Yazar arşivleri: Ahmet SALTIK

Ahmet SALTIK hakkında

Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet SALTIK’ın özgeçmişi için manşette tıklayınız: CV_Ahmet_SALTIK Hekim (Halk Sağlığı Profesörü), Hukukçu (Sağlık Hukuku Uzmanı) Mülkiyeli (Kamu Yönetimi - Siyaset Bilimci)

Memleketimden Büyük Resim Manzaraları…

EKONOMİ POLİTİK

Prof. Dr. A. Erinç Yeldan
Kadir Has Üniversitesi
erinc.yeldan@khas.edu.tr 1 Aralık 2021

Memleketimden Büyük Resim Manzaraları…

AKP’nin ilişkin yeni popüler söylemi Büyük Resim. Ulusal ekonomide resmin tamamını görmek elbette çok önemli. Bugünkü yazımızda bunu “resimlerle” gerçekleştirmeye çalışacağız. AKP iktidarını üç alt-döneme ayırmaktayız: 2003-2009 krizi; 2010 sonrası toparlanmadan, 2018 Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi arası; ve 2019 sonrasından günümüze. İlgili her üç döneme ilişkin birer büyük resim söz konusu olacak.

I
AKP, 2001 krizinin ardından, ortodoks (muhafazakar) bir istikrar programının yürütücüsü olarak iktidar oldu. AKP, özü itibariyle bir şirketler ve cemaatler koalisyonu idi. 28 Şubat süreci ile önü açılmış, siyasal İslam’ın sözcülüğü mücadelesinde en büyük rakibi olan “Milli Görüş” hareketi tasfiye edilmiş ve “mağdur” söylemi aracılığıyla da toplumda bir nevi hoşgörü kazanmış idi.

AKP, özellikle finans sermayesinin en gözde partisi konumunu koruyarak, 2001 krizi sonrasının IMF yönlendiriciliğindeki istikrar programının en önemli önkoşuluna sıkı sıkıya sahip çıktı:

Ulusal mali piyasalarda yüksek reel faiz sunmak. İktidar olduğu 2003 yılından başlayarak gerek MB’nin politika faizi, gerekse de kredi faizleri enflasyona görece yaklaşık %10 reel faiz açığını korudu. Uluslararası piyasalarda reel faizlerin neredeyse sıfırlandığı bir konjonktürde Türkiye, Türk Lirasının dövizler karşısında değerlenmesiyle birlikte yaklaşık %30 ile %50 arasında spekülatif arbitraj getirisi sunmaktaydı.
Böylesi muazzam bir getiri, spekülatif finans hareketlerini uyarıyor, Türkiye’yi bir sıcak para cenneti haline dönüştürüyordu.

Sıcak para akımlarıyla güçlenen TL, dolar bazında neredeyse yarı yarıya değerlenirken, cari işlemler açığı da hızla büyüyordu. 2003 sonrasının özelleştirmeler ve dış borçlanmanın (özellikle şirketler kesimi için) özendirilmesiyle birlikte cari işlemler açığının milli gelire oranı %6’yı aştı. Oysa Türkiye geleneksel olarak yüksek cari açık veren bir ekonomi değildi. Dolayısıyla, yüksek reel faiz, sıcak paraya dayalı spekülasyon-yönlü büyüme ve cari işlemler açığı kavramları bu dönemde AKP ekonomi idaresinin ayırt edici özellikleri oldu.
****
Yazının devamı için tıklayınız : Memleketimden Büyük Resim Manzaraları… https://yeldane.files.wordpress.com/2021/11/yeldan790_01ara2021_buyukresim.pdf

Diğer EKONOMİ POLİTİK yazılarım için tıklayınız.

Dünya AIDS Günü 2021: Eşitsizlikleri sonlandır, AIDS’i sonlandır!

HIV enfeksiyonu tedavisinde son yıllarda elde edilen önemli başarılara karşın, halen dünyada yaklaşık 38 milyon kişi HIV ile yaşamaktadır ve HIV enfeksiyonu önemli ve öncelikli bir halk sağlığı sorunu olmaya devam etmektedir.

Yıllık yeni HIV enfeksiyonu sayısı 2000 yılında 3 milyonun üzerindeyken bugün 1,5 milyona inmiş, HIV enfeksiyonuna bağlı ölümler 2007 yılında 2 milyona yaklaşırken, geçtiğimiz yıl 680 bine gerilemiştir. Bu sayılar hala çok yüksek olmakla birlikte, sağlanan azalışlar önümüzdeki dönem için umut vericidir.

Küresel ölçekte yeni olgu sayısı her yıl azalmaktayken, Türkiye ve çevresindeki ülkelerde yeni olgu sayılarının sürekli artış göstermesi dikkat çekicidir. Son bir iki yılda Türkiye’de belirlenen yeni olgu sayılarının önceki yıllara göre azaldığı yönündeki veriler –uzun dönem verileri incelendiğinde– dikkatle izlenmeyi ve doğrulanmayı gerektirmektedir. Türkiye’de olgu sayıları halen Dünya ortalamasının altındadır; ancak, artışın sürmesi durumunda bu tablo değişecek gibi görünmektedir. Bu gidiş, küresel deneyimlerden ve bilgi birikiminden yararlanmak yoluyla durdurulabilir.

Küresel ölçekte yeni olguların ve ölümlerin azalmasını sağlayan başlıca iki müdahale alanı bulunuyor. Bunların ilki, bulaşmayı önleyici koruyucu davranışların toplumda yaygınlaştırılmasıdır. Üreme sağlığı ve cinsel sağlık hizmetleri ile risk altındaki kesimlere ve toplumun bütününe yönelik farkındalık ve güvenli cinsel davranış eğitimleri ile bu alanda etkili sonuçlar alınabilmektedir. Öte yandan, tedavideki gelişmelerin de küresel başarıda büyük payı vardır. Doğru ve sürekli olarak uygulanan anti-HIV tedavileri enfeksiyonun semptomatik hastalığa (AIDS’e) dönüşmesini başarıyla önlemektedir. Uygun tedavinin sağlanması bulaştırıcılığı da büyük ölçüde önlemektedir. Böylece, tedaviye erişimi olan HIV pozitif kişilere, daha iyi işbirliği sağlanarak güvenli davranış kazandırılabilmekte ve viral yükün sıfıra yaklaşması ile paralel olarak bulaştırıcı olmaları da önlenmektedir. Başka bir anlatımla, HIV pozitif bireylerin tedaviye erişimleri hem kendilerinin sağlığını korumak, hem de yeni olguları önlemek için çok etkili olmaktadır.

Dünyada, HIV ile yaşayanların % 73’ü anti-retroviral tedaviye erişebilmektedir. Bu oran önceki yıllara göre çok olumlu olmakla birlikte UNAIDS’in belirlediği %90 hedefinin altındadır. UNAIDS, HIV pozitif kişilerin en az %90’ının tanı alması, tanı alanların en az %90’ının tedaviye erişebilmesi ve tedaviye erişenlerin en az %90’ında bu tedavinin tam ve sürekli olmasının sağlanması durumunda HIV enfeksiyonu pandemisinin denetim altına alınabileceğini öngörmüştür. Eşitsizlikler, 90-90-90 hedefleri olarak ifade edilen bu hedeflere ulaşmayı güçleştiren en önemli etmendir. COVID-19 Pandemisi de eşitsizlikleri artırarak ve hizmete erişimi engelleyerek süreci olumsuz etkilemektedir.

Türkiye’de HIV enfeksiyonu tedavisinde kullanılan ilaçlar sağlık güvencesi kapsamında yer almakta ve HIV pozitif bireylerin tedaviye erişimi sağlanabilmektedir. Ancak henüz bu anti-HIV tedavi uygulamalarının 1. Basamak sağlık hizmetlerine ve Üreme Sağlığı Programlarına entegrasyonu (AS: eklemlenmesi) sağlanmamıştır. HIV’le yaşayan bireylerin sayısının giderek artması ile birlikte, bu hizmetlerin entegrasyonu (AS: bütünleştirilmesi) tedavinin sürekliliği için önemli bir gereklilik haline gelmiştir. Bundan başka, sığınmacılar, mahpuslar gibi özel grupların tanı ve tedavi hizmetlerine ve ilaca erişimleriyle ilgili sorunlar yaşanmaktadır. Anti-HIV tedavilerin etkili olması için tedavi sürekliliği büyük önem taşır ve bu yüzden dezavantajlı toplum kesimlerinden kişilerin tedaviye erişimleri özel yaklaşım gerektirir.

Türkiye’de 90-90-90 hedeflerine ulaşmak ve HIV enfeksiyonlarının artış eğilimini durdurmak için önemli bir sorun, tanı konulmayan HIV enfeksiyonlarıdır. Tedavi ve kontrolün (AS: denetimin) sağlanabilmesi için önce HIV enfeksiyonu tanısının konması gereklidir. Toplumda bu konuda olumsuz yargıların, dışlayıcı ve damgalayıcı tutumların yaygınlığı ve sağlık kuruluşlarında gizliliğin sağlanamadığı örneklerin çokluğu tanı için başvuruları güçleştirmektedir. Riskli cinsel davranışı olan, bu nedenle HIV ile ilgili endişesi olan kişilerin endişe etmeden başvurarak bilgi alabileceği, isimsiz ve ücretsiz test yaptırabileceği birimlerin artırılması gereklidir. Halen Türkiye’de bir elin parmaklarını geçmeyen ve Belediyeler tarafından açılmış anonim (AS: adsz) test merkezleri, kısıtlı sayılarına karşın çok önemli bir hizmet sunmaktadır. Bu merkezlerin her ilde ve başlıca her Sağlık Bakanlığı hastanesi bünyesinde bulunması ve tanı için başvurunun teşvik edilmesi önemli bir gereksinimdir. Bundan başka, HIV tarama programının 1. Basamak sağlık hizmetlerine entegre edilmesi (eklenmesi) de bu hizmetin yaygınlığını ve ulaşılabilirliğini artıracaktır.

2021 Dünya AIDS Gününün bu yılki teması

  • “Eşitsizlikleri sonlandır. AIDS’i sonlandır”

şeklinde formüle edilmiştir (AS: belirlenmiştir). Eşitsizlikler en köklü toplumsal sorunlardandır ve günümüzde en ağır biçimde sürmektedir. HIV/AIDS dahil birçok halk sağlığı sorunu eşitsizlikler temelinde büyümekte, çözüm güçleşmektedir. Dünya Sağlık Örgütü’nün 70’li yıllardan itibaren (AS: başlayarak) ortaya koyduğu eşitlik hedeflerine halen ulaşılamamıştır. Eşitsizlikler temel olarak makro-ekonomik sistemin yapısal özelliklerinden kaynaklanmaktadır ve yok edilmesi de kolay gözükmemektedir. Ancak bugünkü sistemler içinde bile eşitsizlikleri azaltabilmek, derin uçurumları ortadan kaldırmak mümkündür. Bu yıl 1 Aralık Dünya AIDS Günü için belirlenen eşitsizlikleri sonlandırma teması bu açıdan büyük önem taşımaktadır. Sağlığın her alanında, eşitsizlikleri dikkate almayan çabalar ancak sınırlı yarar sağlayabilir.

  • Eşitsizliklerin azaltılması ve ortadan kaldırılması için çalışmak halk sağlığı yaklaşımının temelini oluşturur.

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi 1. maddesine göre

  • “Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar.”

Bu ilkeyi soyut bir genelleme olarak değil, var olan toplumsal ve uluslararası sorunların temelden çözümünün anahtarı olarak görmek gerekir. HIV enfeksiyonu taşıyan bireyler ve HIV nedeniyle damgalamaya uğrayan toplum kesimleri başta olmak üzere, toplumun tüm kesimlerine yönelik her türlü ayrımcılığa son verilmesi gereklidir. HIV pandemisi, halk sağlığı sorunlarının çözümü için eşitsizliklerin ve ayrımcılığın önlenmesi gerektiğini gösteren deneyimler sağlamıştır. Bu deneyimlerden yararlanmak gerekir.

  • Eşitsizlikleri sonlandıralım; AIDS’i sonlandıralım!

*Bulaşıcı Hastalıklar Çalışma Grubu adına, Prof. Dr. Tacettin İnandı ve Prof. Dr. Tuğrul Erbaydar tarafından hazırlanmıştır.

Favipiravir ve Hidroksiklorokin skandallarını görmeyen medya

Faruk Bildirici

Favipiravir ve Hidroksiklorokin skandallarını görmeyen medya

...

 

Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, Covid-19 pandemisinin ilk günlerinde “Türkiye tedavide farklı bir yaklaşıma sahip” diye konuşuyordu:

    “Hiçbir ülke pozitif, şüpheli tüm vakalarda Hidroksiklorokin ilacını erken dönemde kullanmadı. Biz bu ilaçtan daha vaka görülmeden 1 milyon kutu alıp depoladık.”

    Koca’nın 15 Nisan 2020’deki bu açıklamasından bir ay kadar sonra “Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) sıtma ilacı olarak da bilinen Hidroksiklorokin’in klinik çalışmalarını güvenlik kaygılarıyla durdurdu. ABD İlaç ve Gıda Dairesi de ilacın kullanım onayını 15 Haziran’da geri çekti. Ardından başka ülkelerden de peş peşe benzer adımlar geldi.”

    Türkiye’de de Türk Tabipleri Birliği, Türk Klinik Mikrobiyoloji ve İnfeksiyon Hastalıkları Derneği gibi uzman kuruluşlar, bu ilacın kullanımının durdurulması için defalarca çağrıda bulundu. Bilimsel araştırmalar, ilacın kullanıldığı hastalarda yan etkiler görüldüğünü, kalp ritmini bozma ve ölümlere yol açma olasılığı bulunduğunu kanıtlıyordu.

   Buna rağmen Hidroksiklorokin Türkiye’de bir yılı aşkın süreyle Korona hastalarında kullanılmaya devam edildi. Ancak 7 Mayıs 2021’de bakanlığın bu ilacı tedavi rehberinden çıkarıldı.

    Favipiravir’i erken kullanmakla övünüyordu

     Sağlık Bakanı Koca’nın Hidroksiklorokin ile birlikte hastalığın erken döneminde kullanmakla övündüğü ikinci ilaç da Favipiravir’di. Koca, 15 Nisan 2020’deki basın toplantısında bu ilaç için de şunları söylemişti:

   “Hidroksiklorokin ile benzer şekilde Çin’den getirilen Favipiraviri de bu dediğimiz yaklaşımla bu yoğunlukla kullanan yine ikinci bir ülke yok.”

     Ama ilk günden itibaren (AS: başlayarak) favipiravir için de hekimler ve uzmanlardan itirazlar geliyordu. Çünkü bu ilacın etkisi kanıtlanamamıştı. Daha Mayıs 2020’de Klinik Mikrobiyoloji ve Enfeksiyon Hastalıkları Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Önder Ergönül, “Yan etkisi bir yana, faydası ne, zararı ne kadar? Karaciğer enzimlerini bozduğunu biliyoruz ama ölüme ya da başka bir şeye yol açacak kadar mı, henüz bilmiyoruz” diyordu.

   Klinik Farmakoloji Uzmanı ve Türkiye Akılcı İlaç Kullanım Platformu Başkanı Prof. Cankat Tulunay da “Etkisi henüz belli değil ama en büyük tehlikesi, teratojenik olması. Yani doğan çocuklarda sakatlıkların ortaya çıkması” uyarısında bulunuyordu.

      Türk Tabipleri Birliği’nin, 14 Mayıs 2020’de yayımlanan “COVID-19 Pandemisi 2. Ay Değerlendirme Raporu”nda da Favipiravir’in ABD’de klinik kullanım onayı almadığına ve Avrupa ülkeleri ile ABD’de yayımlanmış tedavi rehberlerinde Favipiravir kullanımından bahsedilmediğine dikkat çekiliyor; “araştırma ve veri analizi gerekli” itirazında bulunuluyordu.

    Bilim insanlarının uyarılarına rağmen bu ilaç da kullanılmaya devam edildi. Sağlık Bakanlığı, bununla da yetinmeyip Mayıs 2021’de de Favipiravir’in 12-15 yaş arasındaki çocuklarda da kullanılmasına izin verdi.

   Etkisi olmadığı bilimsel araştırmayla kanıtlandı

    Yeni yapılan bilimsel araştırmalar, bu ilacın etkisiz olduğunu ortaya koydu. Üstelik bunu da İstanbul Tıp Fakültesi İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi ve Bilim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Serap Şimşek Yavuz açıkladı.

      Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, bu bilimsel araştırmaya rağmen “Favipiravir’in etkisinin olduğunu gösteren epey çalışma vardı” dedi. Bilim Kurulu’nun 24 Kasım’da yaptığı toplantısından sonra da “Söz konusu ilacın öncelikle önemli bir yan etkisinin olmadığı açıkça ortaya konmuştur. Ayrıca, kendi verilerimizde hafif ve orta vakalarda semptomların süresini kısalttığı görülmüştür” diyerek, kullanımının hastanın durumuna göre hekimlerin kararına bırakıldığını açıkladı.

    Ama Koca, Favipiravir’in hangi ülkelerde kullanıldığını da açıklamadı; bilimsel bir çalışmadan da söz etmedi. Buna rağmen ilacın kullanılmaya devam edeceğini duyurmuş oldu.

    Prof. Dr. Müftüoğlu’nun çelişen yazıları

   Ne yazık ki, bu ilacın bilimsel araştırmayla etkisizliğinin kanıtlanmasına rağmen kullanılmaya devam edilmesine medyadan güçlü itirazlar gelmedi. Türk Tabipleri Birliği’nin “Sağlık Bakanlığı’nın Favipiravir politikası bilimin ve halk sağlığı ilkelerinin çiğnenmesidir” başlıklı açıklaması da yaygın medyada ilgi görmedi.

    Hürriyet’in sağlık yazarı Prof. Dr. Osman Müftüoğlu, bu ilacın kullanılmasına karşı çıkan ender yazarlardan biriydi. “Favipiravir’i boşuna mı yuttuk” başlıklı bir yazı yazdı.  Düşüncesini de “Son bilimsel verilere bakılırsa Favipiravir’i boşuna yuttuğumuz anlaşılıyor” diye özetledi. Müftüoğlu, bu yazısında “Aslında daha en başta bile etkinliği konusunda hepimizin -herkesin- ciddi kuşkuları vardı” görüşünü dile getirdi ama bu doğru değildi.

    Çünkü Müftüoğlu daha önce bu ilaçla ilgili kuşkularını dile getirmemişti. Müftüoğlu, 2 Aralık 2020 tarihinde Hürriyet’te yayımlanan “Bu karar doğru karar” başlıklı yazısında “Favipiravir tehlikeli mi” sorusuna aynen şu yanıtı vermişti:

     “.. onun da bazen yan etkileri olabiliyor. Ama bu yan etkilerin kabul edilebilir düzeyde olduğunda tıp otoriterleri hemfikir. Peki Favipiravir’in marifeti ne? Favipiravir tedavinin süresini kısaltıyor. İşte bu nedenle, elimizde koronavirüse karşı %100 etkili bir ilaç bulunana kadar, doktorların önerdiği her durumda Favipiravir’i kullanmamızda yarar var.”

     Kuşku dile getirmek bir yana endişelerini dile getirenleri ikna etmeye çalışıyordu.  Zaten iktidar yanlısı medya pandeminin ilk aylarında daha çok bu ilacın kullanımını destekleyen hekimlerin değerlendirmelerine yer veriyor, onları ekranlara çıkarıyordu.

    Örneğin A Haber’e konuşan Enfeksiyon Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Alper Şener, “Sosyal medyadaki kargaşanın temel sebebi rakibi olan ilacın (Remdesivir) lobisinin güçlü olması. Bu algıyı kırmak lazım. Favipiravir ilacının etkinliğiyle ilgili soru işareti yaratacak bir sorun yok” görüşünü savunuyordu.

      Prof. Dr. Mehmet Ceyhan ise bu ilaca temkinli yaklaşan hekimlerden biriydi. “…en çok ümit bağlanan ilaç bu. Favipiravir’in ‘çok yüksek bir etkisi var mıdır’ derseniz yok, henüz öyle bir şey gösterilmedi. Çok etkili ilaçlar bulunana kadar bunları kullanmak durumundayız” diyordu.

    Medya görevini yapmadı

    Medya bugüne değin Favipiravir ile ilgili bilimsel itirazları insanların bilgisine sunmak bir yana tamamen (AS: tümüyle) görmezden geldi; filyasyon ekiplerinin bile Korona hastalarının kapılarına Favipiravir bırakmasını izlemekle yetindi. Milyonlarca tablet tüketildi bu ilaçtan.

    Medyanın günahı büyük. Toplum sağlığını gözetmek ve eleştirel yaklaşmak yerine iktidarın her uygulamasını alkışlamaya hazır yaygın medya Favipiravir konusunda da görevini yapmadı. Tıpkı ciddi yan etkileri olduğu kanıtlanınca sessiz sedasız kullanımdan kaldırılan Hidrosiklorokin konusunda olduğu gibi…

   Skandallar, medya üzerine gitmeyince sessizce sönen balonlar gibi ülke gündemine gelmeden silinip, unutulup gidiyor.

   Faruk BİLDİRİCİ / 30 Kasım 2021

ASGARİ ÜCRET NASIL BELİRLENMELİ?

Lütfü Kırayoğlu
Elektrik Müh. (İTÜ)
ADD Genel Başkan Başdanışmanı
29.Asgari Ücret Tespit Komisyonu 1 Aralık Çarşamba günü toplanıyor. Yükselen ekonomik kriz sonucu, en temel gıda maddelerinin bile el yakan fiyatlara ulaşması ile herkes yeni belirlenecek asgari ücreti konuşuyor.

Her şeyden ö11.2021

nce şu “Asgari Ücret” daha kestirmesi “asgari” kavramı üzerinde durmak gerekiyor. Kısacası “asgari” kavramı, “en aşağı” kavramının dilimize Arapçadan geçmiş biçimi. Bu öz Türkçe kavramı ücret kavramı ile birleştirdiğimizde en aşağı ücret anlamı çıkıyor. Biraz daha zorlama yaptığımızda çalışanlara ödenecek en “aşağılık, aşağılayıcı” ücret olarak düşünebiliriz. Çünkü yıllardır belirlenen en aşağı ücret, yoksulluk sınırının da, açlık sınırının da altında.

“Asgari” sözcüğünün kullanılmasının tek güzel yanı, halk arasında bu sözcüğün yaygın biçimde “ASKERİ” olarak kullanılıyor olması. Neredeyse 40 yılı aşkın süredir asgari ücretin yerlerde sürünüyor olmasında en büyük etken, 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesi. Darbenin lideri konumundaki Kenan Evren, açıklamalarında bir otel çalışanının kendinden çok ücret aldığını ağlayan bir ifade ile anlatırdı. Darbe sonrasında dönemin TİSK (Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu) Başkanı Halit Narin’in “20 yıl işçiler güldü, biz ağladık, şimdi gülme sırası bize geldi” sözünün darbeciler tarafından “yerinde” algılamasıyla sınıf sendikacılığı bitirildi. Günümüzde asgari ücretin neden bilinçsizce olsa da, ASKERİ ÜCRET olarak dilimize geçtiği anlaşılabiliyor.

Ülkemizde bugün serbest piyasa ekonomisinin uygulandığı söylenip her şeyin fiyatının piyasa koşullarınca belirlendiğini ekledikten sonra, ücretlerin neden en aşağı düzeyde sabitlenip patronların 40 yıldır güldüğünü sorgulamak serbest piyasa düzeninden olmasa gerek. Garip olmayacak bir sorumuzu da ekleyelim: Madem ki en aşağı ücret işverenlerin ve siyasal iktidarın baskın olduğu bir komisyonca (olmazsa hakem heyetince) belirleniyor, o halde özellikle kamu kesiminde bir de en yüksek (azami) ücret belirlense olmaz mı? Hiç değilse yoksulluk sınırının altında ücret alan çalışanlarımız, 10-12 maaş alanları, özel sözleşmelerle ABD Doları üzerinden belirlenen AZGIN ücretleri de öğrenmiş olur.

NASIL BELİRLENMELİ?

Güçlü bir sendikal örgütlenmenin olduğu ülkelerde en aşağı ücret günümüz Türkiye’sinde olduğu gibi belirlenmez. Elbette az sayıda işçinin çalıştığı, örgütlenmenin olanaksız olduğu işyerlerindeki çalışanları korumak için sosyal devlet ilkesine uygun olarak adil bir en aşağı ücret belirlenmelidir. Bunun dışındaki ücretler işveren ile sendika arasındaki pazarlıklar sonunda belirlenir. Birtakım sarı sendikalar olsa bile sendikal rekabet nedeniyle diğer sendikalar da zorunlu olarak güçlü sendikaların bağıtladığı ücretler düzeyinde ücret belirleyeceklerdir. Bu şekilde ülke çapında bir ücret düzeyi ortaya çıkacak, daha ötesi sendika olmayan işyerlerinde de işçiler bundan etkilenecek, giderek sendikalaşma mücadelesi de güçlenecektir. Elbette böylelikle ortaya çıkan ücret düzeyi, yasal Asgari Ücret Komisyonlarının kararlarını da etkileyecektir.

Ne var ki 12 Eylül 1980 darbesi ile işverenlerin “gülmesine” sıra geldiğini düşünenler bütün yasal düzenlemeler ile bu “gülme” olayının sonsuza dek sürmesini hedeflemiştir. Özellikle son 19 yılda işbaşında olanlar her fırsatta darbe dönemlerine karşı olduklarını söyledikleri halde İş Yasası ve Sendikalar Yasasında yaptıkları değişiklikler ile 12 Eylül döneminin bile ötesine geçmişlerdir. 12 Eylül öncesi 44 milyona yaklaşan Türkiye nüfusu içinde sendikalı işçi sayısı 3 milyona varırken, günümüzün 85 milyonluk Türkiye’sinde sendika üyesi işçi sayısını utanç duymadan açıklayabilmek olanaksız. Çalışma Bakanlığı yapan AKP’li Faruk Çelik, bir konuşması sırasında sendikalı işçi sayısının gerçek durumunu açıklamaları halinde kimi konfederasyonların sayı düşüklüğü nedeniyle kapanabileceğini ifade etmişti.

Sendikalı işçi sayısının bu denli az, sendikaların bu denli güçsüz ve bağımlı, işsiz sayısının bunca yüksek, sığınmacı adı altında milyonlarca insanın ülkemize göç ettiği ortamda gerçek bir emek fiyatı pazarlığı nasıl yapılacak? 12 Eylül sonrasında gülmeye hazırlanan işverenlerin gülmeleri kahkahaya dönüşmüş olamaz mı?

EN DÜŞÜK ÜCRET UYGULANABİLİYOR MU?

Günümüz koşullarında yoksulluk, hatta açlık sınırı altında olduğu herkesçe kabul edilen en düşük ücret uygulanabiliyor mu? İşsizliğin bu denli yüksek boyutta olduğu ve her geçen gün işsizler ordusuna yeni neferlerin katıldığı ortamda en düşük ücretin uygulandığını düşünmek tam bir hayal. Yaşamla bağı olan herkes bunu yakın çevresinden gözlemektedir. Pek çok insan yalnızca ekmek parası için, kayıt dışı, yani hiçbir sosyal güvencesi olmadan kaçak olarak çalışmaktadır. Bu işçilerin aldığı ücretin ne olduğu belirsizdir. Çoğu zaman da en düşük ücretin altındadır. Olmasa bile sosyal güvenceden yoksundur. Bu durum resmi verilerce de doğrulanmaktadır. Son TÜİK verilerine göre ülkemizde her 100 kişiden 27,4’ü kayıt dışı çalışmaktadır (TÜİK verilerinin ne denli sağlıklı olduğu ayrı bir tartışma konusu). Bu durum ayrıca üretimin de kayıt dışı olduğunu göstermektedir ki vergi yitiğini de ortaya çıkarmaktadır.

Denetimin sıkı olduğu kimi işkolları ile iş kazaları açısından risk taşıyan işyerlerinde sigortalı gösterilen çalışanların eline bordroda yazılı ücretin geçmediği de ayrı bir yaradır. Çok sıkı denetim uygulanan bu işyerlerinde işveren, çalışanı adına bir banka hesabı açtırarak iki ayrı banka kartı çıkarmakta, kartlardan biri işverende kalmakta, işçinin hesabına para yattığı anda belirli bir bölümü işverendeki kart ile anında çekilmektedir. Bu durumun eğitimli eleman çalıştıran kimi işkollarında ortaya çıkmış olması çok daha acıdır. Örnek vermek gerekirse kimi meslek örgütlerinin Çalışma Bakanlığı ile yaptığı sözleşmeler sonucunda görece yüksek denilebilecek ücretlerle çalıştırılan, hem de deneyimli meslek sahipleri bu yolla feci biçimde sömürülmektedir! Bir mühendislik öğrencisinin 1500-2000 TL/ay harcama ile öğrenim gördüğü kabul edildiğinde, 750 – 1500 TL arasında aylık ücret alarak çalışan bir mühendisin varlığı, günümüz Türkiye’sinin en utanç duyulacak sayfalarından birini oluşturmaktadır. Düşük emekli maaşı nedeniyle bu duruma düşürülen 30 yıllık bir mühendis, aynı zamanda işsiz ve genç bir mühendisin de önünü tıkamaktadır. Örnekleri çoğaltmak olasıdır.

En düşük ücretin artırılmasının en kolay yöntemlerinden biri de, en düşük ücretten vergi alınmasının önüne geçmektir. Bu da bütünsel bir mücadele gerektirmektedir. Unutmayalım, 27 Mayıs (1960) öncesinde emekli maaşlarından da vergi alınıyordu. Bugün pek çok kesimce karalanan 27 Mayıs Devrimi bir çırpıda bu vergiyi kaldırdı.

En düşük ücretin utanç ücreti olmaktan çıkarılması ancak yeniden güçlü bir sendikacılık hareketinin yaratılması, örgütlü mücadelenin yaşamın her alanına yayılıp sosyal devletin halkın geniş kesimlerinin zorunlu istemi olarak dayatılması ile kısacası Kemalist politikaların yeniden uygulanması ile gerçekleşebilecektir.

EKONOMİ TIKIRINDA

Suay KARAMAN
Azim ve Karar, 29 Kasım 2021
 

24 Ocak 1980 kararları ile devletin ekonomideki payını küçülten önlemler alındı ve ülkemiz serbest piyasa ekonomisine geçti. 24 Ocak kararları dünyada yaygın olarak kullanılan IMF politikalarından oluşan bir programdır. Bu programın ilkeleri faizlerin yükseltilmesi, sıkı para ve maliye politikaları, emek ücretlerinin baskı altında tutulması, kamu hizmetlerine zam yapılması, kamumun piyasadan çekilerek özel sektörün önünün açılmasıdır. 

Planlı kalkınma modeliyle ülkenin gereksinim duyduğu her türlü mal ve hizmetin ülke içinde üretilmesi anlayışıyla dış alımın yerini tutan (ithal ikamesi) Türkiye, bu kararlar ile dış satıma (ihracata) dayalı bir ekonomik modeli benimsedi. Ayrıca döviz alım satımı serbest bırakıldı, dış alım (ithalat) serbestleştirildi. Yabancı sermaye yatırımları teşvik edildi, kademeli olarak sosyal devlete son verildi. Döviz piyasası üzerindeki denetimler kaldırıldı, faiz oranları serbest bırakıldı, fiyat denetim ve sınırlamaları kaldırıldı, özelleştirmeler başladı. 

Alınan kararlar kapsamında %33 oranında devalüasyon (Türk Lirası’nın değerinin düşürülmesi) yapılarak günlük kur uygulamasına gidildi ve 1 Dolar 47 liradan 70 liraya yükseltildi. Kamu İktisadi Teşekküllerinin ürettikleri ürün fiyatları artırıldı, tarım ürünleri destekleme alımları sınırlandırıldı; gübre, enerji ve ulaştırma dışında sağlanan destekler kaldırıldı. 1980 yılında enflasyon %107 olarak gerçekleşti. 

Aradan geçen yaklaşık 42 yıla karşın, serbest piyasa ekonomisine teslim edilen ekonomimiz hiç ayar tutmamış, sürekli iniş ve çıkış yaşayarak, büyük sıkıntılara neden olmuştur. 1994 ve 2001 yıllarında da krizler yaşanmış ve hep kemer sıkma politikasıyla bugünlere gelinmiştir. 

AKP iktidarıyla sürdürülen serbest piyasa ekonomisi ile bugün daha da büyük bir ekonomik krizle karşı karşıyayız. Planlamaya son vererek, üretimden uzaklaşmak, dış alım, yanlış kur politikası ve dövize bağımlı olmanın sonucunda gelinen nokta  üzücüdür. Türk Lirası’nın sürekli değer yitirmesi, yurttaşların alım gücünü düşürmektedir. Bunun yanında yaşam pahalılığının artmasına neden olduğu gibi yoksulluk, işsizlik ve hiperenflasyon sarmalı sürmektedir. Kasım ayında 4 kişilik bir ailenin açlık sınırı 3.192 TL, yoksulluk sınırı 10.396 TL oldu. Enerji fiyatlarındaki büyük artış ve yüksek dış borç ekonomiyi zorlamaktadır.  

2021 yılı Ocak başında 7,4 TL olan dolar, bugün 13 TL’ye dayandı; 9,1 TL olan € 14 TL oldu. Paramız Dolar karşısında yaklaşık %70, Euro karşısında %55 değer yitirdi. 2021 Ocak ayında litresi 7,1 TL olan benzin 9,7 TL, litresi 6,6 TL olan motorin 9,8 TL olmuştur. Her şeye sürekli zam yapılmaktadır.

  • Böylece korkunç bir yoksullaş(TIR)ma ve dibe vuruş ile karşı karşıyayız.

Bu yılın Kasım ayı başında 9.50 TL olan Dolar, dün 12.50 TL oldu. Böylece Dolar, 27 günde 3 TL yükselirken TL %32 değer yitimine uğradı. Aynı biçimde Kasım ayı başında 11 TL olan €, dün 14 TL oldu. Euro da Dolar gibi 27 günde 3 TL yükseldi ve TL %28 değer yitirdi. Enflasyonun yükselmesini göze alarak kuru başıboş bırakan siyasal iktidar, ‘ihracatta rekabet gücü kazanacağız, Çin’e göre daha ucuz olacak mal ve hizmetleri dünyaya satacağız, TL değer kazanacak ve enflasyon düşecek’ kuramının boş olduğunu anladığı zaman, belki ekonomiyi düzeltebilir. 

  • Ekonomik sorunlar dış güçlerin oyunu diye açıklanamaz.

Ekonominin kitabını yazanlar (!), doğru ekonomi politikası izlediklerini söyleyenler, “ekonomistim” diye övünenler şimdi, “ekonomik kurtuluş savaşı veriyoruz” düzeyine geldiler. Ancak “ekonomik kurtuluş savaşı” söylemi inandırıcı değildir, çünkü serbest piyasa ekonomisine bağlılık içinde ekonomik kurtuluş savaşı verilemez. AKP iktidarı en katı biçimde liberal ekonomi programı izlemektedir. Özelleştirmelerle yoluna devam eden, planlamaya son veren, üretimden vaz geçen, dış alım odaklı bir kapitalist sistemle yürüyen bir iktidar, nasıl ekonomik kurtuluş savaşı verir? 

Krize neden olanların, krizi yaratanların aynı zamanda çözüm üretemeyecekleri bilinmelidir. Birleşik Arap Emirlikleri’nden gelecek 10 milyar Dolarlık yatırım ile ya da Katar’dan gelecek paralarla, ekonominin düzelemeyeceği çok açıktır. Ekonomik kurtuluş savaşı dış ülkelerden gelecek paralarla verilmez. 

Türkiye eğer gerçekten ekonomik kurtuluş savaşı verecekse,

  • Bu ancak Atatürk’ün modeli ile gerçekleştirebilir.
  • Neo-liberal ekonomiyle kurtuluş savaşı verilmez.

Bunun için kamucu ve halkçı girişimler yapılmalı, sosyal devlet yeniden yapılandırılmalı, planlı üretime geçilmelidir. Ülkemizi ekonomik bataktan çıkarmak için öncelikle yolsuzluk, rüşvet ve israfa son verilmelidir. 128 milyar doların hesabı sorulmalıdır, yap-işlet-devret projeleri için garanti ödemelerine son verilmelidir. 

24 Ocak 1980 kararlarından beri uygulanan ekonomik modelin özü, dövize bağımlılık ve sürekli borçlanmadır 

Bu model Türkiye’yi üretmeden tüketen, borçlanarak lüks yaşayan bir topluma dönüştürdü. Çözüm bu modelde değildir. 1923-38 arasındaki Cumhuriyet ekonomisine dönülmelidir. 1961 yılında kurulan Devlet Planlama Teşkilatı’nın öncülüğünde planlı ekonomiye geçilmelidir.

  • Çözümün anahtarı : Halkçılıktır, Devletçiliktir, Planlamadır, Üretimdir, Karma Ekonomidir ve Denk Bütçedir.

Bu siyasal iktidar tükenmiştir, bitmiştir. Yerine gelecek muhalefet partileri de neo-liberal ekonomik modele, serbest piyasa ekonomisini sürdürecekse, değişen hiçbir şey olmayacaktır. Bu durumda bizlerin de “ekonomi tıkırında” demekten başka sözümüz olamaz. Eşsiz önderimiz Atatürk’ün

  • “Tam bağımsızlık, ancak ekonomik bağımsızlıkla mümkündür.”

sözünü unutmamamız gereken günlerden geçtiğimizi bilmeliyiz.

KADINA UZANAN ELLER, DİLLER, BELLER EN BARBAR VE GARDARDIR

KADINA UZANAN ELLER, DİLLER,
BELLER EN BARBAR VE GARDARDIR

Kadın, tacize ve tecavüze ezeli ve ebedi kin besler.
Kadın, hakarete, küfüre, şiddete en ağır cezayı bekler.
Kadın, her ihanete ve melanete isyan eder.
Kadın yalnızca Ulu Tanrı önünde baş eğer.

Kadın, çocuğunun, eşinin ve yavuklusunun her şeyidir.
Kadın, bütün insanlığın yaratıcı ve koruyucu meleğidir.
Kadına, kalkan ve saldıran eller ve beller en kalleş ve barbardır.
Kadına küfür ve zehir saçan o çatal diller en alçak ve gaddardır.

Kadın, yerel ve evrensel barışın ve huzurun içten savunucusudur.
Kadın, tüm genç ve yaşlı kuşakların sonsuz ve gerçek umududur.
Kadın, her ulusun yarısı, sevgisi ve saygısıdır
Kadın, tüm evrenin ebedi aşkı ve kaygısıdır.

Kadın, sağlık, barış, gül ve gülücük,
Özen, düzen, güven, hak ve özgürlük,
Zevkine göre giymek, gezmek, görmek, tanışmak,
Mut, kut, utku ve umut ile dolup taşarak tanımak,
Tam özgürce ve tüm gönlünce sevmek, sevilmek ve sevişmek,
Derin doyum almak, gebe olup doğurmak, beslemek, büyütmek,
Çocuğunu, en mutlu ve kutlu bir melek ve erkek yapmak,
Ve bütün ömrü ve yaşamı boyunca korumak ve kollamak,
İster ve bu ulu ve kutsal isteklerini tüm yaşamında yineler
Hatta yaşamsal bir gerek duyar duymaz ölmeyi bile ister.

Kadın, tacize ve tecavüze bütün özü ve sözüyle lanet okur,
Ezgiye, baskıya, zulme ve şiddete tüm gücüyle karşı durur,

Gönül Pınar Atacı
26 Kasım 2021

CUMHURBAŞKANLIĞI MAKAMINA 

CUMHURBAŞKANLIĞI MAKAMINA 
İLETİŞİM BAŞKANLIĞINA

25.11.2021 Günlü MGK Bildirisinin 2 numaralı paragrafında

  • TÜRKİYE’NİN İNŞA ETTİĞİ SAĞLAM ALTYAPI ÜZERİNDE, HEDEFLERİNE UYGUN ŞEKİLDE YATIRIM, ÜRETİM, İSTİHDAM VE İHRACAT ODAKLI EKONOMİ POLİTİKALARINI HAYATA GEÇİRME SÜRECİNDE KARŞILAŞTIĞI VE KARŞILAŞABİLECEĞİ SINAMALAR İLE TEHDİTLER DEĞERLENDİRİLMİŞ, CUMHURİYETİMİZİN 100. YILINA HER ALANDA OLDUĞU GİBİ İKTİSADİ OLARAK DA GÜÇLÜ ŞEKİLDE ULAŞMA KARARLILIĞI TEYİT EDİLMİŞTİR.”açıklaması yer almıştır.

Medya organları, anılan açıklamayı; “ekonomik tehditler vurgusu dikkat çekti”, “ekonomi politikalarının karşılaştığı tehditler değerlendirildi”, “ekonomik tehditler masaya yatırıldı”, “bu artık ekonomik OHAL‘i işaret ediyor, ekonomi programa eleştiri getirenler, bundan sonra bir milli güvenlik sorunu olarak görülebilir” vb. biçimde değerlendirmekteler.

Akademik çalışma alanım “ekonomi ve ekonomi politikaları” olduğundan, emekli bir öğretim üyesi olarak, zaman zaman kimi medya organları alanım ile ilgili sorular yöneltmekte ve kimi kurumlar ve demokratik kuruluşlar, konferans vermem için, düzenledikleri açık oturumlara konuşmacı olarak çağırmaktadırlar.

Bu çağrılara uymam sırasında, çoğunlukla ekonomik karar sahipleri ile uygulamacıların “hoşuna gitmeyecek ve fakat, kavrarlarsa işlerine yarayacak” değerlendirme ve önermelerde bulunmaktayım.

Yayınlanan bildiride yer alan

  • “…EKONOMİ POLİTİKALARINI HAYATA GEÇİRME SÜRECİNDE KARŞILAŞTIĞI VE KARŞILAŞABİLECEĞİ SINAMALAR İLE TEHDİTLER…”

ve buna ilişkin değerlendirmeler ne anlama gelmektedir?

Bir düşün ve bilim insanı olarak, yürütülen ekonomi politikaları konusundaki karşıt gelebilecek düşüncelerim, “sınama ve tehdit” tanımı içine girip, yaptırım konusu olabilir mi?

Tedirginliğimin giderilmesi için, Bilgi Edinme Hakkı Yasası uyarınca yanıtlanmasını sunarım.

Saygılarımla. 26.11.2021
Prof. Dr. Mustafa Altıntaş

===================================
CİMER‘e, 26.11.2021 günü yapmış olduğunuz başvurunuz 2105710940 sayısı ile alınmıştır.

Millî Güvenlik Kurulu, Cumhurbaşkanımız Sayın @RTErdogan liderliğinde toplandı ve her türlü sınama ve tehditler bütüncül bir perspektifle ele alındı.

“Cumhuriyetimizin 100. yılına, her alanda olduğu gibi, iktisadî olarak da güçlü bir şekilde ulaşacağız!”

Fahrettin Altun
@fahrettinaltun

 

 

 

 

 

Fırıl, fırıl, fırıl…

Zafer Arapkirli
Zafer Arapkirli
Cumhuriyet, 26 Kasım 2021

 

Rüzgârlı havalar bunlar. Püfür püfür esiyor rüzgârlar. Hatta, fırtına boyutlarına ulaşıyor zaman zaman. Ama meteorolojik kökenli bir rüzgâr değil bu. Fırıldaklardan, rüzgârgüllerinden kaynaklanan yoğun hava akımlarından söz ediyorum.

Ekonomide ayrı, siyasette ayrı, dış politikada ayrı.
Dönüşler geri dönüşler, geri geri dönüşler. Sürekli bir “manevra” hali.
ABD ile ilişkilerde, Rusya ile ilişkilerde, Suriye politikasında, Libya politikasında, Kıbrıs’ta, AB ile ilişkilerde.

Şimdi de Birleşik Arap Emirlikleri konusunda tarihi bir geri dönüş. Hem de utanç verici bir tarihi geri dönüş.

Ağlak Vaiz’in hain asker kılıklı piyonlarının gerçekleştirdiği 15 Temmuz gecesinde hayatını kaybeden 250 insanımızın mezarlarına ve yaralanan insanlarımızın suratına suratına esen bir utanç rüzgârı ve geri dönüşten söz ediyorum. Üç gün öncesine kadar yandaş havuzlarındaki gazetelere attırdıkları “Şerefsiz Bunlar!” manşetlerinin henüz mürekkebi kurumadan, “o darbeye finansör oldu” dedikleri Arap lideri ağırladılar, “turkuvaz halı”da.

Entarisinin eteklerini savura savura, çantasındaki milyar dolarları göstere göstere, onca zamandır ettiğiniz küfürleri adeta “yedirdi” adam bu ülkeye.

Yani, Prens Nahyan’ı elinde dolar dolu bavulla gönderen “otorite”, nam-ı diğer “Dış mihrak”, size nanik yaparcasına “Bırakın finansörlük muhabbetini. Şimdi de biraz size finansör olayım. Öptüm canım” diyerek dalga geçiyor adamlar.

Ve bu ülkeyi yönetenler, aynı D. Trump’ın ünlü “Don’t be a fool (Aptallık etme)” mektubunda olduğu gibi, aynı V. Putin’in “görüşme odası kapısında ayakta bekletmesi” örneklerinde olduğu gibi, onur kırıcı geri manevralar yaşattılar ülkemize.

Hani, “itibardan tasarruf olmaz” diyordunuz ya… Hani itibarımızı “Glasgow’a gidecek konvoydaki araç sayısı” ile ölçmeye kalkıştınız ya.

Aha işte.. Al sana itibar sınavı.

Fırıl fırıl dönen pervanelerin rüzgârında uçup gitti son kırıntıları da.

Kişisel itibarınız söz konusu olsa, kendi paşa keyfiniz bilir. Ne isterseniz yapın.

Ama faturasını gelecek nesillerin ödeyeceği, onların hanesine yazılacak bir “devlet – millet itibarı erozyonundan” söz ediyoruz.

Yazık değil mi?

“Çökertilmekte” olan Türkiye… Vatanımız, Cumhuriyetimiz

Tansel Çölaşan
ADD Önceki Genel Başkanlarından

https://www.add.org.tr/2021/11/27/cokertilmekte-olan-turkiye-vatanimiz-cumhuriyetimiz/  28.11.2021

Aşı : Bireysel Sorumluluk mu, Zorunluluk mu?

Dostlar,

Erzurum Teknik Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesince düzenlenen

I. Uluslararası Sağlık Bilimleri ve Multidisipliner Yaklaşımlar Kongresi

I. INTERNATIONAL CONGRESS of HEALTH SCIENCES and MULTIDISCIPLINARY APPROACHES

25 Kasım 2021 günü başladı, bu gün, 27 Kasım 2021 günü sonlanacak.
Son gün, (bu gün, 27 Kasım 2021) saat 13:15 – 14:00 arasında bizim bir konferansımız olacak/oldu..

AŞI : BİREYSEL SORUMLULUK MU,  ZORUNLULUK MU?

Kongre Erişim Web sitesi : https://usbmyk.erzurum.edu.tr/


Bu uluslararası çok disiplinli (mülti – disipliner) toplantıya emek veren ve bizi de konferans vermek üzere çağıran bilim emekçilerine teşekkür ederiz, özellikle Dr. Öğr. Üyesi Sayın Nihal Gördes hanımefendiye. Bizim konuşmacı olduğumuz oturumu, Ege Üniv. Hemşirelik Fakültesi’nin saygın ve kıdemli Halk Sağlığı Hemşireliği hocası Sn. Prof. Dr. Ayla Bayık yönetecekler / yönettiler..

Sorun çok boyutlu.. Etik, Hukuksal – Yasal, Anayasal, Felsefesel, İnsan Hakları, Sosyolojik, Psikolojik, Ekonomik, kamu yönetimi, uluslararası ve Tıpsal (Tıbbi – Epidemiyolojik) boyutları var.. Zaman ve birikimimizin elverdiği ölçüde sorunu işlemeye çalışacağız.. / işledik..

Kamuoyunun erişimine açık..
Aşağıdaki pdf dosyasında 27 Kasım 2021 Cumartesi, saat 13:10 gibi, mavi renkli (çünkü erişke – link yüklenmiş) SALON 1 sözcüğünü tıklayınca sizi izleyici olarak alacak sistem.. Biz de böyle gireceğiz.. Bize ulaşan yönerge bu..

program, erişim linkli

Kongre erişim web sitesinden de ulaşmak olanaklı : https://usbmyk.erzurum.edu.tr/

Konferansı gerçekleştirdik, yoğun ilgi gördü.. Kayıt erişkesi (linki) bize ulaşırsa, buradan paylaşacağız.

Sevgi ve saygı ile. 27 Kasım 2021, Ankara
(Güncelleme : 27.11.21, 23:34)


Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik