Etiket arşivi: atatürk

Din savaşları her zaman kocaman bir yalandır

Din savaşları
her zaman kocaman bir yalandır

Mine Söğüt
(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Filistin’de olup bitenlere kimlikleri umursamadan üzülenler ve o hiç bitmeyen savaşın mahvettiği hayatlar için dertlenenler ister Müslüman olsunlar ister Yahudi… 
İyidirler. Ve o gerilimden beslenenler; İktidarlarını o gerilim dili üzerine inşa edenler… 
Kimlikler üzerinden kurdukları dünyalarda düşmanlığı bileyenler… 
Hangi dinden olurlarsa olsunlar dibine kadar kötüdürler. 
Paylaşılamayan topraklar ve kutsallıklar… 
İnsana insanın ne olduğunu çok net anlatırlar. 
Tüm dünya görüyor… O topraklarda tüm çocuklar gözlerini savaşa açıyor. 
O topraklarda tüm çocuklar doğar doğmaz bir diğerinin düşman olduğunu öğreniyor. 
Yaşadığı coğrafyada “öteki”ne huzur göstermemiş… Ve “öteki”nden huzur görmemiş iki halk… 
Nesillerdir aslında aynı acıdan farklı paylar alıyor. Eziyet edilenin acısını tarif etmek kolay… 
Ama eziyet eden de korkunç bir düşmanlık mirasıyla damgalı doğuyor. 
Birbirini sevmemeyi doğar doğmaz öğrenen çocuklar…. 
O topraklarda bitmeyen bir laneti nesillerden nesillere genetik bir miras gibi taşıyor. 
Tanrı kavramının ne anlam taşıdığını çoktan unutan… 
Ve kara bir inanç mirasına doğan halklar, tüm siyasilerin kendi çıkarları için ortaklaşa onayladığı bir şiddetin kozasında yaşıyorlar. Savaşın haklılığına çoktan ikna olmuş kalabalıklar… Dünyanın bu alçak ahlakı temelden değişmedikçe o toprakları asla paylaşamayacaklar. Bir arada huzur içinde yaşamanın hayalini zinhar kuramayacaklar. 
Kudüs hiçbir zaman hiçbir yerin başkenti olamayacak; içi devamlı düşmanlıkla dolan lanetli bir mezar olarak kalacak. 
Dini kimlikler üzerinden hak talep ederek kendinden olmayana kan kusturan iktidarlara imkân veren; Bu zalim gerçeklikten sonuna kadar yararlanan; 
Filistin’de bunca zamandır olanlardan hem Doğu’da hem de Batı’da nemalananlar… 
Aslen savaşın ne olduğunu, neye yaradığını tüm dünyaya anlatmaktalar. 
Ama kimse anlamanın peşinde değil
Orada yaşayanların kim olduğu aslında kimsenin umurunda değil. 
Burada siyasi fişekler atıldıkça gaza gelip sokaklara dökülenler… 
Küçük hesaplarla tehlikeli ve büyük çıkışlar yapmayı marifet sayanlar… 
O toprakların kanını emerek semiriyorlar. 
Bu ağır hayatları o çocukların, o halkların sırtına yükleyenler; 
Ve bu kutsal toprak savaşlarını onaylayarak düşmanlıkları besleyenler; 
Savaşlardan nemalanan çokuluslu iradeler; 
Müslümanların ve Yahudilerin paylaşamadıkları manevi bir değer üzerinden büyük maddi değerler yaratıyorlar. 
Güçler savaşının görkemine kapılıp gerektiğinde ateş püsküren; 
Ama gerekirse de her şeyi sineye çekmeyi beceren bir iktidarın hükmettiği bu ülkede de… 
Kimse gerçek bir haklılığın peşinde koşmuyor. 
Gerekirse İsrail’le el sıkışan, gerekirse “One minute” diye şahlanan dengesizlik… 
Oradaki savaşı durdurmaya, Filistin halkını korumaya, bölgede etkili bir politika oluşturmaya değil… Aksine savaşı ve o savaşın kan emicilerini beslemeye yarıyor. 
Din savaşları her zaman kocaman bir yalandır. 
Savaşı çıkaran ve savaştan nemalanan… Tarif ettiği Allah’a gerçekte hiç inanmayandır.
==================================================

Teşekkürler değerli Mine Söğüt…

Kapitalizmin ve onun emperyalistleşen aşamasının dünyayı sürüklediği Küreselleşme (Globalizasyon), bir ateş çemberine dönüştü(rüldü). Gerçekte kurgu da budu; saflık yersiz!
Küreselleşmenin barış, demokrasi, gönenç (refah), erinç (huzur)… getireceği savları kocaman birer balon çıktı ve dahası, tam da tersi oldu. Çeyrek yüzyıldır bu gerçekleri yazmakta ve konuşmaktayız. Yarım milenyum (binyıl) yıldır dünyayı sömüren kapitalizm, sağladığı muazzam sermaye dağları ile bu kez salt mali imparatorlukla yetinmeyerek yumruğunu masaya vurmakta ve “para bende – güç bende – dünyayı da ben yöneteceğim!” dayatması içindedir. Sömürü, daha da acımasız yöntemlerle post-modern bir nitelik kazanmıştır; insanlık bir sefalet içindedir. İronik olan ise teknolojik olarak bunca gelişmişliktir. Uzayda neredeyse cirit atan 21. yy. insanlığı, barış ve huzurdan uzaktır. Küresel gelir dağılımı giderek adaletsizleşmekte, küresel toplum başta din – inanç olmak üzere, ikinci olarak da etnik köken – milliyet temelinde acımasızca ayrıştırılmakta hatta birbirine düşman edilerek savaştırılmaktadır!

Siyonizmin ve maşalarının son Kudüs girişimi de tasarlanmış bir misyonu taşımaktadır.

Bu misyon, Ortadoğu’da “sürekli istikrarsızlık” tır (de-stabilizasyon). Oyun öylesine görünür oynanmaktadır ki; 2011 ilkyazında Suriye’nin bölünmesinde Türkiye neredeyse Batı emperyalizmi adına gönüllü taşeronluk üstlenmiş, gırtlağına dek batağa – kana saplandığını geç de olsa ayrımsayınca bu kez 180 derece dönüşle tersine politikalar izlemek zorunda kalmıştır. Bereket Devlet aklı, siyasal iktidarı doğal sağkalım (beka) refleksi ile yoluna sokmuştur.
(Musa Kart, Cumhurşyet, 08.12.2017)

Türkiye, Mustafa Kemal ATATÜRK’ün dış politika ilkelerini derhal anımsamalı ve yaşama geçirmelidir. Yurtta Barış Dünyada Barış en başta gelenidir. Yaşamı kanlı savaşlarla cephelerde geçen bir asker olarak Mustafa Kemal Paşa, Ulusun yaşamı tehlikeye düşmedikçe savaşın bir cinayet olduğunu vurgulamaktadır. TAM BAĞIMSIZLIK bu binanın temelleridir. Laik  – demokratik – sosyal hukuk devleti 4 duvarıdır. Çağdaş uygarlık düzeyini aşmak hedefi ise çatısıdır. Bu model geçtiğimiz yy.  başında Türkiye Cumhuriyetini yoktan varetmiştir.

Türkiye doğuş kodlarına dönmeli ve özellikle son 15 yılı formatlayacak bir stratejiye yönelmelidir.

Ülke içinde tüm halkı bütünleştirecek HALKÇI politikalar zorunludur. Tersi durumda emperyalizmin türlü oyunlarına açık, pek çok yumuşak karnı olan genel bir zaafiyet oluşacak
ve sürekli darbeler alacaktır; halen olduğu gibi.. İşte PKK kaması, NATO kumpasları!

Erdoğan sınırlarına çekilmeli, parlamenter demokratik rejime dönülmelidir. Türkiye hızla normalleşmek zorundadır. Umarız ve dileriz ki, AKP’nin akilleri, gelinen kritik aşamayı görmektedirler. Bu gerçek, kendisini çelikten bir cendere gibi duyumsatmaktadır ve bu olgudan alınacak enerji ile Erdoğan’ı frenlemek olanaklı olabilecektir, olmalıdır, olmak zorundadır.

Sevgi ve saygı ile. 08 Aralık 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

Sinan MEYDAN : EVRİMDEN CİHADA… ‘Devrim ve karşıdevrim’

EVRİMDEN CİHADA…
‘Devrim ve karşıdevrim’

Fotoğraf

Sinan MEYDAN
SÖZCÜ, 31 Temmuz 2017

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır…)
“Dünyada her şey için; maddiyat için, maneviyat için, hayat için, başarı için en gerçek yol gösterici ilimdir, fendir. İlmin ve fennin dışında yol gösterici aramak gaflettir, cehalettir, sapkınlıktır…” (Atatürk, 27 Eylül 1924, Samsun öğretmenlerine söylemişti)
15 Temmuz darbe girişiminden bir yıl sonra müfredattan “Evrim” çıkarıldı, “Atatürkçülük” azaltıldı; buna karşın “15 Temmuz” ve “cihat” müfredata girdi. Normalde, bu cemaatçi darbeye karşı bilimsel eğitimin güçlendirilmesi gerekirken, tam tersine bilimsel eğitim zayıflatılıyor. Ulusal ve laik eğitimin güvencesi 1924 Tevhidi Tedrisat Kanunu yerle bir ediliyor. Okul öncesinden üniversiteye kadar tüm okullar dinselleştiriliyor: Mahalle aralarında dinsel eğitim veren anaokulları, sıbyan mektepleri açılıyor, hazine arazileri Kuran kurslarına devrediliyor, liseler imam-hatipleştiriliyor, medreseleri yeniden açmak, karma eğitime son vermek için nabız yoklanıyor, müftülere nikâh yetkisi tanınıyor, milli bayramlar yasaklanıyor, Milli Mücadele, Türk Devrimi ve Atatürk unutturulurken, Şeyh Sait’i kahramanlaştıran, 15 Temmuz’u “milat” kabul eden yeni bir tarih yazılıyor: “Dindar” ve “kindar” nesil projesi adım adım hayata geçiriliyor.
Oysaki 96 yıl önce, Temmuz 1921’de, Atatürk ve arkadaşları, bir taraftan işgalcilerle mücadele ederken, diğer taraftan cehaletle mücadeleye hazırlanıyordu.
İLK MAARİF KONGRESİ
15 Temmuz 1921, Ankara’da öğretmenlerin katılımıyla ilk Maarif (Eğitim) Kongresi toplandı. İki gün önce Yunanlılar, Afyon ve Bilecik’i işgal etmişti. Ankara’da Maarif Kongresi’nin toplandığı saatlerde Kütahya önünde şiddetli çarpışmalar oluyordu. O gün Bozüyük ve Tavşanlı Yunanlıların eline geçti. Türk Ordusu, 4. Tümen Komutanı Yarbay Nazım Bey dâhil, birçok şehit verdi.
17 Temmuz, Maarif Kongresi’nin üçüncü günü; Kütahya Yunanlılarca işgal edildi. Şehre Yunan bayrağı çekildi. Bunun üzerine Atatürk trenle Eskişehir’e hareket etti. Karacahisar’daki karargâhta İsmet Paşa’yla buluştu ve toparlanmak için ordunun Sakarya’nın doğusuna çekilmesini istedi.
19 Temmuz, Maarif Kongresi’nin beşinci günü; Türk Orduları Eskişehir’i boşalttı. Yunanlılar Eskişehir ve Seyitgazi’yi işgal etti. Yunan Kralı, Uşak’a geldi.
21 Temmuz, Maarif Kongresi’nin yedinci günü; Eskişehir’i alabilmek için Türk Ordusu karşı taarruza geçti. Ancak taarruz başarısız oldu. 21 Temmuz’da Maarif Kongresi çalışmalarını tamamlayarak dağıldı.
Sakarya Savaşı’nın başlamasına sadece bir ay vardı.
ATATÜRK’ÜN EĞİTİM İLKELERİ
Atatürk, Maarif Kongresi’nin açılış konuşmasında, geçmişteki eğitim ve öğretim yöntemlerinin “milletimizin gerilemesinde” etkili olduğunu, Milli eğitim programının “eski devrin hurafelerinden” ve “Doğu’dan ve Batı’dan gelebilen” bütün yabancı etkilerden uzak, “milli ve tarihsel karakterimize uygun” olması gerektiğini belirtti. Bu kongreden, “yalnız çizilmiş eski yollarda alelade yürüme” konusunda “görüş alışverişi yapmayı değil”, dile getirdiği özelliklere sahip “Yeni bir sanat ve marifet yolu bulup millete göstermek ve o yolda yeni kuşağı yürütmek için rehber olmak gibi kutsal bir hizmet” beklediklerini söyledi. “Büyük tehlikeler önünde uyanan milletlerin ne kadar kararlı olduklarına tarih tanıklık etmektedir. SİLAHIYLA OLDUĞU GİBİ BEYNİYLE DE MÜCADELE ETMEK ZORUNDA OLAN MİLLETİMİZİN birincisinde gösterdiği kudreti ikincisinde de göstereceğine asla kuşkum yoktur…” dedi. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, C.11, s. 236,237)
Atatürk, “Muhterem hanımlar, efendiler” diye başladığı konuşmasının birkaç yerinde “Muallime ve Muallim Kongresi” ifadesini kullanarak kongreye katılan üç kadın öğretmen; Halide Edip, Müfide Ferit ve Şahur Hanım şahsında tüm kadın öğretmenlere seslenmişti. Kongreye kadın erkek öğretmenlerin birlikte katılması, sadece kadın erkek eşitliğinin değil, karma eğitimin de ilk habercisiydi.
Atatürk’ün savaş sırasında belirlediği eğitim ilkeleri “milli” ve “çağdaş”tı.
KADINLI ERKEKLİ KONGRE
Maarif Kongresi’nin 1921 koşullarında kadın-erkek karışık düzenlenmesi, Meclis’teki muhafazakârların tepkisini çekti. Bitlis Milletvekili Yusuf Ziya Bey, kongreye kadın öğretmenlerin katılması ve kongreye harcanan para nedeniyle Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Bey hakkında soru önergesi verdi. Karasi Milletvekili Hasan Basri Bey, “kongrenin milletin gelenek ve duygularına uymayacak bir şekilde karışık düzenlendiğini” belirtti. Kırşehir Milletvekili Yahya Galip Bey, “Fakat kadınlarla birleşme iyi olmamış” dedi. Karahisarısahip Milletvekili Mehmet Şükrü Bey ise bu, “kadınlığı tahkir demektir” diyerek kongreyi eleştirdi. Görüşmelerden sonra Hamdullah Suphi Bey güvenoyu alsa da muhafazakâr milletvekilleri bu işin peşini bırakmadılar.
Kongrede kadın öğretmenler en ön sırada oturmuşlar, erkek öğretmenlerle de aralarında birkaç sıra boş bırakılmıştı. Buna rağmen ertesi gün Meclis’in sarıklı milletvekilleri, Müslüman hanımların erkeklerle aynı salonda toplantı yapmasını “dine aykırı” bulup sorumluları şikâyet etmek için Atatürk’e gittiler. Atatürk, şikâyetlerini dinledikten sonra büyük bir hiddetle, “Kimmiş Muallimler Cemiyeti Reisi? Çağırın onu!” diye seslendi. Cemiyet başkanı Mazhar Müfit Bey içeri girer girmez ona, “Siz öğretmenler toplantısında ne yapmışsızınız? Ne ayıp şey!” diye çıkıştı. Bu sırada sarıklıların keyfi yerindeydi. Atatürk, aynı tonda devam ediyordu: “Olur şey değil, olur şey değil!” Mazhar Müfit, ne diyeceğini şaşırmış halde ayakta bekliyor, kendini savunmaya çalışıyordu. Atatürk, “Bırak, bırak! Ben hepsini biliyorum. Toplantıya öğretmen hanımları da çağırmışsınız, fakat onları niye ayrı sıralarda oturttunuz? Sizin kendinize mi itimadınız yok? Türk hanımlarının faziletine mi? Bir daha öyle ayrılık gayrılık görmeyeyim…” Biraz önce zevkten dört köşe olmuş sarıklılar, şimdi ne yapacaklarını şaşırmış halde, başları önde sessiz sedasız odadan çıktılar. (Zeki Sarıhan, 1921 Maarif Kongresi, Ankara, 2009, s. 129,130)
ÖĞRETMEN ORDUSU
Atatürk‘ün savaşı iki cepheliydi. Bir taraftan topuyla tüfeğiyle vatanı işgal eden emperyalist düşmana, diğer taraftan hurafelerle, boş inançlarla, zihinleri işgal eden kara cehalete karşı mücadele ediyordu. Atatürk, “Biri asker ordusu, diğeri öğretmen (kültür) ordusu” olmak üzere iki ordudan söz ediyordu. O, askeri orduların kazandığı zaferi yeterli görmüyordu, asıl zaferi öğretmen ordularının kazanacağını söylüyordu. 27 Ekim 1922’de Bursa’da öğretmenlere seslenirken şöyle demişti: “Ordularımızın kazandığı zafer sizin ve sizin ordularınızın zaferi için yalnız zemin hazırladı. Ordularımızın zaferini siz tamamlayacaksınız, gerçek zaferi siz kazanacak ve devam ettireceksiniz ve mutlaka başarılı olacaksınız.”
İŞE YÖNELİK EĞİTİM
Atatürk, 2 Şubat 1923’te İzmir’de, “Eğitim nasıl olmalıdır?” sorusuna şöyle cevap vermişti: “Ekonominin istediği gibi olmalıdır. (…) Mesela sanatkâr istiyoruz, kunduracı istiyoruz, terzi istiyoruz; her şeyi istiyoruz. (Geçmişte) hayır, bunları öğrenmek lazım değildir, denmiştir. Ve sanatkâr yoktur memleketimizde. O halde okullarımızda öyle şeyler öğretelim ki (öğrenciler) pabuç nedir, nasıl yapılır öğrensin. Elbise nedir, lazım mıdır, nasıl yapılır, öğrensin. Sonra bu kadar sahillerimiz vardır. Vapurlar geliyor gidiyor, ticaret denilen bir şeyler oluyor. Fakat çocuk bunları bilmez, öğrenmemiştir. O halde öyle bir şey öğretelim ki, bu memlekete en çok lazım olan şeyi öğrenmiş olsun. Şunu demek istiyorum ki, hayat için gereken şeyleri, başarıyla ve hızla ve kolaylıkla elde etmek için bilmemiz gereken şeylerin tamamı eğitim programımızı oluştursun ve öyle olacaktır. Yani GENEL CEHALETİ YOK ETMEYE çalışacağız.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, C. 15, s. 93)
Aradan yüz yıla yakın bir zaman geçti. Dünya değişti; bilim ve teknoloji çok gelişti. Ancak gelin görün ki, bugün Türkiye’yi yönetenler, gençlerimizi bu bilimsel ve teknolojik gelişime hazırlamak yerine “cihada” hazırlıyorlar.
ATATÜRK’ÜN EVRİM DERSLERİ
Evrim Teorisi bugün Türkiye’de müfredattan çıkarıldı. Oysaki Atatürk döneminde müfredatta “Evrim” vardı. Atatürk döneminde okullarda okutulan “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” ve “Tarih 1” adlı kitaplarda “Evrim Teorisi”ne yer verilmişti.
1931’de hazırlatılıp liselerde okutulan “Tarih I” kitabı doğrudan Buzul devirleri, mağara insanları, mamutlar, ilk duvar resimleri ve insanın ortaya çıkışını anlatan evrim tablosu gibi resimlerle başlıyordu. Kitabın birinci bölümünde, “Dünya ve Hayat Hakkında Yanlış Fikirler” başlığı altında şöyle denilmişti: “Bundan 200 sene öncesine kadar Dünya’nın 5-6 bin sene önce yaratıldığı ve insanın Basra’ya iki günlük yolda, Fırat Nehri üzerinde bulunan ‘cennet’te yaratıldığı sanılmaktaydı. Bu kanaatler hep din kitaplarındaki hikâyelerin olduğu gibi gerçek sanılmasından doğuyordu. Artık hayatın 6 bin senelik değil, milyonlarca senelik olduğu anlaşılmıştır. Bu anlayış yeryüzündeki kaya tabakaları ile onların arasındaki fosillerin 100 seneden beri incelenmesi sayesinde olmuştur.” (Tarih, 1, 5. bas, İstanbul, 2003, s. 3) Aynı kitapta “İnsanın Atası” başlığı altında, “Kısacası insanlar, sularda kaynaşıp çırpınan bir mevcuttan çok yavaş yürüyen BİR EVRİMLE bugünkü şekle geldiler” denilmişti. (Tarih 1, s. 6)
Sözün özü, Atatürk döneminde liselerde okutulan “Tarih” kitaplarının ilk konusu “Evrim”di. Cumhuriyeti kuranlar, bilimden korkmuyordu. Cumhuriyeti tasfiye etmek isteyenler ise bilimden korkuyorlar.
ATATÜRK’ÜN DİN DERSLERİ
Atatürk’ün müfredatında tarih çok önemliydi. Dünya tarihinin bir parçası olarak dinler tarihi de okutuluyordu; ancak tüm dinler, tarafsız ve bilimsel biçimde anlatılıyordu. Örneğin, liselerde okutulan “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” ve “Tarih II” kitaplarında İslam tarihi, bilim ışığında eleştirel bir gözle aktarılıyordu. Örneğin, bugünkü tarih kitaplarında yazdığı gibi Türklerin güle oynaya değil, kanlı bir süreçten sonra Müslüman oldukları belirtiliyordu. (Tarih II, s. 128-146).
Atatürk’ün müfredatında “dincilik”, “mezhepçilik” ve “ırkçılık” yoktu.
Atatürk’ün müfredatında, din dersleri aşamalı olarak azaltılıp 1930’larda kaldırılmıştı, ancak orduda ve köy ilkokullarında din dersleri devam ediyordu. Bu derslerde 1929’dan itibaren A.Hamdi Akseki’ye hazırlatılan “Askeri Din Dersleri” ve Muallim Abdülbaki’ye (Gölpınarlı) hazırlatılan “Cumhuriyet Çocuğunun Din Dersleri” adlı kitaplar okutuldu. Bu kitaplarda anlatılan İslam dini, hurafelerden uzak, akılcı ve sadeydi.
1924’te kurulan ve 1932’de öğrenci yetersizliği nedeniyle kapatılan ilk imam-hatiplerde Kuran-ı Kerim ve din dersleri yanında şu dersler okutulmuştu: Coğrafya, Hesap, Hendese, Hayvanat, Nebatat, Ruhiyat, Ahlak ve Malumatı Vataniye, Türkçe, Tabakat, Fizik ve Kimya Malumatı, Hıfzıssıhha, Yazı, Terbiyeyi Bedeniye, Türk Edebiyatı, Hitabet ve İnşad, Arabi, Tarih…
HALKEVLERİ VE KÖY ENSTİTÜLERİ
Atatürk Cumhuriyeti’nin akla, bilime dayalı ve işe yönelik eğitim öğretim kurumları arasında Halkevleri ve Köy Enstitüleri’nin özel bir yeri vardı.
Halkevlerinde şu dokuz kol faaliyetteydi: 1. Dil ve Edebiyat, 2. Güzel Sanatlar, 3. Tiyatro, 4. Spor, 5. Sosyal Yardım, 6. Tarih ve Müze, 7. Halk Dershaneleri ve Kurslar, 8. Kütüphane, 9. Köycülük…
Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’ndeki 8 kol ise şöyleydi: 1. Güzel Sanatlar. 2. Yapıcılık, 3. Maden İşleri, 4. Hayvan Bakımı, 5. Kümes Hayvancılığı, 6. Tarla ve Bahçe Ziraatı, 7. Zirai İşletme Ekonomisi, 8. Köy ve El Sanatları…
1943 Köy Enstitülerinin müfredatı incelendiğinde, bu okullarda 5 yılda okutulan tüm dersler içinde en çok saat sayısına sahip 5 dersin şöyle sıralandığı görülür: 1. Türkçe: 736 saat, 2. Matematik: 598 saat, 3. Müzik: 460 saat, 4. Yabancı Dil: 414 saat, 5. Tabiat ve Okul Sağlık Bilgisi, Askerlik, Öğretmenlik Bilgisi: Her biri 368’er saat… (Niyazi Altunya, Köy Enstitüsü Sistemine Toplu Bir Bakış, 2005, s. 50)
REÇETE: İLİM VE FEN
Atatürk, toplumsal hastalıkların ancak “ilmi ve fenni tedaviyle” önleneceğini düşünüyordu. 27 Ekim 1922’de Bursa öğretmenlerine söylediklerine bakar mısınız?
GERÇEK KURTULUŞ, toplumdaki marazı (hastalığı) tespit edip tedavi etmekle elde edilir ve marazın tedavisi ancak İLMİ ve FENNİ bir tarzda yapılacak olursa şifa verici olur. Yoksa İLMİN ve FENNİN dışında bir tedavinin hiçbir zaman hiçbir marazı tedavi edemeyeceği malumdur. Tersine maraz kalıcı olur ve tedavi edilemez bir hale gelir.” Konuşmasının devamında, kazandıkları askeri zaferin sırrının da “orduların sevk ve idaresinde İLİM ve FEN İLKELERİNİ rehber kabul etmek” olduğunu belirterek, okullarda da “İLİM ve FENİ rehber kabul edeceklerini” ifade etmişti:
* “Evet, her konuda; milletimizin siyasi, toplumsal hayatında, milletimizin fikri terbiyesinde de rehberimiz İLİM ve FEN olacaktır. Okul sayesinde, okulun vereceği İLİM ve FEN sayesindedir ki Türk Milleti, Türk sanatı, Türk ekonomisi, Türk şiir ve edebiyatı bütün güzellikleriyle gelişir. (…) Bu hayat ancak İLİM ve FEN ile olur. İLİM ve FEN nerede ise oradan bulup alacağız ve her millet ferdinin kafasına koyacağız. İLİM ve FEN için kayıt ve şart yoktur…”
(Atatürk’ün Bütün Eserleri, C. 14, s. 42-45)
Tarihin gösterdiği gerçek şu:
* Çocuklarımıza “cihat” öğreterek değil, “bilim” öğreterek, “sanat” öğreterek, “insana saygıyı” öğreterek kurtuluruz.
* Bugün dünyada, mücahitlere sahip ülkeler değil, bilim insanlarına sahip ülkeler söz sahibi…
========================================
Dostlar,

Değerli Tarihçi Sayın Sinan Meydan, SÖZCÜ gazetesinde her pazartesi 2. sayfada, tam sayfa güncel çalışmalarını yayınlıyor.

Görüyor musunuz “FETÖCÜ SÖZCÜ” yü (!!!) ?
Atatürk ve Devrimlerine nasıl sahip çıkıyor içtenlikle ve başından beri..
SÖZCÜ‘ye de Sayın Meydan’a da bu çalışma için çok teşekkür borçluyuz..
Dikkatle okuyunuz ve paylaşınız dileriz..
AKP = RTE’nin gerçekte “ne” olduğu ve “neye hizmet ettiği bir kez daha tüm çıplaklığıyla görülüyor.. Halkımız elbette bu gerçekleri gecikerek de olsa öğrenecek ve tarihin yasaları hükmünü yürütecek..
Son sözü hep ama hep direnenleri AYDINLANMA ve İNSANLIK ONURU adına söyleyecek..

Diren Türkiye,
Diren insanlık onuru,
Diren AYDINLANMA aşkı…
Sevgi ve saygı ile. 01 Ağustos 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

ADD Genel Merkezi : 25 Soruda Anayasa Değişikliğine Neden HAYIR Demeliyiz?

ADD Genel Merkezi : 25 Soruda Anayasa Değişikliğine Neden HAYIR Demeliyiz??

ADD Genel Merkezi, değerli bir çalışma hazırladı..

“Anayasa değişikliği ile neler yitiriyoruz?? sorusuna yanıtlar veriliyor..

İlk 3 soru ve yanıtları şöyle :

Soru 1) Bu anayasa tuzağına neden “HAYIR” diyoruz?

Çünkü bu değişikle, birliğe ve huzura en çok ihtiyacımızın olduğu koşullarda milletimiz bölünecek.  Bugün milletimiz, ülkemiz üzerindeki tehditlere, teröre son verilmesini, ekonomik sorunların çözülmesini istiyor. İhtiyacımız bir anayasa değişikliği, yeni bir rejim değildir. Hepimizin ihtiyacı güvenlik, huzur, iş ve geleceğimize güvendir.

Soru 2) Yapılmak istenen bir hükümet sistemi değişikliği mi, rejim değişikliği midir?

Yapılmak istenen köklü bir rejim değişikliğidir. 29 Ekim 1923’te kurulan Cumhuriyet rejimi yıkılacak. “Cumhurbaşkanlığı sistemi” denerek milletimizin yürekten benimsediği
Cumhuriyet rejiminin çok fazla değişmeyeceği algısı yaratılmak isteniyor.
Ülkemizin ve milletimizin kaderi, geleceği tek bir kişinin iki dudağı arasında olacak.
Bu insan kim olursa olsun bu büyük bir tehlikedir. Bu yetki büyük önderimiz Atatürk’e bile verilmemiştir ve verilmemesi de doğrudur. Ayrıca Atatürk böyle bir yetkiyi istememiştir.

Egemenlik milletten alınıp saraya taşınıyor.

Cumhuriyet rejimi, kurulduğu günden bu yana egemenliği Saraydan alıp millette verme ve demokratikleşme çizgisini benimsemiştir. Şimdi yapılmak istenen ise açık bir karşı devrim hareketi olarak, egemenliği tekrar halktan alıp Saraya (bir kişiye) verme girişimidir.
Bu nedenle yapılmak istenen basit bir hükümet değişikliği değil, rejim değişikliğidir.

Soru 3) Bu Anayasa değişikliği kabul edilirse ne olur?

Hiçbir vatandaşın, can, mal ve hukuk güvenliği kalmaz.
Her kişi, kurum ve kuruluş bir kişinin, vicdanına terk edilir.
Yönetimi denetleyecek hiçbir güç kalmaz. Devlet yönetiminde ve ülkede zorbalık egemen olur.
Bir kişi hem hükümet, hem meclis, hem mahkeme olur.
Yasama, yürütme ve yargı tek bir elde toplanır.
Etkisiz, yetkisiz, aciz ve sembolik bir Meclis ortaya çıkar.
Böylece Meclis mezara, hukuk devleti ve demokrasi tarihe gömülmüş olur.
*****

Son 3 soru ise aşağıdaki gibi                            :

Soru 23) Veto yetkisi şimdi de var. Olmasının sakıncası ne?

Şimdiki veto yetkisi elinde yürütme gücü yoğunlaşmamış, nispeten sınırlı yetkiye sahip Cumhurbaşkanına verilmiş bir denge-denetim mekanizmasıdır. Ayrıca vetodan sonra Meclis aynı kanunu basit çoğunlukla (katılanların çoğunluğuyla) yeniden kabul edebilir.
Getirilen değişiklikle diktatörlük yetkilerinin verildiği bir tek adamın elinde veto yetkisi olması, yasama organını tamamen sembolik hale getirir. Özellikle bu yetki; vetodan sonra aynı kanunun ancak salt çoğunlukla (301 oyla) kabul edilme şartı ve Cumhurbaşkanının kararname çıkarma yetkisi ile birleşince, Meclisi tamamen işlevsiz bırakacaktır. 

Soru 24) Cumhurbaşkanının mevcut anayasaya göre neredeyse sorumsuz olduğu,
bu düzenleme ile sorumlu hale getirildiği söyleniyor. Bu doğru mu?

Doğru değil. Öncelikle eldeki anayasada Cumhurbaşkanı ile değişiklikten sonra ortaya çıkacak Cumhurbaşkanı aynı Cumhurbaşkanı değil. Bu nedenle sorumluluklarını, kullandıkları yetkiyle orantılı olarak ele almak gerekir.
Mevcut Cumhurbaşkanı’nın yetkileri sınırlıdır. Siyasi sorumluluk hükümettedir. Getirilmek istenen Cumhurbaşkanı ise bütün yürütme yetki ve görevini elinde toplamış, parti genel başkanlığı yapabilecek, yasama ve yargıya müdahale edebilecektir. Şu andaki başbakan ve bakanların kat kat üstünde yetki kullanabilecek, ama sorumluluğu onlardan daha hafif olacak.

Soru 25) Bu teklifle demokratik bir başkanlık sistemi mi öneriliyor?

Hayır. Demokratik başkanlık sistemi sert kuvvetler ayrılığına dayanır. Yasama, yürütme
ve yargı birbirinden tümüyle ayrıdır. Birbirlerini denetleme mekanizmaları vardır.
Önerilen sistemde ise bütün yetkiler bir kişinin (Cumhurbaşkanının) elinde toplanıyor.
Bu sistem Amerika’daki gibi bir başkanlık sistemi de değildir. Açıkça, bir kişinin neredeyse denetimsiz bir biçimde etkin olduğu bir rejim önerilmektedir.

Atatürk milletin birliğine ve demokratik etkinliğine büyük bir önem verir. Şöyle der:

  • “İki cephe vardır. İç cephe ve görünürdeki cephe. Görünürdeki cephe ordudur. Bu cephe sarsılabilir, hatta yenilebilir. Fakat bu hiçbir zaman bir milleti yok edemez. Memleketi temelden yıkan iç cephenin düşüşüdür. Kaleyi içten almak dıştan almaktan daha kolaydır.”

Milletimizi bölecek ve ülkemizin kaderini tek bir kişiye bağlayacak bu Anayasa değişikliğine “HAYIR” oyu verilmelidir.

======================== /// ========================
Dostlar,

ADD’ye bu önemli ve değerli çalışması için teşekkür ediyoruz.
25 soru ve yanıtları özenle okunmalı ve yaygın olarak paylaşılmalıdır…
Herkese erişilerek açıklanmaya çalışılmalıdır.

Metnin tümüne erişmek için lütfen tıklayınız : ADD_25_Soruda_Neden_HAYIR_Demeliyiz

Sevgi ve saygı ile. 05 Şubat 2017, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK

ADD 2004-2006 Genel Başkan Yardımcısı
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

Rifat Serdaroglu : GENELKURMAY BAŞKANI..

GENELKURMAY BAŞKANI..

 

Rifat Serdaroglu

Türk Ordusunun yazılı tarihi Büyük Hun İmparatoru Mete Han’ın tahta çıkış tarihi olan MÖ 209 yılında başlar. Yani bizim Milli Ordumuz 2225 yaşında, gelenekleri-görenekleri, engin tarih hafızası olan bir ordudur.

AKP İktidarında, dönemin Başbakanı Erdoğan ve dönemin Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in bilgileri, izinleriyle FETÖ militanları, bu tarih hafızasının bulunduğu “Kozmik Odaya” girdiler. Buradan alınan bilgiler yabancı istihbarat örgütleriyle paylaşıldı. Dönemin Genelkurmay Başkanı Özel Paşa ve şimdiki Başkan Akar Paşa zamanında, Türk Ordusu tarihinin en büyük darbesini yedi. Hele 15 Temmuz’dan sonra yapılan tahribat, hiçbir düşman ordusunun yapamayacağı kadar büyük oldu. 15 Temmuz ile ilgili görüşlerimizi daha önce yazmıştık.

  • 15 Temmuz, AKP’nin mevcut rejimi yıkmak,
    yerine İslam Devletini kurmak için kurguladığı
    “Kontrollü bir darbe” kalkışmasıdır.

Tarihte bunun benzeri çok örnekleri vardır. Hitler, yönetimi seçimle ele geçirdikten sonra Parlamento Binasını (Reichstag) kendi adamlarına yaktırmış ve suçu rakiplerinin üzerine atarak, aldığı olağanüstü yetkilerle faşizmi inşa etmiştir. Hitler’in Alman Parlamentosundan aldığı yetkilerle, Erdoğan’ın Türk Parlamentosundan aldığı (Kanun Hükmünde Kararname) yetkisi arasında, şaşılacak benzerlikler vardır. Hitlerin bu çılgınca kanlı hevesi, 2. Dünya Savaşına ve %33’ü asker, %67’si sivil olmak üzere yaklaşık 65 milyon insanın ölümüne sebep oldu!

15 Temmuz’dan sonra, Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’ın da katılımıyla Türk Ordusu paramparça edilmiştir.
-Genelkurmay Başkanı, Cumhurbaşkanına,
-Yüksek Askerî Şûra, Başbakana,
-Kuvvet Komutanları, Milli Savunma Bakanına,
-Jandarma Genel K. ve Sahil Güv. K, İçişleri Bakanına,
-Askeri Okullar, Eğitim Bakanlığına,
-Askeri Hastaneler, Sağlık Bakanına,
-Askeri Yargı, Adalet Bakanına bağlanarak Ordudaki emir-komuta zinciri parça-parça edilmiştir. Bir yerde çok başlılık varsa, orada dirlik-birlik-birliktelik kalmaz.

Ve tüm bu değişiklikler Türk Milletinden, TBMM’den kaçırılarak, KHK kullanılarak yapılmıştır. Türk Milletine, bu değişikliklerin gerekçesi olarak “Darbeci FETÖ” ile mücadele gösterilmiştir.

  • Gerçekte, AKP ve Erdoğan’ın derdi FETÖ ile mücadele değildir!

Eğer niyet bu olsa;
– 14 yıl FETÖ’nü kucağında taşıyıp FETÖ toplantıların da salya-sümük ağlayanlar,
Ankara’yı parsel-parsel FETÖ’ne satanlar, (AS: Bülent Arınç’ın TV kameraları önünde açıkladığına göre Ankara Belediye Başkanı İ. Melih Gökçek)
– Yargıyı FETÖ’nün emrine veren Adalet Bakanları,
– Okullarımızı Cemaate teslim eden Hüseyin Çelik gibi M. Eğitim Bakanları…

niçin serbest de zavallı askerler-öğretmenler-polisler neden zindanda?
Hangi vicdan, hangi hukuk ahlakı bunu kabul eder?

  • Bademlerin niyeti, FETÖ ile mücadele görüntüsüyle
    muhalifleri, aydınları, gazetecileri hapse tıkıp,
    Orduyu güçsüz hale getirip mevcut rejimi değiştirmektir.

Maalesef, Genelkurmay Başkanlığı gibi yüce bir makamı işgal edenler
bu oyuna ya alet olmaktalar ya da görmemektedirler…

Genelkurmay Başkanı Akar’ın Türk Milletine bir açıklama yapma zorunluluğu vardır.

– Türk Ordusu için yapılan son değişikliklerde sizin tam mutabakatınız var mı?

– Jandarmanın tüm ülkedeki görevlerini bir Orgeneral yönetemeyecek, sigorta acentesi sahibi, Erdoğan’a hırsız diyen sonra da biat eden Süleyman Soylu daha iyi yönetecek ha?
– GATA ve Askeri Yargının başındaki değerli Komutanlar görevlerini yapamayacaklar,
Sağlık Bakanlığını “Menzil Tarikatına” peş keş çeken Bakan ile
– Yargıyı FETÖ’ne devreden yaylı Bakan mı yapacak?

Akar Paşa, eğer üstünüzdeki üniformayı Atatürk’ün de giydiği bir üniforma olarak görüyorsanız, çıkın Türk Milletine

  • “Benim Orgenerallerim, Soylu-Bozdağ kadar becerikli değillerdir, bu yüzden yönetim yetkileri ellerinden alınmıştır” deyin!
    Böyle düşünmüyorsanız, her onurlu insanın müracaat edeceği bir kurum olduğunu
    size hatırlatmak isterim; İstifa etmek! Çok mu zor? Bence Yüce Divan‘da hesap vermekten çok daha kolay..

Sağlık ve başarı dileklerimle 19 Aralık 2016
=====================================
Dostlar,

Bir de yorum ekleyelim bu yazıya :

  • Ben şahsen sayın Rifat Serdaorğlu’nun düşüncelerine acı acı katılıyorum.
    Özellikle bu soruyu ben de sayın Hulusi Akar’a soruyorum.
  • Durum vahimdir vahim! Çözüm için TBMM hükumeti gereklidir. Anayasa değişikliği de gereklidir. Ama onların yaptıkları öneriler değildir Eksik aksak olan. 166. maddeyi açık seçik yazsınlar. Fiyat artışlarına izin vermeyecek ve TBMM üyelerinin de anlayabileceği açıklıkta
    (Böyle yazdığıma sakın alınmayın, TBMM üyesi seçilmek için okuryazar olmak yeterlidir..) yazılmalıdır. DENK bütçe yapılacağı ve laik eğitime dönüleceği hayatı %5 ve daha fazla pahalandıran hükumetlerin TBMM tarafından görevlerinden alınacakları Anayasamıza yazılmalıdır. Bu katkılarla önemli  tarihi yazıyı sunuyorum.
    (Dr. Aytekin Ertuğrul, Em. Deniz Tabip Albay)
    ===========================================

“15 Temmuz” ile ilgili görüşlerimizi biz de bu sitede daha ilk günlerde yazmıştık :

  • 15 Temmuz, AKP’nin mevcut rejimi yıkmak,
    yerine İslam Devleti kurmak için kurguladığı
    “Kontrollü bir darbe” kalkışmasıdır.

Sayın Rifat Serdaroğlu‘nun aynen yukarıda vurguladığı gibi!

Sevgi, saygı ve kaygı ile.
19 Aralık 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Ünv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   
profsaltik@gmail.com

Mehmet Bedri Gültekin : Kapıyı çalan tehlike ve fırsat

Kapıyı çalan tehlike ve fırsat 

 Mehmet Bedri Gültekin

Mehmet Bedri Gültekin
aydinlik.com.tr, 01.12.2016

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Ekonomide yolun sonuna geldik. 1980 yılında 24 Ocak kararları ile başlayan; neoliberal politikaları uygulayarak milli ekonomiyi tasfiye etme, Kamu İktisadi Kuruluşlarını elden çıkarma ve emperyalist finans merkezlerine her bakımdan bağlanma diye özetleyebileceğimiz programın sonuçlarını yaşıyoruz. Ama özel olarak belirtecek olursak; AKP iktidarı ile birlikte doludizgin yürürlüğe konan, sıcak para merkezlerinden borçlanarak ekonomi çarkını döndürme döneminin sonuna geldik.

14 yılda 130 milyar dolardan, 150 milyar doları kısa vadeli olmak üzere 400 milyar doların üzerine çıkan dış borç (AS: 420 milyar Dolar!); bir yıl içinde bulunması gereken 250 milyar dolar dış kaynak… Tablo budur ve Türkiye’yi bekleyen geleceğin ne olduğunu görmek için kâhin (AS: önbilici) olmak gerekmiyor.

Türkiye’nin yumuşak karnı

Yolun sonunu gösteren sadece son iki ay içinde Dolar’ın % 25 değer kazanması değildir. Ekonomi, çok çeşitli alanlarda, ABD başta olmak üzere Batı ile kapışan Türkiye’nin yumuşak karnı… ŞİÖ’ye yönelme mesajları veren Türkiye, şimdi ekonomi alanında Batı’dan gelmesi olası saldırılarla karşı karşıya. Türkiye ABD ile birçok cephede karşı karşıya geldi. Bölücü terör, FETÖ, Rusya ve İran’la ilişkiler, “Türk Akımı” anlaşması,  Irak’ın kuzeyindeki 2. İsrail’i Akdeniz’e bağlayacak ABD-İsrail koridoru vb. vb.

“Türkiye’nin ŞİÖ içinde rahat edeceği” yolundaki açıklamalar, ABD açısından bütün bu gelişmelerin üzerine tüy dikmek anlamına geldi.

Bütün bu etkenlere Batı ekonomilerinin 2008 yılında içine yuvarlandığı krizden bir türlü çıkamadığını ve emperyalizmin kendi krizini çevreye yıkarak hafifletme şeklindeki doğal eğilimini de ekleyelim.

Sonuç gerçekten yolun sonundayız ve Batı sistemi içinde ve neo liberal politikalarla gideceğimiz bir yer bulunmuyor.

Batı’nın krizi, Türkiye’nin şansı

Çin’ce de “kriz” aynı zamanda “fırsat” demektir.
Türkiye ekonomisinin şu anda içinde bulunduğu “kriz”, aynı zamanda Türkiye’nin önüne bir “fırsat”ı da çıkarmış bulunuyor. IMF verilerine göre Çin ekonomisi 2014’te yılında satın alma gücü üzerinden yapılan hesaplamalara göre ABD ekonomisini geride bırakarak dünyanın 1 numaralı ekonomisi oldu.

Çin büyüme hızını düşürmesine karşın hala % 7’lerle büyüyor. ABD ekonomisi ise deyim yerindeyse yerinde sayıyor. Sadece bu durumu göz önüne alarak düşünecek olursak, Çin’in şu anda bile ABD ile arayı açmakta olduğunu söyleyebiliriz.

Çin, yıldızı parlayan ülke olarak yalnız değildir. Atlantik ülkeleri çürüme ve durgunluk içindeyken, bütün Asya artık gelişmekte olan dünyadır. Dünya ekonomisinin Asya ile nefes alıp vermekte olduğu, günümüzün en büyük gerçeğidir. Türkiye çürümekte ve çökmekte olan Atlantik sistemi içinde mi yer alacak yoksa gelişmekte olan Asya ile mi birleşecek. Önümüzdeki soru budur ve yaşamaya başladığımız krizin cevabı da buradadır.

ŞİÖ ve Batı Asya Birliği

Daha da somut olarak ele alırsak, Türkiye 50 yıldır kapısında beklediği Avrupa’nın kapısında beklemeye devam mı edecek yoksa şimdi büyük bir arayış içinde olan komşularıyla Batı Asya Birliğine mi yönelecek? Batı Asya Birliği (Türkiye, İran, Irak, Suriye, Lübnan ve Azerbaycan); 3 milyon km2 toprağı, 250 milyon nüfusu, bugün itibariyle 2.5 trilyon dolar milli hasılası, dünya enerji rezervlerinin %35’ine sahip olması, büyük tarımsal potansiyeli ve zengin maden kaynaklarının yanı sıra genç ve eğitilmiş insan gücüyle dünyanın gelişmeye en elverişli bölgesel birliği olmaya adaydır.

Atatürk tarafından 1930’lu yıllarda Sadabad Paktı’yla (AS: 1937) ilk adımları atılan Bölge ülkeleri arasında birlik fikri, son yıllarda yaşanan acıların ve ödenen bedellerin ardından yeniden canlanıyor. Şanghay İşbirliği Örgütü’nün günümüzde artan ağırlığı, Batı Asya Birliği için koşulları daha uygun hale getiriyor.

ŞİÖ, AB’nin alternatifi (seçeneği) değildir.. diyenler, AB’nin gerçek alternatifinin üzerinden atlıyorlar. Türkiye’nin kapısını çalan ekonomik kriz ve güvenlik tehdidi bir yandan güvenlik şemsiyesi olarak ŞİÖ’yü, öbür yandan ekonomik bakımdan en yakın ortakları ŞİÖ ülkeleri olan Batı Asya Birliği’ni biricik çıkış yolu olarak Türkiye’nin önüne koyuyor.
===========================

Teşekkürler değerli dostumuz M. Bedri Gültekin…

Batı, geleneksel, genlerine kazınmış emperyalist sömürgenliği ve ikiyüzlülüğünü sürdürüyor.. Türkiye’nin o zamanki AET’ye başvurusu 1963 tarihli Ankara Anlaşması iledir ve Başbakan İsmet İnönü‘nün imzasını taşımaktadır. Aradan 53 uzun yıl geçmiştir ve Türkiye hala bekleme odasında tutulmaktadır. Oysa Birliğe tam üye olmadan Gümrük Birliği‘ne girerek ülkesini pazar kılan ve 1 Ocak 1996’dan bu yana 21 yıla varan dönemde birlaç yüz milyar Dolar dış ticaret açığı verdirilerek kanata kanata sömürülen bir konuma düşürülmüş durumdayız. Üstelik AB ülkelerinin AB dışından 3. ülkelerle bağıtladığı gümrük rejimi de Türkiye’yi doğrudan bağlamaktadır!

Geldiğimiz yer ortadadır. AKP döneminde kişi başına borç artışı, kişi başına gelir artışından daha fazladır. Bir soygun ve talan ekonomisi haramzadelerce dayatılmaktadır.

Türkiye, çok yönlü ilişkiler içinde kapsamlı bir uluslararası dengeye oynamak zorundadır. Dış politikanın tunç yasası ülkenin dostların değil çıkarlarının olacağıdır. Türkiye, karşılıklı çıkarlara saygı ekseninde ülkemizin çıkarlarını ençoklaştıracak çok yönlü ve çok yanlı (taraflı) ilişkiler denklemini kurmak ve işletmek zorundadır.

  • Verili zemin ise YURTTA BARIŞ DÜNYADA BARIŞTIR..
  • Büyük ATATÜRK tam bağımsızlığın üstüne titriyor ve
  • Savaşı, ulusun yaşamı tehlikeye girmedikçe cinayet olarak tanımlıyordu..

Sevgi ve saygı ile.
02 Aralık 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak.
Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net

profsaltik@gmail.com

CHP orkestrasının şefi: Kılıçdaroğlu ve sorunları

CHP orkestrasının şefi:
Kılıçdaroğlu ve sorunları

portresi_resmi

Emre KONGAR
Cumhuriyet, 23.10.16

CHP bir kitle partisi: İçinde, en sert Atatürkçülükten en hoşgörülü Sosyal Demokratlığa, en katı Avrupa Birliği taraftarlığından en ödünsüz milliyetçiliğe kadar, kimi zaman birbirine ters bile düşebilecek olan, birçok görüş barındırıyor… Bu ton ve hatta renk çeşitliği bir kitle partisi için kaçınılmaz bir yazgı! Üstelik Türkiye, Batı’nın sınıfsal mücadele tarihini yaşamadı: Sınıf mücadelesinin ürettiği siyasal kurum ve kavramları, ter, kan ve gözyaşı dökerek kazanmadı… Atatürk Devrimleri ve İsmet Paşa’nın Çok Partili Düzen’e geçmesi sayesinde demokrasiyi, temel hak ve özgürlüklere tepeden inme sahip oldu… Bu nedenle başta Demokrasi olmak kaydıyla, hiçbir kavram ve seçim mekanizması dahil, demokrasinin hiçbir kurumu tam yerleşmiş değil. İktidar partileri bu karmaşayı, iktidarın nimetlerini paylaştırarak biraz yönetebiliyorlar. (AKP-Cemaat savaşında olduğu gibi, bazen iktidarda da paylaşım kavgası çıkıyor.) Ama muhalefet partileri, hele CHP gibi Cumhuriyeti kurmuş ve onu Çok Partili Düzen’le taçlandırmış olan ama bunları sınıfsal gelişme olmadan yaptığı için, Cumhuriyetin de, Demokrasinin de yıpranmasına yol açmış olan çok özel bir ana muhalefet partisi, bu kargaşadan kendini kurtaramıyor.
***
Geçen cuma günü CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ile baş başa, bütün bu konuları ve parti içi sorunları konuştuk. Toplumda CHP’ye yöneltilen eleştirileri, bütün açıklığı ve sertliği ile kendisine aktardım: Türkiye’yi yönetenlerin, en haklı ve doğru eleştirileri bile susturdukları, sansürledikleri, hatta kimi zaman cezalandırdıkları, sadece çanak soru soranlarla muhatap oldukları bir ortamda, bir politikacı ile bu açıklıkta konuşmak galiba ancak muhalefet partisi lideri ise olanaklı! Ama Kılıçdaroğlu’nun hakkını da teslim etmeliyim: Karşımda, Demokrasiyi gerçekten özümlemiş, gerçekten temel insan hak ve özgürlüklerine inanan bir politikacı vardı. Zaten CHP orkestrasının da bir türlü ahenkli ve çarpıcı bir senfoni icra edememesi, galiba bu orkestrayı yöneten liderin parti içi ilişkilerde de fazla saygılı, aşırı demokrat tavrından kaynaklanıyordu. Benim sıraladığım eleştirileri herkes biliyor:

1) Parti içindeki farklı görüşlerin birbirleriyle çatışır görünümü ve bu görünümün, partinin hem kimliğini belirsizleştirmesi, hem de programını olumsuz etkilemesi; farklı hiziplerin birbirini suçlaması ve partiyi yıpratması…

2) İktidarın rejimi yozlaştırmasına, temel hak ve özgürlükleri ihlal etmesine karşı yeterince enerjik muhalefet yapılamaması; halkla yeterince bütünleşilememesi…

3) Demokrasinin temelini oluşturan Cumhuriyet değerlerine, Atatürk Devrimlerine, Laikliğe, Sosyal Devlete, Hukuk Devleti’ne yeterince sahip çıkılamaması, sağa kayan bir izlenim verilmesi…

4) Örgütün dağınık ve eylemsiz olması, tembellikle suçlanması…

5) İktidarda olunan Belediyelerdeki parti içi rekabet sorunları ve Genel Merkezle eşgüdüm eksikliği…

6) Parti, haksız yere etnikçilik ve mezhepçilikle suçlandığında, bunlara karşı enerjik bir yanıt verilememesi…

7) Ve en önemlisi: BÜTÜN BU KONULARDA BAŞ SORUMLUNUN ORKESTRA ŞEFİ, YANİ Lİ- DER, YANİ KENDİSİ OLDUĞU!
***
Dedim ya, karşımda, bugüne kadar Erdoğan-AKP iktidarının bütün kışkırtmalarına karşın etnikçilik ya da mezhepçilik tuzağına düşmemiş, gerçekten demokrat, demokrasiyi sadece kendisi için değil, bütün toplum için isteyen bir politikacı vardı. Bütün eleştirilerimi sükûnetle dinledi ve her birini tek tek irdeledi. Verdiği bazı özel bilgileri ve yaptığı bazı eleştirileri, kayıtdışı oldukları için, burada paylaşmıyorum. Ama bütün netliğiyle, çevresindeki bütün olumsuzluklardan bizzat kendisinin sorumlu olduğunu ifade ettiğimde, bunu gayet açık yüreklilikle kabul etti…. Liderliğinin biraz sevgili Erdal İnönü’yü andırdığını belirttim ve onunla olan deneyimlerimizden de örnekleri konuştuk.
***Elbette burada açıkça yazılabilecek bazı bilgiler de verdi  :

1) Parti içi hizip çatışmalarına, partinin genel politikalarına aykırı ifadelere
artık kesinlikle izin yok.
2) Kitlelerle diyalog kurmak için toplantı ve mitingler başlatılıyor.
3) Belli konularla yerel halkla birlikte yürüyüşler düzenlenecek.
4) Demokrasiye, Atatürk Devrimlerine, temel hak ve özgürlüklere,
daha enerjik olarak sahip çıkılacak, bunların ihlaline karşı ısrarla direnilecek.
5) Milletvekilleri seçmenle yakın temas kuracak, Genel Başkan’ın Salı konuşmaları
seçim bölgelerine sistematik olarak aktarılacak.
6) İktidarın baskılarıyla susturulmuş olan ve baskı altında bulunan Kitle iletişim araçlarıyla, Sivil Toplum Kuruluşlarıyla, bütün güçlüklerine karşın bire bir temas kurulmaya çalışılacak.
7) Örgütler sıkı bir denetime ve eğitim programına tabi tutulacak,
bunlara yeni bir atılım ruhu kazandırılmaya çalışılacak.
8) Partinin güçlü olduğu yerlere, özellikle kaybedilmiş olan kıyı kentlerine özel ağırlık verilecek.
***
Türkiye yeni bir darbe girişimi atlattı ve hem dış hem de iç savaş olarak iki kriz birden yaşıyor.

– İktidar zaten sorumlu olduğu bu darbe girişimini ve tırmandırdığı savaş krizlerini, rejimi değiştirmek, tek adam yönetimini yerleştirmek için kullanıyor.

Buna karşı, demokrasiyi, insan haklarını etkili olarak savunabilecek tek örgütlü siyasal güç CHP!

Kılıçdaroğlu’nu bu kez kararlı gördüm…

Dilerim CHP, ülkemizin tümüyle karanlığa gömülmesini önlemekte başarılı olur!
======================================
Dostlar,

Biz de Sayın Kongar’ın saptama, dilek ve önerilerine bütünüyle katılıyoruz..
CHP Türkiye’nin umudu ve öncüsü olmalıdır; toplumsal muhalefeti birleştirmelidir.
Kurucusu Büyük Atatürk‘ün yüklediği tarihse özgörevi (misyonu) sadakatle, azimle yerine getirmelidir. Kendisnin de Türkiye’nin de varlığını -güçlenerek- sürdürmesi buna bağlı.

Sevgi ve saygı ile.
24 Ekim 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Ankara’nın Başkent Oluşunun 93. Yıldönümü Kutlu Olsun

Ankara’nın Başkent Oluşunun 93. Yıldönümü
Kutlu Olsun

 

Dursun Atılgan ile ilgili görsel sonucu
Dursun ATILGAN
Avrupa Atatürkçü Düşünce Dernekleri Federasyonu Genel Başkanı-KÖLN,

13 Ekim 1923’te TBMM’de kabûl edilen tek maddelik bir yasa ile, ANKARA TÜRKİYEMİZ’in BAŞKENTİ yapılmış ve böylece  başkentin İstanbul olacağı yolundaki söylentilere bir son verilerek, Cumhuriyetin ilânı için gereken önemli bir adım daha atılmıştır…
Samsun’a çıkmadan çok önceleri, zihninde Cumhuriyet düşüncesi olan ve onu kuracak olan Mustafa Kemal ATATÜRK‘ün, Ankara’yı başkent yapma kararının temelinde, sadece Ankara’nın coğrafî, jeopolitik ve stratejik konumu ile demir yollarının ve kara yollarının buluştukları bir merkez durumunda bulunması değil, aynı zamanda Ankara’da bir Cumhuriyet kaabiliyeti görmesi yatar.
ATATÜRK’ün, Ali Fuat Cebesoy‘dan 20. Kolordunun Ereğli’den Ankara’ya nakledilmesini istediğini, Cebesoy “Sınıf Arkadaşım Atatürk” adlı kitabında yazmıştır. Ancak, Ankara’nın başkent seçilmesinin nedenleri ve öyküsü yalnızca bunlardan ibaret değildir.
ATATÜRK, Yunus Nadi‘ye verdiği ve 7 Mayıs 1924 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan demecinde şunları anlatıyor:
“Ben Ankara’yı coğrafya kitabından ziyade tarihten öğrendim ve Cumhuriyet merkezi olarak öğrendim. Selçukluların parçalanması üzerine Anadolu’da oluşan küçük hükümetlerin isimlerini okurken, birtakım Beylikler arasında bir de Ankara Cumhuriyeti’ni görmüştüm. Tarih sayfalarının bana bir Cumhuriyet merkezi olarak tanıttığı Ankara’ya ilk defa geldiğim gün gördüm ki, geçen asırlara rağmen, Ankara’da hâlâ Cumhuriyet kaabiliyeti devam ediyor… Beni, Türkiye’ye en münasip merkezin Ankara olabileceğini düşünmeye sevkeden ilk vesile böyle çok eskidir ve fennîdir.“
(Bakınız: Müdafaa-i Hukuk Saati; Dr.Palaoğlu; Bilgi Yayınevi-Ankara)
Bugünkü A.K.P. iktidarı, ATATÜRK’ün, Cumhuriyetimizle birlikte, ülkemize ve ulusumuza kazandırdığı değerler dizgesini sistematik bir biçimde yok ederken; TÜRKİYE’yi “dinci ve kinci” bir yönetim biçimiyle, Osmanlı’nın bile gerisine sürüklerken; üstüne üstlük, BAŞKENTİMİZ ANKARA’ya İ. Melih Gökçek gibi, ATATÜRK karşıtı bir kimse 5. Kez belediye başkanlığına getirilirken, ANKARA’yı Başkent yapan Atalarımızın kemiklerini ve bu konuda duyarlı olan insanlarımızın yüreklerini sızlatmaktadır…
ATATÜRK’ün kurduğu  halka dayalı ve halk mayalı Cumhuriyetimiz’le birlikte, Türk Ulusu’nun kalesi düzeyine yükseltilmiş olan 93 yıllık Başkentimize, hem Türkiye’den hem de dünyanın neresinde bir Türk varsa oradan ses vererek, sahip çıkma kararlılığını göstermek zorundayız…

=========================================
Dostlar,

Dostumuz, Avrupa Atatürkçü Düşünce Dernekleri Federasyonu Genel Başkanı Sayın Dursun Atılgan’a teşekkür ediyoruz..

Nutuk‘tan

“Türkiye Devleti`nin başkenti Ankara şehridir.”
Efendiler, Lozan Antlaşması`nın eklerinden olan düşman işgali altındaki topraklarımızı boşaltma protokolu uygulandıktan sonra, yabancı işgalinden tamamen kurtulan Türkiye`nin toprak bütünlüğü fiilî olarak sağlanmıştı. Artık yeni Türkiye Devleti`nin başkentini bir kanunla tespit etmek gerekiyordu. Bütün düşünceler, Yeni Türkiye`nin başkenti Anadolu`da ve Ankara şehri olarak seçme lüzumunda birleşiyordu.

Bu seçimde, coğrafî durum ve askerî strateji en büyük önemi taşıyordu. Devletin başkentini bir an önce tespit ederek, içten ve dıştan gelen kararsızlıklara bir son vermek şarttı.

Gerçekten de, bilindiği üzere, başkentin İstanbul olarak kalacağı veya Ankara olacağı konusunda öteden beri içeride ve dışarıda kararsızlıklar görülüyor, basında demeçlere ve tartışmalara rastlanıyordu. Bu arada İstanbul`un yeni milletvekillerinden bazıları, Refet Paşa başta olmak üzere, İstanbul`un hükûmet merkezi olarak kalması gereğini bazı örneklere dayanarak ispat etmeye çalışıyorlardı. Ankara’nın gerek iklim, gerek ulaştırma araçları ve gelişme kabiliyet ve istidadı ve gerekse mevcut tessisler ve kuruluşlar bakımından hiç de uygun ve elverişli olmadığını söylüyorlar; İstanbul`un “payitaht” olması lâzımdır ve mutlaka olacaktır, diyorlardı.

Bu ifadeye dikkat edilirse, bizim “başkent” deyimiyle kastettiğimiz anlam ile, bu ifadelerdeki “payitaht”deyimini kullananların görüşleri arasında bir fark bulmamak mümkün değildir. Bundan dolayı, bu konuda zaten kesinleşmiş bulunan kararımızı resmen ve kanunî yoldan ilân ettirerek,”payitaht” sözünün de yeni Türkiye Devleti`nde kullanılmasına gerek kalmadığını göstermek lâzım, geldi.

Dışişleri bakanı İsmet Paşa, 9 Ekim 1923 tarihli tek maddelik bir kanun tasarısını Meclis`e teklif etti. Altında daha on dört kadar zatın imzası bulunan bu kanun teklifi, 13 Ekim 1923 tarihinde uzun görüşme ve tartışmalardan sonra çok büyük bir çoğunlukla kabul edildi. Kabul edilen kanun maddesi şudur: “Türkiye Devleti`nin başkenti Ankara şehridir.”
(http://www.forumgercek.com/turk-tarihi/115384-ankaranin-baskent-olusu.html)
*****
Biz anımsatmak istiyoruz :
TC. Anayasası
III. Devletin bütünlüğü, resmi dili, bayrağı, milli marşı ve başkenti
Madde 3 – Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.

Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır.
Milli marşı “İstiklal Marşı”dır.
Başkenti Ankara’dır.

Bir şeyi daha anımsatmak istiyoruz : Anayasanın ilk 3 maddesinin değiştirilemeyeceği, değiştirilmesinin teklif bile edilemeyeceği 4. maddede kurallaştırılmış durumdadır.

Öte yandan, bu önemli gününü meydanlarda anılmasını OHAL bahanesiyle yasaklayan Ankara valisine de bu “şan” (!) yakışır diye hayıflanıyoruz.. Bu haklı ve gurur verecek anmalarda toplanan yurttaşların güvenliğini sağlamaktan Başkent Ankara’nın güvenlik güçleri aciz midir? Değillerse gerçek gerekçe nedir??

Gerçekten, Ankara valisi olan zat, dürüstçe, Müslğman olduğuna göre gerçeği kamuyoyuna açıklayabilir mi neden anmaları yasakladığını ??

Bu tür yersiz ve içtenliksiz, demokratik olmayan, özünde hukuka aykırı yasakçı uygulamalar ülkemize yakışmıyor ve halkımızın milli – manevi değerlerini, tarih bilincini de geliştirmiyor üstelik.. “Yoksa gerçekte istediğiniz bu mu?” diye sormak bize acı veriyor.

Sevgi ve saygı ile.
14 Ekim 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Yılmaz Özdil : Abdülhamid

Abdülhamid

portresi_kisa_kollu

Yılmaz Özdil
SÖZCÜ
, 22.9.16

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

Atatürk’ün mareşal üniformalı tablosunu depoya kaldırtan TBMM başkanı ismail kahraman, Dolmabahçe Sarayı’nda padişah Abdülhamid’i anma sempozyumu düzenledi. “Ne yazık ki tarihi ve kültürel miras bilinmiyor, özellikle gençler bilmiyor, unutturuluyor, hükümdarımız Abdülhamid’e vefa borcumuz var..” dedi. Bence de öyle. Mesela, bu topraklardaki ilk “rakı” fabrikası Abdülhamid döneminde kuruldu. Şahsen büyük vefa borcum var.
*
(Kendini yeni osmanlı filan zanneden ismail kahramangiller, rakının 19 Mayıs 1919’da icat edildiğini zanneder ama… İlk rakı fabrikası Cumhuriyet’ten 22 yıl önce kuruldu. Hem de bizzat Abdülhamid’in başmabeyincisi Sarıcazade Ragıp Paşa tarafından Tekirdağ’da kuruldu. Padişahın isteği, şeyhülislam’ın onayıyla kuruldu. O dönemin en meşhur markaları, Deniz Kızı Rakısı ve Üzüm Kızı Rakısı’ydı. Deniz Kızı Rakısı’nın asıl ismi Tenedos Rakısı’ydı ama, etiketinde güzeller güzeli bir deniz kızı resmi olduğu için, ahalimiz Deniz Kızı Rakısı diyordu. Abdülhamid döneminde üretilen tüm rakı markalarının etiketinde, kız resimleri kullanılıyordu.)
*
Peki, bu topraklardaki ilk “bira” fabrikası kimin döneminde kuruldu? Gene Abdülhamid döneminde kuruldu. Gel de vefa borcu hissetme birader.
(Cumhuriyet’i kuranlara “ayyaş” diyorlar ama… Abdülhamid döneminde, yılda 10 milyon litre bira tüketiliyordu. Cumhuriyet bu rakama, yani Osmanlı’nın içtiği kadar biraya, anca 1940’lı yıllarda ulaşabildi. Henüz bira fabrikası kurulmadan önce, övünmek gibi olmasın, Osmanlı’da ilk birahane İzmir’de açıldı. Birahanelerin açılma iznini veren de, Abdülhamid’in babası Abdülmecid’ti.)
*
Osmanlı’nın ilk “şampanya” fabrikası da Abdülhamid döneminde kuruldu. Resmi, mühürlü evrak var, Abdülhamid’in izniyle kuruldu.
(Abdülhamid şampanya fabrikası kurdurduğunda, elitler kurdu denilen Cumhuriyet’in kurulmasına 30 yıl vardı. Şampanya fabrikasını, usevi Alatini kardeşler kurdu. Abdülhamid hazretleri, bu Alatini kardeşleri madalyayla ödüllendirdi, kendi elleriyle, bir değil, iki değil, üç defa “Mecidi Nişanı” taktı. Musevi Alatini kardeşlerle öylesine cankuştu ki, tahttan indirilip Selanik’e gönderildiğinde, üç sene boyunca, Alatini ailesine ait Alatini Köşkü’nde kaldı.)
*
Abdülhamid efendimiz, rakı, bira ve şampanya fabrikası kurdurdu ama, kendisi “rom” tercih ederdi. Bizzat torunu Osman Ertuğrul televizyonda anlattı: “Dedem rom içerdi, babama söylerdi, bak ben bunu içiyorum, çünkü bu yasak değil, Kuran’a bak, orada şarap diyor, şekerden yapılanın bahsi geçmiyor derdi.”

Acayip “sigara” içerdi Abdülhamid… Birini yakar, birini söndürür, vapur gibi tüttürürdü. Saraydaki işi sadece sigara sarmak olan özel ustalar vardı. Kızlarının hatıralarında yazıyor, sürgüne giderken, bavullara en önce sigara paketleri doldurulmuştu.

(Türk tütünüyle yapılan Amerikan sigarası Ateshian’ın tiryakisiydi. Chicago’da üretilen bu sigara, New York, Boston ve San Fransisco’nun yanı sıra İstanbul ve Kahire’de satılıyordu. Hatta, Ateshian firması, 1900’lerin başında Amerikan gazetelerine verdiği reklamlarda “Türk sultanı Abdülhamid’in içtiği sigarayı için” sloganını kullanıyordu. Bu reklamlarda “haremde, oryantal giysiler içinde sigara içen, saçı açık, hatta göbeği görünen, seksapel bir kadın” resmi kullanılıyordu. Paketi 25 cent’ti.)
*
Abdülhamid’in en önemli tarihi ve kültürel miraslarından biri ise…
Bu topraklardaki ilk “kerhane”yi açtırmasıydı.

(Fuhuş elbette vardı, şehre yayılmasını önlemek, denetim altına alabilmek için, varlıklarını ticarethane olarak sürdürmelerini sağladı. Acem’in hanesi, Alaycı Kadri’nin hanesi, Keseci Hürmüz’ün hanesi, Langa Fatma’nın hanesi gibi evler vardı, zaptiye rüşvet alıyor, göz yumuyordu. Abdülhamid buna son verdi. İstanbul Karaköy’deki Zürefa Sokak’ı hizmete açtırdı. Bugün hayvan zannedip zürafa sokak diyorlar, aslında zürefa’dır, Osmanlıcadır, lezbiyen anlamına gelir. Kendini muhafazakar zannedenler inanmakta güçlük çekecektir ama, bu topraklar kerhane kültürünün kurumsallaşmasını Abdülhamid’e borçludur.)
*
Ha bu arada… Binlerce yurtseveri Fizan’a Yemen’e sürgün etmiş, zindanlarda boğdurmuş, hafiyeleriyle jurnallerle 33 sene kan kusturmuş, Mısır’ı Tunus’u Kıbrıs’ı Sırbistan’ı Karadağ’ı Romanya’yı, toplam 1.5 milyon kilometrekare toprağı kaybetmiş, tarihçilerin bileceği iştir… Ben kendi payıma, vefa borcumuzu ödemek için “hayırlı” faaliyetlerini yazıyorum!
*
Dolayısıyla… “Gençlerimiz tarihi ve kültürel mirası bilmiyor, kendisine vefa borcumuz var” diyerek, Abdülhamid’i parlatmaya çalışan ismail kahraman’ı hakikaten tebrik ediyorum. Padişahımızın doğumgünü vesilesiyle düzenlenen sempozyuma, eskort kızlar çağırıp, şampanya ve rom servisi yaparsanız dört dörtlük olur yani… Ben bile iki duble atmaya gelirim gari.
(http://www.sozcu.com.tr/2016/yazarlar/yilmaz-ozdil/abdulhamid-1404040/, 22.9.16)

======================================

Dostlar,

Tek sözcükle, çoook değerli araştırmacı gazeteci – yazar Sayın Yılmaz ÖZDİL’e “BRAVO” diyoruz.

TBMM Başkanı Bay Kahraman, açılış konuşmasında bir şiir okudu ve 2. Abdülhamit’e

“… istibdadına hasret kaldık…” dedi!

Bay Kahraman ayrıca şunu söylemeliydi :

2. Abdülhamit, 1876’da ilan edilen 1. Meşrutiyet ile açılan Meclis-i Mebusan’ı 2 yıl geçmeden Osmanlı – Rus savaşını gerekçe yaparak kapattı ve 1909’da İttihat ve Terakki tarafından 2. kez Meşrutiyet (Hürriyet) ilan edilene dek 33 yıl koyu bir istibdat ile halka kan kusturdu..  Oysa Büyük ATATÜRK, İngilizlerin İstanbul’u işgalinin ardından 16 Mart 1920’de Meclis-i Mebusan’ın kapatılıp dağıtılmasından, vekilerin hapis ve sürgününden sonra 40 gün geçmeden Ankara’da 23 Nisan 1920’de 1. TBMM’yi açtı olağanüstü güçlüklerle ve ölüm kalım savaşını bu Meclis ile yürüttü sonuna dek.

Ülkemizin gençlerine bu gerçek de öğretilmeli değil mi Kahraman Başkan!?

Oysa senin Başkanı olduğun TBMM, ülkemiz OHAL altında inlerken devre dışı ve tatil adı altında adeta sürgünde.. RTE başkanlığında 28 kişilik bir oligark kümesi = gerçekte tek adam RTE, ülkemizi demir yumrukla – OHAL Kararnameleriyle, anayasayı açıkça ve pervasızca çiğneyerek başkalaştırmakta ve TBMM İçtüzüğü gereği (md. 128) 30 gün içinde Mecliste görüşülmesi gereken bu Kararnameler hala görüşülmedi.. 1 Ekim’de TBMM sürgün tatilinden dönecek ama atı alan Üsküdar’a geçmiş olacak.. Kahraman Başkan’ın hükmü bu kadar… Zalim bir despot padişahın 174. doğumgününü kutlamak gibi tuhaf işler buluyor kendine Abdülhamit’in istibdadını özleyen zat.. Eee başkanı olduğu TBMM tatil edilince, oyalanıyor işte.

Zavallı Türkiyem!…

Sevgi ve saygı ile.
24 Eylül 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Saray’a para dayanmıyor! Ve Çocuk tecavüzleri!

Saray’a para dayanmıyor!
Ve 
Çocuk tecavüzleri!

portresi

Rahmi Turan
SÖZCÜ
, 19.09.2016

(AS : Bizim katkılarımız yazının altındadır..)

İster kaçak olsun, ister olmasın, gerçek şu ki, Beştepe Sarayı artık Türkiye’nin siyaset merkezi haline geldi.
En önemli kararlar orada alınıyor. Bu arada Saray’ın masrafları da rekorlar kırıyor!
Yılbaşında 434 milyon lira olan Cumhurbaşkanlığı ödeneği, yılın ilk yarısında 278 milyon liralık bir artışla 712 milyon 844 bin liraya yükseltildi.
Abdullah Gül‘ün son yılında 199 milyon 500 bin lira olan ödenek, Tayyip Erdoğan geldikten sonra yüzde yüzlük bir artışla 397 milyon lirayı aştı.
Bu da yetmedi, harcamalar önce 434 milyon, sonra 712 milyon lira oldu ama bu da yetmedi!
* * * * *
CHP İstanbul Milletvekili Meclis Plan ve Bütçe Komisyonu üyesi Aykut Erdoğdu:

  • “Bütçe devletin mali disiplininin belgesidir. ‘Şu kadar gelir elde edeceğim, şu kaynaklardan sağlayacağım, şuralara harcayacağım’ demektir. Çadır devletine döndüğümüz için söz verilen giderlerin çok daha üstünde harcama yapılıyor. Eminim ki, bu para da yetmeyecek, ilerideki aylarda ek ödenek alınacaktır. Saray’a para dayanmıyor. Kayıtsız, kuralsız harcamanın, lüks, şatafat ve israfın faturasını ise her zamanki gibi halk ödeyecektir.” diyor.Aykut Erdoğdu, Meclis Plan ve Bütçe Komisyonu üyesi olarak böyle eleştiriyor ama yapılan harcamalarda hiçbir değişiklik olmuyor.

    *****

Çocuk tecavüzleri!

Atatürk için, birçok yabancı yazar, yüzlerce kitap yazmıştır. Bunlardan biri de 1901 ile 1983 yılları arasında yaşayan Fransız tarihçi, yazar ve askeri uzman Jacques Benoist Mechin’dir.
Mechin’in ülkemizde en çok bilinen eseri “Kurt ve Pars” adlı kitabıdır.
O kitapta Mechin, Atatürk‘ün şu sözlerini yazar:

  • “Ben çocuk bayramı tesis ettim. Neden? Çocuklara hürmet edilmesini temin ve onların zaafından yararlanarak onlara eziyet ve hayvan gibi muamele edilmesini önlemek için yaptım. Bu tedbirim, milletin geleceğine bir saygı olarak görülmelidir.”

Atatürk, sanki günümüzde yaşanan çirkinlikleri 93 yıl öncesinden, olağanüstü sezgisiyle tahmin ediyor gibiydi…

* * * * *
Gerici bazı yurtlarda küçük erkek çocuklarının başına gelenler ortaya çıktıkça, bunlardan nefret ediyor, tüm sorumluları lânetliyoruz.
On çocuğa tecavüz eden son tecavüzcü, çocuk başına 50 küsur yıldan toplam 508 yıl 3 ay hapis cezasına mahkûm edilmiş, fakat… Yasalara göre bu sapık en fazla 32 yıl hapis yatacak!
Çocuk tecavüzlerinin hepsi ortaya çıkmıyor maalesef… Kim bilir daha başka ne facialar var? Bu konuda çok zayıf kalınıyor. Yazık!

=====================================

Dostlar,

Tam bir oryantal çelişkiler tablosu değil mi??
Bir yandan ülkede bacak kadar masum çocukların ırzına geçiliyor, sıklıkla aile içi “sapık büyükler” tarafından ve bu iğrenç insanlık suçu “insest” olguları halının altına süpürülüyor;
bir yanda ise Tayyip beyin sarayının giderlerine bu yoksul halk yetişemiyor.. Bunca ölçüsüz ve Bütçe yasasına / namusına aykırı harcama yapanlar ise kendilerince “Müslümanlığı” kimseciklere bırakmıyor!?.. Onların secde gören alınları, herhalde bu günahları işlemelerine
vize veriyor!? Ya da secdeye varan alınlar bu tür eylemlerin maskesi – korunağı mı oluyor?

Vah Türkiyem vaaah vaaahhh..

Bunca kokuş(turul)an bir toplum, zerrece kuşku yok, bedelini en ağır biçimde diyalektik olarak kaçınılmaz biçimde ö-de-ye-cek-tir..

Ya da “ilahi” bakacaksanız, Allah bile bunca pisliğe tahammül edemeyecek ve merhum Prof. Yaşar Nuri Öztürk‘ün çok yerinde deyimiyle bu “kötülük toplumu” nu en şiddetli biçimde mutlaka cezalandıracaktır.. Gerçekte bunca zillet ve sefalet, aslında söz konusu kokuşmanın kaçınılamaz bedeli olarak ödenmiyor mu? Yoksa rastlantı mı??

Halk otobüsünde tutamak demirlerine asılarak bir yobazın şortlu genç hemşire Ayşegül’e uçan tekme savurması ve gerekçeleri, içine sürüklendiğimiz yangının bir başka alameti değil mi??

AKP  – RTE otoriter – totaliter monarşik iktidarı bu hazin çöküşe çare olabilir mi?
Neden olan ve neden olmaya devam eden çözüm üretebilir mi?
İlkokul çocuklarına “Arapça” dayatması, herhalde en saf iyimserleri bile uyarmalıdır!

AKP – RTE’nin artık kendini toplaması için pek zaman kalmadı korkarız..

Ülke göz göre bir iç çatışmaya sürükleniyor!
Görmeyen ve duymayan aymazdır (gafildir)!
Görüp – duyup düzeltmeyen yetkililer, devlet ehli sapkın (dalalet içinde)ve hatta haindir!

Sevgi ve saygı ile.
20 Eylül 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

 

CUMHURİYET’İN 4. KUŞAĞI PEMBE KÖŞK’TE!



CUMHURİYET’İN 4. KUŞAĞI PEMBE KÖŞK’TE!

Değerli dostlarımız,

14 Mayıs 2016 Cumartesi günü saat 17.00’de Pembe Köşk’te gazeteci Zeynep Bilgehan’la gerçekleştireceğimiz söyleşiye hepinizi bekliyoruz.

İnönü ailesinin genç üyelerinden Sayın Bilgehan’la sohbetimizde Cumhuriyet değerlerine
ışık tutacağız.

Katılımınızı bekler, saygılarımızı sunarız .

İNÖNÜ VAKFI
www.ismetinonu.org.tr

Şehit Ersan Cd. No:14 Çankaya-ANKARA
Tel : 0 312 428 18 41
Faks : 0 312 427 15 26
Çankaya, Pembe Köşk, 06690 Çankaya/Ankara haritası

=========================================

Dostlar,

Cumhuriyetimizin öncü kadrosunda Büyük ATATÜRK‘ten sonra “2. Adam”,
Mustafa Kemal Paşa’nın kadim dava ve silah arkadaşı, Lozan Başdelegesi, 2. Cumhurbaşkanı, Başbakan…. İsmet İNÖNÜ‘ün kızı Özden Toker-İnönü’nün kızı Gülsüm Bilgehan’ın kızı
yani İsmet Paşa’nın torununun kızı Sevgili Zeynep Bilgehan’ı dinlemek çok keyifli olacak..

Not : Çok sade olan çağrıya görselleri, Pembe Köşk’ün adresini biz ekledik..

İnönü ailesine saygı ve dostlukla..

Sevgi ve saygı ile.
10 Mayıs 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com