Kategori arşivi: Hekim Saltık

EĞİTİMDE YARATICILIK ve ATATÜRK’ün ULUSAL EĞİTİM DİZGESİ

Dostlar,

Dün, 19 Ocak 2023 gecesi 21:30’da bir zoom oturumuna çağrılıydık konuşmacı olarak..
Poyraz Gurubu.. Bir bölüm Emekli Bahriyelilerin iletişim ortamı. Konumuz,

  • “EĞİTİMDE YARATICILIK ve ATATÜRK’ün ULUSAL EĞİTİM DİZGESİ” idi.

Konuyu kapsamlı olarak yaklaşık 70-75 dakika işledik, irdeledik.
Ardından son derece yerinde ve değerli soru ve katkılarla tartışma ortamı açıldı ve 1,5 saat daha sürdü. Biz gece yarısı izin istirham ettiğimizde, kimi katılımcılar hala konuyu tartışmayı sürdürdü. Daha önce de birkaç kez bizi konuk etmişlerdi bu yurtsever ve birikimli dostlarımız.

9-11 Kasım 2022 günlerinde bizim de öğretim üyesi olduğumuz Atılım Üniversitesi’nde ardışık oturumlar düzenlenmiş ve bir açıkoturumda ODTÜ’den 2 sayın Profesör ile yine bu konuyu değişik boyutlarıyla konuşmuştuk. (3 x 25 dakika). (9th International Conference on Future Learning and Informatics)

Web sitemizde

10 Kasım 2022.. 84 Yıl Sonra Atılım Üniversitesinde Atatürk’ü anma : EĞİTİMDE YARATICILIK..

başlığı altında yayınlamıştık. Hemen üstte verdiğimiz erişke (link) tıklanarak söz konusu konuşmaların video kayıtları izlenebilir.

Avusturya / Viyana ADD kurucu başkanı dostumuz Erol Güçlü hem o konuşmamız için aracı olmuştu hem de Poyraz Gurubu zoom ortamında yinelenmesini istedi.

Çok önemsediğimiz bu kapsamlı oturumun izlenmesini, paylaşılmasını ve hızla gereklerinin yapılmasını diliyoruz.

Ülkemizde “Milli Eğitim” AKP eliyle istendik biçimde bitirilmiş, çökertilmiş ve tarikat – cemaat dinci – gerici kuşatması ile sarılmış iken..

Sorun çok yakıcı ve ivedi..

Sevgi ve saygı ile. 18 Ocak 2023, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM  
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net            profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik           twitter : @profsaltik    

Çocuk işçiliği sorunu

Cagatay_Guler_portresi
PROF. DR. ÇAĞATAY GÜLER
HALK SAĞLIĞI UZMANI
11 Ocak 2023, Cumhuriyet 

  • Enflasyonla katmerlenen çocuk işçiliği, çocukların kalıtımsal olarak sahip olduğu büyüme ve gelişme potansiyeline ulaşmasını engelleyen bir “kavrulma” süreci. Bu koşullarda çocuklar yaşının gerektirdiği büyüme ve gelişmeyi gösteremez.

Geri kalmış ülkelerin en önemli ekonomik ve sosyal gerçeklerinden biri çocuk işçiliğidir. Geri kalmış ülkelerde pandemi nedeniyle okulların kapatılması, işsizlik ve öbür ekonomik baskılar çocuk işçiliğini artırdı. Sorunların kamuoyundan gizlenmesine yönelik yaklaşımlar ve bilimsel araştırmalara bir tür dolaylı kısıtlama getirilmesi çocuk işçiliğini toplumun geleceğine yönelik bir “yeraltı etkinliği” durumuna getirdi. Enflasyonla katmerlenen bu süreç çocukların kalıtımsal olarak sahip olduğu büyüme ve gelişme potansiyeline ulaşmasını engelleyen bir “kavrulma” sürecidir. Bu koşullarda çocuklar yaşının gerektirdiği büyüme ve gelişmeyi gösteremezler. Temel besin ve tıbbi bakım gereksinimlerinin de giderilememesi onları ishal, kansızlık ve beslenme yetersizliği sorunlarına yatkın duruma getirir.

‘EN KOLAY SÖMÜRÜLENLER’

Çocuklar kimyasallar ve her türlü kirletici etkilenimine daha açık ve daha duyarlıdır. Çocuklarda eldiven ve çorap bölgelerinde çözücü emilimi yüksektir. Oysa örselenmeye, yaralanmaya yol açabilecek, süreğen etki yapabilecek uçardamla, uçartoz, duman; üretimde kullanılan çözücü, böcekkıran (pestisit), ağır metal ve yakıcı kimyasallarla etkilenim ve zehirlenmelerin söz konusu olabileceği birçok işte çalıştırılabilmektedirler. Burada tehlikeli bir açmaz söz konusudur: Büyüklerin koruyucu donanım olmadan çalışamayacağı kimi işlerde çocuklar koruyucu donanım olmadan çalışmaktadır. Çocuklara uyacak koruyucu donanım yoktur. Zaten olmamalıdır. Bu işlerde çocuğa yönelik donanım üretmek, çocuk emekçiliğini tescil eden (onaylayan) cinai (ölümcül) bir davranış olacaktır!

Temel bir uluslararası “İş ve Çevre Hekimliği” kitabının editörü olan LaDou (2021)

  • “Bütün işçiler arasında en kolay sömürülenler çocuklardır.”

der ve “çocukların, kimi Asya ülkelerinde işgücünün %11’ini, Afrika’da %17’sini ve Latin Amerika’da %25’ini oluşturduğunu” belirtir.

Uluslararası verilere göre dünyada en az 250 milyon çocuk çalıştırılmaktadır

Bu 5-17 yaş arası her altı kişiden birine karşılık gelir. Bunların %70’i tarım sektöründedir.

Yaklaşık 180 milyon çocuk bedensel, zihinsel ya da ruhsal iyiliklerini tehlikeye atacak,
uluslararası anlaşmalarla “yasaklanmış”, çok kötü işlere “koşuluyor”;
en çaresiz ve en yoksul olanlar en kötüsüne olacak biçimde…

Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) “emek” ve “çalışma” kavramlarından yola çıkarak bu kötü çalışma biçimlerine “çocuk işgücü, çocuk emekçiliği (child labor)” öbürlerine “çocuk işi (child work)” diyerek birinciyi yasaklar, biz her iki terimi de “çocuk işçiliği” diye çevirip işe iyi tarafından bakarız!

KÖLELİK

ILO 1992’de Uluslararası Çocuk İşçiliğinin Ortadan Kaldırılması Programı’nı (IPEC) başlatmıştır. Ancak ortadan kaldırmaya yönelik uygulamaların karşısına yoksulluk ve gelenekler dikilmektedir. Sözgelimi çocuğun statü kazanmasının, basit bir ifadeyle “adamdan sayılmasının” birincil koşulu durumuna getirilmektedir. Kimi kez “yaşamı öğrenmeleri”, “olgunlaşmaları”, “paranın değerini bilmeleri” vb. gerekçelerle vicdanlar susturulur. Kimi hükümetler çocuk işçiliğini rekabetçi özelliğin sürdürülebilmesinde temel zorunluk sayabilmektedir.

  • Çocukların “köleliğe yakın” koşullara mahkûm olduğu, cinsel ve fiziksel sömürüye uğrayabildiği durumlar söz konusu olabilmektedir.

İşe, çocuklara “yurt” ve “eğitim” yardımı savındaki “hayır sahiplerinin”, “çocuk işçiliği” açısından denetlenmesini sağlayacak mevzuat düzenlemeleriyle başlanmalıdır!

Anayasanın ilk maddesi: Kimse aç bırakılamaz

09 Ocak 2023, Cumhuriyet


Doğan Kuban
 Hoca’nın 23 Eylül 2016 tarihli yazısı Herkese Bilim Teknoloji dergisinde (Sayı 26) kapak olmuştu. Geçenlerde açlıktan ölen bir çocuk, ülkemizdeki açlığın fotoğrafı gibiydi. Bunlar nüfusun yüzde kaçı?

  • Açlıktan birden değil de yavaş yavaş ölenler?

Dört kişilik bir ailenin açlık sınırı aralık ayında Türk-İş tarafından 8.130 TL olarak açıklanmıştı. Asgari ücrete zam, tam açlık sınırında yapıldı.

Bir de yoksulluk sınırı var: Dört kişilik aile için hesaplanan 20.485 TL! Nüfusun yüzde kaçının evine 20.000 TL giriyor? Asgari insan gibi yaşamanın ölçüsü! Buna göre,

  • orta sınıfın nasıl da hızla yoksulluk sınırına doğru kaydığını görüyoruz.

Ülkemizde çocuk işçi sayısı hızla arttı: TÜİK’e göre sayıları 720 bin. Bunların %34’ü okulu bıraktı. OECD ülkeleri içinde yoksulluk içinde yaşayan çocuk oranı en yüksek Türkiye’de: %22.7

Çeşitli araştırmalara göre, Türkiye’de 16 milyon insan aç,
50 milyon insan da yoksul.

Kuban Hoca 2016’da dünyadaki 1 milyar insanın aç bırakılmasından yola çıkıyordu ve (AS: 2021 sonu verisi 828 milyon!) bize de bir öneride bulunuyordu:

  • Anayasa’nın 1. maddesi “Kimse aç bırakılamaz!” olsun. Okuyalım:

KOLAY SAVAŞ DEĞİL

“Her gün daha zengin olmak için yollar arayan sözde insanlığın, bir milyar insanın aç bırakılmasını günümüzde kabul etmemeliyiz. Bunu gösteriş, reklam, politik propaganda olarak yapmak da insan haysiyetine yakışmıyor. Gerçi insanlarda haysiyet sorunu da açlık gibi, yaygın bir özellik haline geldi. 

Ama yine de önce açlıktan başlayalım. Belki o vesile ile haysiyet, namus, hoşgörü, acıma gibi tarihi, insani ve dini değerler yeniden değer kazanır. Bunun, kapitalist dünyada, kolay bir savaş olmayacağını biliyoruz. Fakat biz bunu başaran ilk ülke olabiliriz.

EN UTANÇ VERİCİ GÖRÜNTÜ

  • İnsanlığın en utanç verici görüntüsü açlıktır.

Zengin, fakir bütün ülkelerde insanların bir bölümü zenginlik içinde yüzerken, kentlerde yapılar, otomobiller birbirleriyle yarışırken, kulübelerinde, çadırlarında, dağlarda, çöllerde yaşayan tek bir insanın gününü aç geçirmesi uygarlığın, bilginin, teknolojinin ve sözde Tanrı’ya inancın ham ve aldatıcı söylemler olduğunu gösteriyor.

Dünyanın zengin insanları gökdelen dikmek, silah üretmek, savaş oyunları ile hemcinslerini öldürmek gibi etkinliklerle uğraşır ve bu bağlamda dünyayı palavra ile doldururken aç kalanlara kaygısız kalıyor. ‘Ekonomist’ler büyük kuramlar üretiyor. Ama açların sayısı artıyor

Aç insanları düşünerek kanı donan belki kimse yoktur. Biz insan ve ölümü doğal fenomen olarak görmeğe alıştırılmış canavar bir soyun üyeleriyiz. Oysa hiçbir dinde ‘Hemcinslerinizi aç bırakabilirsiniz’ demiyor. 

AÇLARIN YEMEKLERİNİ ÇALANLAR

  • Her ülkede açların yemeklerini çalan örgütlü insanlar var. Bu da devlet.

O zaman devletin görevini yanlış ya da eksik tanımlıyoruz.

  • Devletin birinci ödevi toplumun tümünü doyurmaktır.

Böyle bir anayasa hiçbir uygar ülkede yok. Her anayasada devletin ilk görevi toplumun güvenliğini sağlamakla başlıyor. Neden?

  • Çünkü anayasalar insanın yaşamını sağlamak amaçlı değil, aşiret reislerinin, derebeylerinin, sultanların ve yakın çevrelerinin güvenliğini korumak için tasarlanmışlar.

Gelişme aşamasında hak ve özgürlük gibi kavramlar eklenmiş, yaşama hakkı ve yaşatma görevi arasına ‘aç bırakmamak’ yeterince açık olarak konmamış. 

Biz yaralı her canlıya, hayvan hatta bitki ve çiçeğe, acıyarak ve üzülerek bakabilen duyarlı yaratıklarız. Bu her insanda biraz vardır. İnsan demeğe layık olanlarda, diyelim. 

Fakat tıp biliminden öğrendiğimize göre, acıma hissi olmayan psikopatlar da var. Fakat insanlığın çoğunluğunun, uygarlıktan söz ettiği bir çağda açlık, kabul edilemez bir ‘aberration’, (AS: sapma) toplum bilincinin yoldan çıkmasıdır

EN BÜYÜK SAVURGAN

Türkiye gıda savurganları arasında dünyanın önde gelen ülkelerinin en önünde. (Scientific American, Ağustos, 2016 sayısı). Onun için Açlık Savaşı belki de en kolay kazanılacak savaş.

Sömürgen olarak yaşayan politik sınıf, politikayı sömürü aracı olarak kullanmaktan uzaklaşmalı.

İçi boşalmış ideolojilerden kaynaklanan sosyal ve ekonomik nedenlerle gerçekleşemeyen doğal bir insan hakkı var. Ya da bu çağda olmalı: Aç kalmamak.

Türkiye’nin açlarının tümünü doyurmağa üretimi yetişir. Türkiye’deki üretimin hesaplanan bir yüzdesi, kimsenin aç kalmayacak şekilde, anayasanın ilk maddesi olarak açlığın yok edilmesine harcanmalı.

Bunu her ülkeden önce neden başarmayalım?”
=============================================
Dostlar, 

Biz bu “dehşetli” yazısı nedeniyle hem Sn. Bursalı’yı hem merhum Kuban’ı saygı ile selamlarken, bir başka saygın, yurtsever bilim insanı, ekonomist Prof. Erinç Yeldan‘ın geçen hafta tweet hesabında paylaştığı bir çizimini (sınıfsal gelir grafikleri) ve net yorumunu eklemek istiyoruz. (Bu çizim, Prof. Yeldan hocamızın 3 tam gününü almış!)

Sevgi ve saygı ile. 09 Ocak 2023, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
​Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Mülkiye’li​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      twitter : @profsaltik

Nasıl yapmalı? Gerçek olgulardan Covid dersleri

Çin’in bir süre önce sıfır Covid-19 politikasını terk etmesi üzerine artan vaka ve ölüm sayıları dünyanın derdi olmuş durumunda. Acı ama, özetle şimdi Çin, pandeminin bitmediğini dünyaya öğreteceğe benziyor.

BİRGÜN PAZAR 08.01.2023

Fotoğraf: Alp Ergör (Solda) –
Bülent Kılıç

Ümit Kartoğlu

Geçtiğimiz ay, Dokuz Eylül Üniversitesi Halk Sağlığı Ana Bilim Dalı’ndan iki bilim insanı, Prof. Dr. Alp Ergör ile Prof. Dr. Bülent Kılıç, gerçek olgu örnekleriyle salgın yönetimini inceledikleri bir kitap yayımladılar:

  • Covid-19 Salgınında Halk Sağlığı Çalışanlarının Yapması Gerekenler

Gerçekte birçok birimde, kuruluşlarda güzel şeyler yapılıyor, ama ne yazık ki yapılan bu güzel işlerin çok azı belgeleniyor. Bu önemli, çünkü özellikle yarına yönelik hazırlıklı olmada bugünden çıkarttığımız derslerin rolü yadsınamaz. Ergör ve Kılıç’ın editörlüğünü yaptığı bu kitap, önsözünde de vurguladıkları gibi pandeminin en yoğun dönemlerinde sürveyans hizmetleri, Covid-19 polikliniği, iş sağlığı güvenliği hizmetleri ile mezuniyet öncesi tıp eğitimi ve uzmanlık eğitimi gibi 9 Eylül Üniversitesi Halk Sağlığı Ana Bilim Dalı çalışanlarınca gerçekleştirilen çalışmalar temel alınarak hazırlanmış. Kitap bu deneyimlerle zenginleştirilmiş bir çeşit “Nasıl yapmalı?” kitabı olmuş. Ergör ve Kılıç’ı kutluyorum. Kitabı yazmaya karar verme sürecinde yaşadıklarını merak ediyorum.

“Pandemiyi yaşar ve yönetirken Halk Sağlığı disiplininin bilgi birikimini kullandık” diyor Ergör, “Alanın farklı bölümlerindeki deneyimlerimizi birleştirdik. Herkes gibi günceli çok yakından izledik. Araştırma görevlilerimizle öğretim üyelerimiz alanda birlikte çalıştı. Hatalar yaptık. Öğrendik. Alandaki deneyimleri Ana Bilim Dalı içinde tartışıp irdeledik. Yalnızca Covid-19 için değil, genel olarak salgın yönetimi için yararlı olacak bir birikim oluştu. Ekip olarak erişkin eğitimini bilir ve severiz; ürettiklerimizi, öğrendiklerimizi bir kurs materyaline çevirmek ve paylaşmak bilgiyi çoğaltacaktı. Önce bunu yaptık.”

Bu güzel yaklaşım bana eğitimde “bilen diğer kişi” kavramını anımsatıyor, eğitimlerde gerçekte kimse boş değil ve sizin öğreteceklerinizi içselleştirmeye hazır beklemiyor. O nedenle gerçekte eğitime katılan her birey bir anlamda “bilen diğer kişi”. Önemli olan, bu herkesin bildiklerini bir şekilde eğitim konusuna yönlendirip kullanılmasını sağlamak. Ergör de “Kurslara başlarken senaryoları okuyucunun kendi birikim ve deneyimini katabileceği bir kurguyla kitap haline getirebileceğimizi düşünmüştük” diyerek eğitime katılan herkese ve şimdi kitabı okuyacaklara “bilen diğer kişi” gözüyle baktıklarını vurguluyor. Kılıç da salgının başında bilinmezlerin çokluğuna vurgu yaparak anabilim dalında yaptıkları çalıştayda araştırma konuları saptayıp ekipler oluşturduklarını söylüyor: “Daha sonra ilerleyen aşamalarda tüm bilgi birikimimizi yazmaya ve bundan bir kitap oluşturmaya karar verdik. Bilgilerimizi öncelikle çevrimiçi 2-3 günlük kurslar üzerinden öbür halk sağlığı çalışanlarıyla paylaştık, daha sonra gelen geri bildirimlere göre kitabımızı geliştirdik.”

Kitap ilkin halk sağlığı bakış açısıyla Covid-19’u değerlendiriyor, salgın incelemesinden, pandemide kullanılan dijital sistemlere ve kriz yönetimine dek bir yelpazede ne ve “nasıl olmalı?“yı tartışıp, en önemli bölüm olan gerçek olgu örneklerine geliyor. Örnekleri seçerken zorlanmadıklarını varsayarak, niye özellikle bu örnekler üzerinden tartışma yapmak istediklerini soruyorum. Kılıç, gerçek olgu örneklerinin tümüyle, birebir yaşadıkları olaylar olduğunu söylüyor:

Biz salgının en başından beri İzmir İl Sağlık Müdürlüğü ve Halk Sağlığı Başkanlığı ile saha çalışmalarına katıldık. Öğretim üyesi arkadaşlarımız il düzeyindeki ve hastanemizdeki salgın kurullarında yer alırken, araştırma görevlisi olan asistanlarımız sahadaki filyasyon ekiplerine destek verdiler. Hastanemizdeki tüm sağlık çalışanı sürveyansı ve filyasyonunu ise ana bilim dalımız ekipleri gerçekleştirdiler.

Kılıç saha çalışmaları sırasında asistanlarının katıldığı çalışmaları raporlaştırdıklarını, bu raporları bir çalıştayda tartışıp anonim isimlerle ve kendi eğitimlerinde kullanılmak üzere senaryolar haline dönüştürdüklerini anlatıyor. Kitapta 5 örnek var: Köy, fabrika, hastane, nüfus müdürlüğü ve kuaför çalışanları.

Ergör de gerçek olgu örneklerinin erişkin eğitimini kolaylaştıran araçlar olduğunu vurguluyor. Eğitime özgünlük getiren otantik elementler bunlar. “Bu da kitabı okuyan sağlık çalışanlarının, pandemi sırasında süreç yönetiminde yer almak zorunda kaldıkları günlük olguların yönetimi ile ilgili sorun ve açmazları irdeleyebilme fırsatı sunacak. Olguların, kuramsal bilgiyle uyumlu biçimde nasıl çözülebildiğine ilişkin önermeleri okuyacak, kendi bilgi ve deneyimi ile karşılaştırma olanağı bulacaklar.

nasil-yapmali-gercek-olgulardan-covid-dersleri-1111034-1.Covid-19 Salgınında Halk Sağlığı Çalışanlarının Yapması Gerekenler
Editör: Bülent Kılıç,Alp Ergör
Yeni İnsan Yayınevi, 2022

Geçtiğimiz yıl, Kasım ayıyla birlikte tüm dünyada ve Türkiye’de Covid-19 vakaları artışa geçti. Bu arada birçok ülke pandemi terimini bırakıp Covid-19’un artık endemik olduğundan söz ediyor, hâlâ geçerliliği olan önlemlerin tümüyle boşlanmasına gerekçe olarak bunu gösteriyor.

Ergör ve Kılıç’a birer Halk Sağlıkçısı olarak Covid-19’u artık endemik bir hastalık olarak kabul mu etmemiz gerektiğini soruyorum. Kılıç, Türkiye Sağlık Bakanlığı’nın çok iyimser bir yaklaşımla adeta Covid-19’u bitmiş gibi değerlendirmekte olduğunun altını çizerek “Bir salgın, yokmuş gibi yaparak yok olmaz” diyor:

“Öte yandan her salgının da sonsuza kadar sürmeyeceği, bir noktadan sonra şiddetini yitirerek sönümleneceğini biliyoruz. Bu bilgiler ışığı altında en iyi tavrın en kötü senaryoya göre hazırlık yapmak olduğunu düşünüyoruz.” Ergör de sorunun tam burada olduğunu, süreci olması gerektiği gibi izleyemediğimiz için sezgilerimize dayalı yorumlar yapmak zorunda kaldığımızı söylüyor:

“Eldeki tüm izlem araçları kullanım dışı artık. Epidemiyoloji sezgilerle yürüyen bir bilim alanı değildir. 0. Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Ana Bilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Mehmet Aktekin ‘sezgisel epidemiyoloji‘ terimini kullanarak süreç yönetimini eleştirmişti tüm pandemi boyunca.” Ergör, akılcı bir sistematik, sürekli ve düzenli veri akışı, bunların değerlendirilip paylaşılması, bir sürveyans sisteminin gerekliliklerinin hiçbirinin doğru dürüst gerçekleştirilmediğini vurguluyor. “Yalnız Türkiye değil pek çok ülkede pandeminin kötü yönetildiğini gördük” diyor, “Beni asıl kaygılandıran hatalardan ders alınmamış olması. Hata önemli bir öğrenme aracıdır. Kullanmak gerekir. Kullanılmazsa akılsızlık yapılmış olur.”

  • Üç yıl önce Çin’de başlayan salgın tüm dünyaya çok kısa bir sürede yayılmıştı.

Çin’deki pandemik savaş yöntemleri Batı ülkeleri tarafından hep eleştirildi. Çin, önlemlerden test, izolasyon, karantina ve kapanmaları ödünsüz uygulamaya koymakla birlikte Covid’den en önemli çıkış stratejisi olan aşıya gereken önemi vermedi. Şimdi, Çin’in bir süre önce sıfır Covid politikasını terk etmesi üzerine artan vaka ve ölüm sayıları dünyanın derdi olmuş durumda. Acı ama, özetle şimdi Çin, pandeminin bitmediğini dünyaya öğreteceğe benziyor. Öğretmesinde bir sorun yok, yeter ki dünya bundan ders alsın. Aslında bu iş iki yönlü, Çin de öbür ülkelerden aşı ile ilgili ders almalı…

Ergör ve Kılıç’ın editörlüğünü yaptığı, salgınlara yönelik çıkartılan derslerden oluşturulmuş bu güzel kitabın hekimler, sağlık emekçileri, tıp öğrencileri, meraklıları ve özellikle Halk Sağlığı çalışanlarınca başucu kitabı olması dileğiyle…

Yurt Dışına Kaçmak İsteyen Doktorlara:  BİZİ BIRAKIP NEREYE GİDİYORSUNUZ?

Zeki Sarıhan
www.zekisarihan.com
Yurt Dışına Kaçmak İsteyen Doktorlara: BİZİ BIRAKIP NEREYE GİDİYORSUNUZ? – Zeki SARIHAN Blog

Son günlerde ülkeyi terk eden doktorların sayısı artmış. Ankara Tabip Odası’nın verdiği bilgiye göre, yurt dışında çalışmak için “İyi hal kâğıdı” alanlar yıldan yıla artış gösteriyormuş. 2021’de 1.405 olan sayı 2022’de 2.685’e yükselmiş.

Doktorlarımız neden kendi halklarına hizmet etmekten vazgeçip başka ülkelerde çalışmak isterler? Bunun için birkaç neden gösteriyorlarmış. Bunların içinde ağırlıkta (ve esas) olan, daha yüksek bir gelir ve refah (gönenç) düzeyine sahip olmanın başta geldiği açık.

İlkokuldan üniversiteye dek bu halkın yarattığı olanaklarla okumadılar mı? Ders gördüğü binalar milletin vergileriyle yapılmadı mı? Öğretmenlerinin maaşını bu halk ödemedi mi?

Borçlarını ödediler de mi gidiyorlar?

Gerekçe olarak çalışma koşullarının elverişli olmadığını ileri sürenler de var. Milyonlarca çalışanın, halkın yaşadığı koşullar çok mu elverişli? Eve ekmek götürmekte zorlananlar var.

  • Bu ülkenin yurtsever, halk sever, zorluklara karşı direnen doktorlara gereksinimim var.

Öğretmen okulundan mezun olurken çalışmak istediği il olarak en yoksul halkın yaşadığı Doğu illerini yazan öğretmenler gibi, göreve giderken atıyla Zap Suyu’na kapılan İlköğretim Müfettişi Selahattin Şimşek gibi. Ankara’da bile değil, kızamığın kol gezdiği Anadolu kasabalarında görev isteyen Doktor Ceyhun Atuf Kansu gibi… “Kızamık Ağıdı” gibi en güzel şiirlerini halkına doktorluk yaparken yazdı. (AS: Bir örnek de bizden.. 1964’de Hakkari yolunda trafik kazasında daha 47 yaşındayken ölen Cüzzam savaşçısı Doç. Dr. Ethem Utku…..)

Türkiye artık yaşanamaz bir ülke haline geldi. En iyisi gidip bir başka ülkeye yerleşmeli” sözlerini daha önce de duyuyorduk. Üç buçuk yıl önce 23 Haziran 2019’da yayımladığım “Siz Gidin Biz Düzeltiriz” başlıklı yazımda aynı konuya değinmiştim.  Kısaltarak aşağıya alıyorum:

SİZ GİDİN BİZ DÜZELTİRİZ

Bu sözler, daha çok hak ve özgürlüklerin kısıtlandığı dönemlerde söyleniyor. Ara sıra açıklanan rakamlara göre de Türkiye’den başta Avrupa ülkeleri olmak üzere Batıya gidip yerleşen insanların sayısı da oldukça fazla.

Her ülkedeki nüfusun büyük bir çoğunluğu kendi doğup büyüdüğü memlekette doğar ve ölür. Türkiye de bunun içindedir.  Gerçi 1960’lardan sonra başta Almanya olmak üzere yurt dışına çıkan emekçiler oldu. Bunların bir kesimi bir süre çalıştıktan sonra veya emekli olunca geri döndüler. Oralarda kalanlar da var. Fakat bu gidişlerin tümü ekmeklerini kazanmak içindi. Türkiye yoksul bir ülkeydi ve tarımda büyük bir işgücü fazlası vardı. Yorganını sırtlayanlar bir zamanlar İstanbul ve Adana gibi sanayileşmiş kentlerin yolunu tutanlar gibi bu kez işgücü gereksinimi olan batı ülkelerine kapağı attılar.

Artık bu ülkede yaşanmaz, en iyisi başka bir ülkeye gidip yerleşmeli” diyenlerin gerekçeleri de, duyguları da farklı. Bunlar tuzu kuru olanlar. Ya paraları var ya akademik unvanları veya şöhretleri.  Türkiye halkı için parmaklarını oynatmaya niyetli görünmüyorlar. ‘Ben kaçayım, diğerleri ne yaparsa yapsın‘ havasındalar.

Nazım Hikmet gibi, can güvenliğini tehlikede gören bazı kişilerin yurt dışına çıkmasında kimse O’nu suçlamadı. 12 Eylül faşist darbesinden sonra öldürülme işkence görme veya uzun süre hapiste kalma ihtimali olanlar da geçici bir süre yurt dışına çıktı. Onlar yurda dönmeleri için gereken koşulların oluşmasını dört gözle beklediler. İktidar ise bir daha dönmesinler diye Nazım Hikmet’e yapıldığı gibi çoğunu vatandaşlıktan çıkardı. Liberal bir hükümetin dönüşlerine izin verdiğinde nasıl da sevinmişlerdi. Ayak bastıkları ilk vatan toprağını öptüler.

Türkiye’de çalışma koşulları olmadığı gerekçesiyle yurt dışına kapağı atmaya can atan akademisyenleri de mazur görmek mümkün değildir. Öğrenimini yurt dışında tamamlayan, oralarda staj yapan pek çok aydın vardır ve bunlar Türkiye’ye hizmet için bunu yapmışlardır. Dönüşlerinde de öğrendiklerini Türkiye’de bilimin, sanatın gelişmesi için kullanmışlardır. Bizim Abdülhamit zulmünden yurt dışına kaçanlar da oralarda Türkiye ile ilgili bir cemiyete girmeyen, gazete, dergi çıkarmayan nerdeyse yoktur? Mezarı Avrupa’da olan Hürriyet kahramanı var mıdır?

Hiç kimse, kendi yurdunda ve kendi halkının arasında olduğu gibi başka bir memlekette rahat edemez. Konuştuğu yabancı dilde anadilindeki tadı bulamaz. Onun zihni daima çocukluğunun geçtiği vatandadır.

Bu ülkede yaşanmaz. Başka bir ülkeye gidip yerleşmeliyim” diyen tuzu kurulara şöyle diyesim geliyor.

  • “Siz gidin beyzadem. Biz burada sizin için de mücadele ederiz.
  • Savcılar ve yargıçlarla cebelleşir, gerekirse demir parmaklıkların arkasında gün sayarız. Miting yaparız.
  • Seçim sandıklarının önünde kuyruğa dizilir, yazar, çizer, koşturur, tivit atar,
    ülkemizi sizin için de yaşanılır bir ülke haline getiririz.”
    (3 Ocak 2023)

Evde vitaminli serumla tedavi ilanları halk sağlığına tehdit

Uzmanlar ‘evde vitaminli sıvıyla’ tedavi ilanlarının
halk sağlığını tehdit ettiğini belirtti

İstanbul’da hastaları evde vitaminli serumlarla 900 TL karşılığında iyileştireceğini iddia eden ilanlar yapıştırıldı. Prof. Dr. Ahmet Saltık,
Bilimsel değil. Suç işliyorlar. Ciddi komplikasyonlara neden olabilir” dedi.

İstanbul’da otobüs durakları, elektrik direkleri gibi belirli alanlara, “evde vitaminli serum” başlıklı ilanlar yapıştırıldı. İlanda, genel vücut ağrısı, halsizlik, grip gibi şikâyeti (yakınması) olanların, ağrı kesici ve vitamin içerikli serumlarla evde tedavi edilebileceği bilgisi yer aldı. İlanda yer alan telefon numarasından ulaştığımız kişi, özel bir hastanede hemşire olduğunu belirterek, isteyen herkese 900 lira ücret karşılığında evinde serum uygulayabileceğini söyledi. Kişi sayısı artarsa grup indirimi uygulayacağını vurgulayan kişi,

  • “Antibiyotik içermediği için yan etkisi de bulunmuyor” dedi!

“AÇIKÇA SUÇ İŞLİYORLAR”

Konuya ilişkin Cumhuriyet’e konuşan Halk Sağlığı Uzmanı Prof. Dr. Ahmet Saltık,
tıbbi bilgisi bulunmayan kişilerin ve kimi sağlık çalışanlarının sağlığı ticarete dönüştürerek, insanların yaşamlarını tehlikeye attığı konusunda yurttaşları uyardı.

Tıbbi tedavi uygulamak için tek yetkilinin “Hekim” olduğunu belirten Prof. Dr. Ahmet Saltık,

  • “Bu eylem 1219 sayılı yasanın 25’inci maddesine göre açıkça suç oluşturur.
  • Hekim, tıbbi bir talimat (order) düzenlemeden hemşirelerin tedavi uygulama yetkisi yoktur.
  • Damar yolu açarak yapılan bu uygulama, son derece ciddi komplikasyonlara neden olabilir.
  • Dolayısıyla, bu tür uygulamalar, mutlaka hekim talimatı ve gözetimiyle, bir sağlık kurumunda yapılmalıdır.
  • Çevrede bulunan bu tür yasadışı uygulamalar, yerel yönetimlerce izlenmelidir.
  • Yetkililer, halk sağlığını tehdit eden bu tür bilim dışı ilanların asılmasına, asılı kalmasına izin vermeyerek yasal işlem başlatmalı” ifadelerini kullandı.

“BÖYLE İSTEK BİLİMSEL DEĞİL”

Hastaları, serum tedavisi için ısrar etmemeleri konusunda uyaran Ahmet Saltık,

“Böyle bir istem bilimsel değil. Hastalar, tedavilerini kendileri belirleyemez. Eğer hekim gereksinim duyarsa damar içi sıvı tedavisi uygular. Sıklıkla, bu hastalar yatırılarak tedavi edilir. Hekim gerek duymuyorsa hastaların serum istemi yersiz ve yanlıştır. Sağlık emekçilerine verilen eğitimlerin kapsamı genişletilmeli. Bu tür ihlallerle karşılaşmamak için sorumlulukların ve etik kuralların daha iyi öğretilmesi gerekir.” dedi.

Hildesheim ADD ile Yıl sonu programımız

Dostlar,

Güncelleme : Oturum gerçekleştirildi. İzlemek için erişke (link) aşağıda..
***
Bu akşam, 26 Aralık 2022 Pazartesi, TSİ (Türkiye saati ile) 21:00’de aşağıdaki yılsonu oturumunu yapacağız.  Etkinliğin mimarı, Almanya Hildesheim Atatürkçü Düşünce Derneği ve Başkan Sn. Fatma Anders. 6 konuşmacı 10’ar dakikalık değerlendirmeler yapacaklar.

Sn. Prof. Dr. Ergün Aybars,
“Cumhuriyet tarihimizden alacağımız derslerle geleceği planlamayı”,

Sn. Doç. Dr. Emin Elmacı “Küreselleşme ve Türkiye’nin yeri-geleceği..” ni,

Sn. Av. Ömer Faruk Eminağaoğlu
“Hukuk Devleti”ni,

Sn. Em. Kd. Alb. Makine Müh. Öznur Yılmaz hanımefendi
“Ulusal Güvenlik Politikalarımızı”,

Sn. Av. Cemil Öz
“Gelecek seçimleri, seçim güvenliği” ni

 

Ve biz de Türkiye’nin – Dünyanın güncel sağlık sorunlarını işleyeceğiz.

10’ar dakikalık 6 konuşmanın ardından sorular yanıtlanacak ve konuşmacıların ekleyecekleri konular varsa birkaç dakika ek süre verilecek.Fotoğraf açıklaması yok.İzlemek için ADD Hildesheim face book sitesi bve youtube hesabı kullanılacak.. İzlemek için lütfen tıklayın.

https://www.facebook.com/100047612780863/videos/651191376752056/?flite=scwspnss

Sevgi ve saygı ile. 26 Aralık 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
​Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Mülkiye’li​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      twitter : @profsaltik

2023’e girerken sağlık

authorBAYAZIT İLHAN 
GÜNCEL23.12.2022, BİRGÜN

Sağlıkta eşitsizlikler tüm dünyada belirgin sorun olmaya devam ediyor. Hem ulusal hem de uluslararası ölçekte sağlık sistemi, ekonomik, siyasal, toplumsal eşitsizlikler sağlığımızı bozuyor. Salgınlar, savaşlar, iklim krizi sıkıntıları büyütüyor. Bunları azaltmak ve sağlıklı olmayı temel bir insan hakkı olarak kabul ettirebilmek bitmeyen bir mücadele konusu. Sorunların temelini sınıfsal çelişkiler oluşturuyor.

Ortaya atılan yeni kavramların, hedeflerin de ne kadar çözümleyici olduğu tartışmalı.12 Aralık, Birleşmiş Milletler’in (BM) kabul ettiği Evrensel Sağlık Kapsayıcılığı (Universal Health Coverage) günü idi. Evrensel Sağlık Kapsayıcılığı ile tüm insanların, her yerde, ihtiyaç (gereksinim) duydukları kaliteli (nitelikli) sağlık hizmetlerini finansal sıkıntı yaşamadan alabilmelerinin hedeflendiği ifade ediliyor. Buradaki “finansal sıkıntı yaşamadan” ifadesi, parayı kimin ödeyeceği sorusunun temel çelişki olmaya devam ettiğini gösteriyor.

2000 YILINDA OLMADI, 2030’DA OLUR MU?

Dünya Sağlık Örgütü’nün 1977 yılındaki 30. Genel Kurulu’nda kabul ettiği ve bir yıl sonraki, 1978 Alma Ata Bildirisi’ne giren “2000 Yılında Herkese Sağlık” hedefi bir dönemin temel sloganı olmuştu. O dönemde Sovyetler Birliği içinde Kazakistan’da toplanan Temel Sağlık Hizmetleri Konferansı’nın sonunda yayınlanan Bildiri “2000 Yılında Herkese Sağlık” hedefine ulaşılabilmesi için gerekli ilkeleri ilan ediyordu. 2000 yılını çoktan geride bıraktık, olmadı, hedeflerin pek çoğu kâğıt üzerinde kaldı. Bu arada Sovyetler Birliği dağıldı, dünyada eşitsizlikler azalmadı, arttı.

2000 yılında bu kez BM, 2015 yılına dek gerçekleşmesi çağrısıyla Milenyum Hedefleri ilan etti. BM’nin 2015 raporlarında kimi eksikler olsa da hedeflere büyük ölçüde ulaşıldığı söylendi. Oysa temel eğitim ve sağlık hedeflerine ulaşılamadığı, derin yoksulluğun, toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinin devam ettiği görülüyordu. BM 2015’te ise 2030 yılına dek gerçekleşmesi için doğrudan ya da dolaylı olarak sağlığımızı ilgilendiren 17 Sürdürülebilir Kalkınma Hedefi’ni kabul etti. Bunlar açlığın, yoksulluğun ortadan kalkmasından eğitime, temiz su, hijyen, halk sağlığı, iklim, barış ve adalet istemine dek geniş yelpazede tanımlanmış durumda.

İşte DSÖ de bu çerçevede 2030 yılında Evrensel Sağlık Kapsayıcılığı ve Herkese Sağlık hedeflerini tarif etti. Bu kavramların Alma Ata Bildirisi’nin 40. Yılında, 2018’de bu kez Kazakistan’ın Astana kentindeki İkinci Temel Sağlık Hizmetleri Konferansı Bildirisi’ne de girdiğini görüyoruz. Türkiye 40 yıl önceki ve sonraki konferansların katılımcısıdır.

Okuyunca iyi hissettiren bu hedefleri gerçekleştirebilecek “ulusal ve uluslararası irade, akıl, örgütlülük var mı” sorusu önümüzde duruyor. Olmadığını ne yazık ki önceki hedeflerin çoğuna ulaşılamamasından anlıyoruz.

YENİ YÜZYILDA SAĞLIK

Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni yüzyılına ülkenin geleceği için çok önemli olan seçimlerin arifesinde giriyoruz. Uluslararası kurumların, konferansların metinlerine konu olan pek çok sorunun ülkemizde de yaşandığını biliyor ve çözümleri için kendimizi sorumlu hissediyoruz. Çok açık, 2023 seçimleri ülkemizin sağlığından eğitimine, çocuk istismarından kadın cinayetlerine, adaletten doğa mücadelesine, yoksulluğun, eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasına, yurtta ve dünyada barış istemine dek pek çok konuda belirleyici olacak.

  • Sağlığın bir hak olmaktan çok tüketim nesnesine dönüştüğü,
  • kamudan sağlık hizmeti almanın giderek zorlaştığı,
  • hastaların randevu alamayıp aylarca beklediği ya da acil servisleri doldurduğu,
  • hekimlerin, sağlık çalışanlarının eğitimlerinden çalışma koşullarına ve özlük haklarına sayısız sorunla boğuştuğu,
  • sağlık kurumlarında kalabalık, kargaşa ve şiddetin önlenemediği,
  • genel bütçede sağlığa ayrılan payın büyümediğikoşullarda Cumhuriyet’in yeni yüzyılına giriyoruz.

Tüm bunların çözümünü tartışmalı, daha iyi bir ülke ve daha iyi bir sağlık sistemini (dizgesini) hep birlikte kurmalıyız. 2023 seçimlerine giden ortam bunun için uygundur, ülkemizin bunu başaracak birikimi ve deneyimi vardır.

Çarşaflı yargıca, sarıklı polise ne diyeceksiniz?

Zülal Kalkandelen
Zülal Kalkandelen
zulal.kalkandelen@cumhuriyet.com.tr
14 Aralık 2022, Cumhuriyet

 

AKP, son 20 yılda defalarca (kezlerce) deldiği anayasayı bir kez daha hançerleme hazırlığında. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun ortaya attığı türbana yasal güvence teklifini, anayasa değişikliğine çevirdiler ve tekliflerini TBMM’ye sundular.

Anayasaya aşağıdaki fıkranın eklenmesini öneriyorlar.

“(24. maddeye ek)

Madde 1- Temel hak ve hürriyetlerin kullanılması ile kamu veya özel kesim tarafından sunulan mal ve hizmetlerden yararlanılması, hiçbir kadının başının örtülü veya açık olması şartına bağlanamaz.

Hiçbir kadın; dini inancı sebebiyle başını örtmesi ve tercih ettiği kıyafetinden dolayı eğitim ve öğrenim, çalışma, seçme, seçilme, siyasi faaliyette bulunma, kamu hizmetlerine girme ile diğer herhangi bir temel hak ve hürriyeti kullanmaktan ya da kamu veya özel kesim tarafından sunulan mal ve hizmetlerden yararlanmaktan hiçbir surette yoksun bırakılamaz. Bu nedenle kınanamaz, suçlanamaz ve herhangi bir ayrımcılığa tabi tutulamaz. Alınan veya verilen bir hizmetin gereği olan kıyafet söz konusu olduğunda devlet, ancak dini inancı sebebiyle kadının başını örtmesini ve tercih ettiği kıyafetini hiçbir surette engellememek şartıyla gerekli tedbirleri alabilir.”

Türban düzenlemesini yaparken araya aile birliğini katıp, evliliğin sadece bir erkek ile bir kadın arasında olabileceğini 2. maddeye yazarak malum çevrelere de mesaj vermişler.

AKP’NİN TEKLİFİ BİRÇOK AÇIDAN ANAYASAYA AYKIRI

1- Şekil açısından anayasaya aykırı. Anayasanın 94. maddesi “TBMM Başkanı, Başkanvekilleri, üyesi bulundukları siyasi partinin veya parti grubunun Meclis içinde veya dışındaki faaliyetlerine katılamazlar” diyor. AKP’nin türban teklifini imzalayan TBMM Başkanı Mustafa Şentop ise yasayı değiştirerek “faaliyetlerine” kelimesini “toplantılara katılamazlar” olarak yorumluyor. Bir partinin Meclis içindeki en önemli faaliyetlerinden biri, anayasa/yasa değişikliği teklifi vermektir!

2- Anayasanın 2. maddesindeki laik devlet ilkesine aykırı. Çünkü bu teklif, anayasanın bu maddesinin dolaylı yoldan değiştirilmesi anlamına geliyor; peçe ve çarşaf da serbest kalıyor.

3- Anayasanın 24. maddesine aykırı. Bu madde, “Kimse, devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz” diyor.

Oysa AKP’nin düzenlemesinde, kamu hizmetlerinden yararlanma ya da hizmetlerin sunumunda en belirleyici kriter (ölçüt) din olarak öne çıkıyor. Teklifte “verilen bir hizmetin gereği olan kıyafet söz konusu olduğunda bile, dini inanç sebebiyle kadının başını örtmesinin engellenemeyeceği” yazıyor.

4- Anayasanın 14. maddesine aykırı. Bu madde, “Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan demokratik ve laik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz” diyor. Bir kişinin dini inancın simgesi olan türban ile yargı, Emniyet ve TSK içinde görev yapması, açıkça laikliğe aykırıdır.

5- Anayasanın “kanun önünde eşitlik” başlıklı 10. maddesine aykırı. Bu maddede şu ifadeler yer alıyor: “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. 

Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz. Devlet organları ve idare makamları, bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.” 

Bu durumda sadece (yalnızca) Müslüman kadınların dini (dinsel) inançlarının simgesi olan türbanla kamu hizmetleri açısından ayrıcalık kazanmasına yol açacak bir düzenleme, kadın ile erkek arasında kanun (yasa) önünde eşitlik maddesine de aykırı.

‘YETMEZ AMA EVET’ HORTLADI!

İyi Parti, teklifte ileride problem yaratacağını düşündükleri bazı ifadelerin olduğunu söylese de anayasaya aykırı düzenlemeye “Yetmez ama evet” diyecekmiş. Altılı masadaki partiler de onlara katılma eğiliminde.

Bu konuyu yeniden siyasetin gündemine sokan CHP’nin ne yapacağını merak edenler var. Referanduma kalırsa AKP’ye yarar korkusuyla evet diyebilirler.

Merak ediyorum; cinsiyet eşitliğine aykırı düzenleme Anayasa Mahkemesi’ne giderse, mahkeme de bunu erkeklere de aynı konuda özgürlük verecek şekilde genişletelim derse ne olacak? İki yıl önce türbanlı yargıç konusunda, “Ya çağın neresindeyiz biz ya? Kişi başörtüsü takar takmaz, o onun tercihidir”diyen Kılıçdaroğlu, bu kez de sarıklı komutanlara, peçeli polislere karşı çıkmaz herhalde!

Sağlığın ticarileşmesi

Prof Dr. Ulaş KAPLAN

LESLEY ÜNİVERSİTESİ
08 Aralık 2022, Cumhuriyet

Canla başla, büyük özveriyle çalışan hekimlerin düşük ücretleri, ağır iş yükü ve uğradıkları şiddet çözüm bekliyor. Bu sorunları kapsayan bir gerçek var:

  • Sağlık çalışanlarını hastalar ve yakınlarıyla zıtlaştırırken her bir kitleyi mağdur eden, fazlasıyla ticarileşmiş bir sistemin girdabındayız.

Batı kaynaklı bu sistem, temel hakların ve güvencenin az olduğu Türkiye’de daha yıkıcıdır. Batı’nın Aydınlanmasını benimseyip emperyalizmini dışlayan yaşamsal ayrımla kurulan Cumhuriyetin dengeleri tersyüz olurken, vahşi kapitalizm toplumsal nefsimize çökmüştür.

TEŞVİK EDİLEN UYGULAMALAR

Zarar verebilecek gereksiz işlemler uygulamak, erken taburcu etmek, kritik kararlarda kazancı sağaltım amacından üstün tutmak… Böyle uygulamalara 1980’li yıllarda dikkat çeken hekim, Georgetown Üniversitesi tıp etiği profesörü Edmund Pellegrino’ydu. Tehdit altındaki bireysel çıkarları koruma gerekçesiyle haklı görülen, “yasal olsa da ahlak bakımından tartışmalı” alışkanlıkların her meslek dalında bulunduğunu vurgulayan Pellegrino’nun ABD’deki saptamaları günümüz Türkiyesi’nin acı gerçeği olmaktadır. Bu yıl yitirdiğimiz babam Av. Sami Kaplan’ın rahatsızlığı süresince böyle uygulamalar yoluyla gözlediğim bu gerçek, Türk insanının kaderi (yazgısı) olamaz.

Pellegrino’ya göre mesleklerde “karakter ve erdem” olgularının önemsizleşmesinden kaynaklanan bu uygulamalar “genellikle yasaldır, sosyal olarak kabul edilir ve hoşgörülür, meslek erbabı ile hastanın/müvekkilin çıkarlarının kesiştiği gri bir bölgeyi kaplar. Bu bölgede hastanın/müvekkilin incinebilirliği, kendisini meslek erbabı tarafından sömürülebilir kılar”. İyileştirilebilecek insanın “evde bakım hastası” diye kolayca kaderine terk edilebildiği bir sistemde yaşama hakkına ve bu hakkın gerektirdiği göreve ne denli saygı duyulabilir? “Hastanın varlığı cebimi nasıl etkileyecek” kaygısı “Hastayı nasıl iyileştirebilirim” düşüncesine karıştığı veya baskın çıktığı an, saf kalması gereken görev kirlenmiştir.

İNSAN YAŞAMININ DEĞERİ

Özel hastanelerin artmasıyla teknoloji yaygınlaşıyor. Peki ya insan? Sağlık, modern inşaattan fazlasını gerektiriyor. Bina donanımı nitelikli hizmet demek değil. Serbest piyasa rekabeti mutlaka hizmeti geliştirmiyor; vatandaşın harcadığı para aynı ölçüde sağlık anlamına gelmiyor; bozuk sisteme daha çok kaynak aktarmak halk sağlığını artırmıyor.

  • Sistem kökten değişmeli,
  • Devlet ve üniversite hastanelerinin koşulları iyileştirilip kapasiteleri artırılmalı,
  • vatandaş özel ticarethanelere mahkûm bırakılmamalıdır.

İstanbul Tabip Odası’nın uyardığı gibi “Sağlık, sosyal devletin vazgeçemeyeceği görevlerin başındadır, piyasanın vahşi koşullarına terk edilemez”.

Bir seçenek şaibeli uygulamaları göz ardı etmek, kanıksamak, bağlı olduğumuz sistemin kaçınılmaz çarkları olarak mantığa bürüyüp haklı görmek; savunmaya geçerek gelişime karşı konumlanmaktır. Öbür seçenek gerçekle yüzleşmek; meslek içi denetim mekanizmalarını etkili işleterek liyakatin artması, insancıl hizmetin yayılması için çabalamaktır. Hangi seçimin insanlık görevi olduğu açıktır.

Yandaşlık ve çıkar güdülerine teslim olmadan, Schopenhauer’ın deyişiyle insan yaşamından çok daha uzun ömürlü olan “gerçeği” haykırmamız, sistemi insancıllaştırmamız gerekiyor.

  • Türk insanının hayatının hak ettiği değeri görmesi için,
    sağlık sistemi tıbbın özündeki ilkelere dönmelidir.