Kategori arşivi: Hekim Saltık

1. GIDA VE TIP ÖĞRENCİ KONGRESİ

Dostlar,

AÜTF (Ankara Üniv. Tıp Fak.) Dönem 3 öğrencilerimizden sevgili İlker ve Durul, dün (4.5.17) odamıza ziyarete geldiler. HÜTF (Hacettepe Üniv. Tıp Fak.) öğrencileri ile bir ÖĞRENCİ BİLİMSEL TIP KONGRESİ düzenlemişler ve bana da çağrı yazısı ile programı sundular. Ne var ki 4/5 Mayıs 2017 gecesi Dalyan yolunda olacağız Tıbbiyeden mezun oluşumuzun 40. yıl buluşması için.. Kongrenin yapılacağı 7 Mayıs günü de dönüş yolundayız. Hoş görmelerini diledim, kongre kitapçığını / CD’sini edinme ricamı ilettim. Akşam kendilerinden bir e-ileti aldım ve yanıtladım :
* Ben de odama dek gelmenizden ve saygın – değerli çalılmanızı duyurup çağırmanızdan çok mutlu oldum. Birkaç saat sonra Dalyan’a yola çıkacağız ve 7 Mayıs Pazar gece yarısından sonra dönebileceğiz.. Kongre çalışmalarını CD ve/veya kitaptan mutlaka okumak isterim.. Programı web sitemden duyuracağım.. Oradan bakmanızı dilerim.. 
Başarılar dilerim.. Arkasının gelmesini dilerim..
Sevgi ve saygı ile. 04.05.2017
*****
Program için lütfen tıklayınız:1._GIDA_VE_TIP_OGRENCI_KONGRESI_PROGRAMI_7.5.17

Bu kongreye katılınması ve destek verilmesi dileğimizdir.
Tek bir kurtuluş yolumuz var, o da Büyük ATATÜRK‘ün yıllaaaaar öncesinden çook haklı olarak vurguladığı ve bizlere tinsel kalıtı (manevi mirası) olarak bıraktığı üzere;
* Yaşamda en gerçek yol gösterici bilim ve tekniktir.. Bunun dışında yol aramak aymazlıktır (gaflet), sapkınlıktır /(dalalet) ve bilisizliktir (cehalet).
Bu bilimsel etkinliğe emek veren ve vereceklere şükranlarımızı sunuyor, içten başarı diliyoruz.

Sevgi ve saygı ile. 05 Mayıs 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Meme kanserinde farkındalık zinciri ve Tamoksifen

Dostlar,

Kırk yıllık genel cerrah, nitelikli ve dürüst hekim, Türkiye Tıp Kurumu başkanı meslektaşımız Dr. Mehmet Altınok, kısa bir ileti göndermiş.. Dr. Altınok kanser ve özellikle meme cerrahisinde yetkinleşmiş bir uzman olarak ciddi bir uyarıda bulunuyor.. Paylaşmak istiyoruz.

Sevgi ve saygı ile. 04 Mayıs 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com
=======================
Meme kanserinde farkındalık zinciri,
Kurdelesi pembe değil,
Kırmızı, kırmızı alarm zira…
****

Tamoksifen, 40 yıldır meme kanserinde güvenle kullanılıyor, tedavide yararı açık biçimde kanıtlanmış durumda. Kemik erimesi yapmaması pahalı alternatiflerine göre büyük avantaj. Diğer yan etkileri ucuzluğu nedeniyle çok abartılıyor, oysaki dikkatli bir izlem yapılırsa sorun yok. Patent süresi uzun yıllar önce dolduğu ve bu nedenle birçok jeneriği piyasaya sürüldüğü için çok ucuz. Aylık tedavi maliyeti 13 TL, günlük tedavi maliyeti de 43 kuruş. İlaç firmalarının pazarlaması açısından kârlı değil, firmaların istedikleri zamların yapılmasının hiçbir önemi yok, ancak Bakanlık kabul etmiyor. Firmalar ilacı piyasa sürmekte ayak diretiyor, hastalar açısından ilacın temini kabusa dönüşüyor. Sıkıntı açıkça ortadayken Bakanlık ilacın temini için etkili bir müdahalede bulunmuyor. Bulunmayan pek çok ilaçta da aynı sorun yaşanıyor. Söz gelimi barsak tıkanmasına doğru giden şiddetli kabızlıkta su ve elektrolit çekmemesi nedeniyle alternatiflerine göre büyük avantajı olan Sokol Likid Vazelin 4 TL olduğu için piyasadan buharlaştırılmış durumda. Kıyıda köşede kalmış eczane raflarında tek tük bulabilirseniz ne ala, depolarda ve eczanelerde yok. Böyle onlarca hatta daha fazla örnek verebiliriz. Tamoksifen’den başlayalım dedik. (04.05.2017)

Dr. Mehmet Altınok
Tıp Kurumu Başkanı

Epidemiyolojide Risk Ölçütleri / Epidemiological Risk Measures


Sevgili AÜTF Dönem 2 Öğrencilerimiz,

Epidemiyolojik Risk Ölçütleri” başlıklı ders notlarımızı, güncellenmiş olarak,
aşağıdaki erişkeyi (linki) tıklayarak okuyabilirsiniz…

Son olarak bu dersimizi Mayıs 2016’da AÜTF (Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi)
Dönem 2’de 2 saat olarak işlemiştik. Bu yıl ne yazık ki süremiz 1 saat..

Ancak, büyük üzüntüyle belirtelim ki; 444 kişilik sınıf A ve B olarak 2’ye bölünüp
adeta 2 tıp fakültesi gibi büyük özveri ile eğitim verilirken, 222 örencinin 1/10’unun bile
derse gelMEmesi çok can sıkıcıdır ve kabul edilemez.
02 Mayıs 2017 günü sınıfta ne yazık ki yalnızca 15 öğrenci vardı!?

Tıp Fakültesi öğrencisinin çok daha sorumlu davranması beklenmektedir.
Tıp eğitimi ekstern, devam etmeden sürdürülecek bir eğitim değildir.
Belki, sınırda sınav başarıları ile diploma da alınabilir.

Kısa süreli RAM belleğe emanet edilen ezber bilgiler,
sınavlarda ölçme – değerlendirme kurallarına yeterince uyulamamasından da beslenen
aldatıcı bir başarıya dönüşebilir..

Ancak köklü bir tıp kültürü sağlaması, kalıcı bir sediment bırakması beklenmemelidir.

Nitekim sınavlarda, muhakemeye ve sorun çözmeye yönelik sorularda derse devamsızlık, belirgin düzeyde olumsuz etkili olmaktadır. Öbür soru türlerinden sağlanan puanlarla
handikap giderilmeye çalışılmaktadır. Bu tutum bilimsel ve akılcı değildir.

Kurumlarımız aşırı ve gereksiz öğrenci sayısıyla çooook zorlanmaktadır.
Öğrencilerimiz bu tabloda kendilerine yakışan davranışla yönetime yardımcı olmalıdır.
Bu sorunu bilen Yönetim –bizim de yansıttığımız üzere- önlemini almıştır.

Akılı kartlar ile sınıfa girme ve elektronik yoklama gibi..

Tıp bir bütündür ve Kanıta Dayalı Tıp Dersleri olmadan hekim – iyi hekim olmak olanaksızdır.
Öğrencilerimizin kimi yersiz takıntılarını aşmaları, derslere tam devam etmeleri,
sorumluluklarının kaçınılmaz gereğidir.
Kimi konular yoğun us yürütme (muhakeme) gerektiriyor, dersi dinleyerek kavranabilir.
Unutulmasın ki, yüz binlerce öğrenci sizin ulaştığınız bu olanağa erişememiştir.
Nitelikli hekimler olmak, öğrencilerimizin boyun borcudur.

Çağa, tarihe, ulusumuza ağır sorumluluklarımızı gözardı etmeye hiçbirimizin hakkı yoktur.

Yararlı olması dileğiyle..

Epidemiyolojik_risk_olcutleri
(64 yansı, 2,4 MB)

Sevgi ve saygı ile. 03 Mayıs 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com 

 

TTB Halk Sağlığı Kolu’ndan ‘Bağışıklama Haftası’ mesajı

TTB Halk Sağlığı Kolu’ndan ‘Bağışıklama Haftası’ mesajı

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Türk Tabipleri Birliği Halk Sağlığı Kolu (TTB HSK), 24-30 Nisan Bağışıklama Haftası dolayısıyla bir açıklama yayımladı. TTB HSK, anne ve babalara yönelik olarak
“Aşı Hakkında Bilinmesi Gerekenler” başlıklı bir de broşür hazırladı.

TTB HSK tarafından 27 Nisan 2017’de yapılan açıklamada, aşılama hizmetlerinin önemine dikkat çekilerek, Türkiye’de giderek yükselen aşı karşıtlığı konusunda Sağlık Bakanlığı göreve davet edildi. Açıklamada, “Ülkemizde, aşılama hizmetleri konusunda kamusal bir iradeye ihtiyaç vardır. Bu anlamda Sağlık Bakanlığı’nı, gerek sağlık hizmetlerinin örgütlenmesinden, mevzuatta gerekli düzenlemelerin yapılmasına, gerekse aşı karşıtlığının önlenmesinde
içten çaba göstermeye davet ediyoruz.

  • Devletin görevi çocuğuna aşı yaptırmamayı “hak” olarak kabul etmek değil, toplum sağlığı açısından “hak ihlali” olduğunu görerek gerekli yasal düzenlemeyi yapmaktır.”

denildi. (27 NİSAN 2017, http://www.ttb.org.tr/index.php/Haberler/ttb-hsk-6670.html)

Anne Babalara Yönelik Aşı Hakkında Bilinmesi Gerekenler Broşürü
*****

24-30 Nisan Bağışıklama Haftası Mesajı

Koruyucu sağlık hizmetleri arasında en etkili olanlarından biri hâlâ aşılamadır.
Aşılar, bir grup hastalığın önlenmesinde oldukça etkili ve güvenli koruyucu hizmetlerdir.
Aşılama, kişilerin bireysel olarak temin etmeleri gereken hizmetler olmalarının ötesinde,
iyi örgütlenmiş temel sağlık hizmetlerine sahip sağlık sistemleri aracılığıyla sunulabilirler.

Gelinen durumda Türkiye’de aşılama sorunu giderek önem kazanan bir hal almıştır.
Sağlık reformu (AS: Sağlıkta Dönüşüm  – Health Transformation, DB dayatması) ile
yeniden organize edilen sağlık hizmetleri, 3 milyonu bulan sığınmacı akını karşısında çaresiz kalmıştır. Aile sağlığı merkezlerindeki hekim, hemşire ve ebelerin iyi niyetli çabalarına rağmen, Birinci Basamak sağlık örgütlenmesindeki yapısal sorun, aşılama hizmetlerinin önünde en büyük engeldir.

Ülkemizde, 2011-13 yıllarında yaşadığımız kızamık salgınının bir uyarı olduğunu, kayıtsız çocukların aşılanmadığını, savaş nedeniyle ülkemize gelmek zorunda kalan ve kamp dışında yaşayan mültecilerin koruyucu sağlık hizmetlerine ulaşamadıklarını görerek, önümüzdeki yıllarda aşı ile önlenebilir hastalıkların salgınlar yapabileceği riskine karşı  hızla önlemlerin alınması gerekmektedir.

Öte yandan Sağlık Bakanlığı, aşılama oranları konusundaki istatistikleri açıklamaktan kaçınmakta, raporlarında verdiği oranların kaynağını belirtmemektedir. Aşılama hizmetlerinin
en önemli sorunlarından biri de, Türkiye’de aşı karşıtlığının giderek yükselmesidir. Toplumda aşı karşıtlığının yükselmesine karşın Sağlık Bakanlığı’nın tutumu içten bir çaba içinde olmaktan çok, kişileri bireysel sorumluluklarına davet etmenin ötesine geçmemektedir.

Oluşan aşı karşıtlığını eğitim ile ilgili bir sorun gibi görmek indirgeyici bir yaklaşımdır; çünkü aşı karşıtlığı, bilimsel ve biyomedikal gerçekleri reddetmekte ve hatta aşı karşıtları bilimsel
ve biyomedikal tartışmaları, kendi yorumlarının lehine olacak şekilde kullanmaktadır.

Aşı karşıtlığının önüne geçebilmek, toplum sağlığını öncelemek Sağlık Bakanlığı’nın temel görevidir. Ülkemizde 1981’den beri çocukluk çağı aşı uygulamaları düzenli yürütülmektedir.
Bu uygulamanın sürmesinin sağlanması, aşı ile önlenebilir hastalıkların toplumumuzda salgınlara neden olmasının engellenmesi, aşılar konusunda gerçek, bilimsel ve kanıta dayalı verilerin toplumla paylaşılması gerekmektedir.

Ülkemizde, aşılama hizmetleri konusunda kamusal bir iradeye (AS: istence) gereksinim vardır. Bu anlamda Sağlık Bakanlığı’nı, gerek sağlık hizmetlerinin örgütlenmesinden, mevzuatta gerekli düzenlemelerin yapılmasına, gerekse aşı karşıtlığının önlenmesinde içten çaba göstermeye çağırıyoruz.

  • Devletin görevi çocuğuna aşı yaptırmamayı “hak” olarak kabul etmek değil, toplum sağlığı açısından “hak ihlali” olduğunu görerek gerekli yasal düzenlemeyi yapmaktır.

TÜRK TABİPLERİ BİRLİĞİ
HALK SAĞLIĞI KOLU
===========================================
Dostlar,

Bizim de üyesi olduğumuz TÜRK TABİPLERİ BİRLİĞİ HALK SAĞLIĞI KOLU
(TTB-HSK), 
son derece yerinde bir açıklama yapmıştır. İki bireysel başvuru nedeniyle
Anayasa Mahkemesi’nin “hak ihlali” kararı vermesi bu sorunun başlangıcı olmuştur denebilir. Anayasa Mahkemesi (AYM) 11 Kasım 2015’te, bebeklik – çocukluk dönemi aşılarını yaptırmak istemeyen anababanın bireysel başvurusu hakkında karar verdi. 24 Aralık 2015’te ise kararın gerekçesi açıklandı. AYM, Anayasa’nın 17. maddesinde tanımlanan maddi ve manevi varlığın korunması ve geliştirilmesi hakkının ihlal edildiğini iddia etmiştir. Karar gerekçesinde;

  • Anayasa’nın 17. maddesinde de tıbbi zorunluluklar ve kanunda yazılı hâller dışında kişinin vücut bütünlüğüne dokunulamayacağı belirtilmiştir. Söz konusu düzenlemede özel sınırlama sebepleri öngörülmemiş olmakla birlikte kanun ile düzenleme hükmüne yer verilmiş olup bu kapsamda yapılan müdahalelerin meşruluğunun denetlenmesinde, Anayasanın 13. maddesinde yer alan güvence ölçütlerinin dikkate alınması zorunludur.

Anayasa’nın “Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması” kenar başlıklı 13. maddesi şöyledir:

‘Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.’

Belirtilen Anayasa hükmü, hak ve özgürlükleri sınırlama ve güvence rejimi bakımından temel öneme sahip olup Anayasada yer alan bütün hak ve özgürlüklerin yasa koyucu tarafından hangi ölçütler göz önünde bulundurularak sınırlandırılabileceğini ortaya koymaktadır. Anayasanın bütünselliği ilkesi çerçevesinde, Anayasa kurallarının bir arada ve hukukun genel kuralları göz önünde tutularak uygulanması zorunlu olduğundan belirtilen düzenlemede yer alan başta kanun ile sınırlama kaydı olmak üzere tüm güvence ölçütlerinin, Anayasa’nın 17. maddesinde yer verilen hakkın kapsamının belirlenmesinde de gözetilmesi gerektiği açıktır (Sevim Akat Eşki, § 35).” denilmektedir.

Oysa duyarlı kişilerin aşılanmasıyla toplum düzeyinde etkin ve güvenli koruma sağlanabilen bulaşıcı hastalıklar özelinde bir değer olarak toplum yararı birey özerkliğinin üzerindedirAYM kararı sonrasında, toplum yararı ile bireylerin haklarını demokratik bir biçimde buluşturacak düzenlemelerin bir an önce yapılması gerekliliği kuşkusuzdur. Öte yandan koruyucu sağlık hizmetleri arasında en önemlilerinden biri olan aşılama konusunda toplumun bilgilendirilmesi çok önemli ve acil bir gereksinimdir.

  • Aşılar, günümüzde tıp alanında kullanılan en güvenli, en etkili ve en maliyet etkili
    tıbbi uygulamalardır!
  •  Aşı uygulamasında bireyin hak ve özgürlükleri ile kamu sağlığının gerekleri çelişmez,
    aynı yöndedir. 
    Aşılama konusunda sorumluluğun bireylere yüklenmesi haksızlıktır. 

    Halkın sağlığını koruyucu aşı politikaları geliştirmek Sağlık Bakanlığı’nın görevidir!
    Anayasa’nın 56. maddesi herkese sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı tanımakta
    ve bu bağlamda hem devlete hem de yurttaşlara ödev yükümlemektedir. Bu maddeye göre
    “.. herkes sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir..” AYM kararına dayanarak çocuklarına aşı yaptırmak istemeyen kesimlerin marjinal kalmayarak çoğalması durumunda
    fiili bir kitlesel hak ihlali, toplum sağlığının riske sokulması sakıncası doğabilecektir.Sağlık Bakanlığı’nın AYMnin gerekçesi yönünde tek maddelik bir yasal düzenleme için 1,5 yıldır adım atmaması çok rahatsız edicidir ve kimi kuşkuları çağrıştırıcıdır. Bu tutum – politika, Yönetimin sorumluluğu, Yönetim – Yönetici – Kamu görevlileri Etiği açısından da
    ağır sorunsaldır. Ardından, aşı dışı öbür zorunlu tıbbi tedavi ve girişimlerin de yapılabilmesinin AYM kararı ile tehlikeye girmesi sorununu çözmek üzere katılımcı yollarla kapsamlı yasal düzenleme hızla yapılmalıdır.
    Aksi durumda karmaşa (kaos) kapıdadır hatta halen yaşanmaktadır
    Sorun salt Türkiye toprakları ve nüfusu ile de sınırları değildir; bölgesel hatta küresel tehditler içermektedir.
    TNSA 2013 verileriyle 0-6 yaş diliminde süregen – ağır beslenme yetersizliği nedeniyle ileri düzeyde boy kısalığı (bodurluk) % 9,5 oranındadır ve bu durumda yarım milyonu aşkın çocuk vardır. Suriye – Irak kökenli yabancıların çocukları da yarım milyonu aşkındır ve genel sağlık koşulları çok yetersizdir. Bu zedelenebilir (vulnerable) kesimlerin özellikle ve öncelikle aşıyla korunulabilen hastalıklara karşı bağışıklanması bilimsel zorunluluktur. Yineleyelim;

  • Etkin – yaygın – sürekli bağışıklama hizmetleri aksarsa, bulaşıcı – salgın hastalıklar riski kapıdadır. Anayasa, 56. maddesi ile herkese sağlıklı – dengeli bir çevrede yaşama hakkı tanımakta ve Devleti yükümlemektedirSevgi ve saygı ile. 02 Mayıs 2017, Ankara

    Prof. Dr. Ahmet SALTIK
    Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
    www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Çernobil’in 31. yıldönümünde nükleer santrale bir kez daha hayır!

Türk Tabipleri Birliği Halk Sağlığı Kolu (TTB – HSK),

(AS : Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Çernobil nükleer faciasının 31. yıldönümü dolayısıyla yaptığı açıklamada, nükleer santrallere bir kez daha hayır dedi. TTB – HSK tarafından 26 Nisan 2017 tarihinde yapılan açıklamada, Çernobil’in yıldönümü dolayısıyla nükleer santrallerin etkilerine değinilerek, nükleer santrallerin olumsuz etkilerinin yalnızca kazalarla sınırlı olmadığı vurgulandı.

Türkiye’nin nükleer santral olmadan nükleer kazalar yaşayabilen bir ülke olduğuna dikkat çekilen açıklamada, 1999’da meydana gelen ve tıbbi atıklardan kaynaklanan ve 13 kişilik bir aileyi etkileyen İkitelli kazası, 2012’de İzmir-Gaziemir’de ortaya çıkan kaynağı bilinmeyen radyoaktif atıklar ve son olarak 2016’da Sakarya’da bir baraj inşaatında meydana gelen ve bir işçiyi etkileyen radyoaktif bir malzeme ile oluşan kaza hatırlatıldı. Açıklamada,

  • “Ülkemiz için nükleer enerji gerekli değildir ve öncelikli yatırımlar şüphesiz güneş, rüzgar, jeotermal gibi yenilenebilir enerji türlerine yapılmalıdır.” denildi.

ÇERNOBIL’ÍN 31. YIL DÖNÜMÜNDE NÜKLEER SANTRALE BİR KEZ DAHA HAYIR DİYORUZ!

Bundan tam 31 yıl önce, 26 Nisan 1986 günü Ukrayna’nın başkenti Kiev yakınlarındaki Pripyat kasabasında kurulu Çernobil Nükleer Santralinin dört numaralı reaktöründe bir patlama meydana geldi. Patlama sonucu ortaya çıkan radyasyon serpintisinden Rusya, Ukrayna ve Beyaz Rusya’nın dışında içinde ülkemizin de olduğu 14 Avrupa ülkesi etkilendi. Kaza anında 30 işçi yaşamını yitirdi; önce 115.000, daha sonra 220.000 kişi olmak üzere 335.000’den çok insan bölgeden tahliye edildi. 1955´de kurulan UNSCEAR’ın (Birleşmiş Milletler Atomik Radyasyonun Etkilerini Araştırma Bilimsel Komitesi) raporlarına göre kazadan sonra bölgede yaşayan yaklaşık 500.000 insan yüksek radyasyona maruz kalmış; Rusya, Ukrayna ve Beyaz Rusya’da 2005’de çocuklarda 6.000’den fazla tiroid kanseri rapor edilmiştir. Aynı örgüt önümüzdeki yıllarda yeni tiroid kanseri olgularının görülebileceğini kestirmektedir. Yine UNSCEAR’ın raporlarında üç ülkede de bu kaza nedeni ile büyük bir sosyal çöküntü ve ciddi ekonomik kayıplar yaşandı. Üstelik kazadan sonra çevreye yayılan sezyum-137’nin yarılanma ömrü 30 yıl olmasına karşın durum değişmiş değil.

Dünya Sağlık Örgütü de Çernobil Nükleer Santralinin lahit içine alınması sırasında bu çalışmalarda görev alan 240.000 kişinin yüksek radyasyona maruz kaldığını ve izlenmesi gerektiğini bildirmiştir. Her üç ülkede devasa bir alan hala yerleşime kapalı; çok daha geniş bir alanda ise radyoaktif kirlenme nedeni ile tarım ve hayvansal üretim yapılmasına izin verilmiyor.

  • Nükleer santrallerin sağlık ve çevre üzerine olumsuz etkileri
    yalnızca kazalarla sınırlı değildir!

Nükleer enerji 1950’li yıllardan bu yana elektrik üretiminde kullanılmaktadır. Günümüzde çalışan yaklaşık 450 nükleer santral vardır ve dünya enerji isteminin yaklaşık %6.8’i nükleer santrallerden sağlanmaktadır. 1986 Çernobil nükleer kazası sonrası, tüm dünyada nükleer santral yapımı büyük oranda azalmış, başta Avrupa Birliği ülkeleri olmak üzere birçok gelişmiş ülke yapımı tamamlanan nükleer santrallerini dahi üretime almamış; çalışan santrallerini de belli bir program dahilinde kapatmayı planlamışlardır. 2011’de Japonya’da meydana gelen Tohoku Depremi sonucu oluşan Fukuşima Nükleer Santrali kazası bu eğilimi hızlandırmıştır. Ancak bu gelişmelere karşın son yıllarda ülkemizin de içinde olduğu kimi ülkelerde yeni nükleer santraller kurulmaya çalışılmakta; nükleer teknolojiye sahip ülkelerin şirketleri ‘nükleer santral ihalesi’ peşinde koşmaktadır.  

Nükleer kazaların sonucunda salt çevresi değil küresel ölçekte olumsuz sağlık etkileri ve çevre yıkımı gözlemlenmektedir. Öte yandan, nükleer santrallerin sağlık ve çevre üzerine olumsuz etkileri yalnızca kazalarla sınırlı değildir. Kazalar dışında, nükleer santrallerin sağlık ve çevre üzerine olumsuz etkilerinin birkaçı şöyle sıralanabilir:

Uranyum madenlerinde çalışanlarda ve yakınlarında yaşayanlarda çok sayıda bilimsel çalışma yapılmış ve artmış kanser riski gösterilmiş, ayrıca özellikle Almanya kaynaklı çalışmalarda normal çalışan nükleer santrallerin çevresinde yaşayanlarda bile sağlık sorunları olabileceği kanıtlanmıştır. Yine bu çalışmacılar, 16 nükleer santralin 5 km yakınında yaşayan 5 yaş altı çocuklarda lösemi riskinin 2.19 kat artmış olduğunu saptamışlardır.

Nükleer santrallerde, sabotaj veya savaş gibi insan kaynaklı sorunlar yüzünden ya da Fukuşima Nükleer Santrali örneğinde olduğu gibi deprem veya tsunami gibi doğa olayları sonucu kazalar meydana gelebilmekte ve bu riskleri önleyebilmenin herhangi bir yolu bulunmamaktadır.
Ayrıca hepimizin bildiği gibi, radyoaktif atıkların bertarafı sorunu çözülememiştir;
üstelik nükleer santrallerden çıkan radyoaktif atıkların yarılanma ömrü çok uzundur.

Nükleer santral olmadan nükleer kazalar yaşanan ülke: Türkiye

Ülkemizde yapılması planlanan AKKUYU, SİNOP ve İĞNEADA nükleer santrallerinin,
ileride geri dönüşü olmayacak insan ve çevre sağlığı sorunlarına yol açması olasıdır.
Dünyanın teknolojik olarak en ileri ülkelerinde bile onlarca nükleer santral kazası olması,
bize bu enerji biçiminin hiçbir zaman tam güvenli sağlanamayacağını göstermektedir.

Üstelik ülkemiz nükleer santrali olmadan nükleer kaza (!) yapabilmiş bir ülkedir!  

1999’da meydana gelen ve tıbbi atıklardan kaynaklanan ve 13 kişilik bir aileyi etkileyen
İkitelli kazası, 2012’de İzmir-Gaziemir’de ortaya çıkan kaynağı bilinmeyen radyoaktif atıklar ve son olarak 2016’da Sakarya’da bir baraj inşaatında meydana gelen ve radyoaktif bir malzeme ile oluşan bir işçiyi etkileyen kaza unutulmamıştır.

Nükleer Santrallerden kaynaklanan sağlık ve çevre risklerinin boyutları çok faklıdır. Örneğin herhangi bir kaza, bir bölgenin binlerce yıl kullanılamamasına yol açmaz. Oysa Çernobil nükleer kazasından sonra daha önce de belirttiğimiz gibi 335.000’den fazla insan yerinden edilmiş ve aradan geçen 30 yıldan fazla süreye karşın hala evlerine dönememiştir.

Sonuç olarak; herhangi bir nükleer santralin çevresinde yaşayanlar açısından ciddi sağlık riskleri her zaman var olacaktır. Bu nedenle

nükleer santral planlarından bir an önce vazgeçilmelidir.

Ülkemizin deprem açısından riskli, terör ve savaş odaklarına yakın olması, yapılacak olan santrali bir hedef haline getirme olasılığını da beraberinde getirebilir. Nükleer enerji üretiminin hiçbir aşamasında; santralin yeri ve kısıtlı inşaat işleri dışında ülke kaynakları ve işgücü kullanılmayacaktır. Nükleer enerji yakıtlarını üreten ülke sayısı çok azdır ve yenilerine izin verilmemektedir; bu nedenle tümden dışa bağımlı bir enerji türüdür. Nükleer Santral savunucularının başka bir savı da teknoloji transferidir. Ancak bu hedef de gerçekçi değildir; basına da yansıyan sözleşmelere göre santral işletmesi ihaleyi alan ülkelerce yapılacaktır.

  • Ülkemiz için nükleer enerji gerekli değildir ve öncelikli yatırımlar kuşkusuz güneş, rüzgar, jeotermal gibi yenilenebilir enerji türlerine yapılmalıdır.

TÜRK TABİPLERİ BİRLİĞİ
HALK SAĞLIĞI KOLU
===========================================
Dostlar,

Yukarıdaki açıklamayı bütünüyle paylaşıyoruz.
TTB Halk Sağlığı Kolu, bizim de üyesi olduğumuz bir birimdir.

Çernobil faciasını kurbanlarının acısı tarif ötesidir. Bu ölçüsüz acıyı, biz de yüreğimizin derinliklerinde yaşıyoruz. Sorumluları cezalandırılmış mıdır, bilemiyoruz. Ama ne yapılırsa yapılsın, yaşanan – yaşanmakta olan acılar ve ödenen – ödenmekte olan bedel giderilemiyor.

İnsanlık ve Türkiye aklını başına almalı ve nükleer kumardan vazgeçilmelidir.
Başta tasarruf önlemleri;
– enerji iletim hatlarındaki yitik ve kaçakların en aza indirilmesi,
– yaşam biçiminin gözden geçirilmesi,
– toplu taşıma, bisiklet kullanımı,
– bina yalıtımı,
– gereksiz nüfus artışının frenlenmesi (her aileye 1 çocuk!)..

başlıca ve çok ekili önlemlerdir. Yatırımlar doğayla barışık, yenilenebilir enerji teknolojilerine ve yenilerinin geliştirilmesine yöneltilmelidir. Almanya 2030’da nükleer güç santrallerini tümden kapatmış olacak..

Türkiye’de yaşanan radyasyon kazalarından birine de biz tanık olduk.
İlgili kişi (kurban!) kimliğinin saklı kalmasını istediği için örtük olarak yazalım :

  • Birkaç yıl önce Ankara’da bir hastanede Tıp son sınıf öğrencilerimizle bu hastayı görmüştük.
    24 yaşlarında erkek hasta, Doğu Anadolu’da çalıştığı şirkette ….. borusu kaynaklarını taşınır (portable) C kollu röntgen aygıtı ile kaynak yeri kaçağı için denetlemekle (kontrol etmekle) görevliydi. Bu alet elinden düşmüş ve akut olarak (birden, kısa sürede) yüksek dozda X ışını almıştı dolayısıyla iyonlaştırıcı radyasyon etkisinde kalmıştı. 2 katı yaşta görünümlüydü (hızla yaşlanmıştı!), dişlerini ve saçlarını hemen hemen tümüyle yitirmişti. Genel durumu iyi değildi ve yaşam ümidi çok düşüktü sağaltımın 2. yılında.
  • Öyküsünü gerçek olarak hasta dosyasına ver(e)miyordu çünkü çalıştığı büyük şirket kendisini tehdit etmişti. Hatta yakınlarının dükkanlarına uyarı (!) olarak zarar verilmişti. Sonrasında ise öldürmeler olabilirdi! “Kaynağı belirsiz akut radyasyon hastalığı” olarak kayda alınmıştı. Kendisi ve ailesinin 4857, 5510 ve 6331.. sayılı yasalardan kaynaklanan giderim (tazminat), engellilikle (malulen) erken emeklilik, sağaltım.. haklarından yararlanması sıkıntılıydı.
    SGK’yı da zarara sokuyordu bir ölçüde. Oysa bu olay tipik iş kazası (5510 s. yasa  m 13 ve
    6331 s. yasa m. 3/g).
  • Halen yaşayıp yaşamadığını bilmiyoruz ama doğrusu yaşamda olduğunu hiç sanmıyoruz. Türkiye Cumhuriyeti kayıtlarında bu hazin olay perdeli.. gerçekler kayda alınamadı.
    Oysa işverenin işe aldığı emekçilere önce eğitim vermesi ve bunu belgelemesi gerek (6331
    s. yasa m. 4). İşçinin dosyasında bu imzalı eğitim belgeleri- tutanakları var mı bilmiyoruz ama, olayın akışından anlıyoruz ki böyle bir eğitim yok! Olsaydı, ilk söylenecek, sıkı sıkı tembihlenecek nokta, taşınır röntgen aygıtının düşüp – kırılması durumunda hızla oradan uzaklaşma talimatı olurdu. Söz konusu talimat gereğince verilmiş olsaydı, işçi de uyar ve
    en hızlı biçimde olay yerinden uzaklaşarak işverene bilgi verirdi..

AKP’nin 14+ yıllık tek başına iktidarında 18 bini aşkın emekçiyi işçi cinayetlerine
kurban verdik!
Türkiye, her yıl İŞÇİ CİNAYETLERİ ALMANAĞI yayınlanan ender ülkelerden.
Yüreğimiz yangın yeri…
Emekten yana bir iktidar kurulamadıkça çözüm de yok!

Sevgi ve saygı ile. 26 Nisan 2017, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

Kamu Özel Ortaklığı yolsuzluk – yolsuzluk – yoksulluk yaratır


Kamu Özel Ortaklığı yolsuzluk – yolsuzluk – yoksulluk yaratır

10 Nisan 2017, Türk Tabipleri Birliğihttp://www.ttb.org.tr/index.php/Haberler/koo-6647.html

Şehir hastanelerinin peş peşe açılışları yapılıyor. Ancak bu hastanelerin maliyetleri,
Sağlık Bakanlığı’nın şirketlere ödeyeceği kira ve hizmet satın alma bedellerine dair tek bir bilgi verilmiyor. Kamu özel ortaklığının bir finansman yöntemi olarak kamu zararına neden olduğuna dair uyarıları dikkate alınmıyor. İngiltere 25 yılda devasa borç yaratan bu yöntemi başka ülkelere önermeye devam ediyor. Sağlık Bakanlığı’na şehir hastaneleri için bu yöntemi
öneren de İngiltere Hazinesi.

Borçları Sonlandıralım Kampanyası tarafından hazırlanan İngiltere’nin Kamu Özel Ortaklığı Felaketi / Özel Finansmandan Dünyanın Geri Kalanı İçin Dersler” başlıklı çalışma gerçekleri bir kez daha ortaya koyuyor. Kamu özel ortaklığıyla, kamu hizmetlerinin finanse edilmesi kamuyu her yönüyle zarar uğratıyor, şirketlere bedeli ölçülemeyen faydalar sağlıyor. Kamu özel ortaklığını, kamu yatırımları için tavsiye edenlerin aynı zamanda finans kuruluşları ve şirketlere de danışmanlık hizmeti veren şirketler olduğu belirtiliyor. Dolayısıyla, kamu özel ortaklığının asıl kazananı işte bu şirketler.

Kamu özel ortaklığı proje maliyetlerinin öbür yatırım türlerine göre yarattığı devasa borç yolsuzluğa, yolsuzluk yoksulluğa neden olmaktadır. Kamu özel ortaklığı bir finansman yöntemi olarak kamu zararına ve insan hakları ihlallerine neden olmaktadır. İngiltere’nin 25 yılı geride bırakan kamu özel ortaklığı deneyimi şunları net olarak kanıtlamıştır:

Devlete, kendisi borçlanıp altyapı yatırımı yaptığında katlanacağından daha büyük maliyet getirmektedir,

Şirketlere, kamunun zararı pahasına aşırı kârlar getirmektedir,

Off shore hesaplar ve mülkiyet yoluyla vergi kaçırmayı mümkün kılmaktadır,

Hizmet standartlarında ve kamu personel sayısında düşüşe yol açmaktadır,

Devletin altyapı tasarlama, inşa etme, finansman ve işletme kapasitesinin altını oymaktadır,

Demokratik hesap verebilirliği erozyona uğratmaktadır.

Borçları Sonlandıralım Kampanyası’nın çalışmasını konuyla ilgilenen tüm kamuoyunun bilgisine sunuyoruz.

Raporun aslı için…

Türkçe çevirisi için…
=================================
Dostlar,

KÖO -Kamu Özel Ortaklığı / Girişimi (Public-Private Partnership – PPP), küresel sermayenin onmaz hastalığı – mahkumiyeti olan maksimım kâr tunç yasasının temel aracı olan sermaye birikimi vahşetini sürdürmesi için son birkaç onyıldır dayatılan post-modern sömürü araçlarından biri..

Kürselleşen kapitalizm – emperyalizm köşeye sıkıştıkça yeni sömürü araç ve yöntemleri geliştirmekte… Bakalım nereye dek sürdürebilecek bu uzatmaları?? Sona yaklaşıyoruz.
Ne yaparsanız yapınız, 21.. yy. insanına bu vahşeti dayatamazsınız, sürdüremezsiniz..

Geride kalan Kamusal kaynakları daha da çekebilmek için, zaten iliği – kemiği boşaltılmış Kamu kesimine bu kez sermaye sözde “ortaklık” öneriyor. Gerekçeler çok.. Hem 2 kesimde de sermaye kıtlığı bir gerekçe, hem bu yöntemle kamunun kimi hizmetleri daha kolay, etkili, ekonomik, verimli.. yapılabilecek. Bu hizmetler tümüyle özel olamıyorsa, hiç olmazsa yarı – kamusal olmuş olacak. Dolayısıyla özel sektöre tanınan imtiyazlara (gerçekte kapitülasyonlara!) kimi kamu olanakları da eklenecek…. Liste uzatılabilir belki ama dünya deneyimini görüyoruz ki; sermaye burada bir kez daha “başarılı” çıkarak İdare eliyle halktan kamusal kaynakları kendine aktarıyor. Sonuç bu hizmetlerin daha da pahalılaşması, içi boşaltılmış kamudan – halktan sermayeye ek yeni kaynaklar aktarılması, halkın daha da yoksullaşması ve gelir dağılımının bozulması.. tüm bunlara karşın halkın gene de KÖO – PPP yöntemiyle verilen yası kamusal hizmetlere erişiminin güçleşmesi..  sonucu doğuyor..

Nedir bu insanın insana düşmanlığı?
Nedendir “Homo homini lupus!” mottosunun lanetli anlamı ve işlevi?
Neden ADİL – ERDEMLİ – DAYANIŞMACI – PAYLAŞIMCI… bir değerler sistemini toplumda genel geçer kılamıyor ve bu temellerde yükselen toplumsal düzenler kuramıyoruz??

Üzerinde çoooook kafa yormamız gerekiyor feslsefi olarak bu temel sorunsala..
Bu arada Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri bu yabanıl (vahşi) post-moderm sömürü yöntemlerineden uzak durmalı. Adil ve etkin bir vergi toplama yöntemi ile gerekli – yeterli kamusal kaynaklar oluşturulmalı ve bunlar planlı – verimli – önceliklere dayalı bilimsel yöntemlerle harcanmalıdır.

Kamu sektörü – Devlet ve halk küresel sermayenin oyuncağı – sağmal ineği olmaktan
artık çıkarılmalıdır.. AKP bu yöntemi çok kullandı, yasasını bile çıkardı!*

Sevgi ve saygı ile. 11 Nisan 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

  • SAĞLIK BAKANLIĞINCA KAMU ÖZEL İŞ BİRLİĞİ MODELİ İLE TESİS YAPTIRILMASI, YENİLENMESİ VE HİZMET ALINMASI İLE BAZI KANUN VE KANUN HÜKMÜNDE KARARNAMELERDE DEĞİŞİKLİK YAPILMASI HAKKINDA KANUN (RG 09.03.2013, 28582)

Tarım Bakanlığı; tohum şirketleri ve kamuoyu baskısı arasında sıkıştı

Tarım Bakanlığı; tohum şirketleri ve
kamuoyu baskısı arasında sıkıştı

Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı tarafından gerçekleşen 1. Yerel Tohum Buluşması adlı etkinliğe Cumhurbaşkanı’nın eşi Emine Erdoğan da katıldı. Halbuki 2010 yılından bu yana birçok il ve ilçede kezlerce yerel tohum takas şenlikleri /etkinlikleri) yapılmıştır. Birinci denilen bu etkinlik Bakanlığın ilk etkinliğidir. 2006’da çıkarılan Tohumculuk Kanunu ile Bakanlığın geçenlerde gönderdiği bir yazıda da itiraf ettiği gibi köylünün yerel tohumları ve bunlardan üretilen fideleri satması yasaklanmıştı.

Bu yasa kuşkusuz çoğunluğu yabancı tohum şirketlerinin çıkarına hizmet ediyordu.
Yasanın çıktığı on yıldır birçok yerel tohum şenliği yapılmasına karşın, ikincisi resmi kurumlarca engellemeye çalışılmış, sonrakilere bir araştırma enstitüsü ve birkaç tarım il ve ilçe müdürlüğü dışında kamu yönetimi ilgisiz kalmıştı. Belediyeler ise desteklemişlerdir.
Şimdi on yıl sonra ne değişti ki, Bakanlık bizzat kendisi bir yerel tohum etkinliği düzenliyor?
Bunun temel nedeni bu geçen on yıldır ülkede yerel tohumu savunma yönünde güçlü bir kamuoyunun oluşmuş olmasına karşılık, yakında tohum şirketleri lehine yeni bir tarım politikasının belirlenmekte olmasıdır.

Öncelikle kamuoyundaki ciddi bilinçlenmenin zihinsel bir hegemonya yaratmış olduğu
bir gerçektir. Bakanlık bu hegemonyaya karşı çıkacak morali gösteremiyor. Emine Erdoğan’ın konuşmasını okurken on yıldır bu konuda konuşma yapan bir yerel tohum üreticisini/eylemcisini dinliyormuş gibi hissediyoruz. Şu sözlerin altına hepimiz imza atarız kuşkusuz:

  • “Gıda konusu küresel kapitalizm elinde bir silaha dönüşmüştür…
    Tarımsal verimliliğin ancak kimyasallarla mümkün olduğu iddialarına karşın, dünyada gıda kıtlığından çok gıdaya erişim sorunu vardır.”Etkinlikte bir miktar da tohum dağıtıldı. Bir kısmının kimyasallarla boyanmış olduğu
    görüldü ki yerel tohumda bu işlem yapılmaz. Tarım Bakanlığı bir süredir yeni bir politika
    belirlemeye çalışıyor. Tahıllar, baklagiller, yem bitkileri ve yağlı tohumlarda sertifikalı
    (büyük ölçüde şirketlerce üretilen) tohumları almayanlara tarım desteklerini vermemeyi planlıyor. Bunların en başında da mazotun yarısının devlet tarafından ödenecek olması geliyor.

    Bu politika değişikliklerinin tohum şirketleri tarafından istenildiğini bu kuruluşların temsilcilerin medyaya yaptıkları açıklamalardan çok net bir şekilde biliyoruz.
    Tarım Bakanlığı bir yandan bu etki altındadır, öbür yandan Bakanlık kamuoyunun da
    baskısını hissetmektedir.

    Tarım Bakanlığı yetkilileri 5 dekarın altındaki işletmelerin bu uygulamadan muaf (AS: bağışık) tutulacağını, yani bunlara bu desteklerin sertifikalı tohum kullanmasa da verileceğini
    söylemekte ve yazmaktadırlar. Bakanlık yerel tohumun bu işletmelerle korunacağını ileri sürmektedir. Bunun dışında Bakanlık yetkilileri; yerel tohum ile üretilen kimi ürünleri
    (örneğin İspir fasulyesi gibi) yetiştiren çiftçileri de bu uygulamadan ayrı tutacaklarını
    (yani bunlara da destekleri vereceklerini) söylemiş iseler de Buğday Derneği’ne yazdıkları bir yazıdan da anlaşılacağı gibi bu fikirlerinden caymak istedikleri anlaşılmaktadır.

    Öte yandan aynı yazıda ve bizzat bana da söylendiği gibi yerel tohumların da bir şekilde
    sertifikalandırılacağı ifade edilmektedir. Yerel tohum ve bunlardan fideler üreten
    çiftçilerin bürokrasiye ve harçlara boğulmadan sertifikalanmalarını önerdik.
    Ancak yazılardan ve açıklamalardan bu alanda da gene şirketlerin güçlendirileceği
    anlaşılmaktadır. Kısacası

  • yerel tohumun tabutuna yeni bir çivi çakılmak üzeredir.
    ABD gibi ülkelerde yerel tohumların benzer politikalar ile kimi türlerde yüzde yüze yaklaşan
    oranlarda kaybolduğu bilinmektedir.
  • Birçok çeşit bir daha ulaşılamayacak şekilde dünyadan yok olmuştur.
    Tarım Bakanlığı iki baskı arasında sıkışmıştır. Bir yandan tohum şirketleri bastırmaktadırlar.
    Diğer yandan Türkiye halkı ezici çoğunluğu ile yerel tohumların önemine inanmakta ve bunların korunması ve geliştirilmesini istemektedir.
    Dünyanın ilk tarım devrimine beşiklik etmiş bir coğrafyanın (verimli hilal) bir parçası olan
    bu ülke vatandaşlarına da bu yakışır. İşte Bakanlığın Tohumculuk Kanunu’ndan on yıl sonra
    1. Yerel Tohum Etkinliğini düzenlemesinin ardında bu etkiler yatmaktadır diye düşünüyorum.
    Bakanlığın yerel tohumdan yana olduğu yönünde bir algı yaratılmak isteniyor.
    Ancak ne yazık ki tarım politikaları tohum şirketlerini artarak desteklemeye devam ediyor.Yerel tohum hareketini durdurmak mümkün değil.
    ====================================
    Dostlar,

    Sayın Prof. Dr. Tayfun Özkaya yurtsever bir Ziraat Fakültesi hocasıdır.
    YURT Gazetesindeki köşesinde gıda, tarım, beslenme sorunlarını ve politiklarını
    yetkinlikle işlemektedir.
    Yerel tohumları ele geçirerek tekelleşen dünya devi şirketlerle yüzyüzeyiz.
    Türkiye mutlaka yerel tohumlarını korumalıdır. Stratejik bir kurum olarak
    Ulusal Tohum Bankası büyük özenle korunmalı, güncellenmeli, çok iyi yönetilmelidir.

  • Anadolu coğrafyası, Dünya arı ırkının 1/5’ine,
    ballı bitkilerin ise 3/4’üne sahiptir!!

    Bu inanılmaz varsıllık, küresel topluma karşı da sorumluluk doğurur.Sevgi ve saygı ile. 08 Nisan 2017, Ankara

    Dr. Ahmet SALTIK
    Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
    www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Ankara Tabip Odası : “Sağlıkta Şiddete ve Ölümlere Alışmayacağız”

 

“Sağlıkta Şiddete ve Ölümlere Alışmayacağız”

Aksaray’ın Eskil ilçesi Bozcamahmut köyü Aile Sağlığı Merkezi’nde çalışan aile hekimi Dr. Hüseyin Ağır, görevi başında daha önce aynı ASM’de çalışan hemşirenin emekli polis eşi tarafından 29 Mart 2017 tarihinde kurşunlanarak öldürüldü.

Dr. Hüseyin Ağır’ın öldürüldüğü günün haftası olan 5 Nisan 2017 Çarşamba günü ülke genelinde ‘Sağlık çalışanlarına yönelik şiddete ve ölümlere alışmayacağız, susmayacağız’ etkinlikleri gerçekleştirildi. Ankara’da 10.30’da, aile sağlığı merkezleri bahçesinde sağlık çalışanlarının katılımıyla başlayan anma etkinlikleri, 12.30’da Türkiye Halk Sağlığı Kurumu önünde yapılan basın açıklamasıyla devam etti.

Türkiye Halk Sağlığı Kurumu önünde gerçekleştirilen

  • “Dr. Hüseyin Ağır Öldürüldü! Sağlıkta Şiddete ve Ölümlere Alışmayacağız”

    başlıklı basın açıklamasına Ankara Tabip Odası Yönetim Kurulu Genel Sekreteri Dr. Mine Önal, Yönetim Kurulu üyeleri Dr. Zafer Çelik, Dr. Onur Naci Karahancı ve Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi üyesi Dr. Selma Güngör ile sağlık emekçileri katıldı.

Dr. Zafer Çelik tarafından okunan açıklamada Türkiye’de her gün 31 sağlık çalışanının şiddete maruz kaldığına dikkat çekildi. Dr. Zafer Çelik sağlıkta şiddetin en önemli nedeni olarak sağlık ortamının para kazanılan bir hizmet sektörü haline dönüşmesini gösterdi.

Sağlık çalışanlarına şiddetin son bulması için her türlü mücadeleyi kararlılıkla sürdüreceklerini hatırlatan Dr. Çelik “Şiddet Yasa Tasarısı’nın bir an önce yasalaşmasını talep ediyoruz.
Dr. Hüseyin Ağır’ı kaybetmenin üzüntüsünü yürekten hissediyor, ailesine ve meslektaşlarımıza bir kez daha başsağlığı diliyoruz” sözlerini kaydetti.

Sağlıkta Şiddete HAYIR! Pankartı açan sağlık çalışanları sık sık “Sağlıkta Şiddet Sona ersin!” sloganı attılar.

Dr. Selma Güngör de sağlıkta şiddetin son bulması için hükümetin sağlığı piyasalaştıran politikalardan vazgeçmesi gerektiğini ifade etti. Türk Tabipleri Birliği’nin yasa tasarısı hazırladığını belirten Dr. Güngör, Meclisi, bu konu hakkında toplanmaya ve bu tasarıyı yasalaştırmaya çağırdı. (http://www.ato.org.tr/news/show/177, 05/04/2017)

Basın açıklamasının tamamını okumak için tıklayınız.
======================================
Dostlar,

Bir hekim meslektaşımız daha öldürüldü ne yazık ki..
Ülkemizin AKP – RTE tarafından içine sürüklendiği yapay ve akıl dışı girdap nedeniyle en temel insancıl yükümlülüklerimizi bile zaman zaman yerine getiremediğimizi acıyla ayrımsıyoruz.

AKP – RTE’nin tek başına güçlü iktidarının 15. yılında ülkemizde hekimlerin bile can güvenliği kalmamıştır. Bu doktorlar da acaba terör örgüt  üyesi – iltisaklı – bağlantılı… oldukları için necip milletimiz durumdan görev çıkararak kestirmeden “infaz” görevi mi yapmaktadır?!

Öyle ya, 150 dolayında gazeteci terör örgütüyle bağlantılı, iltisaklı, üye ya da destekçi olma suçlaması ile yıllardır hapiste.. Cumhuriyet Gazetesi’nin 19-20 emekçisi 5 ayı aşkındır kodeste (Silivri zindanlarında), savcı FETÖ’den yargılanan biri ve iddianame daha 2-3 gün önce mahkemeye verildi. Peşin infaz yapılıyor adeta çok ağır koşullarda.. Sanki ağır ceza hükmü verilmiş ve kesinleşmişçesine. İçeride tutulanlar “tutuklu” değil de “ağır hükümlü” gibi..

21 basın çalışanını tutuksuz yargılanmak üzere salıveren ağır ceza mahkemesi heyeti, HSYK tarafından derhal, salıvermenin “maksatlı” olduğu söylentileri nedeniyle görevden alınıyor..

Biz bu filmi 2007-8’de bir kez daha gördük. Ülkenin 26. Genelkurmay Başkanı bile “terörist” ilan edilip yıllarca hapse atıldı.. Bu basın davalarının da “kumpas” olduğu yakında anlaşılır.
Bu nasıl bir ülke ki; siyasal iktidar kâh ona kâh buna kumpas kurmakla meşgul ve iktidarını böyle sürdürüyor, giderek pekiştiriyor ve hiç ama hiç gitmemeye çabalıyor!

Bu ne makûs talihtir!?

Artık kırılmalıdır.. İlk adım 16 Nisan 2017 günüdür.
Bu halk, bunca aşağılanmayı – kahrı – köleleştirmeyi – zulmü – faşizmi.. hak etmiyor ise
16 Nisan 2017 Pazar günü halkoylaması (dikkat; seçim değil; anayasa değişikliği için halkoylaması!) olanağını akıllıca kullanıp AKP – RTE’den kurtulma fırsatına çevirmelidir.

Sevgi ve saygı ile. 7 Nisan 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com


2017 Yılı 7 Nisan Dünya Sağlık Günü Teması : Haydi Depresyonu Konuşalım!

2017 Yılı 7 Nisan Dünya Sağlık Günü Teması : Haydi Depresyonu Konuşalım!


7 Nisan
Dünya Sağlık Günü

 

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Anayasası 7 Nisan 1948’de yürürlüğe girmiştir.
Türkiye, Birleşmiş Milletlerin (BM) sağlıkla ilgili teknik uzmanlık kurumu olan DSÖ’ne üye olmak için, DSÖ’nün kuruluş sözleşmesini (Anayasasını) TBMM’de 1947’de 5062 sayılı yasa olarak kabul etmiştir. Bu yöntem, ülkemiz BM’nin kurucu üyelerinden olurken de uluslararası hukuk kuralları gereği BM Ana Sözleşmesini TBMM’de yasa olarak onamıştır.

dünya sağlık günü ile ilgili görsel sonucu

Bu nedenle her yıl 7 Nisan Dünya Sağlık Günü olarak, 7-13 Nisan tarihleri arası da Sağlık Haftası olarak kutlanmaktadır. Bu tarihlerde Halk Sağlığı ile ilgili bir konu seçilerek, bu konu bağlamında tüm dünyada çeşitli etkinlikler düzenlenmektedir. Önceki yılın teması Diyabet idi ve seçilen savsöz (slogan) “HAYDİ DİYABETİ YENELİM” idi..

Sağlıklı yaşam, her insanın doğumuyla birlikte elde ettiği ve insan olmaktan dolayı kazandığı temel insan hakkıdır. Bu hak, 10 Aralık 1948’de BM Genel Kurulunda benimsenen İNSAN HAKLARI EVRENSEL BİLDİRGESİ‘nin 25. maddesinde de açıkça vurgulanmıştır.

dünya sağlık günü ile ilgili görsel sonucu

Sağlık hakkı yaşamda başka hiçbir hakka tercih edilemez, değiştirilemez, ertelenemez
ve parasal karşılığı ölçülemez. Sağlıklı toplumlar için öncelikle toplumun temeli olan kişilerin sağlıklı olması gerekir. Kişiler sağlıklı olduğunda toplumlar da sağlıklı olur denir ama tek tek kişilere verilen sağlık hizmetinin basit aritmetik toplamı sağlıklı topluma denk değildir. Bu nedenle, özellikle risk altındaki toplumsal kümelere gereksindikleri koruyucu sağlık hizmetlerinin bütüncül (wholistic, integre) olarak etkin, yaygın, nitelikli ve sürekli olarak
kamu eliyle verilmesi zorunludur.

Bu hizmetler insanların yaşadıkları yerlere en yakın, hizmet gereğinde ayağa götürülerek, Basamaklı olarak verilmelidir… Birinci, İkinci ve Üçüncü Basamak Sağlık hizmeleri..

İnsan sağlığını büyük ölçüde etkileyen çevresel etmenlerin düzenlenmesi, sağlıklı yaşam hakkının korunması, insan sağlığının önemi konusunda toplumsal duyarlığın ve bilincin artırılması amacıyla her yıl 7 Nisan Dünya Sağlık Günü olarak kutlanmaktadır.
DSÖ bu yılın temasını ‘Depresyon’ olarak seçerek konuyla ilgili küresel bir ayrımında oluş (farkındalık) oluşturmayı amaçlamıştır. DSÖ 1996’dan bu yana her yıl böylesi bir temayı
öne çıkararak teknik bir yıllık rapora (World Health Report) bağlamaktadır.

  • Depresyon bir insanlık hakkıdır!

dünya sağlık günü ile ilgili görsel sonucu

KüreselleşTİRme = Yeni emperyalizm süreçleri ile 1980’lerden başlayarak dünyaya dayatılan ekonomo-politik düzen küresel toplumda başta gelir dağılımı olmak üzere eşitsizlikleri ciddi biçimde büyütmüş, derinleştirmiştir. Bu bağlamda DSÖ, 2001 yılında “Dünya Ruh Sağlığı” (World Mental Health) temasını seçmiş ve raporunu yayımlamıştı. O raporda bir İNTİHAR SALGINI (Suicide epidemics) temasına odaklanılmış; insanların baskı altında, istismar edildikleri, güvensiz – sağlıksız ortamlarda yaşadıkları… ve GELECEK UMUTLARINI YİTİRDİKLERİ vurgulanmaktaydı.

Son verilerle unipolar major depresyon, DALY yükü (pratik olarak hastalık yükü diyelim..) olarak 2. sıraya yükselmiş gözükmektedir. Üstelik 15-44 üretken yaş diliminde.. Nöropsikiyatrik bozuklukların küresel DALY yükü içinde payı son 20 yılda %9’lardan %14’e tırmanacak gözükmektedir.

Depresyon çok görülen, çok öldüren ve çok engelli bırakan / yeti yitimine neden olan önemli bir Halk Sağlığı sorunudur. KüreselleşTİRme = Yeni emperyalizm süreci ile birlikte koşut artış içindedir. Anti-depressan ilaç kullanımı çok önemli boyutlara ulaşmıştır. Öyle ki, ABD’de “Prozac dependent society” kavramı öne çıkmıştır : Prozac bağımlısı toplum… Giderek ünlenen ve kullanımı çok yaygınlaşan anti-deprssan ilaç Prozac, neredeyse her 2 ABD’liden 1’inin cebindedir!

dünya sağlık günü ile ilgili görsel sonucu

Oysa Devletin temel kamu görevlerini gereği gibi üstlenerek İNSAN HAKLARINA DAYALI – demokratik – laik – sosyal bir hukuk devleti olmasına ikincil politikalar ve toplumsal yaşam düzeni; gerçekte kişisel, giderek toplumsal depresyon sıklığını düşürecek, mutlu – sağlıklı – gönençli -esenlikli toplumlar yaratacak temel anahtardır. Ülkemizin halen yürürlükte olan 1982 Anayasasının 2. maddesinde Devletin bu temel nitelikleri sayılmıştır. Üstelik “toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde” olmak üzere 3 temel koşula dayalı olarak.. Ne var ki bu hedef ve ülküler önemli ölçüde kağıt üstünde kalmaktadır.

DSÖ, son onyıllarda sağlık giderlerinin rakamsal (nominal) ve oransal olarak (ulusal gelirdeki payı) önemli ölçüde arttığını ama küresel sağlık sorunlarının krizler yaratacak düzeyde patlamalar gösterdiğine özellikle dikkat çekmektedir. Kaynaklar verimsiz kullanılmakta;
– ilaç tekelleri,
– tıbbi teknoloji tekelleri,  
– hastane zincirleri, 
– sağlık sigortacılığı 
sektörleri her yıl 8 trilyon Doları aşan (toplam küresel gelirin yaklaşık %10’u) küresel sağlık harcaması pastasına el koymaktadır! Bu harcamaların sürekli tırmanmasını da “ustalıkla” başarmaktadırlar. Ancak küresel toplumun sağlık düzeyi göstergeleri, sağlık sektöründe harcanan kaynaklarla uyumlu değildir.. Kaynaklar verimsiz kullanılmaktadır ve sağlıkta özelleştirme bu olguda temel belirleyicidir.

Hükümetler, küresel sermaye tarafından rahatlıkla yönlendirilebilmektedir bu insanlık dışı tabloda! SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM (Health Transformation), 1992’den bu yana DB – IMF tarafından dayatılmaktadır. Ne yazık ki Türkiye de Haziran 2003’ten bu yana, AKP iktidarıyla kesintisiz ve büyük hızla bu dış güdümlü vahşetin içine sürüklenmiştir.

Son birkaç yıldır iyice Türkiye gündemine sokulan ŞEHİR HASTANELERİ, ne yazık ki soygun – talan düzenini ağırlaştırarak sürdürecek “görkemli” (!) araçlar olarak toplumsal bilinci kuşatıp teslim almada sahneye sürülen çoook pahalı araçlardır.
*****
DSÖ’nün uluslararası web sitesinde (www.who.int) epey bilgi – belge var..

Depression: let’s talk

7 April 2017 – WHO is leading a global campaign on depression for World Health Day 2017, celebrated today. Its goal is to enable more people with mental disorders to live healthy, productive lives. Depression is the leading cause of ill health and disability worldwide. More than 300 million people are now living with depression, an increase of more than 18% between 2005 and 2015.

Depression: let’s talk

7 April 2017 – WHO is leading a one-year global campaign on depression. The highlight is World Health Day 2017, celebrated today. The goal of the campaign is that more people with depression, everywhere in the world, both seek and get help. Depression is the leading cause of ill health and disability worldwide. More than 300 million people are now living with depression, an increase of more than 18% between 2005 and 2015.

Depression among older people is common. Yet is it often overlooked. Loneliness and loss of independence are among the causes. Depression can impact on people’s ability to carry out even the simplest everyday tasks, with sometimes devastating consequences for relationships with family and friends. At worst, depression can lead to suicide. Yet depression can be prevented and treated. A better understanding of depression will help reduce the stigma associated with the condition, and lead to more people seeking help.

This short video, focusing on depression among older people, highlights some of the causes of depression in this age group and the importance of talking as the first step towards getting help.

This video has been produced as part of the World Health Organization’s “Depression: let’s talk” campaign, which began on 10 October 2016 and runs for one year.

Find more information on the campaign website
http://www.who.int/depression/en and
online app:
http://apps.who.int/depression-campai… #LetsTalk

*********
İlginç biçimde ILO (Uluslararası çalışma Örgütü) 28 Nisan 2016 “World Safe Day” bağlamında yılın İş Sağlığı ve Güvenliği teması“Worksite Stress” (İşerinde Stres) olarak belirlemişti.

Temel çözüm paylaşımcı / dayanışmacı bir toplumsal düzen kurmaktan geçiyor..
Yabanıl emperyal kapitalizmin günümüzde geldiği utanılası kumarhane kapitalizmi evresi
hızla aşılmak durumundadır. DSÖ’nün hatırına, gelecek 7 Nisan’a dek 1 yıl boyunca

  • Haydi depresyonu konuşalım..

Sevgi ve saygı ile. 7 Nisan 2017, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı, AÜTF Halk Sağlığı AbD
Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

Not : Önceki yıllarda web sitemizde yer verdiğimiz Dünya Sağlık Günü yazılarımıza da bakılmasını dileriz…

  • http://ahmetsaltik.net/2015/04/07/7-nisan-2015-dunya-saglik-gunu/
  • http://ahmetsaltik.net/2014/04/07/dunya-saglik-gunu-ve-cagristirdiklari/

Prof. İbrahim Akkurt : Nefes Alamıyoruz

SAĞLIK YAZILARI – PROF. DR. İBRAHİM AKKURT YAZDI :

Nefes Alamıyoruz

Kapitalizm canavarının yaptığı fütursuz hasarlara karşı küresel akciğer sağlığını koruma düsturu ile yola çıkan Türk Toraks Derneği, 25. yılını kutluyor.

Yazının başlığı önümüzdeki hafta yapılacak Türk Toraks Derneği (TTD) Kongresinde sunulacak bir bildirinin başlığından alıntıdır. Bildirinin tam adı

  • “Nefes Alamıyoruz: Partikül Madde Emisyonları Açısından Türkiye’de
    Hava Kirliliği*”
    şeklindedir.

Yazarları bu ülkenin yüzakları bilim insanlarıdır; her biri sevdiğim, saydığım dostlarım, arkadaşlarımdır. Eşbaşkanlığını yapacağım bir oturumda sunulacak olan bu bildirinin detaylarını yazarlar eminim değişik mecralarda kendileri paylaşacaklardır.
Ben yalnızca özet bölümünden 1-2 noktayı irdelemek istiyorum.

Hava kirliliği, dünyanın olduğu gibi ülkemizin de maalesef göz ardı edilen en temel toplum sağlığı sorunlarından birisi. Yazarlar bildiride partikül madde yönünden Türkiye’nin hava kalitesini ortaya koymayı ve 2015 – 16 yıllarını birbiriyle kıyaslamayı hedefliyorlar. Bunun için de Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve Ulusal Hava Kalitesi İzleme Ağı’nın kamuoyuna açık verileri partikül madde (PM10) yönünden analiz edilmiştir (PM10: 10 mikrondan küçük partikülleri göstermektedir). PM10’nun saptanan yıllık ortalama değerleri ulusal mevzuat, Avrupa Birliği (AB) ve Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) belirlediği değerler ile karşılaştırılmıştır. Buna göre ülkemizde normal PM10 sınırlarını ulusal mevzuat değerlerine göre aşan istasyon sayısı 86 (%51), AB değerlerine göre aşan istasyon sayısı 133 (%79) ve DSÖ değerlerine göre de 165 (%98) istasyondur. Yıllık ortalama PM10 düzeyi 100 µg/m3’ün üzerinde olan istasyonlar Muş, Ağrı Doğubeyazıt, Iğdır, Kayseri Hürriyet ve Tekirdağ Merkez’dir (126 – 102 µg/m3).

İstanbul, Ankara ve İzmir illerindeki istasyonlarının yıllık ortalaması sırasıyla 46, 66 ve 41 µg/m3’tür. Tüm istasyonlar yıllık ortalamalar açısından 2015 ve 2016 yılı olarak karşılaştırmalı olarak değerlendirildiğinde; 15 il (%18) ve 85 (%42) istasyonda 2016’da kirlilik artışı mevcuttur. Sonuçta yazarlar PM10 düzeyleri açısından Türkiye genelinde hava kirliliği sorununun tüm ciddiyetiyle 2016 yılında da artarak sürdüğünü
saptamışlardır.

Öte yandan önümüzdeki yıllarda yoğun olarak termik santral yapımının planlandığı illerde halen hava kirliliğinin zaten ciddi bir sorun olduğu ve yapılacak yeni santrallerin bu sorunu daha da ağırlaştıracağını vurguluyorlar. Burada bilinmesi gereken önemli noktalardan bir de, bu verilerin PM10 ölçümleri üzerinden yapıldığı oysa daha da büyük tehlike olan 2.5 mikrondan küçük partikül (PM2.5) düzeyi konusundaki verilerin ise ülkemizde maalesef henüz tüm istasyonlarda rutine sokulmadığıdır. Bu nedenle tehlikenin daha da büyüğünü tam olarak bilememekteyiz.

Bu kongrede ve aynı oturumda sunulacak başka bir bildiri** tam da konunun insan sağlığı ve maliyet boyutuyla ilgili. Yine çok değerli bir ekipçe hazırlanan bu bildiri ise İstanbul’daki hava kirliliğinin nefesimize ve bütçeye etkilerini ortaya koyuyor.
Bu amaçla araştırmacılar Sağlık Bakanlığı, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Meteoroloji Genel Müdürlüğü ve SGK’nın konuyla ilgili verilerini analiz etmişler. Araştırmacılar İstanbul genelinde 2013-2014 yıllarında solunum sistemi rahatsızlıkları nedeniyle tüm sağlık kurumlarına toplam 12 884 628 hasta başvurusu olduğunu saptamışlar. En sık tanı %31,9 ile üst solunum yolu enfeksiyonu, en çok hastanın da, 0-14 yaş diliminden olduğunu belirlemişler.

İstanbul için bildirilen hava kirliliği parametrelerinden PM10 düzeyleri ile bu hasta başvuruları arasında istatistiksel ilişki olduğunu bulmuşlar.  Bu 2 yıllık sürede İstanbul’da ölçüm yapılan 18 istasyon verilerinden PM10’un 150 ug/ml’nin üzerinde olduğu gün sayısını 256 gün olarak saptamışlar. Bu 2 yıllık sürede solunum sistemi rahatsızlıkları nedeniyle başvuru sayısının, hava kirliliği artışıyla ilişkilendirilen toplamda 149 320 hasta hesaplanmış. Yaş dilimleri açısından bakıldığında, en çok başvuru artış riski, 0-14 yaş diliminde olduğu görülmüş. Sonuçta araştırmacılarca yapılan analizlerde hava kirliliği artışının İstanbul’da solunum sistemi hastalık başvurusunu % 1,17 oranında artırdığı ve 2 yılda SGK fiyatlarıyla bunun sağlık bütçesinde 9 milyon TL ek artışa neden olduğunu saptamışlar.
***
Ülkemizde güzel şeyler de oluyor. Halk sağlığına önemli katkılar sağlayan birbirinden değerli onlarca bilimsel çalışma TTD kongresinde vb. kongrelerde sunuluyor. Kapitalizmin küresel vahşetine dur diyebilecek küresel yapılardır sivil toplum kuruluşları, uzmanlık dernekleri. TTD (Türk Toraks Derneği) bu yıl 25. yılını kutluyor. Dünyada ve ülkemizdeki birçok uzmanlık derneğine model olabilecek bir evrensellikle, demokratik katılım, bilgiyi paylaşarak çoğaltma temel ilkeleriyle kurulmuş olan TTD, benim için de 2. bir eğitim kurumudur. Kendisine verdiğim katkının onlarca kat çoğuunu bana ve benim gibi bilgi aşıklarına karşılıksız sunmuştur, sunmaktadır…

Kapitalizm canavarının yaptığı fütursuz hasarlara karşı küresel akciğer sağlığını koruma düsturu (AS: ilkesi) ile yola çıkmış olan derneğin fikir (AS: düşün) babası, kurucusu ve her aşamasındaki büyük emekçisi Prof. Dr. Ali Kocabaş ve bir avuç insan sayesinde TTD bugünlere geldi. Ülkemiz ve dünyadaki güzel ve olumlu gelişmelere ciddi katkılar sunan TTD’nin bugünlere gelmesini sağlayan tüm bu güzel insanlara binlerce teşekkür. İyi ki var TTD, nice 25. yıllara… (İA/HK)

* Nefes Alamıyoruz: Partikül Madde Emisyonları Açısından Türkiye’de Hava Kirliliği.  Nilüfer Aykaç, Osman Elbek, Kayıhan Pala, Haluk Celaleddin Çalışır. [Abstract:0835] SS-013 [Kabul:Sözlü] [Çevresel ve Mesleki Akciğer Hastalıkları]
** İstanbul İlinde 2013-14 Yıllarında Hava Kirliliğinin Solunum Sistemi Hastalık Başvuruları ve Sağlık Bütçesine Etkileri. Kadir Alp, Sedat Altın, Lokman Tecer, Tülin Sevim, Arslan Saral, Zeynep Dörtbudak [Abstract:0840] SS-014 [Kabul:Sözlü]
[Çevresel ve Mesleki Akciğer Hastalıkları]
================================
Dostlar,

Prof. Dr. İbrahim Akkurt arkadaşımız çok uzun yıllar Sivas Cumhuriyet Üniversitesinde değerli hizmetler verdi. Göğüs Hastalıkları ile bu hastalıkların iş ve meslekle ilgisi temel çalışma alanı oldu. Birkaç yıl önce, oldukça erken emekli olarak Ankara’ya yerleşti.
Bir yandan hekimlik yaparken bir yandan da Ankara Tabip Odasında İş ve Meslek Hastalıkları toplantılarına emek veriyor.

Öte yandan Türk Toraks Derneği de ülkemizin saygın Uzmanlık Derneklerinden biridir. Bu kuruma çok emek veren Prof. Dr. Ali Kocabaş da neredeyse çeyrek yüzyıldır tanıdığımız bir başka değerdir. Ali hoca başından beri Çukurova’da, Adana’da Tıp Fakültesi Göğüs Hastalıkları Anabilim Dalında emek verdi alanına ve ülkemize.

TTD’nin (Türk Toraks Derneği) 25. yılını biz de içtenlikle kutluyoruz..

  • Türkiye’yi ve insanlığı bilimsel akılcılık öcülüğünde bilim insanları ve
    çağdaş sanatçılar yeniden aydınlığa kavuşturacak.
  • “Küreselleşme” adı altında insanlığı en iğrenç post-modern yöntemlerle sömürüsü de elbet, -çok da uzamadan- tarihin çöplüğüne atılacak!

Sevgi ve saygı ile. 30 Mart 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com