Etiket arşivi: Alev Coşkun

19 MAYIS’A DOĞRU…

19 MAYIS’A DOĞRU…

Dr. Ceyhun BALCI

“Mustafa Kemal yenmeden önce İngilizleri Tanrı sanırdım.”
Gandi

Trablusgarp’ta başlayan, Balkanlarda süren savaşlar Türklerin karanlık döneminin önemli köşe taşlarıdır. Birinci Dünya Savaşı yenilgisi karanlık sayfaların yıkımla bütünleşmesi anlamı taşımıştır.

Çanakkale’yi topla, tüfekle geçemeyenler donanmalarını muzaffer edayla demirlemişlerdir Boğaziçi’ne!

Fransız Generald’Esperey’in at üstünde Fatih’e öykünmenin yanı sıra yaklaşık 500 yıl sonra İstanbul’a girişi, alınan öcün fotoğrafı gibidir.

Dünya paylaşım savaşının önde gelen amaçlarından birisi olan Osmanlı’nın yıkımı ve paylaşımındadır sıra.

Tam da o günlerde, Kasım 1918’de istanbul’a gelen Mustafa Kemal, umutların en solgun ve ölgün olduğu sırada “Geldikleri gibi giderler!” diyerek tam bir hesap ve tasarım insanı olduğunu ortaya koymuştur.

İstanbul’un işgal edildiği günlerde son padişah VI. Mehmet Vahdettin’in öncelikli ve belki de tek derdi kendisiyle birlikte saltanatını kurtarmaktır. Ingilizlerin gözüne girme, onları güzelleme aşkı bundandır.

Padişah taht derdindeyken “Geldikleri gibi giderler!” diyebilecek denli özgüven sahibi Mustafa Kemal ise İstanbul’da ilk iş olarak Minber gazetesini çıkartmaya başlamıştır. Çalışmaları kamuoyu oluşturmayı gerektiğine göre son derece yerindedir bu davranışı. Tıpkı Sivas’ta İradei Milliye’yi, Ankara’da Hakimiyeti Milliye’yi çıkarttığı gibi.

Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışı ve sonrasında Anadolu’da Milli Mücadele’yi örgütleme çalışmaları şu ya da bu biçimde yazılmış ve belgelenmiştir. Kasım 1918’den Mayıs 1919’a kadarki zaman aralığı ise hak ettiği ilgiyi görmemiştir her nedense. (AS: Dr. Alev Coşkun, “6 Ay” adıyla bu dönemi kitaplaştırdı..)

Öncelikli amacı ve hedefi Osmanlı kabinesinde Harbiye Bakanı olarak yer almak olsa da bu amacına erişememiştir. Boş durmamış, bu kez Meclisi Mebusan üzerinde etkili olmaya çalışmış ve Osmanlı meclisinin aldığı son karar olan Misakı Milli kararının ortaya çıkmasındaki etkisiyle başarılı da olmuştur. Bilindiği gibi bu önemli karar Milli Mücadelenin de çerçevesi olmuştur ve.

İstanbul’da bir gününü bile boşa geçirmeyen Mustafa Kemal’in bu zaman aralığında padişahı tahttan indirmeyi de içeren bir dizi köktenci yaklaşımı denediği ve bu doğrultuda gereken her şeyi yaptığı belgelidir.

İzmir’in işgalinin ertesinde Samsun’a yola çıkışı son ve kaçınılmaz seçeneğidir. Öne sürüldüğü gibi Bandırma vapuru tıka basa altınla da dolu değildir. Zaten o günün Osmanlı Devleti’nin elinde Bandırma’yı dolduracak kadar altının bulunması da söz konusu değildir. Başka açıdan bakıldığında bu ve benzeri çoğu gülünç ve gerçeklikten yoksun savın Mustafa Kemal’in başardıklarının yüceliğini onayladığı bir gerçektir.

Yazının başındaki Gandi sözüyle de vurgulandığı gibi Mustafa Kemal’in başarısı Tanrısallıkla bile özdeşleştirilebilir. Mustafa Kemal’in bundan 100 yıl önce Samsun’a attığı ilk adımın her şeyin ötesinde inancın, kararlılığın ve önceden tasarlılığın gereği bir eylem olduğunun altı çizilmelidir.

Pek çok kaynakta Mustafa Kemal’in Erzurum Kongresi sırasında Cumhuriyet’i kurma kararlılığında olduğu yazıldır. Hatta, bunu öğrenen Mazhar Müfit’in geçirdiği şaşkınlık da çok etkileyici biçimde betimlenmiştir pek çok kaynakta. Eğer şaşırılacaksa Mustafa Kemal’in şu sözleri çok daha etkileyicidir : Yıl 1906!

“Milleti egemen kılmak” “bunaltıcı bir mutlakiyetçiliğe devrimle karşılık vermek ve çürük ve külüstür bir yönetimi yıkmak” “ülkeyi kurtarmak” gibi sözler o zamanlarda çılgınlığın ve isyancı yapının göstergesi sayılmış olsa da gerçekleştirileceğine olasılık tanınmamış olmalıdır. (*)

Yüzyılın başında söylediklerini yüzyılın çeyreği sonlanmadan yaşama geçirmiş olması çok söze gerek bırakmıyor.
____________________________

* Muhammed Sadiq, Çeviren  Funda Keskin Ata, Türk Devrimi ve Hindistan Özgürlük Hareketi, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2018.

14 Nisan 2019; Sn. Alev Coşkun’un “Asker İnönü” kitabı

14 Nisan 2019; Sn. Alev Coşkun’un
Asker İnönü” kitabı


Değerli Dostlarımız,

Yakın tarihimiz hakkında merak edilen bütün soruların cevabını gerçekçi bir şekilde açığa çıkaran değerli Araştırmacı-Yazar, Cumhuriyet Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Sayın Alev Coşkun‘dan, bugünlerde çok dikkat çeken “Asker İnönü kitabını bizimle paylaşmasını rica ettik.

Kendisi bizi kırmadı.

Sizlerle birlikte,  14 Nisan 2019 Pazar günü saat 16.00’da,
Pembe Köşk’te onu dinlemekten mutlu olacağız.

Saygılarımızla,

Özden TOKER
İnönü Vakfı Başkanı

Yer: Pembe Köşk, Şehit Ersan Cd. No:14 Çankaya-ANKARA
Tel: 0 312 428 18 41
Eposta: inonuvakfi@ismetinonu.org.tr 

asker inönü kitabı ile ilgili görsel sonucu

Pahalılığın sebebi çarpık kapitalist düzendir…

Pahalılığın sebebi çarpık kapitalist düzendir…

Dr. Alev Coşkun
Cumhuriyet
, 22.02.2019
(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Hani devlet bakkallık, manavlık yapmazdı!.. 

Yapılacak iş, temelde Atatürk’ün planlı-karma ekonomisine dönmektir.

Et- Balık Kurumu, yeniden güçlendirilmeli, tarım üretici kooperatifleri her yönden desteklenmelidir. Artık sona gelindi, çıkış yolu ciddi bir mali disiplin, tarım ve sanayi üretimine destek vermekten, karma ekonomiden geçiyor.

AKP iktidarı seçimlere giderken, temel gıda maddelerindeki pahalılığı önlemek için tanzim satış mağazaları açmaya başladı. Üretici ile tüketici arasında oluşan komisyoncuları ortadan kaldırmak ve halka daha ucuz temel gıda maddeleri sağlamak güzel… Ama yetersizdir. 
AKP, Özal’dan devir aldığı küreselci ekonomi politikalarını yıllardır sürdürüyor. Özal ve onu izleyen küreselci hükümetler ne diyordu? “Devlet sanayicilik yapmaz. / Devlet ticaretle uğraşmaz. / Devlet bakkal, manav işletmez. / Devlet çiftçilik yapmaz. / Devlet ayakkabı, basma üretmez…” Dahası, anımsayalım, AKP iktidara geldiği zaman, Kamu İktisadi Teşebbüsleri (KİT) için ne diyordu: “Babalar gibi satarız”. (AS: Maliye Bakanı Kemal Unakıtan!)
Sonunda ne oldu? IMF, Dünya Bankası ve emperyalist devletlerin istediği yapıldı.

  • Sümerbank, Etibank, Et-Balık Kurumu, Süt Endüstrisi Kurumu, SEKA, çimento fabrikaları, şeker fabrikaları, barajlar, köprüler.. teker teker satıldı.

Belediyelerin piyasada fiyatları dengeleyen tanzim satış mağazaları kapatıldı. KİT’ler yandaşlara peş keş çekildi. Fabrikaları alan yandaşlar, makineleri hurda olarak sattılar, fabrika arazilerini yapıya dönüştürerek rant sağladılar. Bunlar tarihin kayıtlarına geçmiş bulunuyor…

Üretici desteklenmeli 
AKP seçimlere giderken, halkın pahalılıktan yakınmalarına karşı acele tanzim satış mağazalarına yöneldi. Bu önlemler geçicidir, yüzeyseldir, aldatıcıdır. Yalnızca üretici ile tüketici arsındaki komisyonu azaltır. Bunlar üretimin gelişmesini sağlamaz.

  • Üretici doğrudan desteklenmedikçe fiyatların yükselişi önlenemez.

AKP iktidarında tarıma, çiftçiye destek verilmedi. 2000’li yıllarda tarımın milli gelirdeki payı % 10’un üzerindeyken, bugün %3.7’ye geriledi. 2000 yılında, o günkü nüfusun %10’undan çoğu doğrudan tarımla uğraşıyordu. Bugün nüfusun artmasına karşın toplam nüfusun ancak % 5’i tarımla uğraşıyor. Tarımla uğraşana, köylüye, çiftçiye destek verilmiyor.

  • Tarımda küreselleşmenin getirdiği dayatmalarla ithal pahalı gübre, pahalı mazot, tohum kullanılıyor.

Sorunun kökü ideolojiktir! Öncelikle, konunun temel dinamiklerine bakmak gerekir.

  • Konunun kökeninde vahşi kapitalist sistemin kuralları yatmaktadır.

Kapitalist sistemi savunan, liberal ekonomistlerin Tanrı buyruğu gibi kabul ettikleri bir kural vardır. Adam Smith tarafından formüle edilen bu kurala göre “Piyasa serbest bırakılmalıdır. Devlet, piyasaya ve ekonomiye müdahale etmemelidir. Piyasanın sorunlarını, kapitalist sistem kendisi çözer. Çünkü piyasanın görünmez eli piyasayı düzenler”. Bu kural son yüzyılda birkaç kez ters yüz oldu. İlk tersine dönüş, 1929’da ABD’de başlayan ekonomik krizdir. Bu kriz ABD borsalarında başladı ve 24 Ekim 1929’da dünya ekonomi tarihine “Kara Perşembe” adıyla geçti. Çünkü New-York Borsası çökmüştü. Geleneksel kapitalist önlemler bu büyük krizin onarılmasına yetmedi, enflasyon ve giderek yükselen işsizlik sorununa yeterli olmadı.

Devletin görünen eli
Bu noktada, “piyasanın görünmez eli yerine, devletin görünen eli”nin devreye girmesi, devlet yatırımlarının ve ekonomiye müdahale politikalarının öne çıkma yaklaşımı güç kazandı. Bu politikaları öneren ve sistemleştiren ekonomist John M. Keynes olduğu için, bu yaklaşıma “Keynesci Ekonomik Yaklaşım” adı verilmişti. Açıkçası, 1929 ekonomik krizinin çözümünü kapitalist piyasa ekonomisi başaramadı. Bu başarısızlık, devletin ekonomideki rolünü ve önemini artırdı. Keynesci görüş egemen oldu. 1929 ekonomik krizinin en önemli sonuçlarından birisi, “bırakınız yapsınlar…” sloganı ile temelleşmiş olan ve devletin ekonomiye karışmasının çok kötü olduğunu kabul eden düşüncenin kenara itilmesi ve devletin ekonomiye karışmasının kabul edilmesidir.

Karma ekonomi 
1929 dünya ekonomik ve mali krizi, Karma Ekonomik Model’i ön plana çıkardı. Bütün dünyada özellikle Amerika ve Avrupa’da Kamu İktisadi Teşebbüsleri’nin (KİT) kuruluşu yaygınlaştı. 
Türkiye,1930’larda Atatürk’ün liderliğinde planlı ve KIT’lere öncelik veren bir ekonomi politikası uygulamaya başladı. Devletin kurduğu fabrikalar Anadolu’da yayıldı. Ekonomi düzlüğe çıktı, işsizlik azaldı.

Görünmeyen el kuramı çöktü
Adam Smith’e göre “görünmeyen el” piyasayı düzenleyecekti. Ama ne var ki, “görünmeyen el” bir türlü gelemiyor, gelse bile piyasayı düzenleyemiyor, ancak kimi büyük kapitalistlerin işine yarıyordu. Marx’ın kapitalist sistemle ilgili “periyodik” kriz öngörüsü önemlidir. Marx, “kendi işleyiş mantığından ve yapısından doğan nedenlerle kapitalist ekonominin dönemsel (periyodik) olarak krizlere sürükleneceğini” belirtmiştir.  Klasik ve liberal ekonomistlerin çok bağlandıkları kapitalist ekonominin kendi kendisini düzenleyen “piyasanın görünmeyen eli” kavramının ve “bırakınız yapsınlar” temeline dayanan ekonomi politikalarının, krizlerle baş edemediği, işsizliği yenemediği açıkça ortaya çıktı.

Küreselleşme 
1990’lı yılların başında Sovyetler Birliği’nin yıkılışı küreselleşme olgusunu öne çıkardı. Friedman’ın Şikago (Chicago) Okulu’nun, “parasal ekonomi” tezi bütün dünyada kabul görüyordu. ABD’de Reagan, İngiltere’de Thatcher hükümetlerinin başlattıkları harekete bütün dünya katıldı ve özellikle gelişmiş ülkelerde KİT’ler teker teker satıldı.

  • Küreselleşme aslında, piyasaların serbestçe işleyişini sağlamak için, her türlü engeli sermaye yararına ortadan kaldırma projesiydi.
  • Yeni dünya düzeni, küreselleşme ve özelleştirme sloganı ile yürüyordu.

AKP ders almadı… 
1990’dan 2008’e 18 yıl geçti ve Marx’ın öngördüğü kapitalist sistemin “dönemsel kriz”i yeniden ortaya çıktı. ABD’de 2007- 2008’de başlayan kriz bütün dünyaya yayıldı. Türkiye 2008 Krizi’ni atlattı ama bundan ders almadı. AKP iktidarı, yılların birikimi olan KİT’leri birer birer sattı. Ekonomi politikaları üretime değil, finansal hareketlere öncelik tanıyordu. Birkaç gün önce Binali Yıldırım’ın söyledikleri çok ilginçtir. Ne diyordu Binali Yıldırım:

  • “Para yağmur gibi yağarken sanki hiç ödemeyecekmişiz gibi bol bol almışız. Geri ödeme zamanı gelince, ‘Yahu nereden çıktı bu!’ demeye başlamışız.”

Bu sözler, AKP’nin ülkeyi neden bu hale getirdiğinin açık itirafıdır. Sayın Yıldırım şunu demek istiyor: Gelen paraları üretici yatırımlara yöneltmedik. İş sahaları açamadık. Dışarıdan gelen dövizleri çarçur ettik. Paraları inşaata ve betona gömdük. İşte bugün içine düşülen krizin temel sebebi budur. Vahşi kapitalizmin ranta dayalı politikalarıdır. Bu nedenle işsizlik en üst düzeye yükseldi, iflaslar arttı. Üretim durdu. AKP iktidarının gözbebeği inşaat sektörü de sıkıntı içinde.

  • Bugün Türkiye büyük cari açık, üretim düşüklüğü ve enflasyon sarmalındadır.

Ne Yapmalı?

Ekonomi, yüzeysel önlemlerle düzelmez. Çok değil, 20-25 yıl öncesine kadar Türkiye gıda yönünden kendi kendisine yeten bir ülkeydi. Bugün buğdaydan kuru fasulyeye tüm gıda maddelerini, kurbanlık koyunu ve yemeklik sığır etini ithal eden bir ülke haline geldik.

Yapılacak iş, temelde Atatürk’ün planlı- karma ekonomisine dönmektir. Et-Balık Kurumu, yeniden güçlendirilmeli, tarım üretici kooperatifleri her yönden desteklenmelidir. 2007 dünya krizinden ders alan ABD, Rusya, Çin, Almanya, İngiltere, Fransa, Adam Smith tarafından ortaya konulan “devlet ekonomiye müdahale etmesin” düşüncesini terk ettiler. Derece derece ekonomi ve mali alana müdahale ediyorlar, düzenlemeden geçiriyorlar. AKP iktidarı, 2000’li yıllardan bugüne, dünya borsalarında oluşan sıcak para tuzağına girmiş, büyük faizler ödeyerek, kazanılan artık değerin yurt dışına gitmesine vesile olmuştur.

Artık sona gelindi. Tekrar ediyoruz, çıkış yolu ciddi bir mali disiplin, tarım ve sanayi üretimine destek vermekten, karma ekonomiden geçiyor.
========================================

Dostlar,

AKP’ye “nafile” öneriler..
Dr. Alev COŞKUN’un “Pahalılığın sebebi çarpık kapitalist düzendir…” makalesi nedeniyle

Gerçekten nefis bir makale. Ancak bu denli etkili ve başarılı, “olgunluk ve sorumluluk” içinde yazılabilirdi. Cumhuriyet‘in saygın yazarı-yöneticisi, eski Turizm ve Tanıtma Bakanı (1978-79) Sn. Dr. Alev COŞKUN’u gönülden kutluyor, makalesine bütünüyle katılarak paylaşıyoruz.. Dr. Alev Coşkun, İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi alanında New-York Üniversitesi’nde master ve doktora dereceleri almış seçkin bir bilim insanıdır parlak siyaset kariyerinin yanı sıra..

AKP iktidarının, başta Erdoğan olmak üzere; tüm sağduyularını yok eden ve kendileriyle birlikte ülkemizi ağır yıkıma sürükleyen ölçüsüz kibirlerini, çok bilmişliklerini, kör inat ve dinci – gerici ve de narsisistik takıntılarını artık bir yana bırakmaları ve sağduyulu davranarak yılların biriken hatalarından dönmeleri zo-run-lu-dur.

Türkiye saatini Greenwich meridyenine göre ayarlamak yerine Suudi Arabistan’a bağlamak ve sabahın karanlığında on milyonlarca insanı – çocuğu yollara düşürmek, üstüne üstlük bir de namaz saatlerini gün ışığına çekerek din kurallarını da ayaklar altına almak, Anayasayı açıkça çiğnemeyi pervasızca sürdürmek sağlıklı – olağan – normal bir ruh hali ile bağdaştırılabilir mi?

Bu sitede hep yazdık, iyiniyetle uyardık, güzelim atasözlerine gönderme yaptık..

  • Hatadan dönmenin erdem olduğunu… anımsattık..
  • Artık AKP = Erdoğan‘ın başka hiçbir seçenekleri kalmamıştır. Bu ülkenin iyi niyetli gerçek aydınları ve uzmanları hala, AKP = Erdoğan‘ın ne yazık ki tüm dışlama hatta utanılası – gerçekte yapanı utandırası AŞAĞILAMALARINA karşın, bilimsel akılcılığa dayalı gerçekçi çözümleme ve önerilerini hala ve sabırla sunmaktalar.

Oysa başta dincilik ve iflah olmaz Cumhuriyet düşmanlığı olmak üzere, iktidar nimetlerine kölelik düzeyinde bağlılık ve çooook kabaran suç dosyaları yüzünden AKP = Erdoğan yalın – çıplak gerçekleri bile algılayabilmekten uzak düşmüşler, ülkenin yakıcı gerçeklerine yabancılaşmışlardır. Bu algı küntleşmesi,belagat bağlanması!- bir yandan ülkemizi ağır biçimde yaralarken, AKP = Erdoğan’ı da inanılmaz bir hızla tüketmekte, hatta bir karadelik gibi yutmaktadır, yutacaktır..

Akla hayale gelmeyen tüm anormal araçlar kullanılarak, geleceğin olanakları tüketilerek.. çok yönlü ekonomik bunalım ve çöküşün yakıcı – çökertici faturasının halka yansıması sınırlanmaya çalışılmaktadır. 31 Mart 2019 gününe dek.. Ekonomideki bu sıkıyönetim ya da OHAL önlemlerinin, yüz kızartıcı “beka masallarının” sürdürülebilirliği yoktur. Hatta 31 Mart’a dek bile! Sonrası, ne yazık ve ne acı ki bir “tufan” tüm verilere göre.. Bu AKP = Erdoğan faturası kaçınılmaz olarak ödenecek. Ama asla tek yanlı değil..

Türkiye, bu dinci – gerici karşıdevrim saldırısını hiç kuşku yok altedecektir. Ancak tarih ve Ulusumuz, AKP = Erdoğan‘ı hak ettikleri yere koyacak ve asla hayırla anmayacaktır. Koşullar elverdiğinde elbette yasal düzlemde hesabı da sorulacaktır, sorulmalıdır mutlaka.

SONUÇ :

Bir an önce “rasyonaliteye dönmek” dışında AKP = Erdoğan iktidarının ömrünü uzatabilecek hiçbir mucize ufukta görünmüyor..

Sevgi ve saygı ile. 24 Şubat 2019, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Halk Sağlığı Uzmanı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

ERGENEKON: Emperyalist bir proje…

ERGENEKON: Emperyalist bir proje…

ALEV COŞKUN
Cumhuriyet
, 23.12.18

Ergenekon’un bize öğrettiği en önemli ders: Ergenekon, Türkiye’nin pazarlanmasını, bölünmesini temel olarak hedef almıştır. Atatürk’ün aydınlanma devrimlerini ve çağdaşlaşmayı savunan, ulusal çıkarları korumak isteyen aydınlar yetersiz ve örgütlenmeden uzak kaldıkları zamanlarda FETÖ tipi örgütler her zaman yeniden yaşam alanı bulacaklardır.

[Haber görseli]
İ. Selçuk, T. Saylan,  K. Okkır,  Ali Tatar  M. Tekin   K. Kozinoğlu

Türkiye Cumhuriyeti’nin 95 yıllık yaşamında, dış destekli en korkunç, en tehlikeli yıkım projesi, Ergenekon adı verilen hareket ve aynı adla açılan davadır. 
Bu yazı, büyük bir emperyal proje olan Ergenekon Kumpası konusunda altı kırmızı ile çizilen cümlelerle tarihe not düşmek için kaleme alınmıştır.
On bir yıl önce, 2007 yılında başlayan Ergenekon hareketi ve davası 2018 yılının Kasım ayı sonunda tamamen çöktü. Davanın savcısı, “… toplanan kanıtlar hukuka aykırı olup bu nedenle davada Ergenekon adını taşıyan bir örgütün varlığı ispatlanamamıştır.” dedi. 
Yargıtay 16. Ceza Dairesi de bir süre önce Ergenekon için “…proje yok, toplantı yok, örgüt organları yok, bu nedenlerle örgüt yok” demişti. Ancak bu yargılara varmak için ne yazık ki zulüm ve hukuksuzluklarla dolu on yılın geçmesi gerekmiştir.

Düğmeye basılma 
Ergenekon Kumpas Projesi için düğmeye 2007 yılında basıldı. Hemen ardından TSK’nin onurlu komutanları ve aydınlar Silivri Cezaevi’ne gönderildi. Bir süre sonra, 2450 sayfalık iddianame ve 600 klasörlük dava ortaya çıktı. 
Davanın ilk aşamasında, şimdi firar etmiş olan FETÖ’nün savcı ve yargıçlarıyla siyasal iktidar kol kola birlikte hareket ediyorlardı. Davanın Savcısı Zekeriya Öz’ün emrine Başbakan tarafından zırhlı bir Mercedes araba gönderilmişti. Kuşkusuz bu hareket “ben senin arkandayım” anlamına geliyordu. (AS: Başbakan Erdoğan “Ben bu davanın savcısıyım..” demişti hatta!)

Projenin ayakları 
Ergenekon, emperyalist bir projedir. 1. ayağı Türkiye Cumhuriyeti’nin TSK ve MİT dahil stratejik kurumlarının, 2. ayağı da Cumhuriyet gazetesinin ele geçirilmesini hedefliyordu. 
Nitekim dava, değişik davaların da birbirine eklenmesi sonucu devasa bir dosyaya dönüşmüş, davaya Danıştay saldırısı ile Cumhuriyet gazetesine atılan bomba girişimleri de eklenmişti. 
Bu nedenle, dava kapsamında ilk gözaltına alınanların başında, Cumhuriyet Gazetesi İmtiyaz Sahibi ve Başyazarı İlhan Selçuk geliyordu. 
21 Mart 2008 günü sabaha karşı, İlhan Selçuk’un evi basıldı, kitapları tarumar edildi, kendisi apar topar emniyet müdürlüğüne götürüldü. Psikolojik baskı metotlarıyla üç gün süren sorgulama yapıldı. Daha sonra çıkan iddianamede İlhan Selçuk için şunlar vardı:

1. İlhan Selçuk, gündemi belirlemek amacıyla kendi gazetesinin bahçesine bomba attırmıştır.
2. Danıştay saldırısını planlamış ve Yargıç Mustafa Yücel Özbilgin’in tasarlayarak öldürülmesine teşebbüs etmiştir. 
3. İlhan Selçuk çok akıllıdır, cep telefonu kullanmamaktadır. Bu nedenle Ergenekon örgütünün başıdır. 
Bu derece deli saçması bir iddianame ile karşı karşıya idik.

İkinci Cumhuriyetçiler 
Tutuklamalar, telefon dinlemeleri, evlerin ve ofislerin basılması, talan edilmesi, her şeye el konulması, insanların yaşamlarının tersyüz edilmesi karşısında ne medyada ne de sosyal arenada sesini yükselten fazla kişi vardı. 
Bu deli saçması iddialar karşısında, “Ergenekon büyük bir hukuksuzluktur, zulüm yapılıyor, ceza Hukukunun temel kuralları çiğneniyor, yargısız infaz yapılıyor, insanlar hukuksal dayanaktan yoksun gözaltına alınıyor, zindanlara tıkılıyor” denildiğinde; 
Ünlü İkinci Cumhuriyetçiler, “yetmez ama evetçiler” olan bitene kol kanat geriyor ve hemen şu yanıtı veriyorlardı: 
“Ama bunlar darbeci… 12 Mart ve 12 Eylül’de ne haksızlıklar ne zulüm ne yargısız infazlar yapıldı” diyerek eski günlere gönderme yapıyorlardı. Böylece geçmişte olanlardan, Ergenekon’un haksızlıklarına ve hukuksuzluklarına meşruiyet çıkarıyorlardı. 
Ergenekon davası sürecinde aralarında Kuddisi Okkır, Muzaffer Tekin, Ali Tatar, Prof. Dr. Türkan Saylan, İlhan Selçuk ve Kaşif Kozinoğlu yaşamlarını yitirdi.

Sadece Türklerin işi değil 
Ergenekon’un hemen başlarında, o tarihlerde artık emekli yaşamına girmiş olan eski Başbakan ve Cumhurbaşkanı Demirel“Bu iş sadece Türklerin işi olamaz… Bu ciddi bir organizasyon işi, burada mutlaka yabancı parmağı var” dedi (Akşam, 1 Aralık 2008) 
İlhan Selçuk yazdığı yazılarda ilk önce “Ergenekon planı”, adını verdiği bu projeye yeni bir isim buldu: “Ergenekon Rejimi.” 
Bu tanımlama doğruydu, çünkü Ergenekon projesi sonunda Türkiye’de yeni bir rejimin yaratılmasını amaçlıyordu.

Basın ayağı: Zaman ve Taraf 
Ergenekon bir yandan siyasal iktidarın desteğini alırken, projenin basın destekçileri de Zaman ve Taraf gazetesiydi. Taraf gazetesinin başını çeken yazıişleri müdürü eşi CIA görevlisiydi ve bu husus herkesçe biliniyordu.
Nokta dergisinde, genel yayın yönetmeni Alper Görmüş, “Darbe Günlükleri”ni yayımlıyordu. Sabah gazetesinin Ankara temsilcisi Aslı Aydıntaşbaş, yazdığı yazıda “Ergenekon Analiz ve Yeniden Yapılandırma” belgeselinden söz ediyor ve bu belgenin zarf içinde kendisine gönderildiğini ileriye sürüyordu. 
Taraf gazetesi, sadece manşetlerde, yorumlarda değil, eylemli olarak da Ergenekon’a destek veriyordu. Gazetenin çalışanı

  • Mehmet Baransu, düzmece belgeleri bir bavulla savcıya teslim ediyordu.

Benzer bir rolü gazetenin yazarlarından Yıldıray Oğur da yerine getiriyordu. 
Yasemin Çongar, Taraf’taki 14 Ocak 2009 tarihli yazısında, Zaman gazetesinden İhsan Dağı’ya gönderme yaparak, aslında projenin içeriğini ve amaçlarını açıklıyordu. İlhan Selçuk, bir gün sonraki “Ergenekon’da ABD/ NATO Parmağı…” başlığını taşıyan yazısında, bu durumu analiz ediyordu. Sözü İlhan Selçuk’a bırakalım: 
“Çongar diyor ki: Ergenekon’un TSK içinden sökülüp atılması gerektiğine inanmış ordu mensupları var. İhsan Dağı dünkü Zaman’da ‘Rus Yanlısı Darbeye Ergenekon’ başlıklı bir makale yazdı, bazı satırları birlikte okuyalım: Amacı dışına çıkan ve ‘Rusçu’ bir kliğin kontrolüne giren Türk Gladio’su artık korunup kollanmıyor… Elli yıldır Batı güvenlik sistematiğinde bulunan bir ordunun Rusya yanlısı, NATO, ABD ve AB ile işbirliğine karşı ‘Rusçu’ bir kliniğin eline geçmesine seyirci kalınır mı?” 

Yasemin Çongar yazısını şöyle sürdürüyor: 

“Washington’da Türk ordusunun ‘gitgide Batı’dan kopan unsurlarıyla, Rusya’nın etki alanına giren, AB sürecini baltalamaya çalışan, Kıbrıs’ta çözümü engelleyen, demokratikleşmeyi içine sindiremeyen, 1920’lerin zihniyetine tutsak, (…) giderek Türkiye toplumundan da kopuk’ bir kurum olarak algılanmaya başlandığını gözledim…”

Amerikan tezgâhı 
İlhan Selçuk yazısını şöyle sürdürüyor: 
“Vaktiyle Cumhuriyet’te çalışmış olan Yasemin Çongar’ı kutlarım… Ergenekon’un Amerikan tezgâhı olduğunu ondan başka hiçbir kişi bu yetkinlikle anlatamazdı. Ama, yazıda asıl CIA kokusu bir başka yerden çıkıyor… Çongar, Türk Silahlı Kuvvetleri’nde iki eğilim olduğunu da Fethullahçı İhsan Dağı ile birlikte ustaca dile getiriyor… Neymiş ordudaki iki eğilim?… Ergenekoncular… Ve karşıtları…” (Cumhuriyet, 15 Ocak 2009) 
Çongar’ın bu yazısının analizinden şunlar çıkıyor: 
1. TSK içinde iki eğilim vardır, Ergenekoncular ve karşıtları 
2. Ergenekoncuların amacı, Rusçu bir kliğin denetimine giren Türk Gladio’sunu koruyup kollamaktadır. 
3. 50 yıldır Batı güvenlik sisteminde bulunan Türk ordusunun, Rusya yanlısı bir kliğin eline geçmesine seyirci kalınamaz. 
Bu analizden şu çıkıyordu, “Ergenekon davası TSK’yi Nato ekseninde korumak için yaratılmıştır.” İlhan Selçuk, başka bir yazısında “Ergenekon”u “karşıdevrim” olarak niteliyordu.

Tarihe düşülen not 
Şimdi, sözü uzatmadan kalın harflerle tarihe not düşelim: 
1. Ergenekon, başlangıç tarihi olan 2007 yılından, 15 Aralık 2015 tarihine kadar siyasal iktidardan destek almıştır. Başbakan Erdoğan, Meclis kürsüsünden bu davanın savcısı olduğunu ilan etmiştir
2. Ergenekon uluslararası bir projedir. Bu proje, binlerce km ötede planlanmış, Türkiye’de FETÖ cemaatine bağlı Emniyet mensupları, savcılar ve yargıçlar tarafından yürütülmüştür
3. Ergenekon’un temel hedefi TSK’yi ele geçirmektir. Onurlu komutanlar ve T.C.’nin 26. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ Silivri zindanlarına gönderilmiştir. TSK’nin Genel kurmay Başkanı terör örgütü başı olarak nitelenmiştir. TSK’nin kozmik odasına girilmiştir.
4. Ergenekon, ulusalcı komutanları ve aydınları hedef almıştı. Prof. Haberal, Prof. Alemdaroğlu, Prof. Hilmioğlu, Prof. Yurtsever, Prof. Manisalı gibi ilim adamları içeriye alınmıştı. Gazeteciler, İlhan Selçuk, Mustafa Balbay, Tuncay Özkan içeriye alınmış, bu süreçte birçok kişi yaşamını yitirmiştir. 
5. Ergenekon’a basın dünyasında özel olarak kurulduğu artık bilinen Taraf gazetesi ve Zaman gazetesi en büyük desteği vermiştir
6. Ergenekon’a “yetmez ama evetçi” dönek solcular en büyük desteği vermişlerdi. Bu kişiler Ergenekon aracılığıyla, “Türkiye’nin bağırsaklarının temizlendiği”ni söyleyecek kadar akıl ve mantık sistemlerini yitirmişlerdi. Bu durum tarihsel açıdan dönek solcular için en büyük utanç kaynağı olmalıdır.
7. Ergenekon, Türk devletinin, emperyal güçler tarafından ele geçirilmesi projesidir. Özellikle TSK’nin çökertilerek, FETÖ sistemi kanalıyla tamamen CIA’nın eline geçmesinin sağlanmasını hedefleyen bir emperyal projedir. 
8. Ergenekon, Türkiye’nin parçalanmasını, bölünmesini temel olarak hedef almıştır.

Ergenekon’un bize öğrettiği en önemli derse gelince :

  • Atatürk’ün aydınlanma devrimlerini ve çağdaşlaşmayı savunan, ulusal çıkarları korumak isteyen aydınlar yetersiz ve örgütlenmeden uzak kaldıkları zamanlarda FETÖ tipi örgütler dış desteği arkalarına alarak her zaman yeniden yaşam alanı bulacaklardır.
    ====================================

    Cumhuriyet Vakfı Başkanı eski bakan, deneyimli yazar – siyasetçi – bilim insanı Sn. Dr. Alev COŞKUN‘u, tarihe not düşen bu önemli belgesel yazısı için kutluyoruz, teşekkür ediyoruz..

    Dr. Ahmet SALTIK
    24.12.2018, Ankara

Köy Enstitüleri : Anadolu Rönesansı’nın Yıldönümleri


Dostlar,

17 Nisan 1940.. Köy Enstitüleri’nin açılışı.. 73 yıl geçti..

27 Ocak 1954.. Köy Enstitüleri’nin kapatılışı.. 59 yıl geçti..

Tüm engellemelere karşın “Yeni Kuşak Köy Enstitülüler” yetişti! 

Örgütlendiler ve Derneklerini kurdular.
Başında, değerli meslektaşım Dr. Alper AKÇAM var..
http://www.ykked.org.tr/ web sitesi etkin ve çok öğretici..

AYDINLANMA IŞIĞI SÖNMEYECEK… ilkesiyle çalışmaktalar..

Bu gün İzmir’de bir etkinlikleri var.. Aydınlanma Onur Ödülü’nü,
bilge insan DOĞAN HIZLAN’a sunacaklar..

Bir de panel var elbette, güne not düşecekler..
İzmirli dostlar kendilerini çok şanslı saymalı bu oturum nedeniyle..

Bu görkemli kurumların benzerlerini, günün koşullarına göre yeniden yaratmak
ve işlev kazandırmak gerek.

Çünkü halkın eğitimi sorunu aşılamadı. Devrimi koruyup – kollayacak kuşaklar yeterince üretilemedi.

Büyük Atatürk,

  • “Cumhuriyet fikren, ilmen ve bedenen güçlü ve yüksek düzeyli koruyucular ister..” uyarısında bulunmuştu.

Atatürk Devrimi = Anadolu Rönesansı denklemi çok net ve kesindir.

Köy Enstitüleri bu denklemin anahtarı idi; mutlaka kaldığı yerden devam etmeliyiz.

Prof. Dr. John DEWEY, Büyük Atatürk‘ün ABD’den davet ettiği ve görüşlerinden yararlamdığı bir eğitmbilimci idi. Bakın ne diyor Köy Enstitüleri için :

  • “Hayalimdeki eğitim kurumları ‘
    Köy Enstitüleri olarak’ Türkiye’de kurulmuştur.”

imeceye_cagri

Bir kez daha BOZ URBALILARA selam olsun!

Sevgi ve saygı ile.
17.4.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

===========================================

EKONOMİ POLİTİK
Cumhuriyet 27.4.11

Prof. Erinç Yeldan

portresi

Anadolu Rönesansı’nın Yıldönümleri

Geçen hafta Anadolu devriminin en önemli köşe taşlarından birisinin,
23 Nisan Egemenlik Bayramı’nın yıldönümünü kutladık.
Bu ay içinde genç Cumhuriyetin en önemli kazanımlarından bir diğeri ise
17 Nisan 1940 tarihinde kurulmuş olan Köy Enstitüleri idi.

  • Köy Enstitüleri projesi, okuma yazma oranı %5’i bile bulmayan
    Anadolu gerçeğinin kendi tarihini yaratma mücadelesidir.”
     desek yanlış olmaz.

Tümüyle Türkiye’ye özgü olan bu eğitim projesini 28 Aralık 1938 tarihinde
Milli Eğitim Bakanı olan Hasan Âli Yücel ile dönemin İköğretim Genel Müdürü
İsmail Hakkı Tonguç bizzat yönetmişti.

Köy Enstitüleri, geleneksel “derse ve kitaba dayalı eğitim” yerine, yaşamın pratiği içinde, “iş için, iş içinde eğitim” ilkesi eğitim anlayışıyla kurulmuştu.
Dahası, her Köy Enstitüsünde öğrenciler kendi okullarını ve üretim atölyelerini kendileri inşa ediyor; kendi öğretmenlerini yetiştiriyordu. Öğretmenleri ise gerek öğrencilere, gerekse köylülere pratik tarımsal üretim tekniklerini, okuma yazmayı ve temel bilgileri öğretiyordu.

1940-46 arasında Köy Enstitülerinde on beş bin dönüm tarla tarıma elverişli hale getirilmiş ve kapatıldığı 1954 yılına dek 1.308 kadın ve 15.943 erkek toplam
17.251 köy öğretmeni yetiştirilmişti.

Ancak, Köy Enstitüleri, yalnızca okuma yazma, temel bilgiler ve pratik üretim eğitimi ile değil, aynı zamanda sanat, edebiyat ve müzik eğitimi alanlarında da öncü kurumlar olarak tanınmaktaydı. Öğrenciler, geleneksel saz, keman ve mandolin gibi müzik aletlerini öğrenmekte ve oluşturdukları bandolarda 17 Nisan ve 29 Ekim şenlikleri başta olmak üzere konserler vermekteydi. Hasan Âli Yücel, Milli Eğitim Bakanlığı döneminde çok sayıda dünya edebiyat klasiğini Türkçeye tercüme ettirmişti.

Köy Enstitüleri, öğrencileri her yıl 25 tane (ayda 2 tane!) klasik romanı okumakla yükümlüydü.

Köy Enstitüleri, kanımızca Anadolu gençlerinin birer yurttaş olarak gelişimine
4 alanda öncülük etmiştir:

İlki, Köy Enstitülerinde eğitim gören gençler konuşmayı ve kendilerini ifade etmeyi öğrenmişlerdir. Bu konuda çok sık anlatılan bir öyküye göre, İsmail H. Tonguç bir enstitü ziyaretinde öğrencilere sorduğu sorulara yanıt alamaz. Genç öğrenciler utançlarından Tonguç’un yüzüne bile bakamazlar. Bunun üzerine Tonguç
şu yorumda bulunur:

“Anadolu köylüsü 600 yıldır susturuldu. Bundan böyle bu öğrencilerimize yalnızca matematik ve fen ilimlerini değil, aynı zamanda konuşmayı da öğretmeliyiz”.

Köy Enstitüsü öğrencilerinin ikinci kazanımı haklarını arama kararlılıklarıdır.

Alev Coşkun’un bize aktardıklarına göre, öğrenciler, öğretmenleri ve yöneticileri ile birlikte her cumartesi günü toplanmakta; karşılıklı olarak yakınmalarını bildirmekte ve açık eleştiri ve özeleştiri ortamında demokratik hak arama bilinci geliştirmekteydiler.(*)

1940’ların baskıcı ortamında verilen bu demokrasi sınavı, gerici, karşıdevrimci çevreler tarafından “komünistlik öğretiliyor” propagandası yayılarak engellenmek istenmiş ve bu mücadele, Enstitülerin kapatıldığı 1954 yılına dek sürmüştür.

Köy Enstitülerinin üçüncü kazanımı laik ve çağdaş eğitim anlayışını Anadolu insanına tanıtmasıdır. Bilimsel kuşkuculuk, öğretileni sorgulamak, sanat, edebiyat ve müziğe yakın ilgi Köy Enstitülerinin ana eğitim felsefesini oluşturmaktaydı.
Ama daha da önemlisi, (dördüncü olarak) Köy Enstitülerinde kız ve erkek öğrenciler bir arada karma eğitim yapıyor ve birlikte okuyor, birlikte çalışıyor ve
birlikte üretiyordu.

Kadın erkek eşitliği ve yurttaşlık bilincinin temellerinin atıldığı Köy Enstitüleri,
kısa zamanda büyük toprak sahiplerinin, ağaların ve Cumhuriyet Türkiye’sinin karşıdevrimcilerinin ortak düşmanı haline geldi.

“Komünizm tehdidi”, “Din elden gidiyor”, “Halkımız din eğitimi alabilecek imam ararken gençlerimiz komünistlik öğreniyor.” türünden gerici propagandalar, Türkiye’nin NATO üyeliği ve Marshall yardımı aracılığıyla Amerikan emperyalizminin güdümüne girdiği yıllarda Köy Enstitüleri büyük bir karşı saldırıyla karşılaştı.

Nitekim köy ağaları bir yandan kırsal kesimde kendi egemenliklerinin sonu olabilecek Köy Enstitüsü eğitim sistemine karşı çıkarken bir yandan da

ABD; Türkiye’ye sağladığı mali destek karşılığında

– “beş yıllık kalkınma planları” ve 

– Köy Enstitüleri”leri gibi “Sovyet sistemine benzer uygulamaların” 

kaldırılmasını talep etmekteydi.

Karşıdevrimci muhalefetin saldırılarının yükselmesiyle birlikte 1947’de Köy Enstitülerinin müfredatları değiştirildi ve sonunda da 1954 yılında Milli Eğitim Bakanı Reşat Şemsettin Sirer tarafından kapatıldı. İsmet İnönü“CHP oy yitiriyor kaygısıyla” bu gelişmelere sessiz kaldı.

Köy Enstitülerinin tarihçesi, özellikle genç okurlarımız için geçmişte kalmış,
nostaljik bir proje olarak görünebilir. Oysa bu proje çok sayıda akademik araştırmaya konu olmuş, tüm dünya eğitim yazınında büyük ilgi uyandırmış bir ulusal yurttaşlık projesinin atıldığı çok önemli bir adımdır.

  • Köy Enstitüleri; Anadolu İhtilali’nin ve yarım bıraktırılmış
    Anadolu Rönesansı’nın 
    son derece önemli bir mihenk taşıdır.

 

Nice 17 Nisan’lara…

_________________________

(*) Alev Coşkun, “Hasan Âli Yücel, Aydınlanma Devrimcisi”,
Cumhuriyet Kitapları, Nisan 2007.

Kürt Sorununu Çözmek…

Dr. Alev COŞKUN
Eski Turizm Bakanı

Kürt Sorununu Çözmek…
(Cumhuriyet 05.09.2012)

AKP dış politikası, öyle bir izlenim veriyor ki Türkiye Cumhuriyeti, Tahran, Irak merkezi hükümeti ve Şam ekseninin karşısında “stratejik bir tehdit” ekseni oluşturan bir konuma düştü. PKK’nin bu durumlardan yararlanmasına vesile oldu, örgütte yeni bir hareketlenme başladı.

Adına “Kürt”, “terör” ya da “Güneydoğu” sorunu deyiniz, Türkiye’nin uzun yıllardır süren bir sorunu var. PKK ile Türkiye Cumhuriyeti’nin sivil, asker tüm unsurları arasında 1984 yılında başlayan çatışma sürüyor ve 28 yılını doldurdu. Bu çatışma ya da “alçak yoğunluklu stratejik savaş” kimi zaman çok alt düzeylere indi, kimi evrelerde ise üst düzeylere tırmandı.

Örneğin 1999 yılında, Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edilmesi sonunda, PKK tek yanlı ateşkes dönemine girdi ve terör olayları hemen hemen yok olma noktasına geldi.Özellikle 2003’te ABD’nin Irak’a askeri güçle girmesinden sonra, PKK terörü yeniden yükselişe geçti. Kuzey Irak’ta kendisine dost bir bölge ve güç yaratmak isteyen ABD’nin uyguladığı politikalar sonunda PKK’nin Kuzey Irak’taki varlığı korumaya alındı. PKK, 1999’da ara vermek zorunda kaldığışiddet eylemlerine 2004’te yeniden başladı.

O günden bugüne kadar geçen 8 yıllık sürede, AKP iktidarının aldığı çelişkili kararlar, PKK için yeni zeminler yarattı, yeni fırsatların doğmasına vesile oldu. Malatya-Kürecik üssünün kurulması İran’ı tedirgin ederken, Suriye’ye karşı uygulanan politikalar Güneydoğu sınırlarımızda yepyeni kargaşaların zeminini yaratırken, PKK için yepyeni fırsatların da doğmasına neden oldu. Son 6 aydır, Suriye’deki karmaşa ve Ankara’daki siyasal iktidarın özellikle “Müslüman Kardeşler’le dayanışma” izlenimi veren Suriye politikaları PKK’de yeni bir hareketlenmeye neden oldu.

Davutoğlu liderliğindeki AKP dış politikası, öyle bir izlenim verdi ki Türkiye Cumhuriyeti, Tahran, Irak merkezi hükümeti ve Şam ekseninin karşısında“stratejik bir tehdit” ekseni oluşturan bir konuma düştü. PKK’nin bu durumlardan yararlanmasına vesile oldu, PKK’de yeni bir hareketlenme başladı.

PKK’nin 23 Temmuz’da Şemdinli’ye saldırması, orada mevzi tutmaya bir özerk alan yaratmaya çalışması, iki gün önce Beytülşebap kaykamamlığını ele geçirmek isteyişi, bölgede süreklilik kazanan bir savaş ortamı yaratıyor.

Sonuçta AKP hükümetince uygulanan politikalar PKK’ye büyük fırsatlar sunmaya başladı. Türkiye doğuda İran’a, güneyde merkezi Bağdat hükümetine ve Suriye’de Şam yönetimine karşı izlenen politikalar üzerinde yürürken, onların da kendilerini korumak için ellerindeki hazır güç PKK’yi kullanmalarının, dış politik koşulların doğasına aykırı gelmediğinin bilinmesi gerekir.

Şemdinli’den sonra Foça’da, daha sonra da Gaziantep’te ve Beytülşebap’ta “icra edilen” operasyonlar tesadüfi değildir. Sivil ölümlere de neden olan bu saldırıları bir taşeronluk olgusu içinde ve bu geniş tablo çerçevesinde değerlendirmek gerekir.

Sorunun çözümü

30 yıldır süren PKK terörü konusunda herkes bir çözüm önerisinde bulunuyor. Kimisi “âkil adamlar” diyor, kimisi “Meclis toplansın” diyor, Batı dünyası da “bir çözüm üzerinde uzlaşın” diyor.

Kimisi, üniter yapı korunsun, ama Kürt sorunu çerçevesinde özgürlükler genişlesin diyor. Oysa PKK ve Kürt sorununun TBMM’deki temsilcisi niteliğindeki BDP, Güneydoğu’da 8-10 ilin kendilerine verilmesini istiyorlar ve bunu artık açık bir söylemle ortaya getiriyorlar.

Özerk bir bölge, bağımsız bir meclis kurmayı ve bu bölgede tüm doğal kaynakların yönetiminin kendilerine devredilmesini istiyorlar. Bunun anlamı, Türkiye parçalanmalı, işte o zaman PKK ortadan kalkar diyorlar.
Türkiye’den koparılmak istenen bu bölgenin doğal kaynaklarına bakmak gerekir. Geçenlerde, Hakkâri ilinde önemli oranda petrol kaynakları bulunduğunu Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız açıkladı.

Ancak hemen ardından, bu önemli kaynakların PKK yüzünden işletilemediğini ve değerlendirilemediğini belirtti. Enerji Bakanı’nın bu açıklamasına hemen kızıp, sert yanıtlar vermemeliyiz. “Nasıl olurmuş, Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları içindeki bir bölgede T.C. nasıl sondaj yapamıyor, nasıl o kaynakları işletemiyor?” diyerek celallenmemeliyiz.

Doğal kaynaklar ve sorular

Tersine bunun nedenleri üzerinde durmalıyız. Şimdi aşağıdaki sorular önemlidir ve bizi ciddi bir analize götürür.

• Kuzey Irak özerk bölgesi neden kuruldu?
• Kuzey Irak özerk bölgesindeki doğal kaynakların denetiminde merkezi Irak hükümeti neden etkin olamıyor?
• Kuzey Irak bölgesinden çıkan petrolün Bağdat merkezi yönetiminin etkisi dışında Türkiye üzerinden dışa açılmasının nedenleri nelerdir?

Hemen ardından da şu soruyu sormalıyız:

• Türkiye’nin sahip olduğu doğal kaynakların yoğun olduğu Güneydoğu coğrafyasında her gün çoğalan terör olaylarının bu doğal kaynaklarla bağlantısı var mıdır?
Bu bağlamda, özellikle bu coğrafyanın TC Merkez Hükümeti yerine uluslararası büyük finans merkezlerinin denetimine girmesi yönünde Kuzey Irak’taki Kandil’in rolü var mıdır?

Yukarıda belirtilen bu bağlantıların terör olaylarındaki etkisi nedir?
Tüm bu sorular, gerçekçi olarak yanıtlanır ve analiz edilirse, “Kürt sorunu” ya da “Güneydoğu sorunu”nun çözümünde TC, PKK, BDP’nin dışında uluslararası aktörlerin etkileri kabul edilecektir.

Bu sorunun (Kandil, PKK, Kuzey Irak gibi) temelinde, Batılı devletlerin PKK’ye ve kadrolarına silah, lojistik ve siyasal destek sağlayan politikaları gözden uzak tutulamaz.

30 yıldır çözülemeyen PKK ve terör tablosuna, şimdi bu önemli doğal kaynakların denetimi yanında, doğudaki İran’ın ve güneydeki Suriye’nin milli çıkarları da girmiş bulunuyor.

Türkiye daha çetin günlere doğru gitmektedir. Her kesimin Türkiye’nin ulusal çıkarlarına sahip çıkması ve duyarlı olması gerektiği çok kritik bir dönemden geçiyoruz.