Etiket arşivi: Başbakan RT Erdoğan

Nereye kadar Başbakan RT Erdoğan; nereye kadar ?

Dostlar,

AKP iktidara gelmeden, Başbakan RT Erdoğan, iktidar olduklarında
yalnız oyuncuların değil “senaryonun da değişeceğini” söylemişti..

  • Ülkemiz her bakımdan abluk altında..

AYDINLIK‘ın ana haberine bakar mısnız??
20 milyon doları aşkın kredi istemleri bile RT Erdoğan’ın vizesine bağlı..

Erdoğan ve AKP ya da AKP ve Erdoğan giderek çemberi daraltıyor..

Sormak gerekmez mi :

  • Nereye kadar Başbakan RT Erdoğan; nereye kadar ?

Bir de ünlü Latince soruyu ekleyerek pekiştirelim:

Qou vadis Mr. Erdogan; quo vadis??”

Sevgi ve saygı ile.
18.2.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

BESİN KRİZİ KAPIDA MI?!

 

Dostlar,

Sayın Prof. Dr. D. Ali Ercan hocamızı yakından tanıyor bu site okuyucuları.

Sayın Ercan Nükleer enerji uzmanı ve bu konulara haliyle çok duyarlı.

“Çevre ve Enerji” başlıklı konferansının yansılarını bu sitede 22.1.13 günü yayımlamıştık. Bu yansıların özenle, bir kez daha izlenmesinde yarar görüyoruz.

Aşağıda yer verdiğimiz Sayın Ercan’ın yolladığı yazı da bu tezleri desteklemekte..

  • Nüfus artışı ve Küresel İklim Değişikliği artık alarm vermekte..
  • Böyle giderse AÇLIK KRİZİ felaketi kapımızı çalıyor..

Türkiye buğday bile ithal eder durumda!

Bilgiye sunalım :

Dünya Felaketler Raporu / BBC                                :

Ø1 milyar insan yetersiz besleniyor (AÇ!).
ØBu sayıyı aşkın insan aşırı kilolu.
ØUluslararası Kızıl Haç ve Kızıl Aylar Federasyonu’nca yayımlanan raporda,
Dünya nüfusunun yaklaşık % 15’inin (1040 milyon!) açlıkla karşı karşıya oldukları belirtildi.
ØBu sorunu oluşturan nedenler :     * Aşırı nüfus artışı

     * yükselen gıda fiyatları
     * israf
     * dağıtım sorunları…
ØRaporda, Dünyada tüketilen gıdaların yarısını üreten köylülerin ciddi bölümünün açlık çektiğinin altı çizildi.
ØObesite (şişmanlık), pek çok gelişmiş ülkenin sağlık sistemine ciddi yük.
Øİngiltere’de yetişkinlerin ¼’ü, çocukların 1/10’u obez (şişman).
ØHer şey şimdiki gibi sürerse, 2030’da ABD’lilerin yaklaşık yarısının, İngilizlerin ise %40’ının obes olacağı kestiriliyor.
(BBC, 25.9.11)

Başbakan RT Erdoğan ise hala, hiç hesap kitap yapmadan,
hangi akla hizmet ettiği anlaşılmaz biçimde 4-5 çocuk yapılsın istiyor..

Bu düşüncesinin gerekçelerini içtenlikle söylese de biz de öğrensek.

Ya da bu konuda ulusal Demografi Kurultayı düzenlese de enine boyuna tartışsak.

Salt danışmanları ile yetinmese.. karşıt görüşleri de dinlese..

Ülkemize çok yazık oluyor, RT Erdoğan çok ağır tarihsel vebal alıyor..

Bir kez daha uyaralım : HER AİLEYE 1 ÇOCUK..

Ve de özyeterlik hedefli ulusal tarım politikaları!

Başka yolu yok!

Bir kez daha yüksek tonla anımsatalım :

DÜNYAYI KORKUTAN 10 TEHLİKE + Küresel Terör

§OZON KATMANININ DELİNMESİ..
§DÜNYANIN ISINMASI (KÜRESEL ISINMA – İklim değişikliği)
§NÜFUSUN HIZLI ARTIŞI ve DENGESİZ DAĞILIMI
§TEMİZ SU KAYNAKLARININ AZALMASI
§TOPRAK EROZYONU
§ASİT YAĞMURLARI
§NÜKLEER ATIKLAR ve KİRLENME
§ZEHİRLİ KİMYASAL MADDE ATIKLARI
§BALIK POPÜLASYONUNDA AZALMA
§E K O L O J İ K   G E R İ L E M E ! + T e r ö r !

Sevgi ve saygı ile.
17.3.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

=======================================

BESİN KRİZİ KAPIDA MI?!


Değerli arkadaşlar, 

Küresel iklim değişikliğinin neden olduğu olumsuz koşullar karşısında, denetimsiz biçimde artmakta olan nüfusunu doyuramayan geri kalmış ülkeler büyük panik içinde.

  • Dünyada nüfus her gün 210 bin kişi artıyor!

  • Türkiye’de de nüfus her gün 3 bin kişi artıyor.

Su ve Toprak yönetimini beceremeyen ülkeler Buğday, Pirinç ve Mısır yetiştirmek için
öbür ülkelerde “toprak kiralamak” yoluna gidiyorlar. Bizde de Anadolu gittikçe kuraklaşıyor.(Küresel ısınım sonucu nornal termodinamik denge sıcaklığı 6,2 derece olan Gezegenimizin ortalama sıcaklığı 15 C dereceye yükselmiş durumdadır) Zaten çok az olan su kaynaklarımız gittikçe azalıyor. (Türkiye’de su 1000 m3/kişi/yıl düzeyindedir; yani dünya ortalamasının yarısından da az!) Afrika ülkelerinde kiralayacağımız topraklara bel bağlıyoruz. Buna karşın hala 3-5 çocuk doğumunu teşvik eden aklıevveller var bu ülkede..

Son zamanlarda değişik dernek ve kurumlarda yaptığım “Enerji ve Çevre” başlıklı  söyleşilerimde  bu konuları (Enerji, su, besin, toprak, nüfus, kriz ve kaos ve öneriler..)  işliyorum.

İngiliz gazetesi The Guardian’ın bu konudaki bir haberi aşağıdadır. æ

________________________
 

The world is closer to a food crisis than most people realise

Unless we move quickly to adopt new population, energy, and water policies, the goal of eradicating hunger will remain just that

  • Lester Brown
    • Lester R. Brown
      president of the Earth Policy Institute and author of Full Planet, Empty Plates: The New Geopolitics of Food Scarcity
    • guardian.co.uk, Tuesday 24 July 2012 12.21 BST
Algeria food riots

Food riots in Algeria in 2008. Photograph: Fayez Nureldine/AFP/Getty Images

In the early spring this year, US farmers were on their way to planting some 96 million  acres in corn, the most in 75 years. A warm early spring got the crop off to a great start. Analysts were predicting the largest corn harvest on record.

The United States is the leading producer and exporter of corn, the world’s feedgrain.
At home, corn accounts for four-fifths of the US grain harvest. Internationally, the US corn crop exceeds China’s rice and wheat harvests combined. Among the big three grains – corn, wheat, and rice – corn is now the leader, with production well above that of wheat and nearly double that of rice.

The corn plant is as sensitive as it is productive. Thirsty and fast-growing,
it is vulnerable to both extreme heat and drought. At elevated temperatures, the corn plant, which is normally so productive, goes into thermal shock.

As spring turned into summer, the thermometer began to rise across the
corn belt. In St Louis, Missouri, in the southern corn belt, the temperature in late June and early July climbed to 100F (32C) or higher 10 days in a row. For the past several weeks, the corn belt has been blanketed with dehydrating heat.

Weekly drought maps published by the University of Nebraska show the drought-stricken area spreading across more and more of the country until, by mid-July, it engulfed virtually the entire corn belt. Soil moisture readings in the corn belt are now among the lowest ever recorded.

While temperature, rainfall, and drought serve as indirect indicators of crop growing conditions, each week the US Department of Agriculture releases a report on the actual state of the corn crop. This year the early reports were promising. On 21 May, 77% of the US corn crop was rated as good to excellent. The following week the share of the crop in this category dropped to 72%. Over the next eight weeks, it dropped to 26%, one of the lowest ratings on record. The other 74% is rated very poor to fair. And the crop is still deteriorating.

Over a span of weeks, we have seen how the more extreme weather events that come with climate change can affect food security. Since the beginning of June, corn prices have increased by nearly one half, reaching an all-time high on 19 July.

Although the world was hoping for a good US harvest to replenish dangerously low grain stocks, this is no longer on the cards. World carryover stocks of grain will fall further at the end of this crop year, making the food situation even more precarious. Food prices, already elevated, will follow the price of corn upward, quite possibly to record highs.

Not only is the current food situation deteriorating, but so is the global food system itself. We saw early signs of the unraveling in 2008 following an abrupt doubling of world grain prices. As world food prices climbed, exporting countries began restricting grain exports to keep their domestic food prices down. In response, governments of importing countries panicked. Some of them turned to buying or leasing land in other countries on which to produce food for themselves.

Welcome to the new geopolitics of food scarcity. As food supplies tighten, we are moving into a new food era, one in which it is every country for itself.

  • The world is in serious trouble on the food front.

But there is little evidence that political leaders have yet grasped the magnitude of what is happening. The progress in reducing hunger in recent decades has been reversed. Unless we move quickly to adopt new population, energy, and water policies, the goal of eradicating hunger will remain just that.

Time is running out.

The world may be much closer to an unmanageable food shortage – replete with soaring food prices, spreading food unrest, and ultimately political instability– than most people realise.

“Türk Ulusu”, “Kürt milliyeti”ne Eşit midir??


“Türk Ulusu”, “Kürt milliyeti”ne Eşit midir??

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
ADD Bilim Kurulu Yazmanı
Ankara Üniv. Tıp Fak.
www.ahmetsaltik.net
03 Şubat 2013, Ankara

Sayın Prof. Dr. Birgül Ayman Güler, CHP İzmir Milletvekili seçilmeden önce Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde öğretim üyesi idi.

Yıllarca bu konuları derslerinde işledi, kitaplar ve makaleler yazdı, bildiriler sundu
bilimsel toplantılarda.

Bosna’dan ülkemize gelen, Boşnak kökenli bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı Türk’tür.
Ülkemizin Yugoslavya gibi etnik temelde ayrıştırılmasını, birbirini boğazlayarak
mezbahaya dönüşmesini ve iç savaşla parçalanmasını istemiyor doğallıkla.
Bu vahim tehlikeye altını çizerek dikkat çekiyor..

Batı emperyalizminin “nation building” kaması ile “çevre ulus devletleri” parçalama oyununa işaret ediyor. Dikkat buyurulsun, “çevre ulus devletleri” diyoruz, ”merkez kapitalist ulus devletleri” değil!

En büyük ulus devlet ABD, 52 eyalette 52 milliyeti sentezleyerek AMERİKAN ULUSU-MİLLETİ oluşturmuştur. Kaya gibi bir blok.. Tek resmi dil, tek bayrak, tek devlet.. Her “milliyet”, örneğin “Ben İtalyan kökenliyim ama Amerikan’ım” diyor; “Amerikalıyım” değil, “Amerikan’ım” diyor.. Gönüllü birliktelikle  Amerikan ulus devletinin eşit bireyleri durumundalar. Anayasalarında da “Amerikan milleti-ulusu” kavramı-nitelemesi var.

“Amerikan” kimlik kartı ve pasaportu taşıyorlar. Nüfusun yarısına yakınının Hispanik (İspanyol kökenli) olduğu güney eyaletlerinde bile sosyal-kültürel alanda İspanyolca çok yaygın iken, kamusal alanda resmi dil tek ve İngilizce. Bu gerçeği bizzat biz, yerinde gördük, tanık olduk.

ABD yurttaşı olmanın en temel koşullarından biri, yeterli İngilizce bilmek!

20. yy (1900′ler) başında dünyada başlıca 50-60 devlet vardı. Bu yy. sonunda 200 devlet oluştu. Küresel emperyalizmin hedefi, 21. yy. sonunda 1000 (bin!) “devletçik”! Yani, Latince “Divida et impera” bağlamında “Böl ve yönet”! 20. yy. başında 50-60 dolayındaki devlet sayısı, yüz yılda 200’ü aştı. Daha da artırılarak bin devlet(çik) hedefleniyor egemen emperyalistlerce. Daha sonra, hepsini postmodern yöntemlerle yeniden sömürgeleştirerek tek dünya devleti kurmak Elit’in stratejik ereği!

  • “ Dünyada bin (1000) devlet oluşturduğumuzda modern dünya daha mükemmel ve daha istikrarlı olacaktır. Halkların kendini yönetme hakları artık dünya bankerleri ve entellektüelleri olan Elitin otoritesi altına girecektir. Yüzyılımızda izleyeceğimiz strateji budur! ” (Arthur Schlesinger, CFR Dergisi Foreign Affairs, 1995)

Bir kez daha dikkat çekelim, merkez kapitalist ülkeler kaya gibi ulus devletler..
Almanya, Fransa, İngiltere, Japonya, Çin, Hindistan, Rusya … daha onlarcası.

Bizim gibi ülkelerin ise parçalanması gerekiyor! Sevr ile başarılamayan, şimdilerde bu tür etnik (ve de dinsel) ayrıştırma oyunlarıyla gerçekleştirilmeye çalışılıyor.

Çok ilginç bir çelişki : AB örneği

Türkiye’yi milliyetler / etnisiteler temelinde federe devletlere ayrıştırmayı planlayanlar,
27 ülkeyi, 27 farklı milleti-ulusu bir araya getirerek “Avrupa Birleşik Devletleri” kurmaya çabalıyorlar. Anımsayalım, 1950′ler başında Kömür-Çelik Birliği ile yola çıkan birkaç ülke zamanla AET’ye (Avrupa Ekonomik Topluluğu) dönüştü. Üye sayısı giderek artarken “E” harfi atıldı ve “Ekonomik Topluluktan” siyasal birliğe dev bir adım atılarak “Avrupa Topluluğu” AT’ye dönüştü. Yetmedi, son durumuyla “Avrupa Birliği” (AB, European Union, EU) statüsüne dönüştü 27 ülke.
Tek bayrak, tek parlamento, tek para..

Niçin ? Nedir bu derin çelişki ? Kendileri birleşirken bizleri neden ayrıştırıyorlar?

Atatürk’ün “Ne mutlu Türküm diyene!” sözü niçin çarpıtılmakta?

Bu bir ULUS DEVLET olma, ULUSLAŞMA, emperyalizme karşı birlik olarak güçlenme ve lokma olmama çağrısı değil midir? Etnik kimliklerinizi koruyun, sosyal-kültürel alanda yaşatın ama kamusal alanda tek parça-blok olun, birlikten güç doğar ve bu yolla da “Türk’üm” deyin, hep birlikte mutlu olun.. anlamında değil midir?

Atatürk’ün sağ kolu İsmet İnönü, bizzat Kürt kardeşlerimizce Kürt İsmet olarak  sahiplenilmiş  değil midir? Lozan heyetine yazılan mektupta vurgulanmamış mıdır?

Mustafa Kemal Paşa Türk milleti tanımını şöyle yapmamış mıdır ?

  • Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına
    (ahalisine, Türkiye’de yaşayan herkese!) Türk milleti denir.”

Bu tanım, dünyada 4000′e yakın etnisiteyi / milliyeti kucaklayan yaklaşık 200 devlet için geçerlidir. Biyolojik ırkçılıkla uzaktan yakından ilgisi yoktur.

Bu bakımdan, Anayasa’nın 66. maddesinde yer alan tanım korunmalıdır :

I. Türk vatandaşlığı

Madde 66 – Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.

Kürt ya da başkaca etnik kökenli yurttaşlarımıza (milliyetlere) ülkemiz,
AB’ye üyelik sürecinde Kopenhag Ölçütleri kapsamında tüm hakları tanımıştır. Bundan ötesi ayrışma, parçalanma getirir.

  • Artık ayrılıklarımızı değil ortaklıklarımızı pekiştirme zamanıdır. 

Türkiye, Batı güdümünde sokulduğu bu yapay tartışmaları aşarak asıl gündemine dönmelidir.

Yoksullukla, işsizlikle, dengeli bölgesel kalkınma ile, dev borçlarla, dış güvenlik sorunlarıyla…. çağdaşlaşma ile meşgul olmalıdır.

Birgül Ayman Güler hoca bilimsel doğruları dile getirmiştir.
Asla ırkçılık, ayrımcılık yapmamıştır.

“Türk ulusu ile Kürt milliyeti eşit değildir.” sözü bilimsel bir anlatımdır.

“Türk ulusu” nitemi (sıfatı) ülkemizdeki 80 milyon insanın ortak sıfatıdır.

“Kürt milliyeti” ise Kürt kökenli yurttaşlarımızı, bütünün bir parçasını tanımlıyor.
Bu bakımdan, “parça bütüne eşit olabilir mi?” Söylenen budur.

Başta Başbakan RT Erdoğan olmak üzere, BDP’li Vekil Sırrı Sakık vd. bilerek ve isteyerek, kasıtlı olarak Sayın Prof. Ayman’ın sözlerini çarpıtmışlardır. Bu, ucuz ve çirkin bir popülizmdir.. Ülkemize yakışmamaktadır. Eğitimi yetersiz halkın kafasını karıştırmaktan yarar ummak erdemli ve ülkemize yararlı bir davranış değildir.
Bu tehlikeli hatadan ve politik sömürüden vazgeçilmelidir.

Şimdi, 1920′lere gidelim ve Said Nursi‘nin bir makalesine değinelim :

Said Nursi’nin İkdam’da yer alan makalesi7 Mart 1920 (22 Şubat 1336, sayı: 8273) :

– Kürdlük davası pek mânâsız bir iddiadır.. 
– Kürdistan’a verilecek muhtariyetten bahsediliyor…
Kürdler, ecnebî himayesinde bir muhtariyeti kabul etmektense,
ölümü tercih ediyorlar.
Eğer Kürdlerin serbestii inkişafını düşünmek lazım gelirse;
bunu Boğus Nubar ile Şerif Paşa değil, Devlet-i âliye düşünür.
– 
Hülâsa: Kürdler bu hususta kimsenin tevassut ve müdahalesine muhtaç
  değildirler..
– Hakiki Kürdler, kimseyi kendilerine vekil-i müdafaa olarak kabul etmiyorlar.”

SONUÇ                       :

  • Türk-Kürt kardeştir! Altın kural budur!!
  • Emperyalizmin tarihi boyunca hiçbir halkı, etnisiteyi….
    özgürlüğüne kavuşturduğu görülmemiştir.
  • Emperyalizmin tunç yasası : “BÖL/PARÇALA-YÖNET-SÖMÜR” dür!
  • Kürt kardeşlerimizin en yakın dost ve müttefiki Türklerdir. Biz birbirimizin
    doğal müttefikiyiz. 
    Aradan ABD-AB emperyalizminin maşası PKK’yı çıkarmalıyız.
  • Kalan sorunlarımızı oturur, dostça ve insanca çözeriz, buna inanın..
  • Emperyalizmle işbirliği yaparak özgürlük savaşı yapılabilir mi?
    Kürt kardeşlerimizi bu onursuzluktan tenzih etmek istiyoruz.

Prof. Dr. Birgül Ayman Güler‘in söylemini ve web sitesinde yer verdiği  (www.baguler.blogspot.com) 4 makalesini doğru (bizim sitemizde de yayımladık; http://ahmetsaltik.net/prof-dr-birgul-ayman-gulerin-yeni-anayasa-hakkinda-4-makalesi-ve-gorusumuz/), bilimsel, ülkemizin yararına buluyor
ve bu gerekçelerle açıkça destekliyoruz.

Sevgi ve saygı ile.
03 Şubat 2013, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net 

Prof. Dr. Birgül Ayman Güler’in Yeni Anayasa Hakkında 4 Makalesi ve görüşümüz..

Dostlar,

Sayın Prof. Dr. Birgül Ayman Güler, CHP İzmir Milletvekili seçilmeden önce
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde öğretim üyesi idi.

Yıllarca bu konuları derslerinde işledi, kitaplar ve makaleler yazdı, bildiriler sundu bilimsel toplantılarda.

Bosna’dan ülkemize gelen, Boşnak kökenli bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı Türk’tür.

Ülkemizin Yugoslavya gibi etnik temelde ayrıştırılmasını, birbirini boğazlayarak mezbahaya dönüşmesini ve iç savaşla parçalanmasını istemiyor doğallıkla.

Bu vahim tehlikeye altını çizerek dikkat çekiyor..

Batı emperyalizminin “nation building” kaması ile “çevre ulus devletleri”
parçalama oyununa işaret ediyor. Dikkat buyurulsun “çevre ulus devletleri” diyoruz, “merkez kapitalist ulus devletleri” değil!

En büyük ulus devlet ABD, 52 eyalette 52 milliyeti sentezleyerek AMERİKAN ULUSU-MİLLETİ oluşturmuş. Kaya gibi bir blok.. Tek resmi dil, tek bayrak, tek devlet..
Her “milliyet”, örneğin “Ben İtalyan kökenliyim ama Amerikan’ım” diyor.. “Amerikalıyım” değil, “Amerikan’ım” diyor.. Gönüllü birliktelikle  Amerikan ulus devletinin eşit bireyleri durumundalar. Anayasalarında da “Amerikan milleti-ulusu” kavramı-nitelemesi var.
“Amerikan” kimlikkartı ve pasaportu taşıyorlar. Nüfusun yarısına yakınının Hispanik (İspanyol kökenli) olduğu güney eyaletlerinde bile sosyal-kültürel alanda İspanyolca çok yaygın iken, kamusal alanda resmi dil tek ve İngilizce. Bu gerçeği bizzat biz, yerinde gördük, tanık olduk. Yurttaş olmanın en temel koşullarından biri, yeterli İngilizce bilmek!

20. yy (1900’ler) başında dünyada başlıca 50-60 devlet vardı. Bu yy. sonunda 200 devlet oluştu. Küresel emperyalizmin hedefi, 21. yy. sonunda 1000 “devletçik”! Yani, Latince “Divida et impera” bağlamında “Böl ve yönet”!

20. yy. başında 50-60 dolayındaki devlet sayısı, yüz yılda 200’ü aştı. Daha da artırılarak bin devlet(çik) hedefleniyor egemen emperyalistlerce. Daha sonra, hepsini postmodern yöntemlerle yeniden sömürgeleştirerek tek dünya devleti kurmak Elit’in stratejik ereği!

  • “ Dünyada bin (1000) devlet oluşturduğumuzda modern dünya daha mükemmel ve daha istikrarlı olacaktır. Halkların kendini yönetme hakları artık dünya bankerleri ve entellektüelleri olan Elitin otoritesi altına girecektir. Yüzyılımızda izleyeceğimiz strateji budur! ”
    (
    Arthur Schlesinger, CFR Dergisi Foreign Affairs, 1995)

Bir kez daha dikkat çekelim, merkez kapitalist ülkeler kaya gibi ulus devlet..

Almanya, Fransa, İngiltere, Japonya, Çin, Hindistan, Rusya … daha onlarcası.

Bizim gibi ülkelerin ise parçalanması gerekiyor!
Sevr ile başarılamayan, şimdilerde bu tür etnik ayrıştırma oyunlarıyla
gerçekleştirilmeye çalışılıyor.

Çok ilginç bir çelişki de, AB örneğidir.

Türkiye’yi milliyetler / etnisiteler temelinde federe devletlere ayrıştırmayı planlayanlar, 27 ülkeyi, 27 farklı milleti-ulusu bir araya getirerek “Avrupa Birleşik Devletleri” kurmaya çabalıyorlar. Anımsayalım, 1950’ler başında Kömür-Çelik Birliği ile
yola çıkan birkaç ülke zamanla AET’ye (Avrupa Ekonomik Topluluğu) dönüştü.
Üye sayısı giderek artarken “E” harfi atıldı ve “Ekonomik Topluluğun” siyasal birliğe
dev bir adım atılarak “Avrupa Topluluğu” AT’ye dönüştü. Yetmedi, son durumuyla “Avrupa Birliği” (AB, European Union, EU) statüsüne dönüştü 27 ülke.
Tek bayrak, tek parlamento, tek para..

Niçin ? Nedir bu derin çelişki ? Kendileri birleşirken bizleri neden ayrıştırıyorlar?

Atatürk’ün “Ne mutlu Türküm diyene!” sözü niçin çarpıtılmaktadır?

Bu bir ULUS DEVLET olma, ULUSLAŞMA, emperyalizme karşı birlik olarak güçlenme ve lokma olmama çağrısı değil midir? Etnik kimliklerinizi koruyun, sosyal-kültürel alanda yaşatın ama kamusal alanda tek parça-blok olun, birlikten güç doğar ve bu yolla da “Türk’üm” deyin, mutlu olun.. anlamında değil midir?

Atatürk’ün sağ kolu İsmet İnönü, bizzat Kürt kardeşlerimizce “Kürt İsmet” olarak sahiplenilmiş  değil midir? Lozan heyetine yazılan mektupta vurgulanmamış mıdır?

Kemal paşa Türk milleti tanımını şöyle yapmamış mıdır ?

  • Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına
    (ahalisine, Türkiye’de yaşayan herkese!) Türk milleti denir.”

Bu tanım, dünyada 4000’e yakın etnisiteyi / milliyeti kucaklayan yaklaşık 200 devlet için geçerlidir. Biyolojik ırkçılıkla uzaktan yakından ilgisi yoktur.

Bu bakımdan, Anayasa’nın 66. maddesinde yer alan tanım korunmalıdır :

I. Türk vatandaşlığı
Madde 66 – Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.
Kürt ya da başkaca etnik kökenli yurttaşlarımıza (milliyetlere) ülkemiz,
AB’ye üyelik sürecinde Kopenhag Ölçütleri kapsamında tüm hakları tanımıştır.
Bundan ötesi ayrışma, parçalanma getirir.Artık ayrılıklarımzı değil ortaklıklarımızı pekiştirme zamanıdır.Türkiye, Batı güdümünde sokulduğu bu yapay tartışmaları aşarak asıl gündemine dönmelidir. Yoksullukla, işsizlikle, dengeli bölgesel kalkınma ile, borçlarla, dış güvenlik sorunlarıyla…. çağdaşlaşma ile meşgul olmalıdır.Birgül Ayman Güler hoca bilimsel doğruları dile getirmiştir. Asla ırkçılık, ayrımcılık yapmamıştır.

“Türk ulusu ile Kürt milliyeti eşit değildir.” sözü bilimsel bir anlatımdır.

“Türk ulusu” nitemi (sıfatı) ülkemizdeki 80 milyon insanın ortak sıfatıdır.

“Kürt milliyeti” ise Kürt kökenli yurttaşlarımızı, bütünün bir parçasını tanımlıyor.
Bu bakımdan, “parça bütüne eşit olabilir mi?” Söylenen budur.

Başta Başbakan RT Erdoğan olmak üzere, BDP’li Vekil Sırrı Sakık vd. bilerek
ve isteyerek, kasıtlı olarak Sayın Prof. Ayman’ın sözlerini çarpıtmışlardır.
Bu, ucuz ve çirkin bir popülizmdir.. Ülkemize yakışmamaktadır. Eğitimi yetersiz
halkın kafasını karıştırmaktan yarar ummak erdemli ve ülkemize yararlı bir davranış değildir. Bu tehlikeli hatadan ve politik sömürüden vazgeçilmelidir.

Şimdi, 1920’lere gidelim ve Said Nursi‘nin bir makalesine değinelim :

Said Nursi’nin İkdam’da yer alan makalesi, 7 Mart 1920 (22 Şubat 1336, sayı: 8273) :

Kürdlük davası pek mânâsız bir iddiadır.. 
– Kürdistan’a verilecek muhtariyetten bahsediliyor…
Kürdler, ecnebî himayesinde bir muhtariyeti kabul etmektense,
ölümü tercih ediyorlar.

Eğer Kürdlerin serbestii inkişafını düşünmek lazım gelirse;
bunu Boğus Nubar ile Şerif Paşa değil, Devlet-i âliye düşünür.

– 
Hülâsa: Kürdler bu hususta kimsenin tevassut ve müdahalesine muhtaç değildirler..
Hakiki Kürdler, kimseyi kendilerine vekil-i müdafaa olarak kabul etmiyorlar.

*****

  • Türk-Kürt kardeştir! Altın kural budur!!
  • Emperyalizmin tarihi boyunca hiçbir halkı, etnisiteyi…. 
  • özgürlüğüne kavuşturduğu görülmemiştir.
  • Emperyalizmin tunç yasası : “BÖL/PARÇALA-YÖNET-SÖMÜR” dür!
  • Kürt kardeşlerimizin en yakın dost ve müttefiki Türklerdir.
  • Biz birbirimizin doğal müttefikiyiz. 
  • Aradan ABD-AB emperyalizminin maşası PKK’yı çıkarmalıyız.
  • Kalan sorunlarımızı oturur, dostça ve insanca çözeriz, buna inanın..
  • Emperyalizmle işbirliği yaparak özgürlük savaşı yapılabilir mi?
    Kürt kardeşlerimizi bu onursuzluktan tenzih etmek istiyoruz.

Sayın Prof. Dr. Birgül Ayman Güler‘in söylemini ve aşağıda verdiğimiz 4 makalesini (http://www.baguler.blogspot.com/) doğru, bilimsel, ülkemizin yararına buluyor ve bu gerekçelerle açıkça destekliyoruz.

Sevgi ve saygı ile.
3.2.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==========================================

Prof. Dr. Birgül Ayman Güler’in Yeni Anayasa Hakkında 4 Makalesi

portresi
1.  Makale :Vatandaşlık Ulusal mı Olmalı Anayasal mı?

Türkiye’nin toplumsal geleceğini çizecek iki siyaset var.

Bunlardan biri ulusal vatandaşlık ilkesi derken,
diğeri anayasal vatandaşlık ilkesi diyor.

Bu iki görüş, güncel “yeni anayasa” çalışmalarının bel kemiğini oluşturuyor.

Birincisi, yaklaşık yüz yıl önce benimsediğimiz “Türk vatandaşlığı sistemi”ni uygun ve gerekli görmek demektir. İkincisi ise “TC / Türkiye vatandaşlığı” ya da sıfatsız yalnızca “vatandaşlık” demeyi önermektedir.

İlk görüş CHP ve MHP resmi görüşleridir; ikincisi AKP ve BDP resmi görüşleridir.

Partilerin tümünde diğer görüşün sesli ya da sessiz savunucularına rastlanabilir.
Konuyu olanca ayrıntılarıyla bilmek, özellikle bu geçişkenlikler nedeniyle kritik önem taşımaktadır. Savunucular arasında bir de dinci çevrelerin bulunduğu bilgisini eklemeliyiz.

Ulusal – Anayasal Vatandaşlık Ne Demektir?

Ulusal vatandaşlık ilkesini benimseyenler, refah içinde diri bir geleceği güvence altına almak amacıyla dünyanın ve Türkiye’nin güncel ortamıyla koşulları
kaynak göstermektedirler. Düşünsel dayanakları ulusal devlet deneyimidir.

  • “Türk” bir etnisite değildir.

Türkmen, Yörük, Tahtacı … gibi etnisiteler vardır; ama Türk adı taşıyan bir etnik grup yoktur. Türk, kültürel kavim adlandırmasıdır; Anadolu’da bin yıllık Türkçe ortaklığı ve
yüz yıllık Cumhuriyet’le yaşanan uluslaşma süreci, Türk kavramını her türlü etnik aidiyetten kurtarmıştır.

Ulusal vatandaşlık, topluluk kimliklerini yani etnisite ve milliyet bölünmelerini aşmayı sağlayan ulus kimliğinin ürünüdür.

Bu sistem, toplumu toplulukların değil bireysel temelde yurttaşların eşitliği üzerinde yükselir. Böyle bir eşitlik, her türlü etnisite; inanç grubu; cinsiyet gömleklerini yırtar ve bireysel özgürleşme sağlanır.

Anayasal vatandaşlık ilkesini benimseyenler, farklılıkların altını çizmek ve
“ötekini savunmak” amacıyla dünyada yaşandığı varsayılan (dünyanın değil) “küreselleşme”nin gerekleri ile Türkiye’deki alt toplulukların (Türkiye’nin değil) istemlerini kaynak göstermektedirler. Düşünsel dayanakları küresel emperyalizmin felsefecisi Alman Jürgen Habermas’tır:

Vatandaşlık “ulus” üzerinden değil, yalnızca “anayasa” sözleşmesi çerçevesinden kurulmalıdır. Şimdi ulus ve vatandaşın adı olan “Türk”, bir etnisite/ırk adıdır. Türkiye’de yaşayan kimi vatandaşlar bu isimden rahatsızdır; Türk adlandırmasının kendilerini ifade etmediği ve dışladığı düşüncesindedirler.
Anayasal vatandaşlık, “eşit”lik sağlamalıdır. İlkenin tam adı “eşit anayasal vatandaşlık”tır. Bu sistem, bireyleri değil toplulukları bir arada tutacaktır.
Ulus kimliğinden kurtuluş, topluluklar kimliklerinin tanınmasını mümkün kılacaktır. İşte bu farklı kimlikler arasında eşitlik sağlanması gerekir.
Bu özellikler sayesinde, anayasal vatandaşlık sistemi, toplumdaki her farklı topluluğu anayasanın koruması altına almış olacaktır. Tüm topluluklar, kendi varlıklarını sürdürebileceklerdir. Bunun yolu, farklı topluluklara hukuksal tanıma sağlamaktan geçer. Anayasal vatandaşlık ilkesinin en önemli “yeni bir sistem” özelliği de burada ortaya çıkar. Toplumdaki etnik ve inanç/din temelli topluluklar, toplumsal ve siyasal yaşamda “kendi” adlarına etkinlik gösterme gücüne kavuşturulmuş olurlar. “Kendi” dillerinin resmi dil olarak kabulü, “kendi” eğitim sistemleri, “kendi” temsilcilerinin siyasal yarışı, “kendi” sinemaları, evlilikleri, gömü törenleri ve mezarlıkları….. Devletin yapması gereken, her topluluğa “eşit haklar” tanıyıp bu temelde davranmasıdır.

Kısaca anayasal vatandaşlık, toplum ve siyaset için tek ulusal yaşamdan vazgeçilip cemaatler ve milliyetler yaşamı vaat eder. Toplum ve devlet ulusal değil “cemaatler ve milliyetler dünyası olacaktır.

Bizim İçin Hangisi?

Anayasalar, kişi ya da toplulukların psikolojik doyumlarını sağlamaktan daha fazlasını yapar. Bir ülkenin tüm yönetim sisteminin yapı ve ilkelerini kurar. Yapı ve ilkeler, şimdiki gibi tarihsel dönüm noktalarında bütün bir ülkenin ve halkın varlık – yokluk sorunudur. Şimdi söz konusu olan Türkiye’nin ve Türk Ulusu’nun geleceğidir. Bu nedenle, “hangisi” sorusuna yanıtımızı politik / taktik nedenlerle değil tarihsel / stratejik nedenlere dayanarak vermek zorundayız.

İki sistemden birini yeğleyebilmek için sorulması gereken temel sorular şunlardır:
“Ulusal vatandaşlık” bizi geleceğe eskisinden daha güçlü bir biçimde taşıyabilir mi? Bunun için bin yıllık oluşum ve yüz yıllık kuruluş dönemleri temel alınıp eleştiri süzgecinden geçirilmeli mi?

“Eşit anayasal vatandaşlık” ilkesine göre kurulacak bir yönetim sistemi,
ülke olarak ‘bir Türkiye’nin varlığını ortadan kaldırma sonucu yaratır mı?
Bu ilke, tüm halkın refahının artmasına hizmet edebilir mi?

Bize gereken nedir? Ve elbette tarihsel – toplumsal koşullar bakımından değerlendirdiğimizde mümkün olan hangisidir?
Ulusal devlet mi yoksa milliyetler devleti mi?

=================================================

2. Makale :

Anayasal Vatandaşlık ve Nurcu – Gülenci Kesim

“Yeni Anayasa” tartışmalarında AKP, BDP, kendi partisinin resmi görüşü farklı olmakla birlikte bu cenahta yer tutan bazı siyasetçiler ve Nurculuk, Gülencilik gibi çeşitli dinci çevreler, Türkiye’nin yönetimi için “anayasal vatandaşlık” öneriyorlar.

Hedeflerini tümüyle dinsel referanslara dayandırdıklarını ileri süren dinci siyasal kesimler, “milli” olanın “dini” olanı yok ettiği düşüncesindedir. Bu nedenle çıkış yolunu Osmanlı Devleti’nin hilafetçi örgütlenme kodlarında aramaktadırlar. Bunlardan biri, düşünsel gücünden çok sahip olduğu dünyevi servet ve zengin küresel müttefikleri sayesinde ülkemizde başlıca iktidar odaklarından biri haline gelmiş olan
Nurcu – Gülenci siyasettir.

Nurcu – Gülenci kesim, Nesil Yayınlarından Ocak 2011’de Demokratik Açılım Üzerine Düşünceler – Çözüm Mümkün / Çareseri Mimkune başlıklı bir kitap çıkarmıştır. Kitap biçiminde, ama gerçekte Türkçe, Kürtçe, İngilizce, Arapça dillerinde kaleme alınmış bir bildirge içeren bu yayında, “anayasal vatandaşlık” savunusu yapılmaktadır. Saidi Nursi’yi temel alan Nurculuğun bildirgesine göre anayasal vatandaşlık yapısal çözümdür.

Bildirge 4 maddede şöyle özetlenebilir:

1. “Milliyetçilik bir bilinç çarpılmasıdır ve aslında dinle bağdaştırılması mümkün olmayan bir şeydir. Eğer biz kendimizi etnik kimliğimizle tanımlarsak Türk ile Kürt hakiki kardeşliğini hissedemez… Ama asli kimliğini Müslüman olarak görürse, hangi milliyetten hangi dilden hangi coğrafyadan olursa olsun hangi sosyal sınıftan olursa olsun bütün müminleri bu kimliğin içine koyabilir.” (s. 32)

2. “Sadece Türk etnik kimliği temelinde tanımlanmış bir millet anlayışı, Türkiye toplumu açsısından problemleri çözücü bir yaklaşım değildir… milli kimlik tanımlamasının etniklikten arındırılması bir zorunluluktur….. Anayasal vatandaşlık olarak adlandırılan, devletin vatandaşıyla kurduğu ilişkinin esas itibarıyla hukuki bir ilişki olması gerektiğini söyleyen yaklaşımı temel alarak bir üst kimlik inşa etmeliyiz.” (s. 22-23) “Türk kimliği yerine, bir üst kimlik olarak anayasal vatandaşlığın ikame edilmesi gerekir.” (s. 38, 48)

3. “Dün Kürtler ile Türkler veya Kürtler ile devlet arasında bir sorun olduğunda, bunu Islam’a göre çözmek mümkün olmakla birlikte, seküler milliyetçiliğin iki tarafta da egemen olduğu bugünün vasatında, böyle bir imkanımız mevcut değildir. Dolayısıyla mesele, .. insan hakları anlayışı çerçevesinde çözülme durumundadır. İnsan hakları çerçevesi içerisinde ise temel haklar, sosyal haklar ile kültürel haklar, kolektif haklar ve siyasal haklar yer almaktadır.” S. 49

4. “Ref’i imtiyaz lazım”…. (s. 50). Bu anlayışa göre, ulusal yapılanmaya ait ne varsa, toplumda bir kesime tanınmış imtiyaz özelliği taşımaktadır. Dil, bayrak, eğitim, kısaca toplumsal yaşamın her alanında Türk ulusu kimliğine ait her şeyin temizlenmesi gerekmektedir. İşte birkaç örnek:

Anayasanın başlangıç kısmında Atatürk milliyetçiliğinin esas alınması… önemli bir soruna işaret etmektedir…. kesinlikle değiştirilmesi…”

Ülke genelinde birden fazla resmi dil ya da bölgesel düzeyde birden fazla resmi dil kabul edilebilir. (s. 35-36)

“Mesele [Kürt meselesi değil] öncelikle bir Türk meselesidir.” (s. 41). Ulusal/resmi tek dil kaldırılmalı; kültürel çoğulluk, yerel özerklik, “Türk figürlerinin yanında Kürt, Arap ve diğer etnik kimliklerden figürlerin de pozitif şekilde yer aldığı çocuk kitapları, ….” (s. 55)

“Sorun Türk Sorunudur”

Bildirge’nin en önemli ve en kestirme cümlesi, Türkiye’de yaşanan sorunun “Kürt Sorunu Değil Türk Sorunu” olduğunu dile getiren cümledir. Dinci çevreler, kendi iktidarlarının ulusal mücadelelerle sona erdiğini hiç unutmamakta; Osmanlı’da hilafete son verilmesini suçların en büyüğü saymaktadırlar. Çünkü bu devrimle birlikte “dini devlet” ortadan kalkmış ve yerine “ulusal devlet” geçmiştir. İşte bunu yapan Cumhuriyetçi kadroyu, Mustafa Kemal’i, Kemalizmi, Atatürkçülüğü ve Türk vatandaşlığı sistemini öfke ve nefretle karşılamaktadırlar.

Günümüzde “İslam ittihadı” hedefiyle yol alamayacaklarını görüp gerçekçi davranmakta ve kendileri için en korunaklı limanın Batı kaynaklı “evrensel insan hakları sistemi” olduğunu kavramış bulunmaktadırlar. Bunu da yukarıda (3). maddede yapılan aynen aktarmadan görüleceği gibi açıkça dile getirmekten kaçınmamaktadırlar. Bu, kendi varlığını “İslam” üzerine kurduklarını ileri sürenlerin “Hristiyanlık” ile nasıl kolayca iç içe geçtiklerine ilgi çekici bir örnek oluşturmaktadır.

Bunun kadar ilginç bir diğer şey de, İslamcı olduğunu söyleyenlerin, kendi hedeflerine hizmet eden bu yolu, küreselciliğin Alman filozofu Jürgen Habermas’a borçlu olmalarıdır. Nurcu – Gülenciler bu konu bakımından Habermascıdır!
Neden “Yeni Anayasa”? Neden anayasal vatandaşlık?…

Dinci çevreler, 1923’te yaşadıkları büyük yenilgiyi yüz yıl sonra zafere dönüştürmeye çalışıyorlar. Bunun için yeni anayasa, bunun için anayasal vatandaşlık istiyorlar diyebiliriz.

Ya da daha kısaca: ‘Krizi fırsata dönüştürüyorlar’.

==================================================

3. Makale          :

Anayasal Vatandaşlık ve Kürtçü Yaklaşımlar

“Yeni Anayasa” tartışmalarında vatandaşlık sisteminin değişmesini ve sistemin “anayasal vatandaşlık” görüşüne göre tanımlanmasını isteyen kesimlerden biri de Kürt milliyeti çerçevesinde siyaset yapanlardır.[1]

Katılımcı Demokrasi Partisi (KaDeP) ile Hak ve Özgürlükler Partisi (HAKPAR) üniter devlete karşı federalizm talebinde bulunurken, Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) ‘demokratik özerklik’ etiketiyle üniter devlete değil ulusal devlete karşı konumlanmıştır. Bu iki talep, Anayasa’nın “devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğü” ilkesinin ortadan kaldırılmasını gündeme getirir.

Anayasa’da benimsenmiş olan “bölünmez bütünlük ilkesi” şöyledir:

“MADDE 3- Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Millî marşı “İstiklal Marşı”dır. Başkenti Ankara’dır.”

Anayasal bölünmez bütünlük ilkesi, tartışmalarda farklı anlamlar yüklenerek konuşulur. Bu ilkeye karşı olanlar, ilkenin içeriğinden rahatsızdır. Ama bir de, bu ilkenin ‘duygusu’ndan rahatsızlık duyanlar vardır. Rahatsızlık daha çok ‘vatanın bölünmez bütünlüğü’ sesinin 12 Eylül faşizmini hatırlatmasındandır.

Ne var ki, konuyu gerçek niteliğiyle anlayabilmek için, sözkonusu ilkenin matematiksel haline odaklanmakta büyük yarar vardır. Devletin ‘ülkesi ile’ bölünmezliği üniter devlet ilkesinin benimsendiğini; ‘milleti ile’ bölünmezliği de ulusal devlet ilkesinin temel alındığını gösterir. Buna göre, Türkiye’de devletin coğrafyaya göre toprak üzerindeki örgütlenişi üniter/tekçidir; federal olamaz. Yani yasa yapma ve yasaları uygulama gücü, ülkenin parlamentosu ile hükümetindedir; bunun dışında siyasal karar ve yürütme organı yoktur. Diğer bütün kurumlar, valilik ve kaymakamlıklar, yerel yönetimler siyasi değil, idari nitelik taşır. Yine buna göre, devletin insana/topluma göre örgütlenmesi “ulus” esasına dayanır; milliyetler devleti olamaz. Tüm vatandaşlar etnik kökeni, inancı, cinsiyeti ne olursa olsun Türk vatandaşıdır. Devlet ve hukuk karşısında vatandaşlara ne birey ne de topluluk olarak hiçbir ayrıcalık ya da dışlama sözkonusu olamaz; vatandaşların eşitliği esastır.

FEDERALİZM YA DA ANAYASAL VATANDAŞLIK! 

  • Kürtçü siyasetin KDP ve HAKPAR kanadı devletin ülkesi bakımından,
    BDP kanadı ise milleti bakımından bölünmesini talep etmektedir.

KDP ve HAKPAR gibi yapılar, Türkiye’de devletin toprağa göre federalizm esasına göre örgütlenmesini talep ederler; bu talep parti programlarında açıkça yazılmıştır. Öncülüğünü Şerafettin Elçi’nin yürüttüğü (KDP) Programı’nda şöyle denir: “4- Sorunun çözümünde farklı formüller tartışılabilir. Partimizin çözüm formülü özgürlükçü, çoğulcu, katılımcı, laik, demokratik federal sistemdir.” Başkanlığını Kemal Burkay’ın yaptığı HAKPAR Programı’ndaki ifade ise şöyledir: “Parti, üniter devleti reddeder. Kürt sorununda ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını ilkesel olarak benimser. Sorunun çözümü için, Türkiye’nin Kürt ve Türk halkının eşitliğine dayalı demokratik ve federal bir tarzda yeniden yapılandırılmasını savunur.”

Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) Programı’nda ulusal devletin ortadan kaldırılması talebi yer alır: “Tek ırk, tek dil, tek din, tek kültür ve erkek egemen anlayış yerine toplumdaki bütün etnik, kültürel, inançsal ve cinsiyet farklılıklarını kapsayacak şekilde, “Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı” esas alınacak ve anayasal yurttaşlık olarak bu üst kimlikle tanımlanacaktır.” BDP için sorunun çözümü, “Türk ulusu” ve “Türk vatandaşlığı” sisteminin ortadan kaldırılmasındadır. Öngördüğü “TC vatandaşlığı”nın nasıl bir yapı getireceği konusunda ise açıklık yoktur. Partinin savını daha çok çoğulculuk, katılımcılık, özgürlük, evrensel insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne dayanmak gibi genel kurallarla savunduğu görülmektedir.

FEDERALİZM ile ANAYASAL VATANDAŞLIK BİRBİRİNİ TAMAMLAR! 

İki çözüm birbiriyle çelişir mi? KDP – HAKPAR’ın toprağa dayanan –ülkesi bakımından- federalizm talebiyle BDP’nin topluluğa dayanan –milleti bakımından- federalizm [anayasal vatandaşlık] birbirine karşıt mıdır, değil midir?

Bu soru, Rızgari Dergisi’nde 2007 yılında İbrahim Güçlü tarafından şöyle yanıtlanmıştır:[2] “Türkiye’nin federalleşmesi ile anayasal vatandaşlık arasında bir paradoks değil, birbirini tamamlayan, birbirinin “olmazsa olmaz” şartlarındandır”. Rızgari yazarı, Said-i Nursi gibi “ref’i imtiyaz lazım’ demektedir. Ona göre de “Türk vatandaşlığı” ülkemizde etnik gruplardan birine tanınmış bir ayrıcalıktır:

“Anayasal vatandaşlık, …. tanımı, etnik ve ulusal, dinsel ve mezhepsel, kültürel bir öğeye dayanmaz. Bu anayasal vatandaşlık tanımında, öncelikli ve imtiyazlı herhangi her hangi bir ulus ve etnik grup yoktur. Yani Türkiye’de vatandaş olan herkesin Türk kabul edildiği bir anlayış, Türk ulusal ve etnik yapıya tanınan imtiyaz, anayasal vatandaşlık konseptine aykırıdır. [Devlette]… bütün grupların kolektif hakları güvence altına alınır.”
Rızgari yazısı, anayasal vatandaşlık kavramının Alman Jürgen Habermas tarafından Avrupa Birliği’nin inşası için geliştirildiği bilgisini vermektedir. Çok farklı bir sorun için ortaya atılmış olan kavramı, yapı ve sorunların birbirine benzemezliğine aldırmadan büyük bir hızla kabul edilebilir görmüştür. Yazara göre, “anayasal vatandaşlık, Türkiye Cumhuriyeti gibi çok uluslu ve etnikli topluluklar için daha çok anlamlı bir vatandaşlıktır.”

DEĞERLENDİRME

Anlaşılıyor ki, Nurcu – Gülenci kesim için olduğu gibi Kürtçü kesim için de sorun gerçekte Kürt sorunu değil, “Türk sorunu”dur. Bu nedenle elele verip bizi –Türk vatandaşlığı güzeldir diyenleri- ikna etmeye çalışıyorlar. Bütün “empati programları” buna yönelik. Oysa biz “biz-onlar” karşıtlığı içinde değiliz. Dolayısıyla ortadaki sorunu “empati”yle değil, ancak, hepimiz için yerli yerinde bir dünya ve Türkiye analiziyle çözebiliriz.

Anayasal vatandaşlık, siyasal yapılanma düşüncemizi “birey – toplum” ekseninden “topluluklar – toplum” eksenine sürüklemeye çalışıyor. Bu geri adımı da unsurları topluluklar değil ulusal devletler olan bir AB için imal edilmiş; gelişmiş Batı ülkelerinde yaşanan “göçmenler ve vatandaşlık” sorunları için uygulanabilirliği soruşturulmuş bir kuramdan esinlenmeyle atıyor.

Eldeki kuram bir Alman’a; 1990’lı yıllara; ve Avrupa Birliği’nin inşası amacına dönüktür. “25 ayrı ulusal devletten Avrupa Birliği’ni nasıl yaratırız?” sorusu için ortaya atılmış bir kavramın, bin yıllık tarihle yüz yıllık uluslaşma sürecine sahip Anadolu için uygun bulunmasını anlamak, tarihsel ve mantıksal olarak olanak dışıdır.

Nurcu – Gülenci kesimde olduğu gibi bu kesimde de tarihsel ve mantıksal koşullar, bir çırpıda ideolojik ve siyasal sabitlere kurban edilmiştir. Üstelik bu işlem yalnızca bir “dışalım” da değil, aynı zamanda tarihin çok özel örneklerinden biri olan AB için yapılmış bir kuramın dışalımıdır. Bu tür bir tarihsel – kuramsal tutarsızlık, Türkiye’ye çıkış gösterebilir mi?

Bu formül çıkıştan çok, çıkmaz sokak girişidir.

================================================

4. Makale          :

Anayasal Vatandaşlık ve “Ne Var ki Bunda!”

“Yeni Anayasa”nın en önemli tartışmalarından biri, vatandaşlık tanımı.
AKP –çevresindeki cemaatler- ve BDP ile diğer Kürtçü siyasetler, “anayasal vatandaşlık” olsun diyorlar. Bunun anlamı, “ulusal vatandaşlık” ilkesinin terk edilmesi. Somut söyleyişle, anayasal vatandaşçılar vatandaşlığa “TC / Türkiye vatandaşlığı” densin istiyorlar. CHP ve MHP ulusal vatandaşlık sürmelidir, yani “Türk vatandaşlığı ilkesi kalmalıdır” diyorlar.

Bazılarımız da, “ne var ki bunda!” duygusu içindeler. Bu duygunun içinden konuşanların ileri sürdükleri başlıca savları beş maddede toplamak mümkün görünüyor:
• Vatandaşlığın anayasada yazılması kötü bir şey mi? Tabii anayasal olsun, anayasada belirlensin!

Önerilerden birinin “anayasal vatandaşlık” diye adlandırılmış olması, böyle bir karışıklığa yol açmaktadır. Gerçekte, her iki tür vatandaşlık da anayasada tanımlanır. “Anayasal vatandaşlık”, bu kurumun anayasada belirlenmesi anlamına gelmez. Vatandaşlığın “ulusa göre” tanımlanmaması, bunun yerine devlete (TC) ya da toprağa (Türkiyelilik) göre tanımlanması anlamına gelir. Yani bu terim, farklı bir vatandaşlık sistemini ifade eder.

• Madem bazı vatandaşlar kendilerini “Türk” diye adlandırmak istemiyorlar,
o zaman daha geniş adları kabul edelim; onlar da kendilerini bu ülkeye ait hissetsinler. Bu kavga da bitsin!

Anayasalar yalnızca aidiyet duygusuna karşılık veren metinler olsa, bu olabilirdi.
Ne var ki anayasalar, içerdikleri her cümle bakımından bir mekanizma öngören
hukuk metinleridir. Türk vatandaşlığından vazgeçmek, bireysel haklara dayanan yurttaşlık sisteminden topluluk haklarına dayanan bir toplumsal – siyasal sisteme
geçiş yapmak demektir. Birkaç örnek vermek gerekirse, Başbakan’ın dile getirdiği
36 etnik grup temelinde okullaşma ve eğitim sistemleri; birden çok dilin resmi dil olarak kabulü; farklı inanç grupları için farklı mezarlıklar; siyasal seçimlerin topluluklara kota uygulamasıyla yapılması; vb… demektir. Devletin bireylere değil topluluklara göre örgütlenmesi, hak ve özgürlükleri hepimiz için genişletmeye hizmet etmez. Aksine, bugün ulaşmış bulunduğumuz ulusal bütünleşmeden yapay biçimde geri adım atmak, bireysel özgürleşmeyi etnik kimliklere sıkıştırarak adeta dinamitler. Böyle bir sistem “kavga” bitirme gücü taşımaz; aksine “kavgalar” yaratır.

• “Eşit anayasal vatandaşlık”, buna nasıl karşı çıkılabilir ki?
Hem eşitlik hem anayasallık, bunlar iyi şeyler!

Anayasal vatandaşlığın anayasallığı nasıl “anayasaya yazma” anlamına gelmiyorsa, bunun eşitliği de yurttaşlar arasında eşitlik anlamına gelmez. Buradaki eşitlik bireyler arasında değil, grupların/toplulukların birbirine eşitliğidir. Başka bir söyleyişle “eşit anayasal vatandaşlık”, ülkedeki inanç ya da etnik temelli gruplar arasında eşitlik sağlanması talebi demektir. Buna göre, örneğin, her topluluğun dili devlet yaşamında yer bulmalı; resmi dil olabilmelidir. Aksi halde, tek dil resmi dil olursa, o dilin etnik grubu diğer etnik gruplara göre üstünlük elde etmiş, “eşit anayasal vatandaşlık” bozulmuş olur. Yine örneğin eşitlik gereğince, her topluluk kendi kimliğiyle yer alacağı toplumsal – siyasal yaşamda bir diğer topluluğa “eşit olarak” temsil edilmelidir. Bürokraside ve siyasette makam ve sandalyelerin dağılımı, topluluklar arasında eşitlik gözetilerek yapılmalıdır. Kısacası bu anlayışın tasarladığı yapı, cemaatler ve milliyetler devletidir. Formülün “iyi” olup olmadığına, bu içeriğe bakılarak karar verilmesi gerekir.
• Anayasa’da vatandaşlığa Türk denmişti de ne oldu? Anayasaya yazmak, fiili durumun öyle olacağı anlamına gelmez ki! Bunda arıza çıkarmaya ne gerek var?

Karşısında bir şey söylenmesi en güç ‘yorum’ bu! Eğer böyleyse, “neden anayasa var’ ve ‘bu kadar insan yıllardır neden anayasa üzerine vakit yitirmişler ki?’ diyebiliriz herhalde. Böyle bir düşüncenin, ‘eşit anayasal vatandaşlık’ formülüyle yapılmak istenen işlere yeşil ışık yakmak anlamına geldiği açıktır.

• ABD ‘anayasal vatandaşlık’ ilkesine dayanıyor; kendilerine Amerikalı diyorlar. Parçalanmadıkları gibi dünyanın da süper gücü olmuşlar!

ABD’nin vatandaşlık sistemi ulusal vatandaşlık ilkesine dayanır. Bu ülkedeki 50 eyalette yaşayanların tümü tek resmi dil kullanırlar. Farklı etnik gruplar toplumsal ve siyasal yaşamda “kendi kimlikleri” ile eşit topluluklar olarak değil, eşit bireyler olarak varlık gösterirler. Bu örnek, konunun basit bir isim değişikliği olmadığını güzel bir biçimde göstermektedir.

“Ne Var ki Bunda”cılık

Anayasal vatandaşlık formülü, vatandaşlık sisteminde isim değişikliği yaratmaktan ibaret değildir. Ardında hem toplumun hem devletin başka tipte örgütlenmesini gerektiren kapsamlı bir mekanizma taşır. Sistemi birey olarak yurttaşların eşitliğine göre değil, etnik ve inanç gruplarının eşitliğine göre kurar. “Ne var canım bunda!” tavrı, ya ‘bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak’ durumu ya da başkalarını kandırma amaçlı bir tavır tercihidir.

AYDINLIK Gazetesinin 17 Aralık 2012 günlü sayısı ve yorumlarımız..


Dostlar
,

AYDINLIK yine dolu dolu..

Danıştay eski başkanlarından birikimi ve yetkinliği asla tartışılmayan 50 yıllık hukukçu Nuri ALAN, “Ergenekon davası Türkine’nin ayıbı..” demekte..

Yine, yetkinliği tartışma dışı bir Ceza hukuku uzmanı olan İstanbul Barosu Başkanı
Doç. Dr. Ümit Kocaskal, daha da net ve vurucu olarak; “SİLİVRİ HÜKÜMSÜZ!” diyor..

YÖK’ü protesto eden Kocaeli Üniversitesinden 130 öğrenciye yapılan ise artık
faşizmin ülkemizde uygulamalarıyla rap rap rap yerleştiğine işaret..

Tüm bunlar yetmiyor ve Başbakan RT Erdoğan güçler ayrılığı sanki kalmışçasına ondan yakınıyor ve ayakbağı görüyor..

  • Hiçbir şey Erdoğan’ın gözünü doyuramayacak.. 
  • Ortadoğu’da Neo-Osmalı İmparatoru olsa bile.. 

Sevgi ve saygı ile.
18.12.12, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

AKP Rejiminde ‘Koç’ Gibi Büyüme…

Dostlar,
Cumhuriyet‘ten Sevgili Mustafa Sönmez‘in yazısı aşağıda..
Kendisine teşekkür ediyoruz….Sevgili Lise arkadaşım (Van Atatürk Lisesi) Mustafa Sönmez;Dilerim atladığın önemli veriler yoktur..

Başbakan RT Erdoğan’ın aşağıdaki sözü beni ciddi ciddi düşündürüyor
hatta ürkütüyor..

  • “..İsteseler de istemeseler de Türkiye’de artık sermaye ciddi manada
    el değiştirmeye başladı…”

Ne dersin ??

Sevgi ve saygı ile.
11.12.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=====================================

Mustafa Sönmez

AKP Rejiminde ‘Koç’ Gibi Büyüme…

Hatırlar mısınız; 11 Eylül 2010’da, anayasa referandumu öncesi RTE,
atv’de konuşuyordu;

  • “İstanbul sermayesi her nedense para kazanma konusunda bizimle anlaşıyorlar ama siyasi olarak anlaşamıyorlar. Siyaseten sizi destekleyemeyiz diyorlar… İstanbul sermayesi Anadolu sermayesini aralarına istemiyor…
    İsteseler de istemeseler de Türkiye’de artık sermaye ciddi manada
    el değiştirmeye başladı
    …”

Bazı yorumlarda, analizlerde, araştırma zahmetine katlanmadan, RTE’nin bu sözlerinin fazla ciddiye alındığını görüyorum. “İstanbul-Anadolu sermayesi” türü temelsiz“ karşıtlıklar’ üstüne ne teoriler üretiliyor, inanamazsınız…
Devamında da müthiş (!) politik tahliller ve önermeler…

***

AKP rejiminin, 10 yıllık icraatı boyunca, kendi organik burjuvazisini oluşturma gayretleri tabii ki oldu. Zaten, AKP’nin, ‘Milli Görüş’ten safına kattıkları arasında MÜSİAD’da örgütlü bir sermaye fraksiyonu vardı. Buna koalisyon ortağı Fethullah cemaatinin TUSKON’da örgütlü sermayedarları da eklendi. Bunların ortak özellikleri “Anadolu”lu olmaları değildi. Hem İstanbul hem Anadolu’da faaliyet gösteren,
hem sanayici-ihracatçı, hem tüccar, müteahhit şapkalarına sahip bu kesimin asıl özelliği, politik İslami hareketin arkasına sıralanmış olmalarıydı. Bu sermaye fraksiyonu, RTE’nin İstanbul sermayesi diye nitelediği TÜSİAD çatısı altındaki
büyük sermaye ile bağsız-bağlantısız, izole değil elbette. Çoğuyla taşeronluk, bayilik, temsilcilik ilişkisi var. Finans kapitalden kredi kullanıyor, onların işbölümünden
rol alıyor ve oynuyorlar.

Elbette ki AKP’nin ve İslami burjuvazisinin daha da büyümek ve geleneksel büyük sermayeden bağımsızlaşmak isteği var ve rejimin sunduğu fırsatları, nimetleri sonuna kadar kullanarak bunu gerçekleştirmeye çalışıyorlar. TOKİ inşaatlarından, belediye, diğer kamu yatırımlarından, muhtelif enerji, sağlık, tedarik rantlarından alabildikleri kadar aslan payını kapıp rejimin asli unsurları olmaya gayret ediyorlar. Ama, ya RTE’nin İstanbul sermayesi diye nitelendirdikleri? Onlar, rejimin uygulamalarından zarar mı gördüler, gerilediler mi? Gerçekten şirketlerini, pazarlarını İslamcılara mı kaptırdılar? Bunu iddia edenlerin, önce dönüp bu geleneksel egemenlerin bilançolarına göz attıktan sonra ahkâm kesmeleri gerekir.

***

Örnek olarak size Koç Grubu’nu analiz edeyim. Bilinir ki, Koç Grubu Türkiye kapitalizminin omurgasıdır. Her alanda ilki gerçekleştirenidir. Halihazırda 81 bin kişiye işverenlik yapmaktadır. Siz bakmayın RTE’nin üflemelerine, AKP döneminde
en hızlı büyüyen ve birikim rekoru kıran da yine TÜSİAD’ın kurucusu,
İstanbul sermayesinin duayeni Koç Grubu’dur. Sayılar ortada zaten…

Kaynak:Koç Grubu veritabanı. (*)Tüpraş’ın gruba katılması; (**)Tahmin

Koç Grubu’nun AKP rejiminde konsolide satışlarının %372 artarak 11 milyar dolardan 52 milyar dolara tırmandığını, işletme kârının da aynı sürede % 470 artışla 600 milyon dolardan 3.4 milyar dolara çıktığını görüyoruz. Grup, bu iklimde önemli bir bünye değişikliğine giderek 4 alanda yoğunlaştı. Bu alanlar ve cirodaki payları şöyle;

Tüpraş-enerji (% 63), otomotiv (% 14), beyaz eşya (% 11), finans (% 8).

Koç için Tüpraş’ın özelleştirmeden alınması miladi bir hamledir.
Tüpraş’ın ihalesine RTE’nin başburjuvası Çalık, Hindistanlı bir şirketle girmişti ama ihaleye Shell ile giren Koç’u geçemediler.

Koç, Karamehmet Grubu’na ait Yapı Kredi’yi ele geçirerek Koçbank ile birleştirdi.
AKP rejiminde gerçekleşen dış kaynak girişine bağlı, ithalata ve iç pazara dayalı
birikim sürecinden Koç Grubu aslan payını aldı.

***

Koç’un durumu böyle.

Diğerleri; Sabancı, Eczacıbaşı, Boyner, Dinçkök, Yaşar, Doğuş, Tekfen, AEH, Borusan gibi geleneksel büyük holdingler için de durum farklı mı? Hayır değil.
AKP döneminde hepsi büyüdüler. Dışarıdan akan kaynağı kullanmada, değerlendirmede ne engelle karşılaştılar ki? Bu anlamda rejime minnettarlar ve bunu çeşitli vesilelerle ifade ediyorlar da.

RTE’nin, sermayenin el değiştirmesi ile ilgili iddiası, orta-küçük firmalar dünyasında
oldu mu? Bakın bunu, araştırmak gerekir.

Peki, AKP rejiminin din esaslı toplum inşası, temel insan haklarını, özgürlükleri budaması, Cumhuriyet değerlerini öğütme saldırısı konularında “Büyük İstanbul burjuvazisinin” hassasiyetleri? Bu konuda sınıfta çaktıkları % 100!.. RTE’nin hot zotuna hiçbiri direnemedi, direnmek de istemedi. Araziye uymayı tercih etti.

Bizim burjuvazi için konu kâr ve sermaye birikimi olunca zaten, gerisi teferruattır…

12 Eylül rejiminde böyleydiler, AKP rejiminde de böyleler…
(Cumhuriyet, 10.12.12)

 

5 Aralık 1934 : Türk Kadınına Seçme – Seçilme Hakkı Tanınmasının 78. Yılı..


Dostlar
,

5 Aralık 1934, Türkiye tarihinde önemli bir dönemeç.
Büyük Atatürk‘ün özünde ülkemizi ve insanımızı her yönüyle uygarlaştırmaya dönük olan devrimlerinden biri de elbette kadınlara dönüktü. Günümüzden 78 yıl önce
bu Devrim de bir yasa ile geçekleştirildi. O zamanki “erkek” Meclisin (tüm üyeleri
erkek olan Meclis!) 1/5’i bu devrim yasasına karşıt oy kullandılar.

Soralım : Mustafa Kemal Paşa diktatör ve rejim de diktatörlük olsa idi, yalnız CHP’den oluşan tek parti rejiminde 60’ı aşkın milletvekili bunu yapabilirler miyidi? Örn. günümüzde AKP milletvekillerinden ayrık (istisna) birkaçı dışında
Başbakan RT Erdoğan’ın talimatı dışına çıkabilen var mı? Yoksa özgür birey olma yerine, biat kültürüyle, mürit gibi blok oy mu kullanıyorlar??

  • Kadın arkadaşlarımız, Atatürk devrim ve ilkelerine herkesten daha çok sahip çıkmak durumundadır.

Bu günü, 74 yıl sonra sevinç ve coşku ile karşılıyoruz.

  • Tüm Cumhuriyet devrimlerine sahip çıkma bilincimiz ve kararlılığımızı yineleyerek..

Aşağıda, bu site okurlarının artık çok yakından tanıdığı, dostumuz, büyüğümüz,
ADD Bilim Kurulu Başkanı Sayın Prof. Dr. D. Ali Ercan’ın yazısını sunuyoruz..

Sevgi ve saygı ile.
3.12.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=================================================

5 Aralık 1934 : Türk Kadınına Seçme – Seçilme Hakkı Tanınmasının 78. Yılı..


Prof. Dr. D. Ali Ercan

ADD Bilşm Kurulu Başkanı

Türk kadınına seçme ve seçilme hakkını veren yasanın
78. yıldönümünde, Yüce Atatürk‘ün Laik Cumhuriyetine yaraşır olması dileğiyle, Türk kadınlarını
bu kazanımlarından dolayı kutluyorum. æ

Değerli arkadaşlar,
Aslında kadınlarımız 1934’ten önce, 1930’daki yerel seçimlerde ilk kez
oy kullanma hakkını almışlardı. Cumhuriyetle birlikte erkeklerle eşit yurttaşlık hakkını ilk kez alan Anadolu kadını çağ atlıyor ve İslam dünyasında asla düşünülemeyecek bu Devrimsel atılım nedeniyle Türkiye, Dünyanın sayılı uygar ülkeleri arasında gösteriliyordu. 
 Anayasadaki kimi düzenlemelerle birlikte bu yasa, Meclisteki 317 milletvekilinden 258′inin (% 80) oylarıyla 5 Aralık 1934′te kabul edilerek yürürlüğe girdi (Meclisteki  %20”lik gerici çekirdek kadro varlığını o zaman da belli etmiş..). Bundan sonra 8 Şubat 1935’te yapılan ilk seçimde 18 kadın Milletvekili Meclise girdiTBMM 5. Dönem (1 Mart.1935 – 27 Aralık 1938) kadın vekillerimiz şunlar :
  • Satı Çırpan-Ankara,  
  • Mebrure Gönenç-Afyon, 
  • Türkan Örs Baştuğ-Antalya, 
  • Sabiha Gökçül Erbay-Balıkesir, 
  • Şekibe İnsel-Bursa, 
  • Hatice Özgener-Çankırı.
  • Huriye Öniz Baha-Diyarbakır, 
  • Dr.Fatma Memik-Edirne, 
  • Nakiye Elgün-Erzurum, 
  • Fakihe Öymen-İstanbul, 
  • Benal Nevzat Arıman-İzmir, 
  • Ferruh Güpgüp-Kayseri, 
  • Bahire Bediş Morova-Konya, 
  • Mihri Pektaş-Malatya, 
  • Meliha Ulaş-Samsun, 
  • Fatma Esma Nayman-Seyhan (Adana), 
  • Sabiha Görkey-Sivas, 
  • Seniha Hızal-Trabzon 

18 milletvekili o zamanki Meclisin %5,6’sını oluşturuyordu. Bu rekor 70 yıl boyunca kırılamadı ne yazık ki.. Aşağıdaki listede kimi ülkelerde kadınların seçme ve seçilme hakkını elde edişleri kronolojik olarak gösterilmiştir. Türkiye, birçok Avrupa Ülkesinin önünde, bu konuda başı çeken ülkeler arasındadır. Şimdi ne yazık ki, kazanılmış
eşit yurttaşlık hakkını yitirmeye ve biat kültürüyle ikinci sınıf  olmaya rıza gösteren kadınlar yetiştirilmektedir. æ

  • 1893 Yeni Zelanda
  • 1902 Avustralya
  • 1906 Finlandiya
  • 1913 Norveç,
  • 1915 Danimarka ve İzlanda
  • 1917 Kanada (Quebec bölgesi dışında)
  • 1918 Rusya, Almanya, Avusturya
  • 1920 ABD
  • 1928 İngiltere
  • 1934 Türkiye, Brezilya
  • 1945 Fransa, Japonya
  • 1946 İtalya, Arjantin, Meksika
  • 1947 Çin
  • 1971 İsviçre
  • 1994 Güney Afrika Cumhuriyeti
Aşağıdaki belgeselde Atatürk döneminden görüntüler var..