, devlet terbiyesini öğrenmiş olarak eve döndüm. Evde harita üzerinde Soma’yı çalıştık ve nasıl gidileceğini öğrendim.

***

Trenden Soma istasyonunda indim. Eşyam azdı. Hastanenin yerini öğrendiktan sonra, o civarda bir otele yerleştim. Sonra çıkıp bir kahvede çay içtim. Tren istasyonundan dosdoğru yukarı yüründüğünde  Soma’nın merkezine varılıyordu. Sol taraftaki termik santralinin yoğun duman saçan bacaları ile insan ve araç hareketliliği hemen dikkati çekiyordu. İş ve çalışma görüntüsü idi bu. İşçi sınıfı herhalde burada olmalı, diye mırıldandım. Böyle bir merkeze gönderildiğim için
kendimi şanslı saymalıydım.

Soma’da yaptığım kısa bir turdan sonra tayin yazımla birlikte SSK’nın 50 yataklı Soma Hastanesi’ne doğru yola çıktım. Hastanenin önü kalabalıktı. Anlayamadığım bir hareketlilik idi bu. Önce seyrettim, oradaki polislere yeni tayin olarak gelen doktor olduğumu söyledim. Beni yavaşça içeri aldılar. Başhekim ile tanıştırıldım. Kalabalık ve hareketlilik vardı. Hastane koridorunda yerde battaniyeler üzerinde yatan insanların birçoğu yanık içindeydi.. Doktor, ebe, hemşire ve personel yanıklara pomat sürüyor, sarıyor, tetanos aşısı ve ağrı iğnesi yapıyordu. İşleri yoğundu. Başhekim bana maden ocağında yangın ve çökme olduğunu, yaralıların geceden
bu yana taşındığını; hastaların taburcu edilerek yalnızca yaralı işçilerin kabul edildiğini, koridordaki yanıklı hastaların, gelenlerin en hafif grubu olduğunu, bunların yanında durumu ağır olanların hiç de az olmadığını anlattı. Bir yandan hastane yönetiminin dikkatli çabası sürerken, Soma kaymakamı ile emniyet müdürü geldi. Polisler geldi. Kazaya uğrayan işçilerin yakını ile arkadaşları ve sendikacılar megafonda, işçilere yeterince bakılmadığı, yaralıların ölüme terk edildiğini söyleyerek içeriye girip onları görmek istediklerini söyleyerek gürültü çıkarmaya çalışıyordu. Megafondaki ses bir ara, Sendikalarının başkanı Çakırefe’nin geldiğini, doktorlara hadlerini bildireceğini, söyleyip grubu  kışkırtıyordu. İçeride de kaymakam, dışarıda olan bitenler karşısında acaba başhekimle doktorlara silah dağıtsak mı, diye çevresiyle konuşuyordu. Arada emniyet müdürü de katılıyordu söze. Ben de onların yanında idim ve sürüp giden saçmalığı kavramıştım. İşçiler yakınlarını görmek, onların ihtiyaçlarını öğrenmek istiyordu. Hastane personeli de yaralılara yardım etmek için içeriye kimsenin girmesini istemiyordu.

Kapı kilitli idi. İşçilerin kilidi kırıp içeri girmeleri hiç de zor değildi.. Başhekimden yakınlık gördüğüm için ona yanaşıp bu konudaki önerimi anlattım. “Aile temsilcisi beş kişiyi önce içeri alalım, durumu anlatalım, onlar da gördükleriyle dışarıyı ikna eder ve ikili sıra ile tek istikamette herkes içeri girer ve sonra dışarı çıkarak dağılır..” dedim.
“Böylelikle  yaratılan karmaşa da sona erecektir.”

Bu önerim  yerinde görüldü ve verilen görevi üstlendim. Hemen kapıda duran nöbetçi ile dışarıda sakin olarak gördüğümüz beş kişiyi içeri davet ettim. Yaralıları gezdirdim, sükûnet ve temizliğin önemini anlattım. Heyecanla dışarı çıktıklarında, içerideki hummalı yaşamı coşkuyla arkadaşlarına anlattılar. Biraz sonra hastane önündekiler ikili sıra halinde kapı önüne dizildi. Beş kişinin direktifi ile alt kat ve üst kat sessizce, duygulu şekilde ziyaret edildi. Kapıdan çıkarken yaralılara
şifa, doktorlara güç diliyorlardı. Toplam yarım saatte sessizlik sağlandı. Sonra herkes evine çekildi. Sendika başkanı Çakırefe ve megafoncu içeri bile girmedi. Kaymakam ve emniyet müdürü sonradan hastaneyi terk etti.

Sade ve gerçekçi bu önerimle hem içerideki hem dışarıdakilerin sempati ve güvenini kazanmıştım. Başhekim odasında otururken birçok dost edindim. Bu arada evrakımı verip işe başlamıştım bile.
***

Soma SSK Hastanesinde, 1971 yılının kasım ayında işe başladım. Otel ile aylık olarak anlaşmıştım. Üçüncü katta üç adet tek yataklı oda vardı. Birisi bana aitti. Kapılarımız koridora açılıyordu. Koridorda bir soba duruyordu. Kış günleri oda kapımız açık tutulmalıydı. Penceremiz Soma açık hava sinemasına bakıyordu. Geceleri sinema seyretmek kolaydı. Sorun, bir filmin sadece üç gece  oynuyor olmasıydı.
***

Madencilerden zamanla birer ikişer taburcu olanların yanı sıra, durumu kritik olup kaybedilenler de oldu. ILO 176’yı bekleyişleri sürüyordu.

Madencilerle, onların ortamında görüşülmeli fikri beni heyecanlandırmaya başlamıştı. Hastanede odamda poliklinik yapıyordum. Karadenizli, yaşlı ve dünya tatlısı bir erkek sekreterim vardı. Bana yardımcı oluyordu. O kadar ki,
bir olumsuzluk çıktığında başım ağrımasın diye hemen gelip bana bildiriyordu. Sonra emekli oldu, gidip Trabzon’da bahçıvanlığa başladı. Ardından gelen bir hemşire arkadaşın varlığı da işimi epeyi hafifletmişti. Pratisyen, uzman, başhekim ve eczacı arkadaşların hemen hepsi  yaşamımın tamamlayıcısı idiler. Onları sevgiyle anıyorum.

***

Hafta sonları eczacı arkadaşlar ve  İzmir’e dönen reprezantlarla
ya da trenle yaptığımız İzmir gezisi doğrusu bana soluk aldırıyordu. Bazen İzmir’de amcamlara uğruyor, bazen de askerliğini İzmir- Hatay’da bir askeri hastanede yapan Ergin (AS: Atasü) ağabeyin yanına giderek farklı bir çevre gözlemiyle içim rahatlıyordu. Birkaç ayda bir Ankara’ya da kısa geziler yapıyordum.
***

Hastane ve otel gidiş gelişlerine, hastanede nöbet tutma da eklenmişti. Nöbet odamız geniş ve güzeldi, ayrıca banyo yapmam da rahatlatıyordu beni. Daha çok nöbet tutmam diğer doktorlarca da isteniyordu. Nöbetler ayrıca daha çok hasta görmemi ve gelişmemi de sağlıyordu. Ayrıca nöbetlerde hastane çalışanlarını daha yakından tanıma olanağını buluyordum.
İşte böyle bir nöbette hastanenin ambulans şoförü Adem’i de tanımıştım. Görevini ikiletmeden yapan bu adamın imam olması da ayrıca ilgimi çekiyordu. Güler yüzlü ve herkes tarafından sevgiyle konuşulan bu adamı çok seveceğimi, zamanla yakın dostum olacağını doğrusu başta  hiç düşünmemiştim. O’na
ilk sorum, imamlığının gerçek olup olmadığı şeklinde idi.

İmamdı, ancak din adamlarının birçoğunda gördüğümüz
ikiyüzlülük (takiyye) ve bencillik O’nu, hayırsever başka bir işte çalışması gerektiği duygusuna inandırmış ve bu yüzden ambulans şoförlüğünü seçmişti. Yardım etme duygusu Adem’i yönetiyordu adeta.. Adem Abim oldu. Zaten herkesin Adem Abisi idi. Hastanede kırık, üzüntülü gördüğü bayan personeli, hemşireleri eşi ile tanıştırır, evine davet ederdi. Aile içi dostluk yapısı Adem ve eşini ayrıca önemli kılıyordu. Zamanla ben de Adem’in evine gidip gelen, o evde yemek yiyebilen, yaz aylarında ek iş olarak tütün ekiminde ve toplanmasında çalışan Adem’in çevresinde olanlardan biri haline geldim. Çocukları arkadaşım ve dostum oldu. Küçük kız Ayşe, tütün tarlasında uyurken saçları tütün balyası üzerinde birbirine öylesine yapışmıştı ki, bunu makasla üç numara kesmek bana düşmüştü. Tütün toplamada eldiven şarttı. Çünkü kara, yapışkan ve tutkal gibi bir sıvı hemen elinize yapışıyordu.

Adem, tüfeği ile avcılık için beni dağlarda da gezdirmişti.
Artık çok yakınımdı. O da beni sevmişti. Özellikle ilk günümdeki maden işçilerine yardımım,  o günden beri ilgisini çekmişti. Maden işçileri sendikacıları ile çığırtkanlarına duyduğum kızgınlığı da paylaştım onunla. Bu konuda beni destekledi. O da destekledi. Konuşmalarımızda sık sık yurt dışı yayın yapan Bizim Radyo’yu dinlediğini, söylemlerini beğendiğini söylemişti. Bana da bir gün dinletmişti. Çevremde ne kadar büyük güç olduğunu böylece hissetmiştim.

Adem koşuyor, ben çalışıyor, dostluğumuz pekişiyordu.
Soma’da güvenilen kişileri öğrenmek istiyordum. Bunu Adem’e açtım. O da beni, şekerci Zühtü Ağabey ve gömlekçi Bayram Ağabeyle tanıştırdı.

Çevrem genişliyor, dostlarım çoğalıyordu. Bu mutlulukla otelde, gece penceremden yine açık hava sineması izlerken düşen bir ateş parçası ile yorganımda avuç içi kadar bir yanık deliğim oluşmuştu. Ankara’dan getirdiğim kitapları tekrar hızlıca okumaya karar verdim. Her kitap bana örgütlenmenin önemini gösteriyordu. Özellikle Dr. Hikmet Kıvılcımlı örgütlenmeyi parti olarak anlatıyordu. İzmir’de Ergin ağabeye duygularımı anlattım. O tarihlerde toplumda var olan sinerjiyi görmek, hissetmek olanaklı diye düşünüyordum. Ne eksikti acaba? Birçok kişi ile bu bilinç ve duygu uyumunu konuşuyordum. Ta ki o dönemde illegal yayın olan Şafak dergisinin bir sayısında, adım açık açık yazılarak ” Dr. Mehmet Altınok Soma’da devrimci çalışmalarını sürdürüyor..” haberini okuyana dek. Çok kızmıştım. Öğrenme durumundan yönetme durumuna geçirmişti beni. Doğru değildi bu.

O sıralarda madende işçi olarak çalışan Şinasi ile tanıştım. Hastane nöbetlerime gelir- gider olmaya başlamıştı. İzmir’den Ergin Ağabey de Soma’ya gelip gitmeye başlamıştı. Şinasi bekârdı ve bekâr gecekondu evinde beni çay içmeye davet etti. Adem’le gittik. Madende işçiler arası huzursuzluğun varlığını konuştuk. Sendikacılardan rahatsız olanlar çoğalıyordu. Ben de ilk günkü rahatsızlığımı anlatarak ne yapılabileceğini düşünmelerini istedim. Akla ilk geliveren sendikacıları değiştirmekti tabii. Ancak bu nasıl olabilirdi? Adem’e baktım, “deneyelim” dedi. Şinasi hazırdı. Zühtü Ağabey ve Bayram Ağabey, “Doğru ama önce gücü artırmak gerekir.” dediler.
“Madende ne düşünülüyor, bilmiyoruz.” dediler.

Ben, öğrenciliğimde sağlık işkolu sendikası kurulması için çalışmıştım. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde Hür Per Sen‘i kurmuştuk Orhan ile. Hacettepe’de de sağlık işkolunda
bir sendika kurulmuştu. Benim ve Orhan’ın bütün öğrencilik dönemimiz bu iki sendikanın birleştirilmesi için çalışmakla geçmişti. Zaman zaman her iki üniversitedeki olumsuzluklara karşı eylemimiz sürmekte idi.

Karşı örgütlenme olanaklı ise yapalım, dedik Soma’da. Adem bir dakika, dedi. İmam-dinci kesim ile ilişkilerim var onların
ne düşündüğünü bilelim, dedi. Eski grubu ile görüştü. Onlardan gelen cevap, sendikacıların değişmesi yönünde idi. Coştuk. Destek halkası giderek büyüyordu. Çakırefe’ye başkaldıran biri daha çıktı ortaya. O da grup kurmaya uğraşıyor ve çevrede adı çokça geçiyordu. Şinasi görüşme istedi, Adem olur, dedi. Zühtü Ağabey ve Bayram Ağabey temkinli davranın, dediler. Karar verdik, onunla görüşeceğiz. Şinasi randevu verdi. Evinde  ve hastanede olmazdı. Bir kahvede buluştuk. Çakırefe’nin aleyhinde konuştu. Birlikte deviririz O’nu teminatını verdi, gücünü anlatmaya çalıştı. Hadi, dedik.

Seçim günü ben Adem’in evinde idim. Konuşmalar oldu.
Bizim takım Çakırefe’yi topa tutmuştu. Keyiflendim.
Adem de öyle. Eşinin gözlerinin içi pırıl pırıldı.

Akşama doğru Adem eve sinirli geldi. Hırçındı. Bir ufak rakı getirmişti. Küçük bir çilingir sofrası hazırladı. İçmeye başladık. Ben merakla bekliyorum başımıza gelenleri. Seçimler ertesi gündü. Muhalefet olarak sonradan bize gelen adam satmıştı bizi. Ekibi ile Çakırefe listesine geçmişti. Bizim için önemli bir bozgundu bu. Ben çok şaşkındım. Adem’in yüzü çökmüş gibi duruyordu. İş yapmak ve  kaybetmekten çok satılmışlığa kızgınlığı idi bu. Birer daha içtik, olmadı. Otele döndüm.

Ertesi gün seçimlerde tabii ki Çakırefe kahramanca seçildi. Ekibi ile eğlenmeye gitti İzmir’e. Soma ve biz hüzünlü kaldık.
Yılların Zühtü ve Bayram Ağabeyleri haklı çıkmıştı. İlk iş onlara gittim. Sakin olun, dediler. Zamanı öğütlediler.
Adem de geldi, yüzü düzelmişti, yine eski Adem’di.
İş, çalışma devam etti. Fırtına sonu sessizlik vardı. Aranıyordum. Şinasi’deki olumsuzluk çoktu. İzin aldı, memleketine döndü. Oradan bir daha geri gelmedi. Aradan aylar geçti. Yaz geldi. Temmuz ayında kardeşim evlendi. Düğün için İstanbul’a gittim. Fazla kalmadan Soma’ya döndüm. Ankara’da sıkıyönetim azmıştı. İzlemeye çalışıyordum. Ağustos ayının
ilk günü işe gelmiştim. Öğleye doğru başhekimlikten çağrıldım. İçeri girdiğimde iki kişi oturuyordu. Gelin, dediler. Bir iskemleye iliştim. Kimliklerini gösterdiler. Polis olduklarını öğrendim. Hakkınızda tutuklama kararı var, dediler. Neden?dedim. Biz yalnızca sizi götürmeye geldik, dediler. Tamam, dedim, birlikte çıktık.

Kapıdan polislerle birlikte sakin olarak çıkınca birden durakladık. Çünkü, hastanenin bahçesi dışında silahlı jandarmalar ayağa kalkmış toplanıyordu. Meğer teslim olmadan önce bir çatışma çıkarabileceğime göre vaziyet almışlar…
Oteldeki odamda da arama yaptılar. Kitaplarımı toplayıp götürdüler. Beni bir arabaya bindirip önce Manisa emniyetine, oradan da İzmir sıkıyönetimine teslim ettiler. Sıkıntılar ve Ankara sıkıyönetimi sonrası Mamak Cezaevi bir numaralı koğuşta arkadaşım Raif’in ranzasının üst kısmında buldum kendimi.

İkinci duruşmada tahliye oldum. Soma hep aklımda. SSK’den tazminat alacağım vardı. Saçlarım traşlı Soma’ya döndüm.
Ben geldim demek istiyorum ama nasıl? Müstafi yapıldığım için işsizim. Kimi nasıl görmeliyim? Adem’in kızı hastanede işe başlamıştı. Önce O’na gittim. Tazminat işimi hallettik.
Evde buluşalım dedi, ayrıldık.

Adem’in evine gittim. Eşi bekliyordu beni. Hıçkırarak ağlamaya başladı. Adem ölmüştü. Kızı bana söyleyememişti. Durdum, birden kapanarak hıçkırığa ortak oldum. Bilemediğim bir zaman geçti. Susuştuk. Bakıştık. Olayı anlattılar. Adem arabası ile giderken hemzemin geçitte tam ortada durmuş. Tren de onu
en az elli metre sürüklemiş. Adem’i tanınmaz halde çıkarmışlar arabadan. Zühtü Ağabeyle Bayram Ağabey, Adem’in arabasının önünde ve arkasında birer araba olduğunu, sıkıştırıldığına inandıklarını söylediler. Ayrıldım oradan ve Soma’dan.
Soma SSK hastanesinde tutuklanan doktor hikâyesi abartıları ile devam ediyor hâlâ.

Adem artık yok. Eşi, iki kızı Gülizar ve Ayşe, oğlu Mehmet benim dostlarım olarak hep var oldular. Şekerci Zühtü Ağabeyi de kaybettik eceliyle. Gömlekçi Bayram işi bırakarak kızının yanına İzmir’e göçtü.

Ben de bir ay işsiz bekledim, derken Sağlık Bakanlığı sınavı sonuçlandı, Ankara Hastanesinde cerrahi asistanlığına başladım. Dikili’de yazlığıma giderken zaman zaman Soma’ya uğruyorum. Adem’in oturduğu evi Somalılar aralarında para toplayarak satın alıp Adem’in eşine vermiş. Çocuklarına iş bulunmuş ve hayatlarının sürdürülmesine yardımcı olunmuş. Şimdi çocuklar büyüdü, torunlar ve yeni Adem’ler dönemi başlıyor.

Buna inanıyorum, çünkü  görüyorum. Maden ocaklarında
kim  bilir daha kaç göçük- yangın oldu? Yuva köylüleri zeytin ağaçlarına sahip çıkıyor. Yani hayatın gerçeği bütün hızı ile yaşanmaya devam ediyor.

Adem büyük, Soma büyük!

Ankara, Aralık 201

NEDEN ASLA ÜMİDİMİ KAYBETMEDİM ve KAYBETMEYECEĞİM?

Dostlar,

Değerli meslektaşımız Sayın Prof. Kerem Doksat’ın damakta “leziz ve de buruk bir tad” bırakan yazısını paylaşmak istiyoruz..

Sağolsunlar, kendileri de bizi web sitelerinse (kendileri “mekân” demekteler)
konuk ediyorlar.. Son olarak “KOLLUK ŞİDDETİ ve GAYR-I NİZAMİ PSİKOLOJİK SAVAŞ” başlıklı yazımız.. (http://www.keremdoksat.com/index.php/entry/kolluk-siddeti-ve-gayr-i-nizami-psikolojik-savas, 11.71.13)

Kerem kardeşime “Betz hücrelerine sağlık…” derken sizlere de iyi okumalar diliyoruz. Bir de nazire var sanırım : Dr. Doksat’ı bir yazımızda “.. ola ki umutsuzluğa yeltenirse..” gibisinden tatlı – sert uyarmıştık (!).. Bu yazıyı o dizelerimize olumlu (pozitif) bir yanıt sayıyoruz.. “MİLLET OLMAK NE DEMEKTİR?” başlıkı görkemli yazısına web siemizde yer verirlen.. (http://ahmetsaltik.net/prof-dr-m-kerem-doksat-millet-olmak-ne-demektir/, 5.4.13).

Sevgi ve saygı ile.
21.7.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==============================================

NEDEN ASLA ÜMİDİMİ KAYBETMEDİM ve KAYBETMEYECEĞİM?

 

portresi

PROF. DR. M. KEREM DOKSAT

20 Temmuz 2013

Bakın, ne gibi gelişmeler olmakta…

Dünyanın en büyük emperyalisti olan ABD’nin Michigan eyaletine bağlı
Detroit şehrinde, 18.5 milyar Dolarlık borçla ülke tarihinin en büyük iflâsı yaşandı. ABD’nin en büyük 11. ve Michigan eyaletinin en büyük şehri, etrafındaki banliyölerle birlikte Detroit Metro bölgesiyle 4.5 milyona yaklaşan nüfusu ve en zengin 500 şirketine ev sahipliği yapmasıyla bilinen yer bu. Otomotiv sanayindeki ağırlığıyla Amerikan Rüyasının” lokomotif şehri… Son aylarda 10 bin çalışanının maaşlarını ödeyebilmek için devlet destekli tahvil çıkarmıştı. Vergi oranları yasal limitlerine ulaştı. Bu oranların arttırılması durumunda dahi, Detroitlilerin içinde bulunduğu ekonomik kriz sebebiyle söz konusu vergilerini ödemeleri imkânsız…

2000 yılından beri nüfusu %28 azalan şehir, en büyük darbeyi otomobil devlerinden General Motors ve Chrysler’in 2009’da iflâslarını istemesiyle almıştı. Bir zamanlar, otomobil sanayinin merkezi konumundaki Detroit’te bugün sokakların %40’ında sokak lâmbaları yanmazken, 78 bin terk edilmiş bina bulunuyor. Cinayet oranlarının yaklaşık 40 yılın en yüksek sayısına çıktığı Detroit, 20 yıldan fazla bir süredir ABD’nin en tehlikeli şehirlerinden biri olarak anılıyordu.

Bunlar apokaliptik alâmetler filân değil, dikkatli bir gözlemcinin asla göz ardı etmeyeceği gelişmeler.

  • Bu ülkenin başımıza belâ ettiği bölücü, ayrımcı ve yasadışı her türlü
    şer odağının da çözülmeye başladığını görüyoruz.

Bunların isimlerini veya künyelerini yazmaya hiç gerek yok.
Hiçbir şey artık gizli kalmıyor, kalmayacak.

Aklıma hemen KKTC geliyor, tarihinin en üzüntü verici deniz kazasını yaşamış ve
Gâzi Mağusa civarında ham petrol denize karışmış. KKTC AKSA Enerji Şirketi yaptığı açıklamada temizliğe bugün de 100 kişiyle devam edeceklerini açıkladı. Yapılan açıklamada denize dökülen fueloilin yaklaşık %50’sinin temizlendiğini ve kalanın da tamamının iki ay içerisinde temizleneceğini bildirildi. Bölgede bulunan Deepsea Balık Çiftliği’nden sızıntı sonrası örnek (numune) alındı. Ankara’ya gönderilen numune tahlil sonuçlarının birkaç gün içinde gelmesinin beklendiği ifade edildi. Çiftlikte yaklaşık 72 bin ton levrek ve çupra olduğunu söyleyen çiftlik yetkilileri balıklara yem vermediklerini, sızıntı sebebiyle balıkların denizin iç kesimlerine bırakmak zorunda olduklarını belirttiler.

Buna sevindiğim için değil, KKTC’lilerin daha dikkatli ve çalışkan, Türkiye’nin de yavrusu filân değil, tümüyle devamı olan bu tabii uçak gemisine sahip çıkmasının önemini vurgulayarak bize ibret teşkil ettiği için yazıyorum. Bakarsınız “Deepsea” ismini de “Derin Deniz” olarak değiştirirler. Ne ihracat için, ne de ithalat için Amerika’ya
veya Amerikancaya muhtacız.

Yeterince uyanık ve dikkatli olalım, hepsinin üstesinden geliriz.

Mısır’da, Suriye’de, İsrail’de… Her yerdeki gelişmeler “belirsizlik ilkesine” göre olgunlaşıyor. Çıbanlaşan irin patlar, iyileşecek yara şifa bulur. Yeter ki tabip akılı ve bilgili olsun.

Bakın, fakirliğin ve sefaletin resmî rakamlara göre bile %halkın 80’inden çoğunu perişan ettiği ülkemizde kalkıp bütün ilâçları reçeteye tabi kıldılar. Hâlbuki en müreffeh ülkelerde bile alınmadığı takdirde hayati tehlike arz eden ilâçları nöbetçi bir hekimin tasdikiyle hastalara veya hasta sahiplerine verirler. Kuzey Avrupa’da İsveç’te, ABD’de bu başıma geldi ve ikna olan nöbetçi hekim ilâçlarımı hemen yazdı.

Diyelim ki hasta saralı (epileptik) veya şiddetli bipolar bozukluğu (manik depresif hastalığı) yahut depresyonu var. Haplarını icabında saati saatine alması icap ediyor ama reçetesi yok, kaybetmiş veya unutmuş -ki, böyle hastalar çok kolay unutur.
“Yasak hemşerim” diye vermedi eczacı ve hasta da nöbet geçirerek yahut
intihar ederek öldü.

Kim olacak bunun sorumlusu?

Zaten çok zor geçinen eczacının vicdani sıkıntısının, adeta “telef olan” bir insanın acısının hangi şifalı ot yahut ruhani yöntemle düzeltilmesi mümkündür?

Buna mukabil, bu hükûmetin veya yakınlarının burunları kaşınsa, çevrelerini derhâl bir ordu çevirmekte midir, çevirmemekte midir?

***

İsmi bir Esed, bir Esad olan Suriye liderinin direnişi kırılamıyor, hiçbir şey akılla
ve mantıkla çözülmüyor. Ortada bir devlet politikası yok hatta devlet yok!

Şu anda Habertürk’te seyrediyorum özellikle, Kürtlerin bağımsızlığı konusunda
ağzı olan konuşuyor ama havanda su dövüp duruyorlar.

Geçen gün bir hastam bahsetti,

  • Taraf gazetesinde çalışanların hemen hepsi Ermeni kökenliymiş.

Orada iş bulmak üzereymiş, ondan dolayı müşahede etmiş.
“Hristiyan Türkler” diyecek kadar sıcacık bir şekilde bağrımıza bastığımız
bu tarihi yoldaşlarımızı ikide bir aleyhimize kışkırtanların amacı ne?

Bunu anlamak zor mu? Değil..

  • Bütün bunları koordine bir şekilde Batı, ABD ve AKP yapmadı mı?

Televizyondakiler sürekli olarak “havet” diyor, ben de gülüyorum.

Demin Sevgili Can Ataklı ile konuştum, çok vakurdu ama mümkün mü
benim O’nun içindeki kırıklığı anlamamam?

Ona da aynı şeyleri söyledim, “az kaldı dostum” dedim.

Vatan gazetesini ise sırf Reha Muhtar’ın kendisinin ne kadar büyük bir adam olduğunu anlatmasını takip etmek için alacağım artık.

Peki, Cumhuriyet’e niçin veya neden para veriyorum hâlâ, keza Hürriyet’e ve Sözcü’ye?

Şimdi Sözcü hakkında lâf ettiğime bakıp şaşırabilirsiniz ama ne kadar büyük paralar kazandıklarını ve gazetenin iç tutarsızlığının ne boyutlarda olduğunu görmeyen mi var?

Eh, İlber Hoca da her zamanki fütursuzluğuyla bakın nasıl konuşuvermişti:

https://www.youtube.com/watch?v=woBsElQnYQQ

İlber Hoca bu, onun dokunulmazlığı vardır Allah’tan…

***

Nobel Edebiyat Ödülü’ne lâyık olan ama bu ülkenin sevdalısı olan çok önemli bir insan ebediyete göçtü.

İstanbul’da 1931 yılında doğan Leylâ Erbil, İstanbul Üniversitesi İngiliz Edebiyatı Bölümü’nde eğitim gördü. Yazarlığa Seçilmiş Hikâyeler Dergisi’ne gönderdiği hikâyelerle başladı. Yazıları Dost, Yeni Ufuklar, Yeditepe, Ataç, Papirüs, Yelken gibi edebiyat dergilerinde yayınlandı. Türkiye İşçi Partisi’nin Sanat ve Kültür Bürosu’nda görev aldı. 1970 yılında Türkiye Sanatçılar Birliği, 1974 yılında Türkiye Yazarlar Sendikası’nın kuruluşunda önemli rol oynadı. 2000-2001 yılı Ankara Edebiyatçılar Derneği Onur Ödüllerini kabul etmiş, 2002 yılında ise PEN Yazarlar Derneği tarafından Nobel Edebiyat Ödülü’ne ülkemizden ilk kadın yazar adayı olarak gösterilmişti.
Son olarak PEN 2013 Öykü Ödülüne lâyık görülmüştü.

O’nun gidişi de hiç tesadüf değil, bize “çalış, kendini geliştir ve aş” demek istedi aslında.

Ben şu yeni moda “ışıklar içinde yatsın” gibi şeyleri sevmiyorum;
hani vefat edenin adı veya soyadı Işık ise tamam da, yapmacık ve klişe gibi bir şey.

Ezel de ebed de mahlûk (yaratılmış) nasıl olsa, huzur içinde yatsın bize yeter.

Bu arada, 35 senenin tecrübelerini, psikiyatri hatıralarımın önde geldiği bir şekilde yazmaktayım. Kışa kadar bitireceğim.

Mâlzemesi insan, yazan bizzat yaşayan adam; yâni Mehmet Kerem Doksat. İsmini de şimdilik “Kimler Geldi, Kimler Geçti – 35 Senelik bir Psikiyatri Macerasından Hatıralar” olarak düşünüyorum. İnşallah bu sefer sponsorluk için kimseye ricacı olmak zorunda kalmayacağım.

Şu anda CNN Türk’te Hülya Koçyiğit, kızı ve torunu, Londra’dan gelen Cüneyt Özdemir’in 5N 1K programında nasıl da bu sayede gündemde kaldıklarını konuşuyorlar. Cüneyt sakalı koymuş gitmiş, hatunlar ise çok şık.

Geçen ay 5N 1K’dan arayıp, 10 dakikalık röportaj yapmak için stüdyoya davet etmişler, sonra da Nişantaşı’na gelip canlı yayın düşünmüşler, pratik zorluklardan dolayı da
vaz geçmişlerdi.

Şöhreti kıl payıyla kaçırdık yâni.

Hay Manitu aşkına!

Cüneyt Özdemir’i uzun senelerdir tanırım. “Hukuka” yerine hukuğa” diyor.

Peki, Hülya Hanım’ın kocası Selim Soydan’dan ne haberler var?

Birtakım spor programlarında dolaşıyor işte…

Hayat bu.

İLK KURŞUN