Etiket arşivi: Doğu Perinçek

“Ordumuz savaşta değil mahkeme salonunda yenildi”

Dostlar,

Ali Serdar Bolat kardeşimiz dün sitesine koyduğu bir derlemeyi bize de yollamış.

Avusturya ADD Eski Başkanı Erol Güçlü kardeşimiz bir ön not koyarak katlmış :

Aşağıdaki yazının son cümlesi:

Ve kesinlikle belirtiyoruz:
Göreceksiniz,
Türk Ordusu bu süreçten Mustafa Kemalleşerek çıkacaktır.

Bunun anlamı GÖREV KEMALİN ASKERİndedir. Kemalin Askerinin
esir edilmesini sağlayanlar, çapsız ya da sünepe değil GÖREVLİdirler ve
verilen görevi yerine getirmişlerdir. Teslim olmamışlardır,
VERİLEN GÖREVİ YERİNE GETİRMİŞLERDİR.

Sivil ya da Asker KEMALİN ASKERİ ülkesinin İÇTEN İŞGAL altında olduğunu KABULLENMELİdir. Ancak o zaman doğru adımlar atılınabilinir.

KANLA İRFANLA KURULAN BİR CUMHURİYETİN YIKILMA KOŞULLARI DA  BELLİDİR.

Direnenlere saygılarımla

Erol Güçlü

************************

Paylaşalım..

Sevgi ve saygı ile.
10.2.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

================================

“Ordumuz savaşta değil mahkeme salonunda yenildi”

Ali Serdar Bolat
9 Şubat 2013

Sözcü, 7 Şubat 2013

E. Korg. Engin Alan, Sözcü gazetesine yukarıdaki değerlendirmeyi yapıyor.

Peki bu değerlendirme doğru mu?

“Yenilgi mahkeme salonunda değil, muharebe meydanında..”

Yenilgi, mahkeme salonunda olmadı.

Yabancı bir devlet (ABD), Türk Ordusu’na kendi ülkesi içinde bir harekat yaptı.

TSK, bu harekata karşı koymadı. Çünkü komuta kademesi teslim oldu.

Savaş savcılıkta, emniyet nezarethanesinde yapılmadı. Savaş, iç cephede cereyan etti. İç cephe kurşun atmadan düşürüldü.

Bu olayı E. Org. Ergin Saygun “Orduya Balyoz” diye adlandırdı. Görevde Tümamiral Semih Çetin “Bir İhanetin Öyküsü”nü yazdı :

Komuta kademesi teslim olmuştur!

Türk subayının gururu kırılmıştır.

Düşman savaş alanında silahı doğrulttuğu zaman elleri havaya kaldırmak ne anlama geliyorsa, komuta kademesinin yabancı devlet harekatına karşı tavrı da aynı anlama gelmektedir.

Komutanlarımız, savaşın silahlı ve silahsız bütün cephelerde yürütüldüğünü kuşkusuz çok iyi biliyorlar.

Silah kullanmadan yenmek, her savaşta birinci önceliktir.

Düşman, bizi bu aşamada silah kullanmadan yenmiştir.
Ayağa kalkmak için, önce bu gerçeği saptamalıyız.

Mahkemede zafer merasimi yapıldı

Komuta kademesi direnmediği için, düşman olayı “mahkeme salonlarında” bitirmiştir.

Düşman, kazandığı zaferin merasimini mahkeme salonlarında yapmıştır.

Mahkeme salonlarında savaş yapılmadı ki yenilgi mahkemede alınmış olsun.
Türk subayı mahkeme salonuda bir muharip değil, bir esir idi.
Savaş bitmiş ve yenilmiş olduğu için mahkeme salonunda bulunuyordu.

Komuta kademesi savaşı yargıya havale etti

Savaş, Genelkurmay Karargahında kaybedilmişti.

Komuta kademesi, düşmanın Türk Ordusu’na karşı iç harekat yaptığını görmezden geldi, görmeye cesaret edemedi. O nedenle “Hukuk çözer, yargı çözer” dedi, askerlerinin esir edilmesine göz yumdu.

Bütün komutanlara soruyoruz                :

Bir ordunun iç cepheyi savunma görevini mahkemelerin üzerine attığı bir başka örnek var mıdır?

Bırakalım binlerce yıllık geleneği olan Türk Ordusunu, hangi ordu düşmanın iç cephedeki harekatına karşı koymaları için savcı ve yargıçlardan medet ummuştır?

Asıl cephe Beşiktaş Adliyesi’nde

2002’den bu yana komuta kademeleri iç cephede direnemedikleri için
Doğu Akdeniz, Ege, Güneydoğu ve “Kürt Koridoru” kurma amaçlı Suriye cephelerinde teslim olmuşlardır.

Düşman (ABD), Güneydoğu’da dolaylı güçlerle (PKK) yürüttüğü savaşı iç cepheye yayıyor. Güneydoğu’da kaç subay esir verildi? Görülmüyor mu?

  • Asıl cephe Beşiktaş’tadır!

Kuzey Irak cephesi düştü, sıra Diyarbakır’da

Ergenekon ve Balyoz’un ilk sonucu: Kuzey Irak cephesi düştü.

  • TSK’nın kırmızı çizgileri paspas gibi çiğnendi.

Beşiktaş’ta direnmeyen Genelkurmay, şimdi, Diyarbakır’ın BOP başkenti olması tehdidi ile karşı karşıya.
Veya: Vatanın bölünmesi artık tehdit değil.
Bu durumda, savaşın Beşiktaş cephesinde kabul edilmesi, düşmanın iç cephedeki
bu taarruzuna her imkanla karşı koyulması gerekirdi.
Kuvvet dengesi ne olursa olsun, düşman silah çektiği zaman,
savaşı kabul etmeye zorunluyuz.

Kaldı ki, o zaman direnseydik, bugün “Diyarbakır’ı nasıl koruyacağız?”,
“Doğu Akeniz’de nasıl savaşacağız?” noktalarına gelmezdik.
Ege Denizinde adalarımıza Yunan bayrakları çekilmesini seyretmezdik.

“Asıl olan dahili cephedir”

Mustafa Kemal vurguluyor                 :

  • “Görünürdeki cephe, doğrudan doğruya Ordu’nun düşman karşısındaki silahlı cephesidir. Bu cephe sarsılabilir, mağlup olabilir. Fakat bu hal, hiçbir vakit
    bir memleketi, bir milleti mahvedemez. Mühim olan, memleketi temelinden yıkan, milleti esir ettiren, dahili cephenin düşmesidir.” 
    (Nutuk II, Atatürk’ün Bütün Eserleri c. 20)

Bunu komutanlarımız bilmez olurlar mı?

İç cepheyi savunma kararlılığında zaaf

Komutanlar, harekatın ABD tarafından uygulandığını biliyorlar.
Nitekim mahkeme dosyasına giren raporlarda bu saptamayı yapmışlar.
Ancak iç cepheyi ABD’ye karşı savunma kavramı yok.

Bu yazıyı okuyan bazı sorumlu komutanlarımızın “Ne yapsaydık yani,
darbe mi yapsaydık” dediklerini duyar gibiyim.
İç cephedeki harekata karşı koymak ille darbeyle olmaz.
Sonsuz yöntem ve olanak vardır.
Ama önce iç cepheyi savunma kararı olacak.
Komuta kademesinde o karar olmadığı için yenildi.

Org. Işık Koşaner’in direnişi sürdürülmedi

2002’den sonraki on yıllık süreçte Org. Koşaner’in direnmesini görüyoruz.

İstifa, direnme eylemiydi. Ama sonra gelen komutanlar o çizgiyi izlemedi.
Damat Feritlere topuk selamı düzenine geçildi.

Yaşananlar asker karakteri için utançtır.

Hava Kuvvetlerinde 110 pilotun istifa etmesi haberlerine Genelkurmay
“Yıkıcı propaganda” diyor.

Pilotlar Aydınlık gazetesi yüzünden mi istifa etti?

Demek ki, Hava ve Deniz Kuvvetlerinin onurlu subayları, komutanları teslim olduğu için değil, fakat Aydınlık gazetesinin yayınları nedeniyle görevlerini bırakıyorlar.

Genelkurmay, dün savaşı yargıya havale etmişti, bugün de basına havale ediyor.

  • Askerlik en yüksek ciddiyet isteyen iştir;
    çünkü bedeli ölümdür ve ülkenin esir olmasıdır.

Savaş görevi Genelkurmay dışında herkesin

Genelkurmayın anlayışına göre yargıdan basına kadar herkes iç cepheyi savunmakla görevli.

Savaşta görevi kabul etmeyen bir tek Genelkurmay var.

NATO düzeninde askerin adı “personel” olmuştur. Personel, porselen gibi bir çağrışım yaratıyor Türk milletinde. TSK, bu “personel” lafını bırakmalı, subay ve asker kavramlarına sarılmalıdır.

  • Yenilen komutandır; Türk Ordusu yenilmemiştir.

Ve kesinlikle belirtiyoruz: Göreceksiniz, Türk Ordusu bu süreçten Mustafa Kemalleşerek çıkacaktır.

******

Doğu Perinçek‘in 9 Şubat 2013 günlü Aydınlık Gazetesi köşe yazısından kısaltılarak alıntılanmıştır..

http://aliserdarbolat.blogspot.com/2013/02/ordumuz-savasta-degil-mahkeme-salonunda.html

Yalçın Küçük : Pınar ile Büşra Kürtler’in iki anacığı


Pınar ile Büşra Kürtler’in iki anacığı

30 Aralık 2012, 12:58
Pınar ile Büşra Kürtler'in iki anacığı

Prof. Dr. Yalçın Küçük
Pınar ile Büşra’yı yazmayı düşünürken Yale’i, NeHeaven’ı hatırladım, “bir yaşlı Amerikalı var” dediler, Türkler’i pek severmiş, adına Doctor Sheppard diyebiliriz. Ve gittik, Good Heavens, çok sade, çok geniş, sanki varlıklı bir Türk köylüsü, boşa yakın geniş bir odada, bir köylü sandığı, üzerinde Türk bayrağı var. “Türk” dendiğinde gözlerinden yaşlar akıyor. Babası da doktormuş, “bir hasta” olunca “beyaz atına biner” Urfa’yı geçer, hastaya bakar, gelirmiş; para almak yoktur. Hoş, evleri yamaçtaydı, NeEngland’n yamaçları kırmızı çamlarla örtülüdür, çok güzeldir. Sadece tıp tahsili için Amerika’ya dönmüş, bu karı koca artık çok yaşlılardı ama çok güzeldiler ve bizde, bizimle erimişlerdi. Güzel ve devam, Pınar’ın dosyasını, 1999-2000 zamanında Gebze Cezaevi’nde, Büşra’nınkini, Silivri Cezaevi’nde, bu tarihte okudum ve inceledim. Pek Kürdofil haldeler, cızbız köfteyi ağızlarında tükürük ile yumuşatıp Kürtler’in ağzına veren iki anacık olmuşlar ve amma, yine de çocuklar, dosyalarında başka suçları yoktur.
Hâlâ çocukturlar.

ZAMANE KIZLARI

Lenin bize, “ezen” ulusun, “ezilen” ulusa hoşgörü ve şefkatle, bir öğretmen ve bir ana olarak yaklaşmamızı öğretti. Dosyalarına baktığımda gördüm, Pınar ile Büşra aşırı Leninist olmuşlar; güzel, Leninist olmalarına bir itirazım yok, ancak “aşırı” olmak, sol’dan uzaklaşmaktır. Diğer yandan Brecht bize, “yabancılaşma”, alienation kavramını verdi, yararlıdır. Dosyalarına baktığımda, galiba “fazla” yabancılaşmışlar, kendi kavimlerine, Türkler’e “öteki” baktıklarını anladım. Cumhuriyet’ten çok uzaklaştılar mı, bilemiyorum ve bilseniz, korkuyorum. Çünkü son “moda” budur. Fakat yine de bir suç yoktur, ne de olsa “iyi” aile çocukları, “zamane kızları” diyebiliriz, toparlanırlar ve toparlarız. Toparlanmayanları yuvarlarız.

KURULUŞ RÜZGARI

Pınar’ı tanıdığımdan emin değilim, bir kez evlerinde yemeğe çağrılıydım, eczacı annesi ve babası Alp ile yemek yiyorduk; Pınar çocuktu, annesini erken kaybetti, avukat babası Alp’i ise hep severdik, Türkiye İşçi Partisi’nde beraberdik, sonra Behice Boran’la birlikte TKP’li oldular, ben olmadım ve bana çok kızdılar. Olsun, şimdi burada Pınar’ın dedesi İsmail Hakkı Selek’ten söz etmek istiyorum. 1920 yıllarında “komünist” idi, 1960 yıllarında Türkiye İşçi Partisi üyesidir. Avukattı, çok beyefendiydi, çok devrimciydi; bize Cumhuriyet’in kuruluş yıllarını ve sosyalist mücadelenin rüzgarını getiriyordu, çok saygı duyuyorduk ve hepimiz biraz hayrandık. Ve ben İsmail Hakkı Selek’in torununun hiçbir yere bomba koymayacağına inanıyorum. Sosyalist ve disiplinlidir, dedesinden söz ediyorum.

F TİPİ İNSANSIZLAŞTIRMA

Gebze Cezaevi kaynıyordu. Ol tarihte “F tipi” cezaevleri yapılıyordu, işte bunlar, içindeyiz; bütün cezaevleri karşıydı, eylem hazırlanıyordu. F tipini “insansızlaştırma” olarak görüyorduk, bizlerden korkuyorlardı, gardiyanları görmeyecektik, yemekleri bir delikten vereceklerdi, bunu “köpek muamelesi” addediyorduk, şimdi bakıyorum, pek haklıydık. İşte Çanakkale ve Bayrampaşa katliamları bu eylemlerin devamıdır; Gebze ise biraz daha sakindi, ayrıca ben Kürt Koğuşu’nda kalıyordum, Kürtler bu işe, Türk işine uzak duruyorlardı ve yine ayrıca, ben tam bu sırada “erteleme yasası” ile çıktım. Ölümler arkamdan geldiler.

HAPİSTE DAVA İNCELEMELERİ

Yalnız tabii, sadece bir “inanç” meselesi değildir, fazlasına sahip durumdayız. Gebze’de Kürt Koğuşu’nda kaldığımı ifade etmiştim, koğuş arkadaşlarımdan birisi, bu davanın sanığıydı ve tutukludur. Dosya’yı incelememi istedi, çok tartıştık, dürüst, uzun boylu, iyi yüzlü bir Kürt idi; hem kendisini ve hem de ailesini tanıdığım için Pınar’ın durumunu inceledik. Şunu kesinlikle söyleyebilirim, gerçekten bomba patlatıldı mı bilemem; ancak, dosyadaki bütün delil ve bilgilere göre, asla atılmamıştır. Bu sanık arkadaşıma net olarak söylediğim şudur; “Pınar’a isterlerse örgüt üyeliğinden ceza verirler”, o sırada her önlerine çıkanı “pkk üyesi” yapıyorlardı. Ve anlatılanlardan, dosyadan anlaşılıyordu, Pınar adeta bir Jean d’Arc adayı görünüyordu, her işe atılıyordu, çok hevesliydi; hevesi mutlaktır. Koğuş arkadaşlarım da aynı fikirdeydi; “biz istemiyorduk” diyordu, rahatsızdılar. Ama Pınar, Kürtler’in fedakÓAr anacığı olmaya kararlı, kurtuluş yok ve sekiz ciltlik KCK-İstanbul Dosyası’ndan Emine Büşra Ersanlı’yı çok andırıyordu, şimdilerde “aynen öyle” diyorlar. Bu bir ve devam ediyorum.

‘HARİKA ON YIL’
İsmail Hakkı Selek ile 1920 yıllarını andım, bazı insanların uçtukları yıllardı, Nazım Hikmet uçanlarımızdan birisidir. Büşra ile, “müjde” ve aynı zamanda “bonne nouvelle” İncil ve tabii “Eski Ahit” ve “Yeni Ahit” anlamındadır, “Harika On Yıl” dediğimiz Altmışlar’a gidiyorum. Sanki Türkiye toptan uçuyordu, uçuyorduk. Çok işaret ettim, dünyada ve Türkiye’de “sol” yükseliyordu ve “sol güzeldir”, left is beautiful, sanki modaydı. O kadar öyle ki, genç ve parlak hanımlar, kocalarından ayrılıp en öndeki
sol aydın ve liderlerle evleniyordu; Sevgi, Ela, Sırma misaldirler.

Sevgi Soysal’ı çok severdim, “Yenişehir’de Bir Öğle Vakti” yazdıkları içinde
en çok sevdiğimdir, Müsteşar Mithat Yenen’in kızı, hastaneden Londra’ya gidiyordu, dönmeyeceğini biliyordum, gittim, üç-dört saat konuştuk; ölüme karşı pek yiğitti, Mümtaz’ı da konuştuk, Sevgi kocasını bırakıp Mümtaz Soysal ile evlenmişti. En yakın arkadaşı Ela idi, yerinde duramayan bir kız, diplomat Tansuğ Bleda ile evliydi; İttihat ve Terakki yöneticisi bir aileden, bıraktı, solcu tiyatrocu Mehmet Keskinoğlu ile evlendi, Reşat Nuri Güntekin’in kızıdır. Sırma’ya gelince, Doğu ile evlendiğinde çok zengin olduğunu duyduk, sonra “az zengin” haberini aldık; çok güzel genç bir hanım, çok zengin Ulagaylar’ın oğlu ile evliydi, bıraktı, o tarihte çok parlak ve çok aktif, bizim Doğu Perinçek ile evlendi. Büşra küçüğüdür, Altmışlı yıllar sonundan bir evliliği ve solculuktan bir hapisçiliği var. KCK dosyalarına bakıyorum, Büşra’nın dosyası sekiz cilt, 2000 sayfadan fazla, okudum ve inceledim, Kürtler’in yeni “anacığı”, Emine Büşra Ersanlı’dır. Bir “Yeni Pınar” diyebiliriz. Akıyorlar ve aktıkları yeri pek biliyorlar.

HAPSE HAZIRLIK
Annesinin de, babasının da soyadları ile birlikte üç ismi var, üç isimliler beni ilgilendiriyor, ancak şimdi yerim ve zamanım yoktur. Öyle anlıyoruz, Kürtler’in Siyaset Akademisi’ne “baş hoca” olduktan sonra Büşra’nın da hiç zamanı kalmıyor; Roj Tv’den Baki Gul telefon etmiş, yedinci cilt, sayfa 2081, “ben sizi televizyona davet edecektim”, istiyorlar, ama mümkün değildir. Çünkü aynı tarihlerde Büşra için, “Diyarbakır’da çok güzel bir toplantı var”, bunu söylüyor ancak “ona da gidemiyorum”, gidemiyor, neden mi, “çünkü önümüzdeki hafta Hindistan’a gideceğim”, cevabı budur. Kürtler Emine Büşra’yı davetlerle boğmaktadırlar. Hapse hazırladıklarından habersizdirler.

Bitmiyor, Büşra, Kürtler’in yeni anacığı’dır, bu Brüksel’de tv programı var ya, üzülüyor, “anne kalbi” diyebiliriz, boş kalmasını istemiyor, telefon üzerine telefon, “yazık”, birisini göndermek istiyor. Ve hepsi polisçe kayıtlıdır, hepsini okumuş durumdayım. Artık hapse hazırdır ve bilmiyor. Bir sabah alırlar.

SİYASET AKADEMİSİ’NİN HOCALARI
Büşra Hanım pek titiz, “Sebahatçim iyi misin”, bu yaman ve cesur milletvekili Kürt kızı Sebahat Tuncel’dir, “iyiyim, sağol Büşra Hoca, sen nasılsın”, konuşma başlamaktadır; Büşra-Sebahat telefonları çoktur ve polislerin kaydındadır. Büşra, Kanal Sekiz programına katılacaktır, Sebahat’ten fikir almak istemektedir; yanlış yapmaktan çekiniyor, çok normal buluyorum. Profesör halidir, televizyonlara boş çıkmak istemiyorlar. Kürtler’in anacığına bu yakışmaktadır. Ancak kavgada yetkin Sebahat, fikirde yetkin görünmüyor; “sen bilirsin Büşra Hoca” havasındadır.

Bir de KCK-Avukatlar iddianamesine sahibiz, okumakla bitmiyor ki, Öcalan “işte bunlardan dolayı da siyaset akademileri üzerinde o kadar duruyorum” demektedir,
cilt-2, sayfa 1330, okuyoruz. “Demek siyaset nasıl yapılır, öğretilmesi lazım”, anlıyoruz; buradan başlıyor. Ama nerede, Yale’den teknik yardıma ihtiyaç çoktur.
İddianame’de, KCK-İstanbul, cilt 8, s. 2221, şunları buluyoruz: “Siyasetçi adayları
Büşra Ersanlı, Doç. Dr. Sungur Savran, yazar Faik Bulut, gazeteci Ragıp Zarakolu gibi akademisyen, siyasetçi, sivil toplum örgütü temsilcisinin derslerine katılana, demokratik siyasetin incelikleri öğretiliyor.” Çok havalı, ancak pek inandırıcı değil, Fak Bulut hiç görünmüyor, Savran açılışta var, Zarakolu’nun sadece açılıştaki mühim konuşmasından haberdar olabiliyoruz.

TÜRKİYE’DE BİR YABANCI
Zarakolu’nun önemli konuşması dosyada yer alıyor ve polis kaydı olabilir, şöyledir: “İlk konuşmayı yapan yazar Zarakolu Kürtçe katılımcıları selamladıktan sonra, siyaset akademisinin tüm dünyada sosyalist harekete önemli ivmeler kazandırdığını anlattı.” Zarakolu sözünü şu şekilde tamamlıyor: “Türkiye’de bunun Kürtler tarafından uygulanmasının anlamlı olduğunu söyledi.” Güzel, yalnız şu sırada, Türkiye’de pek çok partide, akademi veya “parti okulu” var. Olabilir, ne de olsa, artık Türkiye’de bir yabancıdır.

DERS HAZIRLIĞI
Bu dört kişiden sadece Ersanlı ve Zarakolu tutuklandılar ve bırakıldılar. Bu dört hocadan başka, bir de İstanbul Akademisi Başkanı Kemal Seven var ve Kemal Heval’ın, Akademi’de birbirine “arkadaş” deyu hitap ediyorlar, ele geçirilen notlarında, “ideolojik politika” için Büşra Hoca ve “Türkiye Siyaseti” için ise “Büşra-Deniz” yazılıdır. “Deniz”, Zarakolu’nun, herhalde oğlu, Cihan Deniz Zarakolu olmalıdır; devlet üniversitesi misli, dersler, asistanların ve burada Deniz’in omuzlarına bindirilmiş durumdadır. Çünkü ciltlerce, Deniz Hoca’nın derslerinin polis kayıtlarını okuyoruz ama ya içerde telefon ya da dışarıdan mekan kaydıdır ve pek anlayamıyoruz. Ciltleri anlayamadan okumuş bir insan tablosundayım. Ve böylece işleri anlayamadan anlıyorum.

AKADEMİ’DEN DERS NOTLARI
En çok anlaşılır olan şudur: “… (anlaşılamadı) bitane şey var hani bilgi olarak söyleyen… (anlaşılamadı) Allah belalarını versin bu Roma da demiştik, ya Roma’yı kuran bu kardeş… (anlaşılamadı) şey var Roma İmparatoru diye tabir ettiğimiz adam gördüğümüz gibi gerçekten çok büyük bir adamdır…(anlaşılamadı)” Güzel, ders güzele benziyor ama polisler bozmuşlar, bu kanaatteyim; genç Hoca Deniz Zarakolu’nun dersidir.

***

Genç Hoca Deniz’den daha anlaşılabilir bir ders ise şudur: “Şu anda peygamberler direnişi, bakın şunu söyleyebiliriz, bütün şeyi söyleyebiliriz (anlaşılamıyor) bir zenginin cennete gitmesi bir devenin iğne deliğinden geçmesinden daha zor diyen bir anlayışla yola çıkılmıştır.” Burada laik bir yaklaşım ile sosyalist bir felsefe birleşmiş olmaktadır. Ve ben, bunu çıkarıyorum.

ÖĞRENCİ GÖZÜYLE

Öğrencilerin ve Kürtler’in akademiye bakışını da bir polis kaydından öğrenebiliyoruz. Öğrenci Muhsin’i, bir “Erkek Şahıs”, telefonla arıyor, “Naber Muhsinciğim” ilk sözdür. “Okula başladım” ilk cevaptır. Bunun üzerine E.Ş. merak ediyor, Muhsin’in akademide olmasına inanamıyor, “ders mi, alıyor musun, veriyor musun”, konuşma bu minval üzerinde devam ederken, Muhsin, ders aldığını ve “evet, felsefe ve Quantum fiziği” deyince, “E.Ş.”, “ha s.ktir lan” demekten kendini alamıyor, tabii samimiyet ifadesidir. Herhalde yakındırlar, bunu, E. Şahıs’ın “sen oraya mahsustan girmişsindir, hain planların vardır” sözünden anlıyoruz. Önce “tir” oldu, sonra “hain”; suçu Siyaset Akademisi’ne duhul etmesidir.

Sonra yüksek meselelere geçiyorlar, yumuşama var; Muhsin, “evet, temelleri sağlam değil abi, Marksizm falan aşılmış ya yani resmen aşılmak üzere, aşılmış yani” diyor; bu, derslerden yararlanmaya başladığına işarettir. E.Ş. artık hoşnuttur, “aşıldı da”, lafı erkekçe bir tınıya sahiptir. Kapatıyorum.

HER KÖYE BİR AKADEMİ
Sanki Yeni England’ta değil, “Yeni” Türkiye’deler, seviye bunu gösteriyor; ama bu defa da Toroslar’ın en yüksek tepesindeki köyümüzü hatırladım, din âlimimiz vardı, Mıldırbeym, yaşlı ve tabii akrabamız, yamacın üstündeki evimizden aşağıda, bir büyük ceviz ağacımız vardı, buğday tarlamızın ortasında, Mıldırbeym, sırtını koca ceviz ağacına dayar, hiç kalkmazdı. Adının anlamını kimseler bilemedi, meraklıyım, hep sordum ve ancak Farsça öğrenince anladım, “Molla İbrahim”; derslerde Muhsin kadar ilerledim ama çok güzeldi. Şimdi takıldım, neden Akademi’yi bir ceviz ağacının gölgesine kurmadılar, işte bunu anlayamadım, polislerden uzak, kayıtsız ve masrafsız olurdu. K dağlarında, yemyeşil, suları çağlar, dereleri var. Biz saat olarak, karşı tepede, bir ağaca düşen gölgeyi kullanırdık ve Mıldırbeym’i kandırıp, erkenden dereye koşardık. Unutamam. Tavsiye ediyorum.

SUÇ İMALATHANELERİ
Sekiz kalın cilt içinde, Büşra Ersanlı’nın dersini bulamıyoruz, yoktur ve sadece notları var. Hoca, biz hepimiz, yeni bir ders hazırlarken, önce not alırız ve kart çıkartırız, bunlar tek başlarına, in itself, hiçbir anlama sahip değiller. Ancak polisler ve ayrılmazları savcılar, her birine bir cinayet bağlıyorlar. Şimdi bu ülkede, Türkiye’de, suç imalathaneleri var. Ve çok güzel, “hiç bişi” yapamıyorlar. Beş yıl oldu, daha bir “suç” bulamadılar. Kürtler’in anacıkları, işte hal budur.

KÜRT BABACIKLARI
Bir yeni halimiz daha var, bir yardımcı başbakan çıkmış, Füsun Erbulak’ın “Niçin Geç Kaldım” romanını hatırlatıyor, “geç kaldım” diyor, çok ağlar, “ben de dağa çıkarım” buyuruyor. Amed’de, Fethullahi bir polis şefi gelmiş, “dağda ölen Kürt’e ağlarım” ağıtı çığırıyormuş, herhalde yeni aşamadayız. Gerçi Erdoğan arada bir, “hem çıkmam ve hem ağlamam” deyu tutturuyor ama bunu ciltlerde, Erkek Şahıs’tan öğrendik, “mahsustan” yapıyor; pekiştirmektedir. Kürtler’in pek tutkulu ve gözü yaşlı babacıkları olduğunu böylece teyit etmektedir. Herhalde anacıklara ihtiyaç kalmamaktadır ve haber salıyorlar, öyle anlıyorum.

AFORİZMALAR
Güzel ve bitti, ama birkaç aforizma yazmadan kapatamıyorum.

Bir, bu bir siyasi davadır, beş yılda bitmemiş ise, başlarken bitmiştir.

İki, Silivri’de tutuklu yoktur ve hepsi tutsaktır.

Üç, tutukluluk hukuk ve tutsaklık zor işidir.
Dört, hukuk adalet’e ve zor, kılıç’a dayanıyor.

Beş, kılıç ile hapis mümkündür ama üzerine oturmak imkansızdır.

Altı, bir Türk, bir Kürt’ü görmüş, “arkadaşını söyle, kim olduğunu söylerim”,
Türk Kürt’e yardım eder, budur.

Yedi, ne de olsa Kürt’türler, hedefe yaklaştıklarına inandıkları zaman en uzaktadırlar.

Sekiz, bir Kürt bir yobaz ile arkadaş olmuş ve şimdi çok uzaklara kaymaktadır.

Dokuz, “bu kaçıncı” ve bu bir oyundur.
On, yakındır. Oyun içinde oyundur. Alışığız. Kazanırız.

Kaybettiler.

Cumhuriyet’i kaynatamadılar.

Tehlikede olan yobazizmdir. Çünkü Menemen’e dönüş ve Kubilay’a yürüyüş zamanındayız. Katliama duyarlılıktır.
=================================================
Dostlar,
75 yaşındaki bilge Prof. Dr. Yalçın KÜÇÜK bilmem kaç yıldır Silivri’de tutsak..
Son  yazısı : Pınar ile Büşra Kürtler’in iki anacığı..
Bir üstad, bir yüksek zeka..
Yazıyı dikkatle okuyun; bilgelik, inanılmaz bilgi birikimi ve çok yüksek zekayı görmemek olanaksız.
Tutsak iken, kendisini tutsak alanları alaysılayıp sorgulayabiliyor..
Buna ne demeli? Dünya kamuoyu şaşkınlıkla izliyor..
“Tutsaklığın Bumerangı” ya da “Bumerang tutsak”.. mı demeli??
Salın bu insanları, ille de yargılayacaksanız tutuksuz yargılayın..
Yalçın Küçük üstat; 2013 çok başka olacak; gene kazanacağız, inan bana..

Daha, daha.. güzel – güneşli günler göreceğiz…

Sevgi ve saygı ile.
31.12.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Silivri Mahkemesi Yargıcı Sedat Sami Haşıloğlu : “Otur lan yerine!”


Dostlar
,

Aşağıda,

Silivri mahkemesinde ‘OTUR ULAN’ HUKUKU

başlıklı bir haber sunuyoruz.

Tam bir dehşet tablosu..

Fakat o ölçüde de önemli bir fırsat..

Bir kez daha bu yargılama süreçlerinde neler olup bittiğini çırılçıplak kamuoyu ile paylaşma olanağı veriyor.

Duruşmalar kayda alınıyor mu, emin değiliz.
Dileriz alınıyor olsun.
Mağdur taraf sanık avukatlarının hemen suç duyurusunda bulunmalarını dileriz.

Dahası, bu haberi okuyan HSYK ve Adalet Bakanlığı’nın kendiliğinden harekete geçerek inceleme başlatması anayasal yükümlülükleri gereğidir.

Adı geçen “yargıcın” disiplin koğuşturulmasına uğratılması yetmez.
Bu açık düşmanca ve hakaret yüklü davranış karşısında derhal yargılamadan çekilmelidir. Bu ağır ayıbı sicilinden silmek istiyorsa açık özür dilemeli ve derhal bu davadan çekilmelidir.

Yargılamanın en temel gereklerinden biri yargıçların yansızlığıdır.
Örnekte ise adı geçen yargıcın en net ve kesin biçimde tarafsızlığını yitirdiği,
taraf olduğu tartışma dışıdır.
Eylem ayrıca anayasa ve ceza hukuku bakımından da suçtur :

Anayasa madde 138 – “Hakimler, .. Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verirler.  “

Anayasa madde 140 bağlamında HSYK ve Adalet Bakanlığı’nı göreve çağırıyoruz.

Bu arada Başbakan RT Erdoğan, beğenmediği yargı kararları karşısında nasıl gürlediğini anımsamalı ve bu olaydaki akıllara durgunluk veren “yargıç davranışı” hakkında “birşeyler” söylemeli ve yapmalıdır.

Devlet organlarının uyum içinde çalışmasını gözetme yükümlü Devlet başkanı A. Gül
ne düşünür acaba? Tüyleri diken diken olmuş mudur ? Devlet Denetleme Kurulu
bu süreçte mutlak yetkisiz midir acaba? Acaba??

İstanbul Barosu’nun da gerekli hukuksal girişimde gecikmeyeceğini umarız.

Bu arada Türkiye Barolar Birliği‘ne ise derin “tarafsızlık” (?!) uykusunda esenlikler dileriz. Kimi kez derin uykulardan (hibernasyon) uyanmak olanaklı olamamaktdır.
Umarız Türkiye Barolar Birliği derin uykusunda donup “ölmesin” !?

Derin kaygı ile..

Sevgi ve saygı ile.
19.11.12, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

===================================================

Silivri mahkemesinde ‘OTUR ULAN’ HUKUKU

Silivri’de görülen Ergenekon davasının 14 Kasım 2012 günü yapılan oturumu
hukuk tarihine geçecek nitelikteydi. Güne damgasını vuran cümle,

  • Üye hakim Sedat Sami Haşıloğlu : “Otur lan yerine!”

Her şey, aynı anda başka bir kişiymiş gibi ifade veren Osman Yıldırım’ın gizli tanıklıktan vazgeçmesiyle başladı. Daha önce Gizli Tanık-9 dinlenmek istenmiş
ancak dinlenememişti.

Gizli tanık skandalı

Sanıklar Gizli Tanık-9 dinlenirken, Osman Yıldırım’ın da hazır edilmesini istemişti.
Bu durum 14 Kasım günlü duruşmada Gizli Tanık-9’un açık kimliğiyle ifade vereceğini açıklamasıyla değişti. Böylece, savcıların “Osmanım” dediği gizli tanığın aynı anda
iki yerde bulunması imkansızlığı da aşılmış oldu. Davada hem sanık, hem tanık hem de gizli tanık olarak bulunuyordu. Böylece bir sıfatından zorunlu olarak vazgeçmiş oldu.

Osman küfretti, hakimler dinledi

Gizli tanık odasında ifade vermeye başlayan “Osmanım”a soru sorma sırası Ergenekon sanıklarına gelince Mahkeme Başkanı’nın tavrı da sertleşti. Neredeyse her soruya müdahale eden Mahkeme Başkanı’nın tavrından cesaret alan Gizli Tanık-9, sanıklara
ağır hakaretlerde bulundu. Emekli Astsubay Oktay Yıldırım’ın gizli tanığı çok zor durumda bırakan sorularına savcılığın itiraz etmesi dikkat çekti. Gizli tanık sıfatıyla ifade verirken, görevlilerden birinin “sıralamaya göre anlat” şeklindeki sözlerini soran Oktay Yıldırım “bu sıralamayı kimler ne zaman yaptı? Anlatılanlar önceden planlanıp sıralanmış mıydı?” dedi.

Şamil Tayyar’la Osman Yıldırım arasında mektuplaşma olup olmadığını; cezaevinde hangi savcılar tarafında ziyaret edildiğini kendisine ifadesi karşılığında ceza indirimi sözü verip verilmediğini soran Oktay Yıldırım’a Mahkeme Başkanı defalarca müdahale ederek sorularını engelledi. Bundan cesaret alan Gizli Tanık 9 ise ağır hakaretler etti.
Oktay Yıldırım’ın ailesini hedef alan Gizi Tanık-9’a hakimler müdahale dahi etmedi.
O sırada, sanık Oktay Yıldırım’ın

– “Sayın yargıç bu hakaretlere izin verecek misiniz?”

demesine sessiz kalan mahkeme heyetine diğer sanıklar tepki gösterdi.

Hakim ‘otur lan yerine’ dedi

Sanık Mehmet Demirtaş, “Sizler hakimsiniz, buna nasıl izin verirsiniz?” deyince,
Sedat Sami Haşıloğlu ayağa kalkıp bağırarak cevap verdi. Sinirden elleri titreyen ve soğukkanlılığını tümüyle yitiren

Haşıloğlu, bir elini cebine sokarak ve ağzından tükürükler çıkarak bağırdı:

  • “Otur lan yerine…”

O sırada bu olaya tepki gösteren Veli Küçük, Erkan Önsel, Turan Özlü ve Mehmet Bedri Gültekin, Oktay Yıldırım ve Mehmet Demirtaş ile birlikte mahkeme salonunu terk ettiler.

Sanıklara küfredeni susturması gereken mahkeme heyetinin Gizli Tanık-Osmanım gibi sanıklara hakaret etmesi vicdanları yaraladı. Duruşmayı izleyenler, “bu nasıl hukuk,
bu nasıl yargılama” diye isyan etti.

Bir de mahkeme ceza verdi

Kendilerine yapılan ağır hakaretlere karşı tepki gösteren Oktay Yıldırım, Veli Küçük
ve Mehmet Demirtaş’a duruşmalardan bütünüyle men cezası verildi.

Daha önce Doğu Perinçek, Serdar Öztürk ve Durmuş Ali Özoğlu’na da duruşmalardan men cezası verilmişti. Uğradıkları bütün hakaretlere rağmen aynı seviyeye inmeyen sanıklar sadece mahkeme heyetinin buna izin vermemesini talep etmişlerdi.

Onlara hakaret eden Osman Yıldırım, kızkardeşini öldürmekten ve öz ablasının kızını
para karşılığında erkeklere pazarlamaktan mahkeme kararıyla ceza almıştı.

Hayatlarını terörle mücadele ederek geçiren askerlerin bu tip tanıkların hiçbir kanıta dayanmayan iddialarıyla suçlanması, hakarete uğraması, bir de mahkemenin olanlara seyirci kalması duruşmayı izleyenlerin vicdanlarını kanattı.

Duruşmayı izleyenler, “Artık Silivri’de ‘otur lan’ hukuku var” yorumunda bulundular.

(http://www.aydinlikgazete.com/mansetler/16931-silivri-mahkemesinde-otur-ulan-hukuku.html, 19.11.12, AYDINLIK Gazetesi) 

Ergenekon-Balyoz davalarının özeti

Ergenekon-Balyoz davalarının özeti
AYDINLIK, 27 Eylül 2012

Ergenekon-Balyoz davalarının özeti

Doğu Perinçek
Aydınlık, 27 Eylül 2012

Ergenekon, Balyoz, Kafes, Poyrazköy, 28 Şubat, Deniz Subaylarının Casusluğu ve Odatv soruşturma ve kovuşturmalarında beş yıldır yaşanan deneyimlerin ortaya koyduğu gerçekleri özetliyoruz:

1. Mahkemelere hukuku çiğneme görevi

Soruşturma aşamasında ve duruşmalarda, iddiaların ve delillerin uydurma olduğu, belli merkezlerde tertiplendiği kesin kanıtlarla ortaya konulmuştur.

Abla katillerinden, yeğenini fuhuşa satanlardan, tecavüzcülerden, gaspçılardan ve Cumhuriyet düşmanlarından oluşturulan “gizli tanık” ifadelerinin hepsi çürütülmüştür.

Ancak Özel Görevlendirilmiş Mahkemelerde, hakikat aranmıyor; hakikati ispat etmenin hiçbir değeri yoktur.

“Hukuk devleti var”, “Yargı çözer”, “adalet yerini bulur” gibi beklentiler, bu mahkemeler için geçerli değildir.

Bu mahkemeler, hukuku çiğnemekle görevlendirilmiştir.
Bu görevi kabul etmeyen yargıç ve savcılar tasfiye edilmiştir.
Yargının çözmediği, fakat çözüldüğü, hukukun bittiği bir yerdeyiz.
Cumhuriyetin yargı kurumları Ergenekon tertibiyle çökertilmiştir.

2. Yabancı devlet operasyonu

ABD emperyalizmi, Türkiyemize ve Türk Ordusuna karşı operasyon yürütmektedir.
Harekât, ABD devlet görevlilerinin açıkça ilan ettikleri üzere Kemalist Devrimi yıkma, Türkiye’yi bölme ve “Kürdistan” adı altında İkinci İsrail’i kurma planı kapsamı içindedir.

Tayyip Erdoğan‘ın 34 yerde ifade ettiği BOP Eşbaşkanlığı görevi ve

Abdullah Gül‘ün 2 Nisan 2003 günü Ankara’da ABD Dışişleri Bakanı Powell ile yaptığını itiraf ettiği “2 sayfa 9 maddelik gizli anlaşma”, bu operasyonun işlevini de tanımlamaktadır.

Bu operasyona, Türk milletini tarihsiz ve köksüz bırakmak için Ergenekon adını kasıtlı olarak vermişlerdir.

3. Operasyonun yürütmesini üstlenenler ve destekçileri AKP iktidarı, Türkiye Cumhuriyeti’ne ve Türk Ordusuna karşı çıkarını küresel mafyayla birleştirmiştir.

Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül bu operasyonun baş sorumlularıdır.

Bu görevle iktidar koltuklarına oturtulacakları, daha 1996 yılında CIA’ya bağlı Rand Corporation tarafından ilan edilmiştir.

Fethullah Gülen’in adıyla anılan örgütlenme, polis ve yargı içindeki kadrolarıyla bu operasyona hizmet etmiştir.

PKK bu uygulamanın en hararetli destekçisidir.
Her aşamada bu desteğini açıklamıştır.
En son Balyoz Kararını “Daha çok ceza verilmeliydi” diye desteklemiştir.

4. Millî devleti dağıtma ve Haçlı Seferine piyonluk

Amaçları, Türkiye Cumhuriyeti’nin temelinde bulunan Atatürk Devrimini yıkarak milli devletimizi dağıtmak, milletimizi bölmek, Cumhuriyetimizi tasfiye etmek, vatanımızı parçalamak ve halkımızı köleleştirmektir.

“İslamcılık” maskesi altında, emperyalistlerle işbirliği içinde mafya-tarikat diktası kurmuşlardır.

Binlerce yıllık komşumuz olan Müslüman milletlere karşı Haçlı seferlerinde piyon görevi üslenmişler, Suriye’de onbinlerce Müslümanın kanına girilmesinde görev yapmaktadırlar.

5. Cumhuriyet kurumlarının ve Türk Ordusunun felce uğratılması

Ergenekon-Balyoz davaları yoluyla millî devleti ayakta tutan bütün kurumlar dağıtılmış ve Cumhuriyetin yaptırım gücü özellikle felce uğratılmıştır.
Böylece bölücü terörün önü açılmıştır.
Hukuk adına yürütülen bu kovuşturma ve soruşturmalarla Mehmetçik arkadan vurulmuştur ve vuruluyor.

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Cumhuriyeti ve vatanı savunma yeteneği ciddi ölçüde tahrip edilmiştir.

Ordumuzu dışarıdan ve içeriden iktidar mevzilerinden kuşatarak iç hat durumuna düşürmüşlerdir.

“Darbe” senaryoları bu amaçlarla düzenlenmiştir.

Darbe girişimi yoktur, fakat Türk Ordusuna darbe indirilmektedir.
Bu nedenle “Darbeciler temizlensin” gibi safsatalar, bu milleti ordusuz bırakarak esir etmek içindir.

Bugün yalnız Hasdal, Hadımköy, Maltepe, Sincan, İzmir ve Silivri cezaevlerindeki komutanlar değil, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin başındaki komutanlar da tehdit altındadır.

“Profesyonel ordu” perdesi altında, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin milletle olan bağlarını koparma girişimi devam etmektedir.

Türk Silahlı Kuvvetleri’ni özelleştirilerek kriz bölgelerine sürülen paralı savaş gücüne dönüştürme planları yürürlüktedir.

Polis içine yuvalandırılmış F örgütlenmesine dayanılarak mafya tarikat rejiminin silahlı gücü oluşturulmaktadır.

6. Millî güçleri ve İşçi Partisi’ni etkisizleştirme

Ergenekon-Balyoz operasyonu, Türkiye’nin bütün millî güçlerini hedef almaktadır.
Kemalist Devrimi, Cumhuriyeti, millî bağımsızlığı ve vatanın bütünlüğünü savunmak suç olarak tanımlanmıştır.

Tertibin başındaki savcı, “Soruşturmaların hedefinde İşçi Partisi, Aydınlık ve Ulusal Kanal var” diyerek görevini ilan etmiştir (ATV, 23 Temmuz 2008).

7. Korku İmparatorluğunun dayandığı duvarlar

Türkiye’deki Korku İmparatorluğu, Silivri ve Hasdal duvarları üzerinde durmaktadır.

Ergenekon-Balyoz tertibini bozmak, bugün Türkiye’nin bağımsızlık, özgürlük ve güvenliği için kilit sorundur.

8. Olağanüstü durum

Durum olağanüstüdür. Sıradan tavırlar artık geçersizdir.

Türk milletinin öncüleri ve millet olarak, olağanüstü bir tavır almak durumundayız.

9. Ancak sandalyeleri yargılayabilirler

Özel Görevlendirilmiş Mahkemeler, Namık Kemallerin, Mustafa Kemallerin, Nazım Hikmetlerin ancak sandalyelerini yargılayabilir.

Bu mahkemelerden ancak adaletsizlik ve vicdansızlık talep edilebilir.
Bu mahkemeler, Türkiye yurtseverliğini yargılayamaz; Türkiye Cumhuriyetini yargılayamaz.

Türkiyemizin bağımsızlığı, bütünlüğü, halkımızın özgürlüğü ve aydınlık geleceği için her göreve hazır olmak, hiçbir fedakârlıktan çekinmemek günleri gelmiştir.

Savcılığın “Ergenekon Örgütü” iddiası çöktü

Kilit tanık mahkemede açıkladı!

Savcılığın “Ergenekon Örgütü” iddiası çöktü

Ergenekon davasında tanık olarak dinlenen gazeteci Aslı Aydıntaşbaş

“Ergenekon Analiz ve Yeniden Yapılanma” belgesini Doğu Perinçek’e kendisinin verdiğini açıkladı.

Savcılar, Ergenekon davasının temel belgelerinden olan bu belgeyi
Doğu Perinçek‘in örgüt yöneticliğinin kanıtı olarak değerlendiyor.

Ancak Aydıntaşbaş’ın ifadesiyle Doğu Perinçek’in Ergenekon’un yöneticisi olduğu iddiası çürümüş oldu.

(http://www.ulusalkanal.com.tr/gundem/kilit-tanik-mahkemede-acikladi-savciligin-ergenekon-orgutu-iddiasi-coktu-h5651.html, 26.9.12)

Doğu Perinçek : İKTİDAR AMAÇLI MİLLİ ÖNDERLİK..

Dostlar,

AYDINLIK ZINDAN..

Ne hoş bir kavram ve varsıl çağrışım..
Karanlık zindanları beyinleri, yürekleri, emekleri, dayanışmaları, eşsiz değerde yazılarıyla toplumun bunalımına ışık tutanlara selam olsun..

Üstelik tek başına hücrelerde, 70’li yaşlarında çok ama çok zor, kısıtlı yaşam koşullarında..

İşte bu gücü, dayanmayı, direnci sağlayan YURTSEVER DEVRİMCİ BİLİNÇTİR
ve bu bilinç önünde sonunda kazanmaktadır.

Devrimler tarihi bunların üyküsüdür.

Bu yazılar tekrar tekrar okunmalı, paylaşılmalı, arşivlenmeli ve gereği yapılmalıdır.

Sevgi ve saygı ile.
21.9.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

============================================================================

Bu gün üçüncü gün.
Araştırmalarda, “yeni parti” talep ettiği saptanan %60 oranındaki seçmen kitlesini tanımlamaya ve anlamaya çalışıyoruz. Şu saptamalarda bulunduk:

1- %60, sistemin tepesindeki AKP, CHP ve MHP dışında bir çözüm istiyor.
2- Bu talep, aynı zamanda büyük kuvvet talebidir. Türkiye, bugün “büyük sanılan” partilerin çözemeyeceği sorunların içine batmıştır. %60 onlara sırt çeviriyor.

Sistemin dışındaki Millî Merkez

Peki bu %60, nasıl kazanılacak ve Türkiye’yi bu karanlık gidişten kurtaracak iktidar
için mücadeleye nasıl seferber edilecektir?

Burada öncelikli sorun, %60’ı bir siyasal güç haline getirecek önderliğin oluşturulmasıdır. Yazarımız Sabahattin Önkibar, geçenlerde bu önderliği
Millî Merkez adıyla andı. Millî Merkez’in isim babası, yaşadığımız süreci
çok iyi anlayan bir CHP’li milletvekilimizdir.

Önce şu gerçeği saptayalım: Millî Merkez sistemin içinde değil, dışındadır.
Bunu biz söylemiyoruz, ABD emperyalistleri ve memurları böyle ferman buyurmuşlar.

ABD’nin küreselleşme programının özeti, millî olanı sistemin dışına atmaktır.

12 Eylül ve Turgut Özal’dan beri uygulanan program budur.

Bu programı, birkaç gün önce BOP Eşbaşkanlığının dışişleri görevlisi
Ahmet Davutoğlu çok açık ifadelerle bir kez daha ilan etti:

Aslında bu hesaplaşma 12 Eylül 1980’den beri sürüyor.
Küresel karşıdevrimin programı, millî olanla, başka deyişle milletle hesaplaşmadır. %60, bu hesaplaşmanın hedefi olan ve olayın farkına varan güçtür.

%60’ın ortak karakteri, millî olmaktır.

Sistemin dışındakiler ve sistemin dışına sürülenler

Millî Merkez’in tanımı da, %60’ın tanımıyla bağlantılıdır.
Milletle hesaplaşmanın hedef aldığı güçleri iki kümede toplayabiliriz:

Birincisi, eskiden beri nesnel olarak sistemin dışında olan geniş işçi, köylü, esnaf ve zanaatkâr kitleleridir. Millî tüccar ve sanayiciler de ara sınıf karakterinde olmakla birlikte millî sınıflara dahildir.

İkincisi, 1980 sonrasında, özellikle 1990 ve 2002’den sonra sistemin kenarlarına itilenlerdir. Bu kesim, arkada kalan dönemde Millî Devletin yönetimini, kadrolarını ve dayandığı sınıfları oluşturmuştur.

Millî olanla hesaplaşan karşıdevrim

Kemalist Devrimden kalan millî devlet, kamu ekonomisi, geniş iç pazar, köylünün desteklenmesi vb; 1980’lere kadar Atlantik sürecine karşın varlığını koruyordu.

Millî devlet ve ekonomisi tasfiye edilerek BOP Eşbaşkanlığı rejimi kuruldu.

Yeni dönemin hakim sınıfı;
– sıcak para komisyoncularından,
– hayali ihracatçılardan,
– dolar ve borsa vurguncularından ve
– tarikat rantçılarından oluştu.

AKP’yi temsil eden bu asalak sınıf, büyük sanayicileri ve tüccarları da yeni rejimin kenarlarına sürdü.

Millî devletin tasfiyesi bir karşıdevrimdir.

 KİT’lerin, gümrüklerin, paranın giriş çıkışına denetimin, tarıma desteklerin,
sosyal güvenlik sistemi ve sendikaların tasfiyesi, karşıdevrimin ekonomik programıdır.

Davutoğlu’nun “ulusçulukla hesaplaşma” dediği olay budur.

Hesaplaşma, 2002’den sonra AKP iktidarıyla hızlandı ve 2007’de karşıdevrim esas olarak tamamlandı.

Kenarlara sürülen Atatürkçüler ve millîciler

Karşıdevrimle kurulan Gladyo-Mafya-Tarikat rejiminin kenarlara sürdüğü gruplar siyasal-ideolojik kimlikleriyle şöyle sıralanabilir:

– Atatürkçü, laik, çağdaş orta sınıflar, aydınlar, bürokratlar.
– Kurum olarak Türk Ordusu ve özellikle Mustafa Kemal’in askerleri.
– Çeşitli parti ve akımlara dağılmış olan milliciler, vatanseverler, millî devletle varolan kesimler.

Bu olayı iyi anlamak için somut örnekler vermeliyiz.

Türk Ordusunun 100’e yakın general ve amirali ile 500 kadar seçkin subayı
hapse atılmıştır.

Komuta kademesi de esir alınmıştır.

Bütün subay kitlesi, Kemalist Devrimin yıkımıyla bağlantılı olarak,
sistemin itibarsızları konumuna itilmiştir.

Millî devletin eski kadroları, hatta Süleyman Demirel ve Ahmet Necdet Sezer gibi eski Cumhurbaşkanları, Hüsamettin Cindoruk gibi eski TBMM Başkanları, Deniz Baykal’la birlikte CHP’nin önder kadroları ve teşkilatları, eskiden iktidar partisi olan DYP/DP ve ANAP’ın AKP ile bütünleşmeyen kadroları ve temsil ettikleri kuvvetler sistemin kenarına sürülmüşlerdir.

Yine AKP ile bütünleşmeyen bir kısım milliyetçi-ülkücüler aşağı bastırılmışlardır.

Devlet bürokrasinin tasfiye edilen geniş kadrolarının yerlerine, tarikat ve cemaat kadroları yerleştirilmiştir.

Millî yıkımdan etkilenen büyük kitle

Bu süreçte yıkılan millî devletin eski sahipleri ile çağdaş orta sınıflar, bir süre “Cumhuriyetimiz dimdik ayakta” gibi söylemlerle yeni durumu kabul etmek istememişlerdir.

Ancak artık Harp Okulları bile İmam Hatiplilere açılmaktadır.

Karşıdevrim manzarası apaçık ortadadır.

Yeni sistem içinde yeni olmayan kesim, yalnız kendisini temsil etmiyor.
Bu kesimlerin geçmişte toplum içinde denetledikleri ve etkiledikleri geniş halk yığınları var. O yığınlar da KİT’lerin özelleştirilmesiyle sokağa atılmış,

5 milyon sendikalı sendikasız kalmış,

toprağını ekemez hale gelmiş ve yoksullaşmış, iflas etmiş veya tezgâhını kaybetmiştir.

Millî devletin tasfiyesi nüfusun %10’u dışında bütün bir milleti etkilemiştir.

En önemlisi ülke parçalanma tehdidi altındadır,

laiklik elden gitmiş, mezhep baskısı yoğunlaşmıştır ve
iç barış artık geçmişte kalan bir özlemdir.

Bütün bu etkenler, yeni parti arayan %60’lık büyük çoğunluğu belirlemiştir.

Millî mağdurlar arasındaki yakınlaşma

Yine bu süreç, yakın zamana dek millî devletin yönetici kesimleri içinde yer alanları, emekçi sınıflara yakınlaştırmıştır. Bu kesim, Atatürk Cumhuriyetinin değerleri ve laiklikle buluşmuştur ve cephesini AKP’ye dönmüştür.

CHP’nin yeni yöneticileri, Neoliberal hakim sınıfların denetimine girerken,
AP-DYP geleneğinden gelen bir kesim, millî ve karma ekonomiye yönelmişlerdir.
% 60’ın anlamlı bir kesimini kazanarak Milli Hükümet için yeterli gücü oluşturmayı hedefleyecek Millî Merkez, bütün bu gelişmeler dikkate alınarak oluşturulabilir.

Millî dinamikler

Bugün iktidar mücadelesi, iki büyük gücün birleştirilmesiyle başarıya ulaşacaktır:

1. Emek hareketi. İşçi sınıfı, kamu çalışanları, meslek örgütleri ve köylülük.
En millî dinamik, emekçi halktır.

2. Cumhuriyet hareketi. 2007’de Cumhuriyet yürüyüşü ve mitinglerinde kendisini gösteren aydınlanmış orta sınıflar, sanayici, tüccar ve küçük sermaye sahipleri.

Bu iki dinamik buluşmaya ve birleşmeye başlamıştır.
%60 oranındaki yeni parti isteyen kitle bu sürecin ürünüdür.
Yeni parti arayan %60’ı ikna edecek Millî Merkez, emekçi halkın ve yıkılan Cumhuriyetin temsilcilerinden oluşabilir.

Karşıdevrimin Cumhuriyetle ve milletle hesaplaşma saldırısına karşı mücadeleye önderlik eden Millî Merkez, AKP rejimiyle bütünleşen CHP ve MHP gibi partilerin statükosunu yıkacak ve o partileri de girdikleri çıkmazdan kurtaracak ve kucaklayacaktır.

AKP ve BDP saflarındaki yurtsever kitle de, hiç kuşkusuz millete savaş ilan edenlere karşı millî cephe içinde yer alacaklardır.

Bu büyük mücadele, 1980 öncesindeki statükoyu geri getirmek için değil,
bağımsız ve demokratik Türkiye’yi kurmak içindir.

YARIN: MİLLÎ ÖNDERLİĞİN NİTELİKLERİ

Yüzde 60’ı iyi tanıyalım – 1 AKP – CHP – MHP sisteminin dışında çözüm talebi

Yüzde 60’ı iyi tanıyalım – 1
AKP – CHP – MHP sisteminin dışında çözüm talebi

Doğu Perinçek
Eylül 19, 2012, AYDNLIK

%60 hangi partilerin seçmeni? Ortak talebi? AKP – CHP – MHP eksenli çözümlerin sonuna mı geldik? “Anadolu’ya geçmek” yine gündemde mi? Türkiye’deki karşıdevrim statükosu ve partilerin tepesindeki statüko% Yüzde 60’ın özet tanımı?

Andy – Ar Sosyal Araştırmalar Merkezi’nin Ağustos ayında yaptığı araştırmada,
“yeni bir siyasal partiye ve lidere ihtiyaç var.” diyenlerin oranı, %60,4 çıktı. Yuvarlak hesap, %60.

“Yeni partiye gerek yok” diyenler ise, %30, başka deyişle yeni parti isteyenlerin yarısı. %10 ise “fikrim yok” cevabını veriyor.

Bu araştırma üzerine basında ve Aydınlık gazetemizde yazılar çıktı.
Ancak “yeni parti” talebinin özünü yakalayan bir yorum yapılmadı.

Oysa çok önemli. Çünkü 1950’den bu yana, hiçbir dönemde, %60 gibi büyük bir çoğunluğun yeni parti istediği görülmemiştir.

%60’ın yeni parti isteği, olağanüstü bir döneme girdiğimize işaret ediyor.
Bu % 60’ı iyi anlamak durumundayız.

%60: çeşitli partilerin seçmeni

Birincisi, bu %60, şu anda çeşitli partilere oy veriyor, ancak o partilerde bir çözüm görmüyor,
“yeni parti” istiyor.

%60, yalnız CHP’li değildir; çünkü CHP’nin bütün oyu son araştırmalara göre, % 19.
%60, yalnız MHP’li de değil. MHP oyları şu sıra %16 çevresinde deniyor.
CHP ve MHP seçmeninin tamamı “yeni parti” istese, hepsi %35 eder.
Demek ki, %60 içinde çok yüksek oranda AKP seçmeni ve öbür partilerin seçmenleri de var.

%60’ın ortak istemi

Bu durumda %60, CHP, MHP, AKP ve öbür partilerin seçmenlerinin her birinden farklıdır. O zaman soru şudur:

Bugün CHP, MHP, AKP’ye oy veren, fakat o partilerin hiçbirinde çözüm görmeyen %60
neyi istiyor? Bu büyük kitlenin ortak istemi nedir?

AKP, CHP ve MHP eksenli çözümlerin sonu

Öncelikle saptayalım:

Talep edilen AKP iktidarı değildir. Seçmen AKP’den hoşnut olsa, %60 oranında yeni parti aramazdı.
Demek ki, aranan şey, öncelikle bir iktidar seçeneğidir. Millet, AKP’yi yıkma eğilimine girmiştir.
Ancak AKP’yi yıkacak seçeneği, parlamento içindeki muhaliflerde de görmüyor. %60, AKP’nin çözüm olmadığını saptamakla birlikte, CHP ve MHP’den de çözüm beklemiyor. Yeni partiye gerek yok diyenlerin oranı, %30’dur. Bu %30, Meclisteki iktidar ve muhalefetten hoşnut olanların oranıdır.

Buradan şu sonuca varabiliriz:

CHP, MHP ve AKP içine sıkışarak üretilecek çözümler, bu %60’ı etkilemeyecektir.
Daha somut ifade edelim: AKP’nin başından Tayyip Erdoğan gitse, başkası gelse,
bir şey değişmeyecek. Aynı şekilde CHP’de Kılıçdaroğlu yerine Baykal ekibi veya MHP’de Devlet Bahçeli’nin yerine Koray Aydın genel başkan seçilse, %60’ı etkileyen bir cereyan yaratamayacaktır. Yeni parti arayışının en somut anlamı budur.

%60’ın beklentisi

İşte bu noktada %60’ın beklentisini tanımlamak önem kazanıyor.

Seçmenin üçte ikisi, Türkiye’nin bölünmesi, iç barışın bozulması, Cumhuriyetin yıkımı karşısında Türkiye’yi birleştirecek, iç barışı sağlayacak büyük gücün yaratılmasını istiyor.

Ve bu yakıcı çözümü de, AKP, CHP ve MHP’nin ötesinde görmektedir. Bu partiler,
vatan bütünlüğü, bölücü terörün tasfiyesi ve Cumhuriyetin yaşatılması meselesini anlamamış ve bu konuda bir çözüm üretmemiştir. En önemlisi, çözüm için gerekli
Millî Kuvveti bir araya getirme ihtiyacını duymamış ve yerine getirmemişlerdir.

BOP Eşbaşkanlığı ricali ve muhalifleri, terörü kınamanın ötesinde bir şey yapamayan zavallılar konumundadır.

Seçenek sistemin dışında

O halde %60’ı kazanacak ve iktidar mücadelesine seferber edecek seçenek, CHP, MHP ve AKP’den herhangi birinin çeperleri içinde kalarak yaratılamayacaktır. Çünkü %60’ın,
kendisi tam bilincinde olmasa bile, umudu sistem dışındadır. AKP, CHP ve MHP dışında
yeni bir parti aramak, sistem içindeki çözümlere sırt çevirmek anlamına geliyor.
Bu çok doğal. Çünkü bir karşıdevrim gerçekleşti. Bu karşıdevrim millete karşıdır ve milletin çoğunluğu bunları anlamasa bile, günlük yaşamında kendisine karşı bir rejimin kapanına girdiğini duyumsamaya ve anlamaya başlamıştır.

“Anadolu’ya geçmek”

ABD güdümlü bu karşıdevrimle savaş sistemin dışına çıkmak anlamına gelir.
Türkiye millîciliğinin bir kez daha Anadolu’ya geçtiği bir döneme giriyoruz.
1919 yılında padişahlık rejiminin dışına çıkmaya, “Anadolu’ya geçmek” deniyordu.
Yine benzer bir durumdayız. %60’a ancak “Anadolu’ya geçerek”, yani karşıdevrimin karşısına dikilerek önderlik edebiliriz.

Bu açıdan %60, denebilir ki, “Anadolu’ya geçecek” bir önderlik arayışına girmiştir.
Bunu sıradan yurttaş böyle formüle edemeyebilir. Ancak onların beklentisini anlamak,
çözüm haline getirmek ve uygulamak Öncülerin görevidir. Atatürk, bunu anlayabildiği için sistemin dışına çıktı ve milletin kuvvet ve yeteneğini harekete geçirebildi.

CHP ve MHP’nin tepesindeki karşıdevrim statükosu

Tekrar pahasına, bir kez daha altını çiziyoruz: AKP, karşıdevrimin partisine dönüşmüştür ve milletin çaresi, AKP’yi yıkmaktır. CHP ve MHP ise, “Anadolu’ya geçmek” diye bir görevin farkında değildir.
Bunu tartışan bir çıkış da görülmüyor bu partilerde. AKP ve CHP’nin muhalifleri, eski sıradan tavırlarla parti içi iktidar savaşı veriyorlar. Kendileri de sistemin içinde durdukları için, kendi partilerinde sistemin esas sahipleri olan Kılıçdaroğlu ve Devlet Bahçeli’den sürekli dayak yemek dışında bir sonuca ulaşamayacakları apaçık görülüyor. Sisteme karşı olmadan, CHP ve MHP’nin tepesindeki sistemi deviremezler.

Türkiye’deki karşıdevrime cephe almadan CHP’deki Neoliberal karşıdevrimle ve MHP’deki
“Amerikan Milliyetçisi” karşıdevrimle baş edemeyeceklerdir.

Dikkat edilsin, CHP ve MHP yönetimlerinin AKP ile bağlantıları, Küresel Neoliberal sisteme olan bağlantılardır. Bunu anlayamazsak, %60’ı da anlayamayız.

Başka deyişle %60’ın “yeni parti” istemine, CHP, MHP ve AKP statükosu içinde kalarak
yanıt üretilemez. Ve o statüko, parti içi demokrasi karşıtlığı değildir.
O statüko, Kemalist Devrimi yıkan Mafya – Tarikat rejimidir.
Komşularla ve Avrasya ülkeleriyle birlik arayışı çoğunluk oldu

%60’ı tanımamıza olanak sağlayan veri, yalnız onların “yeni parti” isteği değildir.
Türkiye’de ABD emperyalizmini tehlike olarak görenler, %80 ve 90’ların altına inmiyor.

Türkiye’nin AB’ye üye olacağını düşünenlerin oranı, %17’ye düştü. Bu çarpıcı bilgiyi,
Türkiye – Avrupa Eğitim ve Bilimsel Araştırma Vakfı’nın 23 Ağustos 2012 günü gazetelerde yayımlanan araştırmasından öğreniyoruz.

Yine Avrupacıların yaptığı bu araştırmaya göre, halkın %46’sı, başta Rusya olmak üzere komşularımızla birlikten yana. İslam İşbirliği Örgütü yandaşları ise, %21’de kalıyor.

Bu veriler de, %60’la örtüşüyor. Halkın önemli çoğunluğu, cephesini ABD merkezli tehdide çevirirken, dostlarını komşuları içinde ve daha geniş olarak Avrasya ülkelerinde görüyor.

%60’ın özet tanımı: Millî güç

Bütün bu verilere dayanarak, %60’ı özet olarak şöyle tanımlayabiliriz: Millî güç!

Yeni parti isteyenler ve Batı tehdidinin farkında olanlar, aynı çoğunluktur ve
bu büyük kitlenin duyarlılıkları şöyle sıralanabilir:

– Millî devlet.
– Millî bağımsızlık.
– Millî egemenlik.
– Millî hükümet.
– Millî ordu.
– Millî seferberlikle terörün tasfiyesi ve yurtta barış.
– Millî birlik.
– Vatan bütünlüğü.
– Millî ve halkçı ekonomi.
– Bölgedeki millî devletlerle dayanışma ve birlik.
– Millî bağımsızlığımızın uluslararası güvencesi olarak Avrasya Birliği.

CHP’nin 16 Eylül 2012 günü gazetelerde tam sayfa yer alan Parti Meclisi Bildirisi’ne bakın, % 60’ın millî istemleri yoktur. CHP, girdiği çizgiyi maskeleyen tekerlemeler kullanmakta, fakat bildirinin özü Neoliberal ve bireycidir. Millî olan çözümlere karşıt konumdadırlar. Millî = Devrimci

Bugün Türkiye, millî olan her istemin ancak devrimcilikle karşılanabileceği bir süreçtedir.

Millî olmak, tutuculuk değil, devrimciliktir.

Devrimci olmak da, bugün ancak millî mevzilerde olmakla mümkündür.
Millî olmayan bir devrimcilik, bugün Türkiye’de yaşamın dışındadır.

Çünkü halk, millî mevzidedir ve Türkiye’nin bütün sorunları millî mevzidedir.

ABD merkezli küresel emperyalizm, millî devlet başta olmak üzere millî olana saldırıyor.
Bu durumda kapitalizme karşı mücadele, millî eksendedir.

Toplumun önündeki program, Millî Devrim programıdır.
Gayrimillî karşıdevrim, millî devrimle yıkılacak ve Türkiye devleti ve toplumuyla
Atatürk Devrimi temelinde yeniden örgütlenecektir.

Millî tarih = Devrim tarihidir

Bugün, tıpkı 19. yüzyıl sonlarında, Cihan Savaşı’nda ve İstiklâl Savaşı’nda olduğu gibi, millî sorunlar ancak devrimci yöntemlerle halledilebilir. Türkiye’de 150 yıldır millî olan her şey devrimle gelmiştir. Millî olanı bastıran ve ezenler, hep karşıdevrimcilerdir.

%60, aslında “Yeni Parti” ararken, öyle adlandırılmasa bile, Millî Devrime önderlik edecek kuvveti arıyor.

YARIN: %60 nasıl kazanılır ve iktidar mücadelesine seferber edilir?

“Darbeciler temizlensin” sloganından güçlü ordu talebine

Doğu Perinçek, 24 Mart 2008’den bu yana 4,5 yıldır tutuklu yargılanıyor ve
insanlık tarihinde eşi bulunmaz biçimde yurtsever, devrimci üretimini sürdürüyor!

Doğu Perinçek

“Darbeciler temizlensin” sloganından güçlü ordu talebine

Türkiye’de darbe formülü.
Darbe niçin imkânsızdı?
“Darbeciler Temizlensin” sloganı neye yaradı?

CHP, MHP ve o “solcular”, AKP’nin güdümüne nasıl girdiler?

“İkinci Dünya Savaşı devam ediyor” diye 1980 yılına kadar ormanda saklanan Japon askerinin durumuna nasıl düşüldü?

Âkil yazarların tarihi çıkışı?

Türkiye’de 2002 yılında, AKP’nin bir ABD darbesiyle iktidar koltuğuna oturtulmasından sonra askerî darbe tehlikesi yoktu;
Ordusuz kalma tehlikesi vardı.

Darbe formülü

Ülkemizde askerî darbenin formülü bellidir:
Komuta kademesi, ABD ile birleşirse, darbe olur.
Türk Ordusu, milletle birleşirse devrim olur.
1990 sonrasında ABD ile Türk Ordusunun komuta kademesi ayrışan ve cephe cepheye gelen bir sürece girmişlerdi.

ABD, 1990’ların başında Kemalizmi tasfiye kararı almış ve 1996 yılında Refah Partisi içindeki yenilikçileri iktidar koltuğuna oturtma planını uygulamaya koymuştu.
CIA’nın denetimindeki Rand Corperation, “Tayyip Erdoğan’ı başbakan, Abdullah Gül’ü dışişleri bakanı yapacaklarını” 6 yıl önceden ilan etmişti (Doğu Perinçek, Leyla Tavaşanoğlu’na aktarıyor, Cumhuriyet, 16 Şubat 1997).

ABD’nin gündeminde Irak’ı işgal vardı, Kukla Kürdistan kurulacaktı.
Bunun için Türk Ordusunun sindirilmesi gerekiyordu.

ABD’nin Foreign Affairs, Foreign Reports, Joint Forces Quarterly, Mediterranean Quarterly gibi resmî ve yarı resmî organları, “Türk generallerinin hizadan çıktığını” yazıp duruyorlardı (Hasan Bögün, ABD ve AB Belgeleriyle Türk Ordusu, Kaynak Yayınları, İstanbul, Nisan 2007).

Kısacası askerî darbe için imkânsız bir döneme girilmişti.

ABD ruhsatlı muhalefet

Ne var ki, kimi AKP muhalifleri, sistemle olan bağları nedeniyle Tayyip Erdoğan iktidarına karşı mücadeleyi ABD’nin iznine bağlamışlardı.

ABD’yi ve İsrail’i, 150 yıllık tarihimizi unutup, laiklik tahtına oturtuyorlardı.
Umutları, Ortadoğu’da ve Türkiye’de laikliği, ABD ve AB ile birlikte korumaktı.
Hele Obama’nın seçilmesinden sonra, beklentiler tavan yaptı.
Hatırlayınız Obama Türkiye’ye geldiği zaman, Anıtkabir’in merdivenlerinde mendil açıp, Obama’yı beklediler.

Oysa Obama, Tayyip Erdoğan ile birlikte ayakkabılarını çıkarıp Sultan Ahmet Camisine girmişti.

O günlerin Cumhuriyet gazetelerine bakınız, bu süreci her yönüyle göreceksiniz.
AKP ile ortak slogan “Dinci” İran’a karşı ABD ile birlikte olmayı umut eden çevreler, aynı zamanda ABD’nin “Darbeciler Temizlensin” programına da destek oldular.
AKP’den Gladyo’yu temizlemesini talep edecek kadar AKP’liydiler.

Egenekon tertibine “Yetmez ama evet” diyorlardı.

ABD ve AB, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı operasyon yürütüyordu ve sözümona “sol”daki Atlantikçiler de, “Askerî vesayetten kurtulma” adına bu uygulamayı desteklediler.
Ortak sloganı üreten AKP idi:

“Darbeciler Temizlensin!”

Kılıçdaroğlu’nun CHP’sinden, TKP, ÖDP, BDP ve PKK’sine kadar hepsi, Tayyip Erdoğan’ın “Darbecileri temizleme” harekâtına, kendi ölçülerinde yardımcı oldular.

Devlet Bahçeli’nin MHP yönetimi de o cephedeydi.

Oysa temizlenen “darbeciler” değil, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Mustafa Kemal birikimiydi.

Temizleyen de, ABD emperyalizmi ve gericilik.

ABD emperyalizmi ve AKP gericiliği, devrimcileri, vatanseverleri ve Mustafa Kemal’in askerlerini duvarlara hapsederken, o solcularımıza hiç dokunmadılar.

O “Solcular” niçin ABD planına destek oldu?

Kılıçdaroğlu, bu operasyon için CHP’nin başına getirtildi.
Peki bir takım “solcuyum” diyenler, ABD planına niçin kapıldılar?
Birincisi, Lenin’den beri çağımızın baş çelişmesinin Ezen – Ezilen millet ayrımında olduğunu anlamamışlardı, kafaları 19. yüzyıla saplanıp kalmıştı.

Başka bir çağda ve Avrupa’daydılar.

Teorileri hayatın dışındaydı.
İkincisi süreci maddî verilere göre anlamaya gayret etmediler.

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin komuta kademesi, 1991 Körfez Savaşı’ndan sonra cephesini

ABD tehdidine dönmeye başlamıştı.
Org. Karadayı’lar, Org.Kıvrıkoğlu’lar, ABD tarafından kamuoyu önünde mimlendiler.
ABD, Türkiye’yi işgal tatbikatı hazırlığına 1999 yılında başladı.

Org.Kıvrıkoğlu’nun “Bin yıllık kararlılığına” meydan okuyan bir başlık buldular:
“Millenium Challenge 2002” (Binyılın Meydan Okuması 2002).

Tatbikat 2002 yılının 24 Temmuz günü Lozan’ın yıldönümünde başladı, Sakarya Savaşı kadar, yani 22 gün sürdü. Tatbikat senaryosu, Kıbrıs’tan başlıyordu ve Türkiye’nin 96 saat içinde işgaliyle sona eriyordu.

O solcularımızın umurunda bile değildi bunlar.

12 Mart ve 12 Eylül’e takılı kalmak

İşçi Partisi, 1990’lardan başlayarak bu sürece ısrarla dikkat çekti.
Ama “solcularımız”, “İkinci Dünya Savaşı devam ediyor” diye 1980 yılına kadar ormanda saklanan Japon askeri gibi, 12 Mart ve 12 Eylül’de kalmışlardı.
Cepheleri ABD emperyalizmi ve işbirlikçi AKP’ye değil, onların gösterdiği hedefe dönüktü.
Her gün Ordu düşmanlığıyla yatıp Ordu düşmanlığıyla kalkılıyordu.
AKP planının piyonları oldular.
Kemalist Devrimin son kalelerinin tasfiyesi sürecine direnmek bir yana, destek oldular.

Sınıf mücadelesinin somut mevzisi

Savaşın yeryüzünde olduğunu kavramamışlardı.
Sınıf mücadelesi, toplum hangi mevzide mücadele ediyorsa, o mevzidedir.
19.yüzyılda çakılıp kalmış olanlar, proletarya – burjuvazi çelişmesini eksen alarak, ancak değirmenlere karşı savaşabilirlerdi.

Oysa işçi sınıfı, köylülük, esnaf, zanaatkâr, aydın, millî sanayici ve tüccar, bütün halk sınıfları;

Kemalist Devrimin KİT’lerini, tarıma desteklerini, gümrüklerini, Türk Lirası’nı, laikliği, Aydınlanma kültürünü ve sanatını savunma mücadelesindeydi.
Millî sınıflar, emperyalizme ve Ortaçağ gericiliğine karşı direniyordu.
Bu mevziye girmeyenler, mücadelenin kenarında kaldı;
dahası Ordu düşmanlığıyla Atlantik sisteminin planına hizmet etmiş oldular.

Âkil yazarların tarihî çıkışı

Bakın bugün toplumumuzun âkil yazarlarına, Necati Doğru, Melih Aşık, Ataol Behramoğlu, Oktay Akbal, Bekir Coşkun, Yılmaz Özdil, Mustafa Mutlu, Emin Çölaşan, Öztin Akgüç, Can Ataklı, Orhan Bursalı, Ali Sirmen, Arslan Bulut, Rıza Zelyut, Kemal Baytaş, Mehmet Türker, Afet Ilgaz, Saygı Öztürk, Yavuz Selim Demirağ, Hasan Demir, Selcan Taşçı ve en başta Aydınlık yazarları, hepsi çok önemli bir durum saptaması yapıyorlar:

Türk Ordusu, AKP iktidarı marifetiyle felç edildi.

Sabotajın en büyüğü Kemalist Devrime yapıldı.

Vatan hainlerine söyleyecek söz yok, ormanda saklanan Japon askerleri ise,

“Darbeciler Temizlensin” diye ABD emperyalizmine ve AKP’ye tempo tutmaya devam etsinler!

Doğu Perinçek

AKP, Hızla Meşruiyet Dışına Kayıyor !../ JDP is rapidly skating out of legitimacy!

AKP_Hizla_Mesruiyet_Disina_Kayiyor_14.06.08_ve16.62012

ADD 12. Genel Kurulu’na çağrılan Silivri’de tutuklu Doğu Perinçek’in Tarihsel İletisi

ADD_12._Genel_Kuruluna_iletisi_9.6.12