Etiket arşivi: Op. Dr. Mehmet ALTINOK : “SOMA ve BEN…”

Op. Dr. Mehmet ALTINOK : “SOMA ve BEN…”


Dostlar
,

Melektaşımız Op. Dr. Mehmet ALTINOK ağabeyimizden bir öykü aldık… Mehmet ağabek tıbbiyeden 1971 biz 1977 mezunuyuz.
Önceki yıllarda Ankara Etimesgut Onkoloji Hatanesi Onkolojik Cerrahi bölümünden emekli oldu Mehmet ağabey. Ankara’da yıllardır,
aynı hastaneden Radyasyon Onkolojisi uzmanı Dr. Ali Rıza Üçer ile
Tıp Kurumu‘nu yönetiyorlar. NÜSED‘de birlikte çalıştık Dr. Altınok ile..

“SOMA ve BEN…”

Bu duygudaşlık (empati) yüklü güzelim iletiyi aşağıda paylaşıyoruz.. 1970’ler Türkiye’sinden ibretlik kesitler..

Kendisine de tıbbi bir teşekkür yollayarak “Betz hücrelerine sağlık” diyoruz..

Sevgi ve saygı ile.
06.01.2015, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

======================================

Soma ve Ben

Dr. Mehmet  Altınok

İlk görev yaptığım yer olarak Soma yaşamımda önemlidir.
Kasım 2014’de ” Ölüm Vardiyası” adlı bir kitap geçti elime. Tilki Kitap Yayınları arasında çıkan bu kitapta 37 yazarın Soma üzerine öyküsü
bir araya getirilmiş. Kitap basıldığında ILO’nun 176 numaralı
“Madenlerde Güvenlik ve Sağlık Sözleşmesi” henüz imzalanmamıştı.
Bir hafta önce  imzalandığını TV’den öğrendik, tabii  ne kadar güvenilir olduğunu bilemiyoruz.

Soma, benim ilk tayin olduğum yerdir. Ankara Ü. Tıp Fakültesi’ni 1971 Temmuz ayında bitirdim. Üniversitede  uzman cerrah olmak için sınavlara girmiştim. Sonuçların ilanı üç ay kadar gecikince, akademik kuruldaki arkadaşım beni uyardı. “İstenmiyorsun, seni almayacaklar, vazgeç,” dedi.

Kendime iş  aramaya karar verdim. Herhangi bir hastanede hemen
işe başlamak istiyordum. Böylece hata payım azalacaktı. Çevremde danışabileceğim doktorlar olmalıydı. Üniversitede istenmeyen adam olan ben, Sağlık Bakanlığı’na bir destekle gitmeliydim. Genel müdürlük ve Bakanlık Müsteşarlığı yapmış olan baba dostu Rahmi Bey amca ile Bakanlık tayin şubesine gittik. Karadenizli olduğunu sandığım genel müdür yardımcısı, nereyi istediğimi sordu. Her yer olabilirdi. Sivas’ta
bir arkadaşım olduğundan, Sivas olabilir, dedim. Vesikalık fotoğrafımda bıyığım iri göründüğünden, birden “Sivas olmaz, siz solcular orada toplanacaksınız değil mi?” diye beni tersledikten sonra, “Seni batıya, Soma’ya göndereceğim,” dedi. Rahmi Bey amca ile bakıştık ve
bana Soma’nın nerede olduğunu anlattı.

Benim için sorun değildi, hemen kabul ettim.Tayin işlemine başlar başlamaz kalınca bıyıklı fotoğrafımı yüzüme fırlatarak, “Bana bıyıksız bir fotoğrafını getir, hemen tayinini yapayım.” dedi. Yere düşen zarftaki  vesikalık fotoğrafları Rahmi Bey amca ile toplarken, içinde bulunduğumuz hali ve susma zorunluğumuzu hiç unutmadım. O tarihte  fotoğrafçılıkta henüz şip şak işi pek yoktu. Hiç vakit yitirmeden bıyığımı kesip fotoğraf çektirerek hemen alıp getirmeliydim. Doğruca  fotoğrafçıma gittim. Derdimi anlattım. Bıyıklarımı beyaz bir boya ile kapatarak tab ettiği fotoğrafımı bana uzattı. Üst dudağımın üzerinde beyaz bıyık varmış gibi bir fotoğraf sayesinde tayinim Soma’ya çıktı. Elimde tayin yazım, devlet terbiyesini öğrenmiş olarak eve döndüm. Evde harita üzerinde Soma’yı çalıştık ve nasıl gidileceğini öğrendim.

***

Trenden Soma istasyonunda indim. Eşyam azdı. Hastanenin yerini öğrendiktan sonra, o civarda bir otele yerleştim. Sonra çıkıp bir kahvede çay içtim. Tren istasyonundan dosdoğru yukarı yüründüğünde  Soma’nın merkezine varılıyordu. Sol taraftaki termik santralinin yoğun duman saçan bacaları ile insan ve araç hareketliliği hemen dikkati çekiyordu. İş ve çalışma görüntüsü idi bu. İşçi sınıfı herhalde burada olmalı, diye mırıldandım. Böyle bir merkeze gönderildiğim için
kendimi şanslı saymalıydım.

Soma’da yaptığım kısa bir turdan sonra tayin yazımla birlikte SSK’nın 50 yataklı Soma Hastanesi’ne doğru yola çıktım. Hastanenin önü kalabalıktı. Anlayamadığım bir hareketlilik idi bu. Önce seyrettim, oradaki polislere yeni tayin olarak gelen doktor olduğumu söyledim. Beni yavaşça içeri aldılar. Başhekim ile tanıştırıldım. Kalabalık ve hareketlilik vardı. Hastane koridorunda yerde battaniyeler üzerinde yatan insanların birçoğu yanık içindeydi.. Doktor, ebe, hemşire ve personel yanıklara pomat sürüyor, sarıyor, tetanos aşısı ve ağrı iğnesi yapıyordu. İşleri yoğundu. Başhekim bana maden ocağında yangın ve çökme olduğunu, yaralıların geceden
bu yana taşındığını; hastaların taburcu edilerek yalnızca yaralı işçilerin kabul edildiğini, koridordaki yanıklı hastaların, gelenlerin en hafif grubu olduğunu, bunların yanında durumu ağır olanların hiç de az olmadığını anlattı. Bir yandan hastane yönetiminin dikkatli çabası sürerken, Soma kaymakamı ile emniyet müdürü geldi. Polisler geldi. Kazaya uğrayan işçilerin yakını ile arkadaşları ve sendikacılar megafonda, işçilere yeterince bakılmadığı, yaralıların ölüme terk edildiğini söyleyerek içeriye girip onları görmek istediklerini söyleyerek gürültü çıkarmaya çalışıyordu. Megafondaki ses bir ara, Sendikalarının başkanı Çakırefe’nin geldiğini, doktorlara hadlerini bildireceğini, söyleyip grubu  kışkırtıyordu. İçeride de kaymakam, dışarıda olan bitenler karşısında acaba başhekimle doktorlara silah dağıtsak mı, diye çevresiyle konuşuyordu. Arada emniyet müdürü de katılıyordu söze. Ben de onların yanında idim ve sürüp giden saçmalığı kavramıştım. İşçiler yakınlarını görmek, onların ihtiyaçlarını öğrenmek istiyordu. Hastane personeli de yaralılara yardım etmek için içeriye kimsenin girmesini istemiyordu.

Kapı kilitli idi. İşçilerin kilidi kırıp içeri girmeleri hiç de zor değildi.. Başhekimden yakınlık gördüğüm için ona yanaşıp bu konudaki önerimi anlattım. “Aile temsilcisi beş kişiyi önce içeri alalım, durumu anlatalım, onlar da gördükleriyle dışarıyı ikna eder ve ikili sıra ile tek istikamette herkes içeri girer ve sonra dışarı çıkarak dağılır..” dedim.
“Böylelikle  yaratılan karmaşa da sona erecektir.”

Bu önerim  yerinde görüldü ve verilen görevi üstlendim. Hemen kapıda duran nöbetçi ile dışarıda sakin olarak gördüğümüz beş kişiyi içeri davet ettim. Yaralıları gezdirdim, sükûnet ve temizliğin önemini anlattım. Heyecanla dışarı çıktıklarında, içerideki hummalı yaşamı coşkuyla arkadaşlarına anlattılar. Biraz sonra hastane önündekiler ikili sıra halinde kapı önüne dizildi. Beş kişinin direktifi ile alt kat ve üst kat sessizce, duygulu şekilde ziyaret edildi. Kapıdan çıkarken yaralılara
şifa, doktorlara güç diliyorlardı. Toplam yarım saatte sessizlik sağlandı. Sonra herkes evine çekildi. Sendika başkanı Çakırefe ve megafoncu içeri bile girmedi. Kaymakam ve emniyet müdürü sonradan hastaneyi terk etti.

Sade ve gerçekçi bu önerimle hem içerideki hem dışarıdakilerin sempati ve güvenini kazanmıştım. Başhekim odasında otururken birçok dost edindim. Bu arada evrakımı verip işe başlamıştım bile.
***

Soma SSK Hastanesinde, 1971 yılının kasım ayında işe başladım. Otel ile aylık olarak anlaşmıştım. Üçüncü katta üç adet tek yataklı oda vardı. Birisi bana aitti. Kapılarımız koridora açılıyordu. Koridorda bir soba duruyordu. Kış günleri oda kapımız açık tutulmalıydı. Penceremiz Soma açık hava sinemasına bakıyordu. Geceleri sinema seyretmek kolaydı. Sorun, bir filmin sadece üç gece  oynuyor olmasıydı.
***

Madencilerden zamanla birer ikişer taburcu olanların yanı sıra, durumu kritik olup kaybedilenler de oldu. ILO 176’yı bekleyişleri sürüyordu.

Madencilerle, onların ortamında görüşülmeli fikri beni heyecanlandırmaya başlamıştı. Hastanede odamda poliklinik yapıyordum. Karadenizli, yaşlı ve dünya tatlısı bir erkek sekreterim vardı. Bana yardımcı oluyordu. O kadar ki,
bir olumsuzluk çıktığında başım ağrımasın diye hemen gelip bana bildiriyordu. Sonra emekli oldu, gidip Trabzon’da bahçıvanlığa başladı. Ardından gelen bir hemşire arkadaşın varlığı da işimi epeyi hafifletmişti. Pratisyen, uzman, başhekim ve eczacı arkadaşların hemen hepsi  yaşamımın tamamlayıcısı idiler. Onları sevgiyle anıyorum.

***

Hafta sonları eczacı arkadaşlar ve  İzmir’e dönen reprezantlarla
ya da trenle yaptığımız İzmir gezisi doğrusu bana soluk aldırıyordu. Bazen İzmir’de amcamlara uğruyor, bazen de askerliğini İzmir- Hatay’da bir askeri hastanede yapan Ergin (AS: Atasü) ağabeyin yanına giderek farklı bir çevre gözlemiyle içim rahatlıyordu. Birkaç ayda bir Ankara’ya da kısa geziler yapıyordum.
***

Hastane ve otel gidiş gelişlerine, hastanede nöbet tutma da eklenmişti. Nöbet odamız geniş ve güzeldi, ayrıca banyo yapmam da rahatlatıyordu beni. Daha çok nöbet tutmam diğer doktorlarca da isteniyordu. Nöbetler ayrıca daha çok hasta görmemi ve gelişmemi de sağlıyordu. Ayrıca nöbetlerde hastane çalışanlarını daha yakından tanıma olanağını buluyordum.
İşte böyle bir nöbette hastanenin ambulans şoförü Adem’i de tanımıştım. Görevini ikiletmeden yapan bu adamın imam olması da ayrıca ilgimi çekiyordu. Güler yüzlü ve herkes tarafından sevgiyle konuşulan bu adamı çok seveceğimi, zamanla yakın dostum olacağını doğrusu başta  hiç düşünmemiştim. O’na
ilk sorum, imamlığının gerçek olup olmadığı şeklinde idi.

İmamdı, ancak din adamlarının birçoğunda gördüğümüz
ikiyüzlülük (takiyye) ve bencillik O’nu, hayırsever başka bir işte çalışması gerektiği duygusuna inandırmış ve bu yüzden ambulans şoförlüğünü seçmişti. Yardım etme duygusu Adem’i yönetiyordu adeta.. Adem Abim oldu. Zaten herkesin Adem Abisi idi. Hastanede kırık, üzüntülü gördüğü bayan personeli, hemşireleri eşi ile tanıştırır, evine davet ederdi. Aile içi dostluk yapısı Adem ve eşini ayrıca önemli kılıyordu. Zamanla ben de Adem’in evine gidip gelen, o evde yemek yiyebilen, yaz aylarında ek iş olarak tütün ekiminde ve toplanmasında çalışan Adem’in çevresinde olanlardan biri haline geldim. Çocukları arkadaşım ve dostum oldu. Küçük kız Ayşe, tütün tarlasında uyurken saçları tütün balyası üzerinde birbirine öylesine yapışmıştı ki, bunu makasla üç numara kesmek bana düşmüştü. Tütün toplamada eldiven şarttı. Çünkü kara, yapışkan ve tutkal gibi bir sıvı hemen elinize yapışıyordu.

Adem, tüfeği ile avcılık için beni dağlarda da gezdirmişti.
Artık çok yakınımdı. O da beni sevmişti. Özellikle ilk günümdeki maden işçilerine yardımım,  o günden beri ilgisini çekmişti. Maden işçileri sendikacıları ile çığırtkanlarına duyduğum kızgınlığı da paylaştım onunla. Bu konuda beni destekledi. O da destekledi. Konuşmalarımızda sık sık yurt dışı yayın yapan Bizim Radyo’yu dinlediğini, söylemlerini beğendiğini söylemişti. Bana da bir gün dinletmişti. Çevremde ne kadar büyük güç olduğunu böylece hissetmiştim.

Adem koşuyor, ben çalışıyor, dostluğumuz pekişiyordu.
Soma’da güvenilen kişileri öğrenmek istiyordum. Bunu Adem’e açtım. O da beni, şekerci Zühtü Ağabey ve gömlekçi Bayram Ağabeyle tanıştırdı.

Çevrem genişliyor, dostlarım çoğalıyordu. Bu mutlulukla otelde, gece penceremden yine açık hava sineması izlerken düşen bir ateş parçası ile yorganımda avuç içi kadar bir yanık deliğim oluşmuştu. Ankara’dan getirdiğim kitapları tekrar hızlıca okumaya karar verdim. Her kitap bana örgütlenmenin önemini gösteriyordu. Özellikle Dr. Hikmet Kıvılcımlı örgütlenmeyi parti olarak anlatıyordu. İzmir’de Ergin ağabeye duygularımı anlattım. O tarihlerde toplumda var olan sinerjiyi görmek, hissetmek olanaklı diye düşünüyordum. Ne eksikti acaba? Birçok kişi ile bu bilinç ve duygu uyumunu konuşuyordum. Ta ki o dönemde illegal yayın olan Şafak dergisinin bir sayısında, adım açık açık yazılarak ” Dr. Mehmet Altınok Soma’da devrimci çalışmalarını sürdürüyor..” haberini okuyana dek. Çok kızmıştım. Öğrenme durumundan yönetme durumuna geçirmişti beni. Doğru değildi bu.

O sıralarda madende işçi olarak çalışan Şinasi ile tanıştım. Hastane nöbetlerime gelir- gider olmaya başlamıştı. İzmir’den Ergin Ağabey de Soma’ya gelip gitmeye başlamıştı. Şinasi bekârdı ve bekâr gecekondu evinde beni çay içmeye davet etti. Adem’le gittik. Madende işçiler arası huzursuzluğun varlığını konuştuk. Sendikacılardan rahatsız olanlar çoğalıyordu. Ben de ilk günkü rahatsızlığımı anlatarak ne yapılabileceğini düşünmelerini istedim. Akla ilk geliveren sendikacıları değiştirmekti tabii. Ancak bu nasıl olabilirdi? Adem’e baktım, “deneyelim” dedi. Şinasi hazırdı. Zühtü Ağabey ve Bayram Ağabey, “Doğru ama önce gücü artırmak gerekir.” dediler.
“Madende ne düşünülüyor, bilmiyoruz.” dediler.

Ben, öğrenciliğimde sağlık işkolu sendikası kurulması için çalışmıştım. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde Hür Per Sen‘i kurmuştuk Orhan ile. Hacettepe’de de sağlık işkolunda
bir sendika kurulmuştu. Benim ve Orhan’ın bütün öğrencilik dönemimiz bu iki sendikanın birleştirilmesi için çalışmakla geçmişti. Zaman zaman her iki üniversitedeki olumsuzluklara karşı eylemimiz sürmekte idi.

Karşı örgütlenme olanaklı ise yapalım, dedik Soma’da. Adem bir dakika, dedi. İmam-dinci kesim ile ilişkilerim var onların
ne düşündüğünü bilelim, dedi. Eski grubu ile görüştü. Onlardan gelen cevap, sendikacıların değişmesi yönünde idi. Coştuk. Destek halkası giderek büyüyordu. Çakırefe’ye başkaldıran biri daha çıktı ortaya. O da grup kurmaya uğraşıyor ve çevrede adı çokça geçiyordu. Şinasi görüşme istedi, Adem olur, dedi. Zühtü Ağabey ve Bayram Ağabey temkinli davranın, dediler. Karar verdik, onunla görüşeceğiz. Şinasi randevu verdi. Evinde  ve hastanede olmazdı. Bir kahvede buluştuk. Çakırefe’nin aleyhinde konuştu. Birlikte deviririz O’nu teminatını verdi, gücünü anlatmaya çalıştı. Hadi, dedik.

Seçim günü ben Adem’in evinde idim. Konuşmalar oldu.
Bizim takım Çakırefe’yi topa tutmuştu. Keyiflendim.
Adem de öyle. Eşinin gözlerinin içi pırıl pırıldı.

Akşama doğru Adem eve sinirli geldi. Hırçındı. Bir ufak rakı getirmişti. Küçük bir çilingir sofrası hazırladı. İçmeye başladık. Ben merakla bekliyorum başımıza gelenleri. Seçimler ertesi gündü. Muhalefet olarak sonradan bize gelen adam satmıştı bizi. Ekibi ile Çakırefe listesine geçmişti. Bizim için önemli bir bozgundu bu. Ben çok şaşkındım. Adem’in yüzü çökmüş gibi duruyordu. İş yapmak ve  kaybetmekten çok satılmışlığa kızgınlığı idi bu. Birer daha içtik, olmadı. Otele döndüm.

Ertesi gün seçimlerde tabii ki Çakırefe kahramanca seçildi. Ekibi ile eğlenmeye gitti İzmir’e. Soma ve biz hüzünlü kaldık.
Yılların Zühtü ve Bayram Ağabeyleri haklı çıkmıştı. İlk iş onlara gittim. Sakin olun, dediler. Zamanı öğütlediler.
Adem de geldi, yüzü düzelmişti, yine eski Adem’di.
İş, çalışma devam etti. Fırtına sonu sessizlik vardı. Aranıyordum. Şinasi’deki olumsuzluk çoktu. İzin aldı, memleketine döndü. Oradan bir daha geri gelmedi. Aradan aylar geçti. Yaz geldi. Temmuz ayında kardeşim evlendi. Düğün için İstanbul’a gittim. Fazla kalmadan Soma’ya döndüm. Ankara’da sıkıyönetim azmıştı. İzlemeye çalışıyordum. Ağustos ayının
ilk günü işe gelmiştim. Öğleye doğru başhekimlikten çağrıldım. İçeri girdiğimde iki kişi oturuyordu. Gelin, dediler. Bir iskemleye iliştim. Kimliklerini gösterdiler. Polis olduklarını öğrendim. Hakkınızda tutuklama kararı var, dediler. Neden?dedim. Biz yalnızca sizi götürmeye geldik, dediler. Tamam, dedim, birlikte çıktık.

Kapıdan polislerle birlikte sakin olarak çıkınca birden durakladık. Çünkü, hastanenin bahçesi dışında silahlı jandarmalar ayağa kalkmış toplanıyordu. Meğer teslim olmadan önce bir çatışma çıkarabileceğime göre vaziyet almışlar…
Oteldeki odamda da arama yaptılar. Kitaplarımı toplayıp götürdüler. Beni bir arabaya bindirip önce Manisa emniyetine, oradan da İzmir sıkıyönetimine teslim ettiler. Sıkıntılar ve Ankara sıkıyönetimi sonrası Mamak Cezaevi bir numaralı koğuşta arkadaşım Raif’in ranzasının üst kısmında buldum kendimi.

İkinci duruşmada tahliye oldum. Soma hep aklımda. SSK’den tazminat alacağım vardı. Saçlarım traşlı Soma’ya döndüm.
Ben geldim demek istiyorum ama nasıl? Müstafi yapıldığım için işsizim. Kimi nasıl görmeliyim? Adem’in kızı hastanede işe başlamıştı. Önce O’na gittim. Tazminat işimi hallettik.
Evde buluşalım dedi, ayrıldık.

Adem’in evine gittim. Eşi bekliyordu beni. Hıçkırarak ağlamaya başladı. Adem ölmüştü. Kızı bana söyleyememişti. Durdum, birden kapanarak hıçkırığa ortak oldum. Bilemediğim bir zaman geçti. Susuştuk. Bakıştık. Olayı anlattılar. Adem arabası ile giderken hemzemin geçitte tam ortada durmuş. Tren de onu
en az elli metre sürüklemiş. Adem’i tanınmaz halde çıkarmışlar arabadan. Zühtü Ağabeyle Bayram Ağabey, Adem’in arabasının önünde ve arkasında birer araba olduğunu, sıkıştırıldığına inandıklarını söylediler. Ayrıldım oradan ve Soma’dan.
Soma SSK hastanesinde tutuklanan doktor hikâyesi abartıları ile devam ediyor hâlâ.

Adem artık yok. Eşi, iki kızı Gülizar ve Ayşe, oğlu Mehmet benim dostlarım olarak hep var oldular. Şekerci Zühtü Ağabeyi de kaybettik eceliyle. Gömlekçi Bayram işi bırakarak kızının yanına İzmir’e göçtü.

Ben de bir ay işsiz bekledim, derken Sağlık Bakanlığı sınavı sonuçlandı, Ankara Hastanesinde cerrahi asistanlığına başladım. Dikili’de yazlığıma giderken zaman zaman Soma’ya uğruyorum. Adem’in oturduğu evi Somalılar aralarında para toplayarak satın alıp Adem’in eşine vermiş. Çocuklarına iş bulunmuş ve hayatlarının sürdürülmesine yardımcı olunmuş. Şimdi çocuklar büyüdü, torunlar ve yeni Adem’ler dönemi başlıyor.

Buna inanıyorum, çünkü  görüyorum. Maden ocaklarında
kim  bilir daha kaç göçük- yangın oldu? Yuva köylüleri zeytin ağaçlarına sahip çıkıyor. Yani hayatın gerçeği bütün hızı ile yaşanmaya devam ediyor.

Adem büyük, Soma büyük!

Ankara, Aralık 201