Kategori arşivi: Yurttaş Saltık

Önce doğru anayasal bilgi

İbrahim Ö. Kaboğluİbrahim Ö. Kaboğlu

Siyaset 14.09.2023 BİRGÜN

1 Eylül Anayasa çağrısına  “Anayasal totalitarizme hayır!” yanıtım üzerine 27. Yasama döneminde TBMM’de en yakın çalışma arkadaşım ve sevgili meslektaşım Dr. Sibel Özdemir’in tweet paylaşımı anlamlı:

“CB’nin 2017 Anayasası ile yok saydığı, itibarsızlaştırdığı “Siyasi Partiler, Üniversiteler, Yüksek Mahkemeler, Barolar, STK’lara demokratik Anayasa için destek çağrısı oldukça ironik. Asıl ve acil çağrı bu Kurumların olmalıydı.”

Cumhurbaşkanı, 12 Eylül’de daha kararlı: “Türkiye Yüzyılı hedefimizin unsurlarından biri olan yeni anayasayı milletimize kazandırana kadar çalışmayı, gayret etmeyi, mücadeleyi asla bırakmayacağız.”.

Tarihsel bilgi yanlışlarını bir yana bırakarak güncel sorunlara ilişkin düzeltme, saptama ve öneriler yapacağım:

1) “12 Eylül yönetiminin ülkemizin kalbine sapladığı en büyük hançer, üzerinde hala konuştuğumuz, tartıştığımız 1982 darbe anayasasıdır.”

12 Eylül söylemi, şu üç gerçeği örtmemeli:

-Kitlesel kıyımlar, 15 Temmuz darbe girişimi bahanesiyle Cemaat palazlanması karşıtı ve laik düzen yanlılarına yapıldı; FETÖ işbirlikçileri korundu.

-Anayasal onarım, 1987-2004 değişikliklerinde insan hakları ve demokrasi yönünde 1982 metninin iyileştirilmesidir.

-2017 değişikliği; Hükümeti, siyasal sorumluluğu ve denge-denetim kurallarını kaldırarak Anayasa tarihimizde “en derin kopuş” tur.

  • Özetle; eğer yürürlükte bir darbe Anayasası varsa, bu 1982 değil 2017 metnidir.

2) “Türkiye, çok daha iyi bir anayasayı ziyadesiyle hak ediyor . Doğru; Türkiye’yi çağdaş anayasacılıktan “en çok” uzaklaştıran ve kendi tarihine “en çok” yabancılaştıran, hiçbir darbe Anayasasını aratmayan bir “anayasa dışı kurgu” ayracı kapatılmalı.

3) “…kağıt üzerinde çok iyi metinlere sahip anayasaları olup da demokrasiden ve hukuk devletinden çok uzak uygulamaların hüküm sürdüğü ülkeler de söz konusudur.” Bu sözler,  AKP’ye bırakılan anayasal mirasa karşın,  2017 öncesi “anayasasızlaştırma” teyidi gibi.

 4) “… bize lazım olan, lafzı, ruhu ve hacmiyle, milletimizin dünyaya ve hayata bakışına, ülkemizin birikimine ve hedeflerine uygun bir anayasa metnidir.” 2017 kurgusu, Osmanlı-Cumhuriyet birikimini tümüyle yadsıdığı gibi, son 25 yılın “sivil anayasa”  çalışmalarının hiçbiri bunu önermemişti.

5) “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçiş yapılırken anayasayı tümden yeniden yazma teklifimiz, yine muhalefetin uzlaşmaz tavrı sebebiyle maalesef hayata geçemedi…” Ama 18 madde, demokratik muhalefete karşın, Anayasa dışı ve meşru olmayan yol ve yöntemlerle dayatıldı.

6) “Ülkemizin iki asırlık yönetim sistemi arayışının zirvesi olarak gördüğüm, ilk dönemini bitirip ikinci dönemine girdiğimiz Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ni de bu kapsayıcı muhasebenin bir parçası kabul ediyorum.” Bu sözlerCBHS’nin iflasının itirafı…

7) Buradan tüm siyasi partilere, sivil toplum kuruluşlarına, akademi mensuplarına sesleniyorum, gelin konuşalım, tartışalım, müzakere edelim ama bu süreçten kaçmayalım..”. Hangi ortamda? Kendinizi bütün kamu görevlilerinin disiplin amiri yaptınız (R.G. 30.04.2021) ve size bağlı DDK’ye, “derneklerde, vakıflarda, kooperatiflerde, birliklerde ve bu kurum ve kuruluşların ortaklık ve iştiraklerinde “ denetim  yetkisini tanıdınız (RG 26.08. 2021).

8) ÜÇ SAPTAMA:

-Ana sorun: Hesap verebilir siyasal iktidar yoksunu anayasal düzen, demokratik değil.

-Vahim durum:  Resmi kurumlar -üniversiteler dahil- talimatla biat kültürüne sokuldu; yarı resmi ve sivil örgütler işlevsiz kılındı.

-En vahim olanı: 12 Eylül sonrası tasfiyeler, 80’lı yıllar sona ermeden onarıldı; 20 Temmuz 2016 kıyımları kalıcı kılındı; yeni kıyımlar sürüyor, özgürlükten yoksun kılmaya değin.

9) ÖNKOŞUL: Tartışma ortamı için, Anayasa’ya ve düşünceye saygı duyulmalı; Anayasa’ya aykırı uygulamalara ve düşünce suçlarına derhal son verilmeli…

10) ÖNCELİKLİ GEREKSİNİMDOĞRU BİLGİ: AKP, devraldığı anayasal mirası 15 yılda yok etti; Türkiye’yi “anayasasız” bir zemine sürükledi ve böylece iktidarının bekasını sağladı. Şimdi ise, “toplum mühendisliği” için Anayasal bilgi kirliliği yayıyor. Oyun büyük. Bu nedenle, doğru bilgi öncelikli…

Piyasalaşan anayasa

 

Anayasa tartışması devam ediyor. Sevgili Aydemir Güler’in geçen Cumartesi yazısınaTürkiye, ben kendimi bildim bileli Anayasa tartışır.” tümcesiyle başlaması abartı değil. Ancak kendisinin de vurguladığı gibi bu tartışmanın gerçekçi olanı ve olmayanı var.

Anayasal gelişme ve gerileme tezlerinin yansımalarıyla ya da daha gerçekçi deyişle toplumsal ilişkilerin yansıma biçimleriyle süregelen bir anayasa geçmişimiz var. Sokaklarda “İslam Anayasası” broşürü dağıtılan, İslam anayasasına geçilemeyen ama geçilmiş gibi yaşanılan bir ülkedeyiz.

  • Anayasanın özü, bireysel ve toplumsal olarak insan olmalı.  

Özünde ilerlemeci, aydınlanmacı, eşitleştirilmiş insanlığın insanı olan anayasa gelişmenin yansıması; karanlığın, gericiliğin ve sömürünün insanı olan anayasa gerilemenin yansıması.

Anayasal gerileme tezlerinin özelliği “yapı”yı, “ilişkiler”i, “eşitsizliği”, “hakları” gizleyip biçimle uğraşmaları. Biçim ağırlığı organlarıyla, görev ve yetkileriyle devlete verildiğinde, akan suları durdurduklarını sanıyorlar.

Erdoğan’ın 12 Eylül günü Ulucanlar Eski Cezaevinde düzenlenen “Yeni Anayasa Sempozyumu”nda yaptığı açıklamalar, “yeni, sivil, demokratik, özgürlükçü, kuşatıcı” sözcükleriyle “ideal anayasa metni” çağrıları “düzen aynı kalacak ama anayasa yenilenecek” demekten öte bir şey söylemiyor, söyleyemez de… AKP ve ortakları iktidarının “demokratik, özgürlükçü ve kuşatıcı” derken kimleri, hangi ideoloji ve siyaseti kapsadığı, kavramları nasıl yanılsama içine soktuğu 2002’den bu yana her yönden kanıtlandı.

Sermaye sınıfının ve ortağı gericilerin özgürlüğü, onların siyasetlerinin demokratlığı dışında ne yaşadı Türkiye? İlericilerin, aydınların, sanatçıların, gazetecilerin, çocukların, kadınların ve bütünüyle emekçi halkın hak ve özgürlüklerinin engellenmesi ve sömürülmesi, doğanın talanı dışında ne yaşadı Türkiye?

Her seçimde emekçi halkın genel oy hakkının sömürücüler ve siyasetçileri tarafından çalınmasının dışında ne yaşadı Türkiye?

  • Zamlar ve pahalılık, yağma ve soygun, doğa ve kadın katliamı, işçi cinayetleri,
    sınırsız sömürü
    dışında ne yaşadı Türkiye?

1921 Anayasasından 1982 Anayasası ve değişikliklerine dek ne tartışmalar ve değişiklikler yapıldı ne hükümet değişiklikleri uygulamaya sokuldu… “Meclis hükümeti”nden “parlamenter rejim”e geçen Türkiye oradan da “başkanlı rejim”e geçti. “Dini İslam”dan “laik hukuk”a geçen devlet, Anayasaya karşın dinsele teslim edildi. Arada anayasal gelişme tezleri de yaşama sokulduysa da, anayasaların ekonomi politiği olan sömürü değişmedi, derinleşti.

Bugün hep vurguladığımız gibi, “anayasalı anayasasızlaştırma” dönemindeyiz ve Erdoğan’ın “yeni, ideal anayasası”nın özü bu… Yanılsamalarla, dinsellikle oyalayarak ve uyuşturarak kolay yönetim, kolay sömürü. Bu düzene engel olmayan hukuka evet, olana hayır.

Zaten kapalı olması gereken ama her alanda yaygınlaşarak büyüyen
tarikat ve cemaatler kaldırılmadan yeni anayasa yapılamaz.

Laiklik siyasette, devlette, hukukta, her alanda ödünsüz ve eksiksiz uygulanmadan yeni anayasa yapılamaz.

Özelleştirmeler yasaklanmadan, özelleştirilen, kamusal hizmetleri yürüten, toplumsal üretim araçlarını elinde tutan özel mülk ve işletmeler devletin elinde kamucu yapılmadan yeni anayasa yapılamaz.

Kapitalizme ve emperyalizme, onların NATO, IMF, DB gibi örgütlerine bağımlılıktan kurtulmadan yeni anayasa yapılamaz.

Evet bunlar iktidar konusu ve sorunu.

Sömürücü düzenin adları farklı, özleri aynı siyasal partilerinin anayasalarının, içinde ara sıra gerçekçi gelişme tezleri taşısa da, sömürücü düzenin ilişkilerini yansıttığı unutulmamalı. O gerçekçi tezlerin anayasanın metni içine –1924 Anayasasındaki laiklik ve toprak reformu, 1961 Anayasasındaki hak ve özgürlükler, 1982 Anayasasındaki katı hak ve özgürlük sınırlamalarının esnetilmesi gibi- yerleştirilmiş olmasının sömürü ilişkilerine dokunmadıkça yaşatıldığı, dokunduğu an askıya alındığı ya da değiştirildiği unutulmamalı.

Siyasal iktidarların hukuksal belgeleri ve örgütlenmeleri sermaye iktidarından ve toplumsal yapılanmadan ayrı olmaz.

Ve evet iktidar konusu ve sorununu çözecek olan da sınıfsız ve sömürüsüz toplumun halk iktidarı.

Türkiye’yi kapitalist/emperyalist ilişkilerin içine çekerek demokratlaştırdığını iddia edenler, ılımlı İslamın içine çekerek uyumlulaştıranlar iktidarda ve düzen içi siyaset de aynı düzenin kuyruğunda. Erdoğan’ın “yeni anayasayı gelin birlikte yapalım” çağrısı liberalizm bulamaçlı düzene.

Bu çağrıda ve olası uzlaşmada “anayasanın kurucu unsuru ne olacak” sorusunun yanıtı yok.

Anayasanın kurucu unsuru dinsellik mi olacak laiklik mi, piyasa mı olacak emek mi?

Erdoğan’ın “MHP ve AKP dışında yeni bir anayasa metni hazırlayan teşekkül çıkmadı” demesi, TBB’den DİSK’e, TÜSİAD’den kimi derneklere ve düzen içi siyasal partilere dek yapılan çalışmaları görmezlikten gelmesinden öte “ne yapılacaksa biz yaparız”ı işaret ediyor. Erdoğan hep yaptığı gibi meydan okuyor. “Yurtsever Hukukçular”dan Avukat Mert Doğan’ın anımsattığı gibi Erdoğan’ın yeni anayasa açıklaması 2010 Anayasa değişiklikleri öncesi açıklamalarıyla koşut. Aynı nakarat.

Kargadan başka kuş tanımam örneği düzen içinde yapılan anayasa çalışmaları tanınmazken “Toplumcu Anayasa” çalışmalarının yanına bile yaklaşılmıyor. Cumhuriyet ve Sosyalizm için örgütlenme ve savaşım güçlendikçe Toplumcu Anayasanın yaşama geçeceği düzen yakınlaşacak, düzenin yanılsama balonları sönecek.

12 Eylül 1980 Darbesinin 43. yılında ADD Basın Açıklaması

Dostlar,

12 Eylül 1980 gerici faşist darbesinin 43. yılında ADD-Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Merkezinin basın açıklaması aşağıda PDF ve word dosyası olarak paylaşılmaktadır.

Basın Açıklaması-12 Eylül Faşist Darbesi

Basın Açıklaması-12 Eylül Faşist Darbesi

Darbenin hemen ardından, dönemin ABD Genelkurmay Başkanı’nın, dönemin ABD Başkanının kulağına eğilerek “Our boys did it” demesi, tarihe geçmiştir.

Bu tümce kalıbında Darbe için “it” kısaltması (adıl-zamir kullanılması), İngilizcede, o kısaltmanın ne anlama geldiğinin ilgili kişi(ler) tarafından bilindiği anlamına gelir.

Her 2 tepe ABD yetkilisi gelişmelerden, beklenenlerden önceden haberlidirler ve birbirine aktarırken, Türkiye’de, günümüzden 43 yıl önce yapılan gerici – faşist askeri darbe için “it” nitelemesi / adılı (zamiri) kullanmak yeterli olmuştur. “Beklenen”, Başkana haber verilmiştir.

Türkiye için utanç verici, kanlı katil emperyalist ABD için yüz kızartıcıdır. Atatürk’ün tam bağımsızlık politikasından kopup NATO ile Batı uydusu olduğunuzda size başla seçenek kalmamaktadır.

Kontrgerilla ülkenize yerleşmiş, ABD üsleriyle vatan toprağı işgal edilmiş, darbeler ve karanlık siyasal cinayetlerle öncü aydınlar vurulmaya başlanmıştır.

Günümüz politik cenderesi böyle hazırlanmış ve proje parti AKP eliyle de 21 yıldır “hedefe” taşınmaktadır..

  • Bu partinin başkanı BOP=Yeni Sevr eşbaşkanı olduğunu – bu görevi yaptığını onlarca kez TV’lerde meydan okurcasına açıklamıştır.

O “hedef”, “Anadolu federe islam devleti” dir!

Türkiye Cumhuriyeti 100. yaşını tamamlarken, bölünüp – parçalanmaya da hiç bu denli yakın olmamıştı!

  • Türkiye NATO’dan çıkmalı, Atatürk dönemi dış politika ilkelerine dönmeli.

Kuvvay-ı Milliye; yeniden işbaşına!

Sevgi ve saygı ile. 14 Eylül 2023, Datça

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
ADD Bilim Kurulu Başkan V.
www.ahmetsaltik.net
        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik

https://www.instagram.com/ahmet_saltik

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 13 Eylül 2023

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

YOBAZ

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, af yetkisini kullanarak Madımak katliamı hükümlüsü Hayrettin Gül’ün cezasını ‘sürekli hastalık’ nedeniyle kaldırdı.

Çünkü o katil de yobaz, general değil…

İŞBİRLİĞİ

AKP’li Metin Külünk DİB’nın FETÖCÜ bir şahsı (kişiyi) koruduğunu iddia etmişti.

O kişinin Adalet Bakanı’nın eniştesi olduğu ortaya çıktı.

Adalet Bakanı, DİB’nı ziyaret etti, Külünk hakkında suç duyurusu yapıldı.

Doğruyu söyleyeni dokuz köyden kovmuşlar, onuncuya almamışlar…

HAYRET

AKP’li ve siyasal İslamcı çevreler tarafından linç edilen milli yıldız Ebrar Karakurt‘a isim vermeden sahip çıkan Erdoğan,

  • “Herkes, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olsun olmasın, tüm bireylerin var olma,
    kendini ifade etme hakkına ve oy tercihlerine saygı göstermek mecburiyetindedir.
    ” dedi.

Hayret! Bülent Ersoy ile yakınlığının eleştirilmesi nedeniyle söylemiş olabilir mi?..

TECAVÜZCÜLER

Hakkari’de 11 yaşındaki kız çocuğunun 3 kişinin tecavüzüne uğrayıp kayalıklardan atıldığı, sonra canına kıydığı öğrenildi. 3 zanlı ise, tutuklandıktan 8 ay sonra Adli Tıp raporu nedeniyle (kimlik belirlenemediğinden) serbest kalıyor.

Adli Tıp, tecavüze ortak olmuş…

PSİKOLOJİ

Enflasyonun nedeni ekonomik değil psikolojikmiş.

Diyenlerin psikolojisi incelenmeli…

SENEYE

RTE, “Gelecek sene bu vakitlerde, çok net olarak enflasyonun kalıcı şekilde düştüğünü inşallah göreceğiz.” dedi.

“Seneye” denince bu sene sorun olmaz…

.SSURUK

Zonguldak’ta vaiz Ali Kobay, kadın milli takımının kıyafetlerinin sakıncalı olduğunu söyleyince cemaat camiyi terk etti.

İmamın bazı .suruşunda cemaat altına değil başka yere eder…

İSRAF

RTE, G-20’nin zirve konuşmasında lüks, şatafat ve israfa dikkat çekmiş.

İyi bilip uyguladığı alanlar…

DUA

DİB’lığı 2023 takvimine borçlular ve geçim sıkıntısı çekenler için dua koymuş.

Kendilerine paralar bittikçe bütçeden ek ödenek, garibana dua.

Allah ile aldatma

SAKARYA MEYDAN SAVAŞI’nın 102. YILDÖNÜMÜ KUTLU OLSUN!

Prof. Dr. Özer Ozankaya
ADD Kurucularından,
4. Genel Başkan

Atatürk, Türk Bağımsızlık Savaşı‘nı zafere ulaştıran baş etkeni şöyle açıkladı:

Savaş demek, iki ulusun bütün varlıklarıyla, bütün maddi ve manevi güçleriyle karşılaşıp birbiriyle vuruşması demektir. Bunun için bütün Türk ulusunu düşüncesiyle, duygusuyla ve eylemli bir biçimde cephedeki ordu kadar savaşla ilgilendirmeliydim. Yalnız düşman karşısında olanlar değil; köyünde, evinde, tarlasında bulunan herkes, silahla vuruşan savaşçı gibi kendini görevli bilecek, bütün varlığını savaşa verecekti.

Bütün maddi ve manevi varlığını yurt savunmasına vermekte gevşek ve ağır davranan uluslar, savaşı ve çarpışmayı gerçekten göze almış ve başarabileceklerine inanmış sayılamazlar. Oysa bağımsızlık savaşlarının tek başarı koşulu en çok bu noktada yatar.” (SÖYLEV)

İşte Türk ulusunu ve yurdunu sömürgecilerin yok etme hainliğinden kurtaran asıl etken, ancak ulusal egemenlik ilkesi ruhuyla uygulanabilen bu strateji olmuştur.

Mustafa Kemal, bu ilkeyi ve stratejiyi Türk Bağımsızlık Savaşına temel yaptığı gibi, deha düzeyinde başarılı uygulamasını da yaptı.

Kutlu olsun!

Sakarya’nın Başkomutanı Mustafa Kemal Atatürk‘ü, silah arkadaşlarını, gazi ve şehitlerimizi en sıcak gönül-borcu duyguları ve en derin saygıyla anıyoruz.

(Bknz.: Özer Ozankaya, Cumhuriyet Çınarı, Atatürk’ün Uygarlık Tasarımı, CEM Yay.)

Azgın azınlığın saldırısı

79 Gündür haksız – hukusuz tutuklu…

10 Eylül 2023, https://tele1.com.tr/azgin-azinligin-saldirisi-911799/ 

  • Ülkeyi İslamcı faşist bir rejime zorlayan gerici hareket, azgın bir azınlıktan ibaret.
  • Sanıldığı gibi, iktidarı elinde tutmasına karşın güçlü değil.
  • İslamo-faşizm, gücünü muhaliflerin örgütsel dağınıklığından,
    ideolojik bir berraklığa sahip olmamasından alıyor.

Seçimlerden sonra giderek artan, iktidar desteğiyle çığırından çıkan gerici saldırılar, bütün yaşamı kuşatmaya başladı. Cumhuriyetin kazanımlarına, insanlığın ilerici birikimine, Aydınlanmaya, laiklik ve seküler yaşama, demokratik hak ve özgürlüklere yönelik bu saldırı dalgası artık belli sınırlara dayandı. Toplum ayrışıyor.

Sadece Avrupa şampiyonluğunu kazanan kadın ulusal voleybol takımının başarısı karşısında radikal İslamcıların göz aldığı tutum bile, toplumda derin bir saflaşma ve kopuşun yaşandığını göstermeye yetiyor. Festival iptalleri, kültür-sanat sergilerine yönelik baskınlar, içki yasakları, yaşam tarzına (biçimine) yönelik münferit (tekil) saldırıların ötesine geçti.

  • Bütün ülkeye dayatılan ve dinci faşist bir düzenin kurulmasına ilişkin, çift yönlü bir kıskaca (yukarıdan / iktidar ve aşağıdan / gerici topluluklar) dönüştü.

Ancak, ortada son derece açık fakat yeterince bilince çıkarılamayan bir olgu var:

  • Ülkeyi bir şeri düzene, İslamcı faşist bir rejime zorlayan gerici hareket azgın bir azınlıktan ibaret.
  • Sanıldığı gibi, iktidarı elinde tutmasına karşın güçlü değil.
  • İslamo-faşizm, gücünü muhaliflerin örgütsel ve politik dağınıklığından, ideolojik bir berraklığa sahip olmamasından alıyor.

Dolayısıyla; iktidarın, siyasal İslamcı hareketin ve tarihsel gericiliğin güç kaynağı; ilerici güçlerin ve muhalefetin güçsüzlüğüdür. Bu paradoks (çelişki) aşılmadan gerici ablukayı kırmak zordur.

Burada kritik öneme sahip tespit ve kavram, saldırgan gericiliğin, bir azınlığa, ve fakat azgın bir azınlığa dayanmasıdır.

Bu gerçek kavranmadan ne doğru bir mücadele anlayış geliştirilebilir ne de tutarlı ittifaklar oluşturulabilir.
**
Son günlerde BirGün gazetesinin bu durumu saptayarak haberlerinde çok önemli bulduğum yeni bir dil kullanmaya başladığı görülüyor. Arkadaşları kutluyorum. BirGün, İslamcı ve liberal entelijansiyanın ittifakıyla oluşturulan bir illüzyonu parçalayan bu dili, siyasal ve sosyolojik bir tespite dayandırıyor olmalı. Gazete gerici saldırıyı yapanların, yaşam tarzlarına (çağdaş yaşama elbette) müdahale edenlerin “marjinal bir azınlık” olduğunu, sıradan bir olgu gibi ortaya koyuyor. Böyle bir doğallıkla ortaya konulması, yaşamın olağan akışı ve görünümüne de son derece uygun düşüyor.

Örneğin; 5 Eylül 2023 tarihli BirGün’de yayımlanan, “Marjinal Azınlıktan Gericilik Dayatması” başlıklı haberde şöyle deniyor: “Toplumda bir grup azınlığa karşılık gelen bu gerici oluşumların yasakçı, baskıcı, laiklik, Cumhuriyet, kadın ve LGBTİ düşmanı talepleri toplumun geri kalanının arzusu gibi sunulmak isteniyor.”

Tam da böyle oluyor. Burada farkındalık yaratan ve dikkat çeken sadece haberdeki “bir grup azınlığa karşılık gelen gericiler” tespiti değildir; bu azgın azınlığın kendi dar ideolojik taleplerini toplumun / milletin büyük çoğunluğunun “arzusu gibi sunmak istedikleri” saptamasıdır. İşte bu saptama, İslamcıların on yıllardır yaptıkları ve sürekli tekrarlayarak genel bir kabule dönüştürmeye çalıştıkları ideolojik-tarihsel hileyi açığa çıkarıyor. İslamcı bir hipoteze dayalı olan “milletin değerleri” illüzyonunu yıkıyor.

Şeriat isteyenler, İslamo-faşist bir düzeni bütün kurum ve toplumsal / kamusal
yaşam biçimiyle inşa etmeyi planlayanlar, bu ülkede mutlak bir azınlıktır.

AKP’ye oy veren toplum kesimlerinin büyük bölümü de bu “azgın azınlığın” bütün ülkeye, “milletin değerleri” diye yutturmaya çalıştığı düzene karşıdır. Bunu biliyoruz.
***
İslamcıların yaşam biçimi dayatmasının teolojik ve kültürel kaynaklarının yanı sıra -ki bunlar elbette var- esas olarak kendi tarihimizden kaynaklanan ideolojik, siyasal ve kültürel dayanakları da bulunuyor. Ancak; bunlar yalan, çarpıtma ve siyasal-tarihsel bir sahteciliğe dayalıdır. Büyük ölçüde Necip Fazıl tarafından üretilen tarihsel palavralardan ibarettir. Öyledir ama, buna inanan ve bütün bir toplum ve ülke projesini bu İslamo-faşist tarih tezlerine dayandıran önemli bir siyasal güç ve gerici entelijensiya da var. Üstelik bunlar iktidar.

Bu bilimsel dayanaktan yoksun hipotez, açığa çıkarılıp ideolojik bir mücadele, kültürel bir kavga verilmeden gerici saldırıyı püskürtmek ve yenilgiye uğratmak zordur. Şöyle özetlenebilir:

Osmanlı-Türk modernleşme süreci ve Cumhuriyet Devrimi sonucunda devlet ile millet birbirine yabancılaştı. Devlet (siz bunu Cumhuriyet olarak anlayın) milletin değerlerinden koptu. Bu kopuş ve yabancılaşma giderek bir düşmanlığa dönüştü. Devleti elinde tutan bir avuç seçkin, milletin değerleri ile savaşmaya, dolayısıyla millet ile kavga etmeye başladı. Bu nedenle, devletle milleti yeniden barıştırmak gerekir. Bu barış da ancak devletin, milletin değerlerine yaklaşmasıyla mümkündür. Bu amaçla, bir avuç Cumhuriyet seçkininin vesayetine son vermek zorunludur.

İslamcı hipotez kısaca böyledir. Hiç kuşku yok ki; burada “milletin değerleri” denilen ideolojik-kültürel toplam sadece din ve geleneklerden oluşmaktadır. Bu anlamda devlet-millet barışının tek yolu, kamu yaşamı ve bürokrasinin dinselleşmesidir. Üstelik bu dinselleşmenin perspektifi, Sünni İslamcılığın dar ve mezhepçi siyasal yorumudur. Selefiliktir. Siyasal İslamcı hareketin “milletin değerleri” diye üstünü örttüğü ideolojik-kültürel toplam, esas olarak İslamcı faşist siyasal programdan ibarettir.

Bu büyük bir aldatmacadır. Çünkü Cumhuriyet Devrimi’nin toplumsal temeli ve desteği sanıldığından daha büyüktür. Üstelik 1980 12 Eylül darbesi ve 21 yıllık AKP iktidarının toplumun dokusunu değiştirme çabalarına karşın durum böyledir.

  • Cumhuriyet bir avuç seçkinin değil,
    toplumun geniş kesimlerinin sahiplendiği bir rejimdir.
  • Laik yaşam, toplumun derinliklerine işlemiş, içselleştirilmiştir.
    Kökleri sanıldığından güçlüdür.

İşte bu İslamcı hipotez -ki yaşam tarafından birçok kez yanlışlanmıştır- çökertilmelidir. Bu da ancak ideolojik ve kültürel mücadele ile yapılabilir, muhafazakâr anlayışa yakınlaşarak değil. Muhafazakâr tezleri çökertmeden bu mücadeleyi kazanmak hayaldir.

  • Şeriat talebi toplumun %8 ile 12’si arasındaki bir kesimden gelmektedir.

Çeperiyle birlikte bu oran en çok %20’ye çıkmaktadır.
İşte o %80’e ulaşmanın yolu dinci-muhafazakâr harekete benzemekle mümkün değildir.
Sol ve CHP bunu anlamak zorundadır.

Kutsal zalimliğe geçit verilmemelidir.

 

CHP’nin 100. yılı

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
11 Eylül 2023 Cumhuriyet

 

Cumhuriyet Halk Partisi’nin kökeni, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ne dayanır.

Bu cemiyet 4-11 Eylül 1919 tarihlerinde gerçekleşen Sivas Kongresi’nde kurulmuştur. Kurucusu ve lideri Mustafa Kemal Atatürk’tür.

  • Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti,
    Kurtuluş Savaşı’nı, halkın egemenliği ilkesi üzerinden yürüten siyasi örgütlenmedir.

Türkiye Büyük Millet Meclisi, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin de katkılarıyla, 23 Nisan 1920’de kuruldu. Saltanat, yani padişahlık, 1 Kasım 1922’de TBMM tarafından kaldırıldı.

CHP, bir siyasal parti olarak, 9 Eylül 1923’te kuruldu.

CHP, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu partisidir.

Türkiye Cumhuriyeti 29 Ekim 1923’te, CHP’nin kuruluşundan yaklaşık yedi hafta sonra kuruldu.

1920’lerdeki, 1930’lardaki ve 1940’lardaki CHP iktidarında büyük devrimler gerçekleştirildi.

3 Mart 1924’te halifelik kaldırıldı, bilimsel eğitim sisteminin temeli olan Öğretim Birliği Kanunu kabul edildi.

17 Şubat 1926’da, kadın ve erkek eşitliği dahil, birçok özgürlüğün hukuk tarafından güvence altına alınmasını sağlayan Medeni Kanun kabul edildi.

15 Ekim 1927’deki CHP Kurultayı’nda;

cumhuriyetçilik,
halkçılık,
laiklik ve milliyetçilik ilkeleri,

10 Mayıs 1931’deki CHP Kurultayı’nda,

devletçilik ve devrimcilik ilkeleri,

parti programındaki temel ilkeler olarak kabul edildi.

Devletin dini İslamdır” ifadesi 10 Nisan 1928’de anayasadan çıkarıldı. Böylece devletin dinselleşmesinin önlenmesi ve din konusunun vatandaşların özgür iradesine bırakılması yolunda bir adım daha atıldı.

5 Aralık 1934’te kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanındı.

5 Şubat 1937’de laiklik ilkesi anayasa maddesi haline geldi.

1920’li yılların başından 1940’lı yılların sonuna dek, köylünün ve çiftçinin toprak sahibi olmasını sağlayan, toprak reformu olarak da bilinen düzenlemeler gerçekleşti.

Halkın eğitimde, teoriyle pratiği (kuram ve uygulamayı) bütünleştirmesini ve köy ilkokullarına öğretmen yetiştirilmesini sağlayan Köy Enstitüleri, 17 Nisan 1940’ta kuruldu.

Çok partili serbest seçimli sisteme, 14 Mayıs 1950’de geçildi.
***
CHP muhalefette olduğu dönemde de uzun yıllar devrimci ruhunu korudu.

14 Ocak 1959’da CHP Kurultayı’nda kabul edilen “İlk Hedefler Beyannamesi” ile kişi hak ve özgürlükleri konusundaki temel ilkeler geliştirildi. Bunlar, Türkiye’nin en özgürlükçü anayasası olarak bilinen 27 Mayıs 1961 Anayasası’nda yer aldı.

CHP, 29 Temmuz 1965’te ortanın solunda yer aldığını, devletçilik ve halkçılık ilkelerinin ortanın solu anlamına geldiğini açıkladı.

CHP 27 Kasım 1976’daki Kurultay’da demokratik sol ve sosyal demokrat ilkeleri de parti programına ekledi ve Sosyalist Enternasyonel’e üye oldu.
***
CHP, çok partili serbest seçimli düzene geçildikten sonra, 1950 seçimlerinde %39, 1954 seçimlerinde % 35, 1957 seçimlerinde %41, 1961 seçimlerinde %37, 1973 seçimlerinde %33, 1977 seçimlerinde %41 oy aldı.

CHP, parti içi demokrasi sürecini işlettiği ve partinin ilkelerine ve kurumsal kimliğine sahip çıktığı yıllarda, ender olarak %30’un altında oy aldı.

1973 ve 1977 yılında CHP, 1. parti olarak hükümet kurdu.

CHP 12 Eylül askeri darbesi tarafından 1981 yılında kapatıldı.

CHP’nin oyları, 1992 yılında yeniden açıldığından beri %26’nın üzerine çıkmadı. Bu aynı zamanda,
– CHP’de parti içi demokrasinin rafa kaldırıldığı ve
– partinin kendi kurumsal kimliğinden ve ilkelerinden uzaklaştığı

dönemdir.

CHP’nin kuruluşunun 100. yılında alınacak ders bellidir.


Yazarın Son YazılarıTüm Yazıları

CHP’nin 100. yılı11 Eylül 2023
Politika nedir?4 Eylül 2023

9 Eylül 1922’den 9 Eylül 2023’e ya da “Neredeeen nereye” ??


Dr. Noyan UMRUK
E. Tuğg.

– beş otuz…
ve başladı topçu ateşiyle

ve fecirle birlikte büyük taarruz…

sonra.
sonra, düşmanın müstahkem cepheleri düştü.
….
sonra, 30 ağustosta düşman kuvâyı külliyesi imha ve esir olundu

sonra.
sonra, 9 eylülde izmir’e girdik
ve kayserili bir nefer
yanan şehrin kızıltısı içinden gelip
öfkeden, sevinçten, ümitten ağlıya ağlıya,
güneyden kuzeye,
doğudan batıya, türk halkıyla beraber
seyretti izmir rıhtımından akdeniz’i.

İzmir’in işgali ile başlayan Milli Mücadeleye, ülkenin kurtuluşu ile konulan son noktayı bir
Sn. Haluk IŞIK’ın dizeleri ne de güzel anlatır:
***
Sen “9 Eylül” dersin iki kelime,
Ben değişen yazgı anlarım,
Bağımsızlık, özgürlük anlarım,
Sen “İzmir” dersin iki hece,
Ben sevinçten ağlarım…

Sen “9 Eylül” dersin iki kelime
Ben onurlu bir halk anlarım.
Rüzgârın çevirdiği sayfa anlarım.

Sen “İzmir” dersin iki hece
Ben saygıyla ayağa kalkarım…

Evet, ışıklar içinde yatsın rahmetli İlhan Selçuk ustanın yıllar önce dediği gibi, 1922’nin 9 Eylül’ünde “İzmir Türkiye, Türkiye İzmir” olmuştu.

Yüzyıllarca örselenen gururunu 101 yıl önce kanı ile, canı ile kazanmış onurlu bir halk, bağımsız, başı dik bir devlet, ardından tüm dünya faşizme giderken, hatalarıyla sevaplarıyla demokrasiye ulaşma çabalarını ve sosyoekonomik gelişmeyi heyecanla sürdürmekte ciddi mesafeler alan genç bir Cumhuriyet…

9 Eylül 2023-Hal-i pür melalimize bakın: Neredeeen nereye???

*Küresel girdaba sıkışmış ve reel üretimden uzak, kaynaklarını büyük ölçüde betona, yandaş müteahhitlere akıtan, teknoloji-marka fakiri, iç ve dış borç, bütçe açıkları ve cari açık sarmalı içinde debelenen, nereden, ne amaçla geldiği açıklanamayan devasa bir net hata-noksan kalemi ve şaibeli bir ödemeler dengesi ile planlama anlayışından iyice uzaklaşmış, “babalar gibi neyim varsa satarım” anlayışını (AS: ANAP dönemi maliye bakanı Kemal Unakıtan!) “Varlık Fonu” ile sözüm ona kurumlaştırmış bir ekonomi,

*Yeni ya da farklı şeyler söyleyenlere kapalı, ülkenin bugününden çok geçmişini kendine dert edinen, iktidara yönelik eleştirileri “oto sansür”e bağlı tutmayı erdem sayan, nöbetçi yorumcularına papağanlar gibi hep aynı ezberi tekrarlatan bir patronaj altındaki devşirilmiş ya da tutsak alınmış bir medya,

*Kurumlarını kayıtsızca çürüten bir devlet ve siyasal iktidar:

-Kendi eski Eğitim Bakanlarınca b’le eleştirilen, allak bullak edilmiş, sabileri sefil eden, korona günlerinde iyice çuvallamış bir “Milli Eğitim”,

-Yaşattığı bunca skandalla toplumda adalet ve emeğiyle başarma etik’ini derinden sarsarak, yargıç adaylarının sınavını b’le yüzüne gözüne bulaştıran, bir türlü hesap sorulmayan bir “Merkezi Ölçme-Yerleştirme”

-Çok iyi yetişmiş bürokrasisinin engin devlet deneyimini bir yana iterek, “ne idüğü belli” liyakatsizlere terkedilen, her tarafı lime lime dökülen, ülkeye  “değerli yalnızlığı” seçenek (!) olarak sunan bir dış politika,

-Yönetimbilim ve hukukunun temel ilkesi “Meritokratik” yaklaşım (Liyakate göre görevlendirme ve yükseltme) yerine, yandaş ya da yandaş gözükmeyi yeterli bulan bir bürokratik yapılanma,

-Topluma dinsel ve ahlaksal değerlere saygının önemini benimsetmek yerine, tarikatlardaki iğrenç skandallare sırtını dönüp, birçok önemli bakanlıktan daha çok bütçe ayrılan, kılıçla gösteriler yapmayı marifet sayan bir Diyanet,

-Bilimsel gerçekleri söyleyerek topluma öncülük etmekten çekinir duruma getirilen üniversiteler,

-Toplumun güvenini derinden sarsan “köpekleri salan, taşları bağlayan” bir adalet sistemi ve süreç içinde bağımsızlığını tümüyle yitiren, bazen de bir türlü karar veremeyerek, siyasal koalisyonun istemlerini uzun tutukluluk süreleri ile sağlamaya çalışan iğdiş edilmiş bir yargı,

Ve Ordu…

Yapıcı ve şevklendirici eleştiriler yerine, geçmiş yıllarda “dahili ve harici” ortak operasyonlarla en değerli ve deneyimli personelini, askeri okulları, hastaneleri, yargısı kapatılarak mesleğe özgü geleneksel eğitim sistemini yitirmiş, prestij ve morali sarsılmasına karşın ülkesinin çıkarlarını korumaya çalışan,

Ve nihayet, şehit düşen kınalı kuzuları için, “vatan sağolsun” diyebilen, şehitliği kutsal bir mertebe olarak algılayan bir halkın çocuklarından “Askerlik yan gelip yatma yeri değildir…” diye bahsedilen bir ordu…

En kötü ve en tehlikeli durumu asıl şimdi yaşıyoruz; farkında mısınız?

Yüreklerimiz kanıyor demek yetmiyor… Yüreklerimiz, inançlarımız, değerlerimiz, kutsallarımız paramparça ediliyor…

Sözün kısası:

Evet… Çoook zaman yitirdik… Az gidelim, uz gidelim; dere tepe düz gidelim derken, son 20 yılın sonunda yokuş aşağı yuvarlanmaktayız…

Üniversitesinden “Milli Eğitimi”ne, Yargı’sından Ordusuna, Parlamentosundan planlamaya dayanması gereken ekonomisine dek Cumhuriyetimizi, kurumlarımızı geri istiyoruz… Geçirdiğimiz, edindiğimiz acı deneyimlerden yararlanarak onları bu ülkeye, çilekeş halkına layık (yaraşır) duruma getirmek için…

Direnmeliyiz halka bütünleşerek, dirsek teması içinde yeniye, güzele, haklıya ve ileriye doğru…

Başka ne diyelim…

EĞİTİMDE KARŞI DEVRİM GİRİŞİMLERİ

Mustafa AYDINLI
Eğitimci – Yazar

2023-24 eğitim-öğretim yılı başladı. İlk ve ortaöğretimde, anaokulları da dahil yaklaşık 19 milyon öğrencimiz bulunuyor. Yine 208 Üniversitemizde 7 milyon dolayında öğrencimiz de eylül-ekim aylarında eğitim-öğretime başlayacak.

En az son 13 yıldır, üniversitelerimizde nitelik yitiği bütün hızıyla sürüyor. Kanıtı ise bu yılki yükseköğretim kurumları (YKS) sınavlarında yüz bin öğrencimizin sıfır çekmiş olması. Öğrencilerin yarısı ana dilleri Türkçe’den, öbürlerinin ise fen ve matematikten dökülmesi, temel eğitimin nitelik sorununu gösteriyor.

Sayın Emin Çapa’nın açıkladığına göre;

  • “Son 20 yılda, ODTÜ dünyada 85. sıradan 801. sıraya; İTÜ 150. sıradan 850. sıraya, Boğaziçi 137. sıradan 650. sıraya düşmüştür.”

Geçtiğimiz yıl yaklaşık 1 milyon 740 bin öğrenci açık öğretimdeydi. Örgün eğitim dışında kalan bu öğrencilerin bu yıl 2 milyonu bulacağı kestiriliyor. Bu öğrenciler okulda olmayacağına göre, sanayide ucuz işgücü kaynağı ve sokakta kendilerini bekleyen türlü tehlikelerin öznesi olacaklar.

Eğitimci Sn. Nazım Mutlu Cumhuriyet gazetesindeki makalesinde (Karma Eğitim Sahipsiz Değil, 05 Eylül 2023);

  • Sekiz yıllık kesintisiz eğitim uygulamasından sonra on yıl öncelerine dek ilkokul düzeyinde %99’a çıkan okullaşma oranının bu yıl %93’e inmesi, 4+4+4’ün ürünü değilse neyin ürünüdür? … Zorunlu eğitim kapsamında olduğuna göre, ortaokullarda %89, liselerde %88 olmasının anlamı nedir? … Yani anayasal suç (AS: Anayasayı ihlal suçu, TCK m.309) işleniyor, ama bunun bir yaptırımı yok!” demektedir.

Karadeniz, Doğu ve Güneydoğu Anadolu illeri ortalamanın daha da altındadır.

Yükseköğretimde bu yıl 8 öğrenciden yalnızca 1’i devlet yurtlarına yerleşecek. Kalan 7 öğrenci ise tarikat ve cemaatların kucağına itilecek. Ev kiralarının ve yaşam pahalılığın çıldırdığı bu dönemde, yoksul aile çocuklarının ne yapacağının hesabını buyurun siz yapın.

Eğitimde sorunlar yine dağ gibi. İkili öğretim hala %20’ler düzeyinde, yine çoğu büyük kentlerde okullar yetmiyor. Derslikler yetersiz, altyapı çok eksik… Bunca sorunun arasında yeni Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, Karma Eğitime karşı adeta savaş açmış durumda. Çocukların beslenme sorununa, ulaşım ve yurt sorununa kafa yoran yok. Varsa yoksa amaçları, karma eğitimi kaldırarak, eğitimi daha da dincileştirmek.

“TBMM’ye taşıdığı yeni karşıdevrim çığırtkanlarına göre eğitimde gerçek sorun karma eğitimdir! Onlara göre çocuklarımızı karma eğitim işkencesinden kurtarırsak her şey yoluna girecektir.” (!)

Laik ve Demokratik Cumhuriyetin en temel ereği, laik yaşam biçimi ve bilimin öncülüğüdür. Karma eğitim, bu yıl 100’üncü yılını kutlayacağımız Cumhuriyetin en büyük kazanımlarındandır.

  • Laiklik karşıtı güçlerin, Anayasa’nın başlıca 2, 24, 42, 174. maddesini ve 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Yasasını hiçe saymasına, bu bağlamda karşı devrim denemelerine; Cumhuriyetin temel değerlerini ve demokrasiyi içselleştiren halkımız asla izin vermeyecektir.
  • Karma eğitim kırmızı çizgimizdir, olmazsa olmazımızdır.

Yeni eğitim-öğretim yılında bu tür akıl ve bilim dışı karşı devrim saldırılarından, toplumun erinci (huzuru), ülkemizin esenliği, eğitimin niteliği açısından vazgeçilmesini diliyorum.

Darülfünun’dan Üniversiteye

Dr. Cihangir Dumanlı
E. Tuğg., Hukukçu, Uluslararası İlişkiler Uzm.

Yarı sömürge bir duruma getirilmiş ve geri bıraktırılmış Osmanlı toplumundan, ulusal, demokratik, laik ve çağdaş bir topluma geçişi hedefleyen Atatürk devriminin temeli eğitim ve kültür devrimidir.

Bu kapsamda Dilimizin sadeleştirilmesi, Türk alfabesinin (abecesinin) kabulü, Millet Mektepleri, Halkevleri ve Halk Odaları, Köy Enstitüleri, Kız Enstitüleri, öğretimin birleştirilmesi (Tevhid-i Tedrisat), medreselerin kapatılması, karma eğitim, herkese parasız eğitim, dünya klasiklerinin çevirisi (tercümesi), yurt dışına öğrenci gönderilmesi.. gibi adımların yanında önemli bir atılım da, Darülfünun’un kapatılarak çağdaş bir üniversitenin (İstanbul Üniversitesi) açılmasıdır.

Darülfünun Neden Kapatıldı?

Kelime (sözcük) anlamı “Bilimler Kapısı” demek olan Darülfünun, 1839 Tanzimat Reformları kapsamında 1863 yılında açılmış, bir yıl sonra kapatılmıştır. 1900 yılında “Darülfünun-u Osmaniye” adıyla yeniden açılmıştır

İmparatorluğun ilk ve tek yükseköğretim kurumu olan Darülfünun’da dini ilimler, edebiyat ve doğa bilimleri bölümleri vardı. 1908 Devrimi ile tıp ve hukuk bölümleri de açıldı. Dini bilimler bölümünde medreselerden farksız,  Ortaçağın skolastik yaklaşımıyla din alimlerinin görüş ve öğretileri ezberletilmekte idi. Öğretim elemanları bilimsel yeterliliğe göre değil, kişisel ilişkilere göre atanıyorlardı. Öğrenciler yalnızca hocaların verdiği veya derslerde tutturdukları notlara bağımlı idi. Onlar da genellikle Batıda basılmış kitapların çevirilerine dayanıyordu. Araştırma yapabilecek yeterli kaynak yoktu. Günah sayıldığı için, Üniversite yerleşkesinde fotoğraf çektiren öğrencilere ve hocalara ceza veriliyordu. Üniversite kavramına uygun özgür düşünme ve tartışma ortamı yoktu. Darülfünun bu durumuyla, Batıdaki çağdaş üniversitelerin çok gerisinde kalmış, düşünce üretme ve bilimsel araştırma merkezi olmaktan çıkmıştı. Devrimlere ilgisiz kalmış, yazı ve dil devrimlerine açıkça karşı çıkmıştı.

  • Kısaca Darülfünun, karşı devrimci bir tutum takınmıştı.

Bu durum çağdaş uygarlığa erişmeyi hedefleyen ve bunun için bilimi “En gerçek yol gösterici” olarak gören genç Cumhuriyetin amaçlarına uymuyordu.

Hazırlık

Yukarıda açıklanan nedenlerle bir üniversite reformunun yapılması gereksinimi ortaya çıkmıştı. 1931’de Cumhuriyet Halk Fırkası tüzüğünde Bu gereksinim belirtildi. Aynı yıl, Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip İsviçreli pedagoji profesörü Albert Malche’ı davet ederek kendisinden bu konuda bir rapor istedi.

Malche, gözlemlerinin sonunda hazırladığı raporda, Batı Avrupa’da geçerli olan üniversite kavramından hareketle; sorunun özünün üniversite deyince işi salt bilgi dağıtmak olan kurumların anlaşılmasında yattığını; bunun yanlış olduğunu, üniversitenin bilimsel düşüncenin yöntemlerini öğreten, yalnızca bilgi veren değil, bilgi üreten bir kurum olması gerektiğini bildirdi. Üniversite bilimsel bir yaklaşım ortaya koymalıydı. Bunun için de özgür fikir (düşün) üretme ve tartışma ortamı sağlanmalıydı. Eğer bir kurum bilime gerek duymaz, hatta bilime aykırı gelişme gösterirse, o kurum kapatılmalıydı.

Reform: 

Profesör Malche’ın raporuna uygun olarak 31 Temmuz 1933’te çıkartılan 2252 sayılı yasa ile Darülfünun kapatıldı.1 Ağustos 1933 tarihli yasa ile İstanbul Üniversitesi kuruldu.

1 Ağustos 1933 tarihli Cumhuriyet gazetesi bu haberi manşetten şöyle veriyordu:

  • İrfan hayatımızda bir inkılap: Üniversite açıldı.”

Yeni üniversitenin öğretim kadrosu üç kümeden oluşuyordu:

  1. Darülfünun’un 151 öğretim elemanından eski kafalı, devrimlere karşı çıkan 100 hoca tasfiye edildi, bu nitelikte olmayan 51 kişiye İstanbul üniversitesinde görev verildi.
  2. Cumhuriyetin kurulmasından başlayarak yurt dışındaki seçkin üniversitelere gönderilmiş gençlere yeni üniversitede görev verildi.
  3. Hitler rejiminden kaçarak o zaman Avrupa’nın tek demokratik ülkesi olan Türkiye’ye gelen Alman hocalardan yararlanıldı.

Bu yolla genç cumhuriyetin gereksinimi olan çağdaş bir üniversite sisteminin temeli atılmış oldu. Üniversitelerimiz zamanla gelişti.

Değerlendirme ve Sonuç:

Üniversite reformu ile Atatürk devriminin temeli olan eğitim ve kültür devriminde önemli bir atılım yapılmıştır.

İstanbul üniversitesinden sonra  açılan Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi, Ankara Hukuk Fakültesi, Ankara Fen Fakültesi gibi fakülteler, Devrimlerin yapılmasına ve geliştirilmesine önemli katkı sağlamışlardır.

Çağdaş üniversite sisteminin kurulmasında Almanya’dan kaçan bilim insanlarının önemli katkıları olmuştur.

Çağdaş üniversite sisteminin kurulmasında büyük emeği geçen Milli Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip’in adı, bir üniversiteye verilmelidir.

Üniversitelerimizin kuruluşundan gelen temel niteliği devrimciliktir.

Zamanla, karşı devrim sürecinde üniversite sayısı artmış, “her ile bir üniversite” takıntısı uygulanmış ama üniversitelerin niteliğinde genel bir düşüş meydana gelmiştir. Öğrenci sayısı ve üniversite sayısı hızla artarken, öğretim elemanı sayısında buna koşut artış olmamıştır.

Üniversitelerimizin çoğu meslek edindirme işlevine odaklanmış olup; düşünce üretme, bilimsel araştırma, özgür tartışma ve kültürel yaşam ortamı açısından Darülfünun düzeyinde hatta gerisindedir.

Bilim üretmek için ön koşul olan bilimsel özgürlük ve yönetsel-akçalı (idari-mali) özerklik, özgür düşünme ve tartışma ortamı ülkedeki genel özgürlük düzeyi ile sınırlıdır.

Çağdaş uygarlığa ulaşmanın ve geçmenin ön koşulu 1930’lardaki devrimci anlayışla günün koşullarına ve gereksinimlerine uygun, özgürlüğün egemen olduğu çağdaş üniversiteleri yeniden kurmaktır.