Yazar arşivleri: Ahmet SALTIK

Ahmet SALTIK hakkında

Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet SALTIK’ın özgeçmişi için manşette tıklayınız: CV_Ahmet_SALTIK Hekim (Halk Sağlığı Profesörü), Hukukçu (Sağlık Hukuku Uzmanı) Mülkiyeli (Kamu Yönetimi - Siyaset Bilimci)

Onur ÖYMEN : Teröristlere Silahınızı Bırakıp Gidin Çağrısının Düşündürdükleri

Onur ÖYMEN

portresi2

Teröristlere Silahınızı Bırakıp Gidin Çağrısının Düşündürdükleri

Sayın Başbakan, ülkemizdeki PKK teröristlerinin silahlarını mağaralara gömüp Türkiye’den gidebileceklerini söylemiş.

Devlete karşı silahlı ayaklanma yapan, askerleri ve sivil vatandaşlarımızı şehit eden, mayın koyan böylece ağır suç işleyenlerin ülkemizi serbestçe terk etmelerine izin vermek anayasamızın, ceza yasamızın ve ceza usul yasamızın hangi maddesine uyuyor?

Başka ülkelerde, suç işleyen teröristlerin ülke topraklarını serbestçe terkedebileceğini söyleyen siyasi lider olmuş mudur?

  • Doğrusu; teröristlerin silahlarını devlete teslim ederek yargıya teslim olmaları için çağrıda bulunmak değil midir?

Terör tümüyle bittikten sonra kuşkusuz devlet kin ve intikam duygularıyla hareket etmez, yaraları sarmak için çaba gösterir.

Ama bugün o gün değildir.

Acaba Meclis’te PKK’lılar için bir af yasası kabul edildi de bizim mi haberimiz olmadı?

Üstelik başka davalarda yurt dışındaki insanların Türkiye’ye dönerek yargıya
teslim olmalarını isteyen, bazılarını kırmızı bültenle arayan devletin, PKK’lılar için yasalarımıza ve hukuka aykırı bir öneride bulunmasını anlamak mümkün müdür?

  • Terörün bitmesini, kan dökülmesine son verilmesini istemeyen yok.

Ama bunun yolu acaba hukun bütün ilkelerinin ve yasaların açıkça göz ardı edilmesi mi olmalıdır?

Siyasi partiler, Barolar ve ünlü hukukçular acaba bu konuda ne düşünüyorlar? (2.4.13)

‘Akil Adamlar Değil Pazarlamacı Heyeti’!


‘Akil Adamlar Değil Pazarlamacı Heyeti’!

Haluk_Koc

CHP Sözcüsü Haluk Koç, akil insanlar heyetinin Başbakan Tayyip Erdoğan’ın fikirlerini topluma köprü olarak götürmekle görevlendirilen bir memur kadrosu olduğuna işaret ederken; BDP’li Ahmet Tan, listede Hülya Koçyiğit ve Hülya Avşar gibi isimlerin bulunmasını “Cüneyt Arkın’ı da eklemeleri lazım” diye eleştirdi.

Hükümet tarafından dün resmen açıklanan akil insanlar listesinde yer alan adlar muhalefetin tepkisini çekti.

CHP Merkez Yönetim Kurulu toplantısı sırasında açıklama yapan Parti Sözcüsü Koç, Erdoğan’ın penceresinden akil adam tanımlamasının sürece toplumsal desteği perçinleyecek, halkı teskin ederek, yatıştırarak, ikna ederek anlatacak birilerinin olduğunu ifade etti.

Koç, “Başbakan Öcalan’la gizli pazarlık yapıyor ve bu pazarlığın pazarlamasını da tümüyle akil adam tanımı dışında bu heyete, pazarlamacı olarak halka anlatmasını istiyor..

.. Başbakan’ın seçim kampanyalarını yürüten şirketler, ajanslar ne görev yapıyor ise oluşturulan bu heyete aynı görevin tevdi edileceği anlaşılıyor.” dedi.

Heyette yer alması öngörülen bazı isimlerin Erdoğan’ın tarif ettiğini bu görev tanımını hak etmediklerini söyleyen Koç,

“Kendi söylediklerini millete söyleyemiyorsun, şimdi bu insanlar aracılığı ile bir görev kapsamı içinde, bir müsteşarlığa bağlı olarak, memur olarak bu görevi yapmalarını istiyorsun.” dedi.

Gürsel Tekin  :

”Akil adamlarla makul adamları hep karıştırdık. Bu, CHP’nin seçim öncesi kamuoyuyla paylaştığı bir projedir. Bu projenin temel amacı toplumsal uzlaşma yaratmaktır.
Yoksa dostları, arkadaşları, yandaşları bir araya getirelim burada toplumsal barışı sağlasın demek mümkün değil. Bizim önerdiğimiz yöntemle şu an AKP’nin yöntemi
çok farklı. AKP, AKP’li akil adamlar arıyor. Biz Türkiye’nin toplumsal barışını sağlayabilecek akil adamlar projemizin olduğunu 1,5-2 yıl önce ifade etmiştik.”

CHP İstanbul Milletvekili Melda Onur :

”Ciddi, önemli ve hassas süreçte, önce bu akil adamlar ne yapar, ne kadar bağımsız çalışır, kime bağlı olur, bir görev tanımı, eylem planı yapılması gerekirdi. Bunun, Meclis’te yapılması gerekirdi. Bu eylem planına uygun isimler, Meclis’te oluşturulacaktı. Bu, ’onun sevdiği adam, bunun sevdiği sanatçı, onun sevdiği yazar’ şeklinde bir seçim yapılmış. Başbakan talimat verecek, ülkeyi gezecekler. Ama ’ülkenin, gazetelerindeki odalar kadar sıcak ve rahat olmadığını, film setleri kadar suni ve parlatılmış olmadığını görürler’ diye umuyorum. Bu sürece bakarken, bu konunun toplumda nasıl algılandığı yönünde araştırma kuruluşlarının kamuoyu yoklama çalışmalarına iyi baksınlar, rakamlara iyi baksınlar. Çünkü çok ağır sorularla karşılaşacaklar. Keşke bu akil arkadaşlarımızı, Başbakan’ın talimatlarından sonra, bu sorularla nasıl başa çıkacaklarına dair bir formasyona, eğitime tabi tutsalar. Çünkü görünen o ki,
bölge dolaşıp, vatandaşı bu sürece ikna etmeye katkıda bulunmaya çalışacaklar. Görevleri zor, Allah kolaylık versin.”

CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün :

Ağırlıkla AKP’ye yakın isimlerden oluşan ve ‘Psikolojik Harekât yürüteceği’
bizzat Başbakan tarafından açıklanan 63 akil belli olmuş. BDP’ye yakın 4-5 ismin
ancak yer bulabildiği listede Alevi dünyasından tek Prof. İzzettin Doğan var.
Geçen hafta sendikasının kapıları parçalanan Erol Ekici’nin listede yer almasına doğrusu şaşırdım. Bu liste bence AKP programına taban oluşturur.
Yok, yok, ben ‘sürece’ zarar vermeyeyim ve 63 akile başarı dileyeyim.

Cumhuriyet, 03.04.2013
http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=408404&kn=6&ka=4&kb=6

Prof. Dr. M. Kerem Doksat : MİLLET OLMAK NE DEMEKTİR?


Dostlar
,

Dostluğundan güç aldığımız kardeşimiz, meslektaşımız sevgili
Prof. Dr. Mehmet Kerem Doksat, son derece yetkin bir Psikiyatri uzmanıdır.

Bizden birkaç yaş daha gençtir; gene de önceki yıllarda, çalışma ortamının kendisini endişelendiren ciddi yozlaşması nedeniyle gerçekten “erken” emekli olmuştur.
Yaşamını, meslektaşı olan eşiyle birlikte muayenehanesinde çalışarak kazanmaya çabalamaktadır.

2002 Haziran’ında (11-14) Malatya’da 9. Ulusal Sosyal Psikiyatri Kongresi’nde birlikte olmuştuk. Kendileri bir panelde konuşmacı idiler. Bizim de bir konferansımız olmuştu

  • Yeni Dünya Düzeni ve Cumhuriyetin Sağlığı..

Sonrasında kendisi ve yine Cerrahpaşa Psikiyatri’den Prof. İbrahim Balcıoğlu
(Hacettepe tıptan arkadaşımız) ile “Türkiye’yi” konuşmuştuk.

Ne acı ki öngörülerimiz gerçek oldu; son15-20 yıl özellikle gözümüzün önünden adeta canlı anılar gibi aktı..

Fakat Türkiye’miz bu örselenmişliği – teslim alınma kuşatmasını da yaracak.

Kerem hoca aşağıdaki yazısında tek sözcükle “görkemli” bir “sosyal psikolojik – psikiyatrik” çözümleme yapıyor. Mut-la-ka ve yavaş yavaş, üzerinde düşünerek okunmalı, tartışılmalı..

İzin verirlerse, bir “Toplum Hekimliği Uzmanlığı öğrencisi” olarak, toplumların
kitlesel (kolektif) davranışları üzerinde birkaç söz etmek bize de boyun borcudur.

Halkımız, az eğitimli bırakıldığından, ancak deneme-yanılma ile öğrenebilmektedir.
Öngörü (projeksiyon, prediksiyon vb.) yeteneği doğallıkla sınırlıdır.

Kurtuluş Savaşı öncesinde de onu ayağa kaldıracak devasa travma İzmir’in işgali
(15 Mayıs 1919) ve harem-i ismete dönük somut Sevr (10.8.1920) işgalleri oldu.

Mondros soyut kalmıştı (30 Ekim 1918)!

Damat Ferit Paşa kabinesi de halkı (tebaayı!) duyarsızlaştırma (de-sensitizasyon) için “heyet-i nasiha” lar görevlendirmişti; Mondros, tebaa-i Osmani’nin hayrına olacaktı!

Özetle, ülkemiz ve kadim halkı önce dibe vuracaktır çare yok ve o geri tepmeyle de
-boynunu kırmadan- zincirlerinden bir kez daha kurtulacaktır.

Büyük Atatürk‘ün hangi öngörüsü yanlış çıktı?
(Aydın limanı – sığınağı olarak kullanma suçlamasından üzülürüz..)

Beni inkâr edeceksiniz. Hatta bühtanla yad edeceksiniz. 
  Hint’e, Yemen’e ve Mısır’a giden fikirlerim, orada filizlenerek gelip sizi boğacaktır.

Ve son ve kalıcı ok hedefe atılmıştır, dönüşü olanaksızdır, tarih böyle akacaktır :

  • “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır,
    ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.”

Bu vb. mottoların eleştirilmesi için kimi “zorlamalar” da yersiz ve haksızdır.
Hatta psikokojik savaş kapsamında bir saldırı sayılmalıdır..
Geçelim kısa erimi, orta ve uzun erimde tarihin diyalektik akışı da buna koşuttur.

Sevgili kardeşimiz Dr. Doksat’ı sevgi – saygı ve umut ile selamlıyoruz.

“Aydın” ın “umutsuzluk” hakkı olmadığını, bu olgunun kortikal değil ancak limbik sisteme ilişkin bir alt kategorik dürtü olduğunu, -dolayısıyla ilkelliğini- hoşgörüsüyle paylaşmak isteriz.

Hatta daha ileriye giderek, felsefeci  Prof. Ahmet İnam‘a yollama ile
salt benzetme (teşbih) bağlamında “Umutsuzluk ahlaksızlıktır!” bile demek isteriz!

Bu son sözümüz Doksat hocaya değildir elbette..
Ama ola ki, kimi “aydınlar” (!?) gibi üstelik de bir psikiyatrist olarak yeltenirse??

Sevgi ve saygı ile.
5.4.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

====================================

Prof. Dr. M. Kerem Doksat

portresi

MİLLET OLMAK NE DEMEKTİR?

Bu yazıda millet ve ulus kelimelerini tümüyle aynı anlamda kullanacağım;
bu konudaki bâzı tarafgirliklere saygım var ama bu ayrım, aslında bizi bölmek için uydurulmuş yapay bir “ötekileştirmedir” düşüncesindeyim.

İlk Hominidoidler (insanımsı insanımsılar) ve Hominidler (insanımsılar) Doğu Afrika Kıt’asında evrimleşti. Homo Neanderthalenis, Homo Erectus ve cro-Magnon adamları da birbirlerine yakın zamanlarda dünyada yerlerini aldılar.

Homo Sapiens, yaklaşık 200.000-250.000 yıl önce aynı bölgede evrimleşti ve son 100.000 senede de beyni şimdiki hâlini aldı, Homo sapiens sapiens oldu. Bunun anlamı “farkında olduğunun farkında olan adam” demektir. Bu insanlar kabaca 40 ile 60 bin yıl önce Afrika’dan çıkıp bütün dünyaya yayıldılar. Hint’e, Çin’e, Kuzey Avrupa’ya, Anadolu’ya doğru yürüdüler ve bu arada mozaik adaptasyonlarla cilt renkleri, boyları, kemik yapıları değişime uğrasa da, bütün insan türü tek bir ırktır. Meselâ çok yakın akraba olan
atla eşek çiftleştiğinde ortaya güçlü ama kısır bir hayvan olan katır çıkar; yâni üremesi mümkün değildir. Hâlbuki Afrika’daki Buşmanlar’la kutuplardaki Eskimolar aynı şeyi yaparlarsa dahi, nur topu gibi çocukları olur.

  • Yâni hepimiz kardeşiz!
  • Irkçılık ve etnik bölücülük doğrudan en büyük insanlık düşmanlığıdır.

Son büyük Buz Çağı’nda Amerika’ya, ardından Avustralya’ya kadar yayıldı insanoğlu…

Önceleri avcı-toplayıcıydık ve sürekli olarak yer değiştiriyorduk. Son derecede sosyal bir hayvan olduğumuz için, atalarımız hemen aileler kurup bir arada yaşamaya başladılar. Zamanla bunlar çok genişledi, büyük (250-300) kişilik gruplar hâline geldi. Bu kadar büyük grubu alfa-dominant erkekler denetleyemeyince, ortaya bir grup bölücü çıktı; bir miktar kavga gürültüyle de olsa, ayrılıp kendi yerleşkelerini kurdular. Bu sâyede de genetik kirlenmenin önüne geçildi, memetik (kültürel) alışveriş de
ufaktan ufaktan başladı…

Dağlar ve sarp kayalardan ovalara inen Homo sapiens sapiensler burada ziraatla
yâni kültürle tanıştılar. Tohum ektiler, hasadı beklediler ve düşünecek çok uzun zamanları oldu. Güneşin doğuşu, batışı, mehtabın uyanması, mevsimler… Bütün bu doğa olaylarından çok etkilendiler ve onlara perestiş ettiler, zamanla da tapmaya başladılar. Günümüzde de hâlâ güneşe, aya tapanlar var. İlk büyük dinler de o zamanlar ortaya çıktı. Animizm ve Animalizm’de her şey canlıydı, her şey bir bütünün parçasıydı ve avlarına büyük saygı duyuyorlar, atalarının ruhlarına dua ediyorlar, adaklar ve sunaklarda kurbanlar veriyorlardı. Şamanizm denen inançlar bütününde de aynı özellikler mevcuttu. O zamanlar, eskiden zannedildiğinden çok daha az kavga, dövüş vardı.

Zamanla daha büyük dinler doğdu ve on binler, yüz binler, milyonlarca kişi bunlara  girdi. İnsanların bilgileri arttıkça, tümüyle evrimsel kökenli olan mülkiyet hisleri de uyandı. Mülkiyet demek şiddet demekti ve on binlerce sene filânca tanrı, falanca ilâhı bahane eden bilgi sâhipleri, avamı köleleştirerek “kutsal” diye diye hârplere yolladılar.
Bütün Ortaçağ bu bataklık içinde geçti. Bizler üç beş tanesinden haberdarız ama hâlen dünyada 5000’den fazla din var!

Daha sonra yazı icat edildi ve büyük bir medeniyet sıçramasıyla, özellikle Sümer’lerden başlayarak, kent yaşamına geçildi. Artık, bilgiyi yâni nüfuzu yâni gücü elinde bulunduran, diğerlerine tahakküm etmeye ve soykırımlar yapmaya başladı.

Derebeylikleri birleşip federalleştiler, sonra devlet oldular. Bazıları federe devlet, kantonlar gibi idarî bölümlerle doğsa da, uluslararası arenada yerlerini aldılar.

Rönesans ve Reformasyon hareketleriyle beraber pozitif bilim, eleştirel düşünce ve büyük ideolojiler dönemi başladı.

  • Dinler de ideolojiler de aslında insan icadı sosyal kurumlar oldukları ve birinciler cenneti bu âlemde, ikinciler öbür âlemde vaat ettikleri için,
    her ikisinin de mensupları hâlâ ortalıkta cirit atmakta, dünyamız kanla dolmaktadır.

Hâlbuki Batı Âlemi’nin Avrupa ve Britanya denen kısmının kendi yarattıkları dinlerden çektiklerini fark edip, tarih, kader, keder ve ülküsü içinde yakınlaşmaları yakın zamanlarda oldu. Aynı Jesus (İsa) adına, ideolojiler (Diyalektik Materyalizm, Nasyonal Sosyalizm vs., Faşizm, genellikle sanıldığının aksine bir ideoloji bile değildir) adına binlerce harpte milyonlarca hemcinsini katleden merhamet yoksunu zihniyet, bal gibi de  
insancıl (humanitarian) yaklaşımlarla beraber dinler de, ideolojiler de ıslah edilebilirdi. Gene bizden birileri buna müsaade etmedi: Homo hominis lupus est (Plautus MÖ 184)!

Batı Âlemi’nin ruhunda istilâ, soykırım, emperyalizm vardır!

Meselâ evrimin soyağacını mizahî şekilde ele alan yukarıdaki şekli ilk fark eden
C. Darwin bile Türk’leri aşağılık ve düşük bir ırk olarak görmüştür.

Keza, buralarda olup bitenleri teorisine uygulamakta zorlanan K. Marx,
Asya Tipi Üretim Tarzı diye geçiştirmiş ve Türklüğü de aşağılamıştır.

Batı tarihinde İnsan Türk’ü tanımaya, onunla empati kurup sevmeye de başlayan
tek büyük adam Mozart’tır.

İşte, Arap’ın Vehhabîlik namına yaptığı ayıp!

Bunun 2013’te ulaşılabilen en güzel örneği millet olabilmekti.

Millet olmak kaderde, kederde, tarihte ve ülküde (mefkûre) birlik demektir.

Zâten paylaşılan paylaşılmış, İtalyanlar İtalyan, Portekizliler Portekizli… olup çıkmışlardı. Bu arada Osmanlı da her medeniyet gibi doğmuş, büyümüş, duraklamış, yaşlanmış ve ölmüştü.

Onun küllerinden doğan, dünyanın en haklı İstiklâl Hârbi’ni kendisine
“eşek” – ”etrak-ı bî-idrak” denen Türk Milleti yaparak,
tarihteki 17. Türk Devleti’ni kurdu.

Başkomutan da Gâzi Mustafa Kemâl Atatürk’tü.

Gâzi Mustafa Kemâl Atatürk

Hasan Âli Yücel

O dönemde başlatılan köy enstitüleri hareketi eğer İnönü döneminde oy kaygısıyla durdurulup, Adnan Menderes tarafından da ortadan kaldırılmasaydı, bugün tam bir dünya deviydik. Nitekim bu model Çin gibi ülkelerde uygulanmaktadır.

Genç Türkiye Cumhuriyeti ne Amerikalılar gibi müstevlî, ne de Portekizliler gibi emperyalistti…

En son olarak büyük bir diplomasi başarısıyla son bağımsız Türk Devleti’ni kurdular. Amaçlarını da açıkça ortaya koydular: Yurtta sulh, cihanda sulh! Bu anlatım basitçe barıştan öte bir mânâ taşır; güçlü ve muktedir olacaksın ki, kimseler kolay kolay sana bulaşamasın, sen de kimselere saldırma…

Günümüzde bu dünyada ayakta durabilmenin tek ve olmazsa olmaz yolu
millet olmaktır ve Türk Milleti buna ziyadesiyle lâyıktır.

Bu memlekette atmışın üzerinde etnik, daha da fazla dinî unsur var ve bu aziz memleketi omuz omuza savaşarak kurduk. Kimliğimiz de belliydi: Türklük.

  • Türkiye bilimsel bir deyişle bir eriyiktir; mozaik değil! 

Mozaiğe vurdun mu darmadağın olur; hâlbuki eriyik aynen kalır.
Daha da hoş bir ifadeyle, çağdaş anlamıyla Türklük aşure gibidir;
en ufak parçası eksilirse tadı bozulur.

  • Başka ülkeler için makûl ve mantıklı olan federal devletler ve konfederasyon, bizim için yıkım demektir!

İşte, yeniden Ortaçağ batağına düşmemek için lâiklik (Amerikan modeli sekülarizm değil) bu ülkenin tek dayanağıdır.

Çünkü büyüsel düşünce ruhsal aygıtımızın en temelinde durur ve onu en net olarak besleyebilecek tek şey hâlâ dindir. Meselâ ben hayatım boyunca Allah’a inanmışımdır ama dindarlığımın derecesi sâdece bu kültür iklimine olan alışkanlığımdan, mensubiyetimden kaynaklanan sosyal bir âidiyetten daha fazla değildir. Tamamen kişisel hermenütiğimi (yorumsamamı) dile getirmek isterim: Ben Vahdet-i Vücûd (Diyalektik Teizm veya Panenteizm) inancıyla rûhânî huzuru yakaladım. Başkası başka şeyle yakalayabilir. Bu kişisel bir ruhâni tatmindir.

  • Bilhassa artan bölücü hareketlere karşı da en önemli kalkanımız Türkçe’dir; başka anadil olmaz ve olursa da bölünürüz.

Hâlâ bölücülerin önde gelenlerinin dahi Türkçe konuştuğunu unutmayalım.

ASİMETRİK – GAYRINİZAMÎ PSİKOLOJİK HARP (kısaca GNPH)

-Nizamî harpte iki ülke veya taraf arasında askerî çatışma vardır. Hedefler ve taraflar bellidir. TSK bu şekilde savaşmak için eğitilmektedir. Asimetrik-Gayrinizamî Psikolojik Harpte ise kimin düşman, kimin dost olduğu karışıktır. Tıpkı Kürt mes’elesinde olduğu gibi… Burada Türkiye’nin hasmı DDD’dir (ABD + AB + Destekleyici Diğer Güçler).

1. Tezkere ile (1 Mart 2013 TBMM Tezkeresi, A.Saltık) Türkiye’nin 70.000 birinci sınıf Amerikan askerince işgâline millî refleksle karşı çıkılınca, cezası iki yönden kesilmiştir:

1) Peşmergeler’le birlikte Türk Karakolu’nu basan Amerikan askerleri, büyük bir basiretle direnmeyen (!) Türk askerlerinin kafasına çuval geçirerek halkın gözünde ulu yeri olan TSK’yı küçük düşürmüştür.

2) Dinbazlık (dindar yobazlık) ve cemaatçilik yoluyla sürekli olarak
TSK küçük düşürülmeye devam edilmiştir.

-Hemen hepsi yasadışı sol örgüt militanlarıyla ayrılıkçı Kürtçü terör savunucuları el ele vererek kitlesel eylemler yapmaktadır (son IMF toplantısında İstanbul’da yaşanan rezalet gibi). Başbakan“ dışarıdakilerin seslerine kulak verin” demiş, ertesi gün de “ben mazlumu, garibanı kastediyordum.” şeklinde konuşmuştur. Tipik bir çifte açmaz örneği çünkü mazlum ve garibanın zâten sesi çıkamamaktadır ama Mazlum-Der gibi bölücülük yapan örgütler çağrıştırılarak, eşik altı uyaranla beyin yıkama gerçekleştirilir.
Bu arada çoğu F-tipi örgütlenme içinde olan polis hem orantısız güç uygulamakta,
hem de gereksiz yere daha kolayca halledilebilecek olayların tırmanmasında
rol oynamaktadır. Akabinde İstanbul Vâlisi benzeri bir açıklama yapmış ve “Biz onlara bunları yapmaları için 13 yer göstermiştik.” demiştir, Başbakan da tekrarlamıştır;
tipik bir çifte açmaz!
Çünkü “Oralarda yapılırsa haktır, buralarda yapılırsa haksızlıktır.” mesajı verilmektedir.

-GNPH’de düşmanı yıpratmak için gerilla tarzı eylemler ve medya üzerinden misenformasyon (hatalı ve yalan bilgilendirme) ve dezenformasyon (bilgiyi gizleme) yapılır.

-Ayrıca, çamur ve iftira atarak, sürekli olarak çifte açmaz (double-bind) ile dolu mesajlar vererek halkı şaşkın hâle getirme, Pavloviyen ve Seligmaniyen şartlandırma yoluyla inançların kaybettirilmesi, âidiyet ve mensubiyet duygusunun kaybettirilmesi ve biçârelik duygusu aşılanır.

-Bir yandan da sürekli olarak hasmın propagandası yapılır. Atatürk’ün Kürt’lere verdiği sözlerden ve omuz omuza harp ettiğimizden bahsedilir (misenformasyon), sonra sözüm ona “Kürt aydınları ve Said-i Kürdî’siz Türkiye olamaz” lâfları edilip, doğduğu yere esasen Ermenice olan ama Kürtçe diye yutturulan ismi geri verilir ama bunların adalet ve barış için yapıldığı söylenerek sistematik duyarsızlaştırma yapılır (dezenformasyon). Bunda düşmanla ittifak içinde, AB’den ve ABG’den maddî yardım alan, hâttâ maaşa bağlanmış hâinler kullanılır; bunlar zâten medyanın çeşitli, kısımlarında köşe başlarına yerleştirilmiştir. Onlar istediklerini yazarlar çizerler ama kıllarına dahi dokunulmaz ama Atatürkçüyüm diyeni içeri tıkarlar (terörizasyon ve Pavloviyen şartlı refleks kırılması).

-“Kanları yerde kalmayacak” dendiği gün 8 şehit verilir (çifte açmaz), bu da anomiyi ve kaosu pekiştirir. Polisle, askerle çatışmak üzere çocuklar bilinçli olarak öne sürülür ve mukabele edildiğinde “polis ve asker çocuklara fena muamele yapıyor” denir; özel olarak yapılmış çekimler tekrar tekrar yandaş TV’lerde gösterilerek mağdurlaştırma
(victimization) yapılır (daha dün, 9 Ekim’de Diyarbakır’da aynı şeyi yaptılar). Sâf halkımız
o çocuklara acırken, onları öne itip militanlaştıran büyükleri olduğunu hiç düşünmez ve devletin vatandaşına düşman olduğu mesajı zımnen verilerek temel güvenlik ve âidiyet duyguları iyice kaybettirilir. Dolayısıyla “ötekileştirme” yapılırken, bir yandan da saldırganla özdeşleşip onu benimseme (identification with the aggressor)
Ego savunmaları yoluyla, Türkler Kürtleşmeye başlar.

-Sonuçta da, bizim örneğimizde olduğu gibi, Türk halkı Kürt’lere hak vermeye dahi başlar. Devamı da Kürtleşme olacaktır.

Psikolojik hârp istihbaratı “bir devletin diğer devlet üzerinde millî menfaatlerini gerçekleştirmek üzere uyguladığı psikolojik hârpte kullanacağı her alandaki (siyasî, askerî, ekonomik, sosyal, ideolojik, teknolojik vs.) zâfiyetlerinin ve hassasiyetlerinin sistematik bir tarzda tesbiti, tasnifi, yorumlanması ve istihbarat hâline getirilmesi” şeklinde târif edebiliriz.

-GNPH’e karşı muvaffak olmanın tek yolu, düşmanı aynı silâhla vurmaktır.
Güçlü bir istihbarat, karşı GNPH taktiklerinin uygulanması icap eder.

-Bunu ancak hakikaten millî bilince sâhip, Atatürk ilke ve inkılâplarına yürekten bağlı kadroların teşkil ettiği bir Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin cesurca kararlarıyla
bu uluslararası satrancı iyi oynayarak, sivilin sivilce, askerin askerce, ama
ne gerekiyorsa yapması suretiyle bu badire aşılır. Bu kadroların ciddi bir kısmı Silivri’de, diğerleri de şimdilik dışarıda, emre âmâde beklemektedir.

-Bu hiç de kolay bir süreç olmayacaktır ve muhtemeldir ki çok kan dökülecek,
çok iktisadî sıkıntı çekilecektir. Ama durum zaten böyledir ve

  • Türkiye tamamen elden gitmektedir.

– Marcus Tullius Cicero’nun söylediği rivayet edilen “en onursuzca barış, en haklı savaştan iyidir” gibi ahmakça lâfları pankartlar hâlinde oraya buraya asılmasına
engel olunur.

-Sarsılmakta olan kapitalist düzenin ardından kurulacak olan Yeni Dünya Düzeni’nde de Türkiye haysiyetle ayakta durur!

***

PAVLOV’DAN SONRA SELIGMAN’IN DA KÖPEKLERİ

Önce, Pavlov’un köpekleri deneyini bir hatırlayalım:

Hayvana et gösterildiğinde salyası akar (şartsız uyarana verilen şartsız refleks).

Hayvana et gösterilirken zil sesi de dinletilince salyası akar (şartsız uyarana verilen şartsız refleks, arada eklenen şartlı uyaran). Bu yeterince tekrarlanır.

Sonra hayvana et verilmeksizin zil çalındığında salyası akar (şartlı uyarana verilen şartlı refleks).

Eğer tekrar tekrar hayvana et verilmeksizin zil çalınırsa hayvan ilgisiz kalmaya başlar (şartlı refleksin sönmesi).

Bunun önlenmesi için arada hayvana et gösterilirken zil sesi de dinletilince salyası akar (pekiştirme).

En iyi şekilde şartlandırılmış köpekler dahi terörize olduklarında şartlı refleksler tümüyle söner ve hayvan en tabiî hâline rücû eder (terörün şartlı refleksleri silme gücü).

Bütün dinî, millî ve şair inançlarımız, âidiyet ve mensubiyetlerimiz şartlı reflekslerdir ve törenlerle, bayramlarla vs. pekiştirilmeleri gerekir.
Terör ise bunları sür’atle söndürür ve belirsizlik, aidiyetsizlik zuhur eder.

Bundan istifade eden şer odakları kendi arzu ettikleri inançları (yeni şartlı refleksleri) bütün medyada ve gösterilerle pompalayarak, yabancılaşmaya yol açarak,
tam aksi inanç ve tercihlerin filizlenmesini sağlarlar.***

Şimdi bir de 1965 başlarında Martin E. P. Seligman ve arkadaşlarının deneylerine
göz atalım.

Martin E. P. Seligman

Pavlov’un tecrübelerini çok iyi bilen Seligman, biraz farklı bir deney plânlar.
Herhangi bir deneye tâbi tutulmamış 24 tâne köpek alır ve onları üç gruba ayırır.

Birinci gruptaki köpeklere “kaçış grubu” adını verir, beyaz bir kabine yerleştirilmiş bir hamağa sarmalanmış bir hâlde yatarlarken, arka ayaklarından 500 voltluk zararsız bir elektrik şoku uygular. Bu gruptaki köpekler kabinde kafalarının bir yanındaki paneldeki bir düğmeye basarak şoku kesme imkânına sâhiptirler. Eğer 30 saniye içinde düğmeye basılamazsa şok kendiliğinden kesilmektedir. Bu köpekler düğmeye basmayı hızla öğrenirler ve gittikçe daha az sürede düğmeye basmayı başarırlar.

İkinci gruba “boyunduruk grubu” adını verir ve bunlar “kaçış grubu” ile aynı şartlar altında şoka mâruz bırakılırlar. Ancak bu köpekler düğmeye bassalar bile şok kesilmemektedir. Bu köpeklere uygulanan şok süresi kaçış grubundaki bir köpeğe uygulanan kadardır. Böylece kaçış ve boyunduruk grubu aynı sürelerde şoka mâruz kalmaktadır. Ancak, boyunduruk grubu panele bassa bile şok kesilmediği için,
30 denemeden sonra paneldeki düğmeye basmaktan vazgeçer.

Üçüncü gruptaki köpekler ise “kontrol grubudur” ve herhangi bir şoka mâruz bırakılmazlar.

24 saat sonra bütün köpekleri kısa bir çitle iki bölmeye ayrılmış kapalı bir alana götürürler. Köpeklere 10 kez şok verilir ve köpeklerin bu 10 denemenin birinde duvarın üstünden karşı tarafa atlayarak şoktan kurtulacakları umulur. Öyle ya, köpeğin kaçması en beklenen şeydir. Hâlbuki köpekler öyle dururlar!

“Kaçış grubu” ve “kontrol grubu” kurtulmada hemen hemen aynı başarıyı gösterirken, “boyunduruk grubu” diğer gruplardan önemli ölçüde farklılık gösterir. Bu gruptaki 8 köpeğin 6’sı 10 denemeden sonra bile duvarın üzerinden atlayıp şoktan kurtulmayı akıl edemez. Bir hafta sonra ise bu 8 köpeğin 5’i hâlâ 10 denemenin herhangi birinde karşıya atlamayı beceremez. Bu gruptaki köpeklerin %75’i neredeyse karşıya hiç atlayamaz, %62.5’i ise yedi gün geçmesine rağmen hâlâ başarısızlıklarını sürdürürler.

Yâni, deneyin sonuçları, tuhaf biçimde 2. gruptaki köpeklerin çâresiz kalmayı,
daha doğrusu “biçâre kalmayı” öğrendiklerine işaret etmektedir!

Seligman, bu davranışa, atalet ve hiçbir şey yap(a)mama hâline Öğrenilmiş Çaresizlik (Learned Helplessness) adını takar (pek çok yayında Türkçe karşılık Öğrenilmiş Çâresizlik diye geçiyor ama helplessness karşılığı biçârelik terimini ben tercih ediyorum).

Öğrenilmiş Biçârelik teorisi daha sonra duygu azalması, körelmesinin de görüldüğü depresyonu açıklayan bir model için insan davranışlarını da içine alacak şekilde genişletilir. Buna göre, depresyondaki insanlar biçâreliği öğrendikleri için o hâle gelmektedir. Depresyondaki insanlar ne yaparlarsa yapsınlar boşuna olacağını,
hayatları boyunca hiçbir şeyi kontrol edemediklerini öğrenmişlerdir.

Öğrenilmiş Biçârelik pek çok şeyi açıklıyordu, fakat ardından araştırmacılar birçok kötü hayat olayından sonra bile depresyona girmeyen insanlar gibi Öğrenilmiş Biçâreliğin de açıklayamadığı istisnalar bulmaya başladılar. Seligman, depresyondaki insanların
kötü olaylar hakkında depresif olmayanlardan daha kötümser olduklarını keşfeder,
bunu “attribution theory” (atıf teorisinden) ödünç aldığı “açıklayıcı tarz” olarak adlandırır. Aslında bu keşfi Aaron Beck’in Bilişsel Üçlüsü’nden (Cognitive Triad) farklı değildir:

Depresyondaki insanlar hâllerini, mâzilerini ve istikbâllerini hep olumsuz yorumlarlar! Hem iyimser hem de kötümser açıklayıcı tarzların avantajları vardır.
Meselâ bir buluş yapabilmek için veya pazarlama gibi bâzı işlerde iyimser bir
bakış açısına ihtiyaç vardır. Muhasebecilik veya kalite kontrolü gibi işlerde ise
kötümser bakış açısı gereklidir.

Bâzı kişilerde ise Öğrenilmiş Biçâreliğin tam aksine, Öğrenilmiş İyimserlik de
bir savunma mekanizması olarak kullanılabilir.

Seligman “Öğrenilmiş İyimserlik” adlı kitabında, insanların yeni açıklama tarzlarını öğrenerek depresyonlarının üstesinden gelebileceklerini ileri sürer.
Ahmakça, âdeta otistik bir iyimserliktir bu!

Öğrenilmiş Biçârelik hepimizin içinde az veya çok vardır. Hepimiz bir şeyleri kezlerce dener, yanılır ve başaramayız. Sonra bir daha yanılmamak için, bir daha denememeyi öğreniriz. Bu sırada koşullar değişir. Eğer denersek başarılı olabileceğimiz bir hâle gelir ama biz ezberlediğimiz gibi yaşamaya devam ederiz. Ortam değişir ama bizim
zihin haritamız değişmez. Böylece başarısızlığı öğrenmiş oluruz.

Öğrenilmiş Biçârelik ve Öğrenilmiş İyimserlik atalet,

– insanın potansiyelini kendinden çalar.
– Hayâllerimizi yok eder.
– Özgüvenimizi eritir, cesaretimizi kırar.
– Aslanı kediye çevirir.
– Kazanmayı değil, kaybetmeye katlanmayı öğretir.
– Başarısızlık bölgesini vatanımız, zirveleri gurbetimiz gibi görmeye başlarız.
– İçimizdekini söylemeyi değil, kendi kendimize söylenmeyi öğreniriz.
– Sorumluluk almak yerine suçlamaya çalışırız.
– Başarısızlıklarımızın sorumluluğunu dışımızda ararız.
– Kendi ayakları üzerinde durmayı ve kendi kendine yetebilmeyi beceremeyiz.

Hayatımızda bâzen mâruz kaldığımız gerçek biçârelikler ile öğrenilmiş biçârelik durumu aynı şey değildir. Gerçekten çâresiz olmadığımız hâlde, biçâre olduğumuzu sanarak, çözebileceğimiz bir sorunumuzu çözmek için hiçbir şey yapmadığımızda
“Öğrenilmiş Biçârelik ve/veya Öğrenilmiş İyimserlik” yaşıyoruz demektir.

  • Korkunun kendisi; korkulan şeyden daha fazla zarar verir.

Öğrenilmiş Biçârelik üç şeyi zayıflatır: Akıl, istekler ve duygular!

Öğrenilmiş Biçârelik insanlarda üç önemli yetersizliğe (veya bozukluğa) sebep olur:

Motivasyonel zayıflama, entellektüel zayıflama ve duygusal zayıflama:

1) Öğrenilmiş Biçârelik yaşayanlar önce tutkularını kaybederler.

İstediğini elde etmenin kendi ellerinde olmadığını gören insanlar, kendi isteklerine karşı ilgisizleşirler. İsteyerek yaptıkları davranışlar azalır, mecburî oldukları için yaptıkları davranışlar artar.

2) Öğrenilmiş Biçârelik yaşayanların akılları ve düşünme yetenekleri de zayıflar.

Basiretleri bağlanır. Bunun nedeni olaylar karşısında akıllarını kullanmanın sonucu değiştirmeyeceğine inanmalarından dolayı, sorunlarını çözmek için beyinlerini fazla kullanmamalarıdır. Bu yüzden davranışlarının sonuçlarına karşı özensizleşirler.
Bu kişiler kendi iradî seçimlerine değer vermezler. Müebbetten hapis yatanların kendilerine “kader kurbanı” demelerinin de nedeni seçimlerinin sonuçlarını görememektir.

3) Öğrenilmiş Biçârelik durumunda yaşayanların duyguları da zayıflar.

Uzun süre acı çeken, ondan kurtulmak için çabaladığı hâlde başaramayan insan,
o acıyı kabullenir, onunla yaşamayı öğrenir. Yaşama sevincini kaybeder.

4) Öğrenilmiş Biçârelik canlıları sâdece psikolojik olarak değil, biyolojik olarak da çökertmektedir. 

Bir araştırmada birer dakika arayla kafesine 5 saniyelik elektrik şoku verilen bir kobay farenin, başlarda panik olurken, sekseninci defadan sonra hiç hareketsiz şoku aldığı görülmüştür. “Acıların faresi” (A. Saltık : Acıların kadını Bergen) acılardan kurtulmak için çabalamak yerine acıyla yaşamayı öğrenmiştir. Bu deneyde 80. elektrik şokundan sonra farenin biyolojik savunma mekanizmasının bile çalışmamaya başladığı, sâdece psikolojik değil, biyolojik olarak bile tepkisizleştiği gözlenmiştir.”

“Kanları yerde kalmayacak” deyip, Kürt Açılımı diye dayatılırken arka arkaya şehit haberlerinin gelmesi bizlere verilen elektrik şoklarıdır ve ekserimiz Öğrenilmiş Biçârelik içine, bir kısmımız da Öğrenilmiş İyimserlik içinde atalet ve umutsuzluğa yâhut
“nasıl olsa büyüklerimiz doğruyu bilir” türünden ahmakça bir tevekküle düşürülmekteyiz! Hâttâ Pavloviyen şartlanmayla da bu pekişerek, “acıların faresi” hâline getiriliyoruz!

Bu açıkça bir beyin yıkama yöntemi olarak, asimetrik psikolojik hârpte
gâyet plânlı olarak uygulanmaktadır.

***

Bir de Abraham Maslov’un ihtiyaçlar hiyerarşisini hatırlatayım:

  • En temel psikolojik ihtiyaç güvenliktir, kendini emniyette hissetmektir.

Bunu ortadan kaldırırsanız; onu üzerine inşa edilebilecek sevme ve sevilme,
sayma ve sayılma, âidiyet ve mensubiyet, kendini aşma asla gerçekleşemez.

Bu zâten çoktan “başarılmıştır” ve toplumumuzun bütün bu üst kurumları çökertilmiştir. Ekonomik terör de bunu yeterince pekiştirmiştir.

***

Bir başka psikolojik kavram da çifte açmazdır (double bind):
Birbiriyle zıt anlam taşıyan mesajların aynı anda verilmesi demektir
 ve
bireysel temelde şizofreni nedeni olarak kabûl edenler vardır. Klâsik örneği suratında
soğuk, hâttâ itici bir ifâdeyle çocuğuna “seni çok seviyorum” diyen anne prototipidir.

Aynı şey sosyal alanda da yapılmaktadır: Bir yandan halka tepeden bakan,
hâttâ aşağılayan bâzı devlet veya Hükûmet mensuplarının, bir yandan da
onları sâhiplenme ve koruyup kollama hamâsetleri eklenmiştir.

Halkın devlete, sisteme, rejime ve insanların birbirine bağlılığı alt üst edilmiş,
herkes herkese şizo-paranoid bir tavırla bakar olmuştur!

***

Sonuçta Türk halkı;

– Öğrenilmiş Âcizlik ve Öğrenilmiş İyimserlik içine itilmiş,
– toplumu birbirine bağlayan bütün zamklar eritilmiş,
– bırakın yarınına, şimdisine güveni kalmamış,
– şaşkın ve âtıl bir hâlde ne yapacağını, kime inanacağını bilemez duruma
düşürülmüştür.

Seviyesizce, hâttâ iğrenç diziler ve yarışma programlarıyla bütün ahlâkî kodları berhava edilmiş, antisosyallik ve müptezellik empoze edilerek herkes potansiyel câni hâline getirilmiştir.

Tam aksine, tümüyle irrasyonel dinbazlık telkinleri de “öbür medyada” sürekli olarak yapılmakta, insanlar bilime değil, safsataya itilmektedir. Kerametleri kendilerinden menkul birtakım sözüm ona hocalar, “Mehdîler”, meczuplar en büyük kanallarda câhil bırakılmış halkımıza yutturulmaya başlanmıştır.

  • Eğer müstevlilerin hâince tuzaklarına düşmezsek
  • Ve millî / ulusal değerlerimizi, anadilimizi, ülkü beraberliğimizi korursak,
    hiç kimse bize bir şey yapamaz.

Belki çok sıkıntı çektik, çekmekteyiz ve çekeceğiz ama bu millet en kötü ahvâl ve şerâitte dahi kendi küllerinden gene doğar, 18. devletini kurar.

Atatürk’ün öldüğü yaştayım.

Mahcubum O’na karşı, yeterince bu vatana hizmet edemedim diye.
Bu ülkeden başka bir şey beklediğim yok…

Ne Mutlu Türk’üm Diyene!
(İlk Kurşun, 27 Mart 2013)

Tüm yazıyı pdf olarak okumak için lütfen tıklayınız..

MILLET_OLMAK_NE_DEMEKTIR_yazısı_ve_yorumumuz

Rifat Serdaroğlu: SİZDE YÜREK VAR MI?


Rifat SERDAROĞLU

portresi

SİZDE YÜREK VAR MI?

BDP Eşbaşkanı Demirtaş, Anayasa’dan “Türklük” kelimesi çıkarılmasın diye
bildiri yayınlayan 300 Aydına şöyle yanıt verdi;

  • “Cesaretleri varsa o bildiriyi Hakkâri’de okusunlar.”

Cumhurbaşkanı Gül, Vatandaşlık tanımına Osmanlı formülü getirerek;

Ben bunun aşılabileceği kanaatindeyim. Elimde bir çalışma var.
Bu çalışmada 49 gelişmiş demokratik ülkenin anayasalarına bakılmış.
Bunların büyük bir kısmında vatandaşlık tarifi yok.”

Başbakan-Eşbaşkan Erdoğan, Türk-Türk Milleti-Türk Devleti kelimelerini
hiç kullanmadığı gibi;

Milliyetçiliği – Türk Milliyetçiliğini – Atatürk Milliyetçiliğini, ayaklar altına almış bir partiyiz.” demiştir.

Cumhurbaşkanı Gül – Başbakan Erdoğan – BDP Eşbaşkanı Demirtaş;

Üçünüz de Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına göre seçildiniz ve halen yürürlükteki Anayasada bulunan yeminleri ettiniz.

Herhalde, bunu inkâr edecek kadar unutkan olamazsınız.

Herhalde, Yemin etmenin-And içmenin, onur sahibi insanlar için önemini biliyorsunuz?

Herhalde, kendi rızanızla ettiğiniz yemini bozmanın en büyük günahlardan olduğunu biliyorsunuz.

Herhalde, ağızdan ses çıkarmak ile yellenmek arasındaki farkı biliyorsunuz?

Cumhurbaşkanı Gül;

Siz Anayasanın 103. maddesinde yazan yemini, kendi rızanızla Türk Milleti ve
Türk Tarihi önünde, yüksek sesle okudunuz ve kabul ettiniz.

Eşbaşkan Erdoğan ve Eşbaşkan Demirtaş;

Sizler Anayasanın 81. maddesinde yazan yemini, kendi rızanızla Türk Milleti ve
Türk Tarihi önünde, yüksek sesle okudunuz ve kabul ettiniz.

Eğer sizlerde yürek varsa, eğer ettiğiniz yemini hatırlıyorsanız, gelin istediğiniz zaman beraberce Hakkâri’de buluşalım.

Gül ve Erdoğan;

Binlerce kişilik koruma orduları – zırhlı araçları – nükleer ve biyolojik timleriyle gelsinler.

– Eşbaşkan Demirtaş;
PKK militanları ve Barzani’nin göndereceği Peşmergeleri alsın da gelsin.

– Ben de kendi arabamla tek başıma geleyim.

Bulvar Caddesindeki Hakkâri Belediye Binasının önünde buluşalım.

Ben önce, Anayasa’da Türklüğün kalması ile ilgili Aydınların bildirisini,
mikrofondan okuyayım.

Demirtaş ve Erdoğan, TBMM’de ettikleri yemini aynen okusunlar.

Cumhurbaşkanı Gül de, Anayasa’nın 103. maddesindeki ettiği yemini bir daha tekrarlasın.

Bakalım o meydana toplanan Hakkârililer kimi baş tacı yapacaklar,
ettikleri yemini bozdukları için kimlerin suratına tükürecekler?

Biriniz kendinizi “Gorc Koloni”, diğeriniz “Civanım Delikanlı”, ötekiniz ise Yiğit Heval” diye tanımlıyorsunuz.

Ne isterseniz o olun, ama önce ettiğiniz yemine sadık olun.

Yemininizi bozacaksanız, çıkın Türk Milletinin huzuruna özür dileyin ve gerekçelerinizi anlatın.

Ne dersiniz?

Göğsünüzün sol tarafında “Yürek”, az biraz cesaretiniz de varsa,
benim teklifimi kabul eder misiniz?

Erdoğan’ın tabiriyle;

Sıkar mı?

Not:

Özel Paşa, sizi bilerek davet etmedim.
Çünkü siz, korumaya yemin ettiğiniz Şanlı Türk Sancağını yalnızca kışla içinde koruyabiliyorsunuz.

O Mübarek Sancağın ifade ettiği değerler dışarıda ayaklar altına alınmış,
sizin umurunuzda mı?

Siz en iyisi, Türk Sancağını koruyormuş gibi yapmaya devam edin.

Bu arada Türk Bayrağının adını, “Devlet Bayrağı” olarak değiştirip,
yanına Özerk Bölge” bayrağı dikmek istiyorlar.

Siz hem “Türk Sancağına”, hem de PKK militanlarının oluşturacağı
Özerk Bölge Güvenlik Güçleri” sancağı için yeni adlar bulmak zorundasınız.

Gerçekten işiniz çok zor be Tombalak Paşa!

Sağlık ve başarı dileklerimle.
(04 Nisan 2013)

Bir Toplumsal İletişim Konusu Olarak Güneydoğu Sorununa Yaklaşım..

Dostlar,

ADD eski genel başkanlarından Toplumbilimci (Sosyolog)
Sayın Prof. Dr. Özer OZANKAYA Diyarbakır kökenli bir yurttaşımız, bir hocamızıdır.

Ülkemizin içinde bulunduğu yakıcı gündemde ciddi biçimde kafa yormakta ve çok değerli katkılar sunmaktadır.

Yazıları e-ileti olarak pek çok kesime ulaşmakta, ADD web sitesinde (www.add.org.tr) ve bizim sitemizde…. de yer bulmaktadır.

Aşağıda kapsamlı bir irdelemesini paylaşmak istiyoruz.

Dolu dolu 10 word sayfası tutan çaşılmayı, sitemizin yapısı gereği pdf olarak size sunmak istiyoruz. Sayın Ozankaya’ya buı değerli irdelemesi ve paylaşımı için teşekkür borçluyuz.

Hoca yazısına şöyle giriyor :

  • Bir Toplumsal İletişim Konusu Olarak Güneydoğu Sorununa Yaklaşım..

Devamla,

Kafaları ve Gönülleri Kazanmak

1. BÖLÜCÜ GİRİŞİMİN HAKSIZLIĞI ve TEMELSIZLİĞİ

Güneydoğu Anadolu bölgemizdeki silahlı yıldırıcılık (terör) eylemleri,
demokratik düzenimiz de içinde olmak üzere, tüm Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının
yurt, barış, özgürlük, güvenlik ve onur başta olmak üzere yüksek çıkarlarımızı tehdit etme özelliğine bürünmüş görünüyor. Bilindiği gibi dostluklar, güzellikler gibi düşmanlık
ve kavgalar da önce insanların yüreklerinde ve kafalarında başlar ya da başlatılır.

Cumhuriyet Türkiyesinin karşısına çıkarılan bu silahlı yıldırıcılığı etkisiz kılıp ortadan kaldırmak da, ancak toplum üyelerinin gönüllerini ve ka­falarını konuya ilişkin
temel doğrularla bilgilendirerek kazanmakla ola­naklıdır. Demokrasi ve genellikle çağdaş uygarlık, insanların büyük ço­ğunluğunun
iyi niyetli, hak ve insaf duygularına sahip olduğu güveni üzerinde yükselmiştir. Türkiye Cumhuriyeti devletinin ve çağdaş Türk toplumsal kurumlarının hamuru da “insan doğasına bu iyimser bakış” mayasıyla yoğrulmuştur ve
ona uluslararası düzeydeki saygınlığını sağlayan asıl dayanak budur.


Gönülleri ve kafaları kazanmada en etkili yol da, nesnellik (yani doğruya bağlılık) üzerine kurulu olan bilimsel yaklaşımdır. Ben de Gü­neydoğu Anadolu’da doğup büyümüş, Cumhuriyetin çağdaş eğitim ku­rumlarından uzak köy ve kasabalarda bile yararlanabilmiş bir toplum­bilimci olarak, nesnelliğin gerekleri olduğuna inandığım kimi temel noktaları kamuoyunun dikkartine sunmayı yararlı buluyorum.

Her şeyden önce vurgulamak gerekir ki…. 

diye devam ediyor ve şöyler bağlıyor :

SONUÇ

Başlangıçta da belirttiğim gibi, asıl olan kafaları ve gönülleri içtenlik­le kazanabilmektir.
Bu yapılmadan hiçbir polis ya da jandarma önlemi, tarihsel yanlışlıkları, yakın geçmişin
ve hatta bugünün sorumsuzluk­larını ve sömürgeci kışkırtmalarını etkisiz kılarak,
bu yurt köşesini Türki­ye’nin gereğince bütünlenmiş bir parçası yapmaya yetmez.

Düşüncelerimi Atatürk’ün ulusal güç ve insanlararası ilişkiler üzerine iki uyarısıyla tamamlamak istiyorum: 

  • “Ben en iyi siyasetin, her türlü anlamıyla en çok güçlü olmakta bu­lunduğunu
    kabul ederim. En çok güçlü olmak deyiminden anladığım, yalniz silah gücü olduğunu sanmayınız. Tersine olarak bu, bence güç toplamını oluşturan etkinliklerin sonuncusudur. Bence en çok güçlü ol­mak bilim bakımından, fen bakımından ve ahlök bakımından güçlü olmaktır; çünkü bu saydığım değerlerden yoksun olan
    bir ulusun bü­tün bireylerinin en son silahlarla donatıldığını tasarlasak bile,
    güçlü olduğunu kabul etmek doğru olmaz. Bugünkü insanlık toplumunda in­san olarak yer alabilmek için eline silah almış olmak yetmez. Benim anlayışıma göre güçlü bir ordu denildiği zaman anlaşılması gereken anlam, her eri, subayı ve komutanı uygarlık ve fen gereklerini kavramış ve ona göre çalışma ve hareketlerini yürüten, yüksek ahlakta bir topluluktur.”
  • “İnsanları mutlu edeceğim diye onları birbirine boğazlatmak, insan­lık.dışı ve
    son derece üzüntü verici bir sistemdir. İnsanları mutlu edecek tek araç, onları birbirlerine yaklaştırarak, onlara birbirbirlerini sevdirerek, karşılıklı maddi ve manevi gereksi­nimlerini karşılamaya yarayan davranış ve güçtür.” 

Bu önemli derlemenin tümünü okumak için lütfen aşağıdaki erişkeyi (linki) tıklar mısınız?

Guneydogu_Sorununa_Yaklasim_Bir_Toplumsal_Iletisim_Konusu_Olarak

Sevgi ve saygı ile.
5.4.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

Naci BEŞTEPE; Çarşamba İğneleri

Naci BEŞTEPE

Naci_Bestepe_portresi

ÇARŞAMBA  İĞNELERİ

UÇUŞ
B.Arınç, “Süreç sonunda çözüm sağlanırsa Türkiye uçar”
Uçar da, uçuruma…

EĞİTİMLİ
İçişleri Bakanı M. Güler, biber gazını eğitimli personelin kullandığını açıkladı.
Ohh be, içim rahatladı,
Bakan dediğin böyle olmalı,
Vatandaşın güvenliğini sağlamada her önlemi almalı…

EŞİTLİK
Mardin’de, kadın polise amiri, kadın olduğu için araba kullanma izini vermedi.
Ortaçağ kafası bir türlü kadını eşit insan olarak göremedi…

ÖZLEM
RTE, Obama’nın sesini özlemiş.
Gel de merak etme,
Nerden kaynaklanıyor bu özleme?..

İRFAN
İzmir’in manevi hayatını yeniden ayağa kaldırmak için İzmir’e Fethullahçı müftü görevlendirilmiş.
İzmir’den ilim ve irfan alarak döner…

CEZA
Elazığ’ın AKP’li belediye başkanı yolsuzluktan ceza aldı.
İddianameye AKP yerine başka parti ismi yazılmış olmalı…

DİKTATÖR
İngiliz The Times; ” Ankara tek adam iktidarına doğru gidiyor.”
Bu İngiliz basını da çok oluyor,
Ne maliyecileri ne Silivri’yi biliyor…

ALINGANLIK
BDP’li vekiller, RTE’nin PKK’lilere” terörist” demesine alındı.
Kusura bakmasınlar canım, büyük olasılıkla TSK ile karıştırdı.

YARARLI
Geçen yıla göre;
İHL sayısı 537’den 708’e ,
İHL öğrenci sayısı 537 binden 708 bine çıktı,
37 bini kız, 49 bin genç lise öğreniminden ayrıldı.
Anlayacağınız, 4+4+4 çooook yararlı…

MİZAH
İnternette mizah dergilerinin kapağını beğenen iki Defterdarlık memuru ceza aldı.
Mizahlık yargı; mizahı da anlamadı…

İKİNCİ
En borçlu belediyeler sıralamasında İ. Melih, birinciliği Kocaeli Belediyesi’ne kaptırdı.
Üzülmeyin, farkı kapatmak için yalakalığı artırdı…

VEKİLİM
Milletvekillerine trafik dokunulmazlığı geliyor.
Vekili bir kere seçeriz,
Ne halt etse sineye çekeriz…

AKİL
Akil adamlar belli oldu.
Aklını başına al akil,
Recebimin aklına (!) takıl…

ÖNCE
Kılıçdaroğlu ve Loğoğlu, akil adamları önce kendilerinin önerdiğini savundu.
Muhalefet misiniz?
Bölünmede AKP’ye öncülük mü edeceksiniz?

ŞEHİTLER
Kahramanmaraş’ın AKP’li vekili Mahir Ünal,
“İmralı görüşmelerine şehitler seviniyor.”
İmralı’yla eş zamanlı olarak Mahir Bey de öbür tarafa görüşmelere gidiyor?

FESAT
CHP’liler ihaleye fesat karıştırmanın cezasını hafifleten yasa önerdi, geçti.
Kılıçdaroğlu’nun beğenilen bir dürüstlüğü vardı,
Onu da yeller aldı…

GÜLÜNÜZ
Adaleti (halletme) Bakanı Ergin, “APO çıkacak diyenlere gülüyorum.”
Biz de sana…

SUÇLU
Adaleti (yok etme) Bakanı Ergin, “Yaptığımız suçsa ben suçluyum.”
Biliyoruz,
Yüce Divan günlerini gözlüyoruz…

ENDİŞE
K. Kılıçdaroğlu, “CHP olduğu sürece üniter yapıdan kimse endişe etmesin.”
Eyvah…

KOMANDO
Siirt’teki Komando Tugay Komutanı Tuğg. M. Şükrü Eken ve İl jandarma komutanı KCK’lı BDP Belediye Başkanı ile halay çekti.
Böyle özel generale gerdan kırıp çiftetelli oynamak daha iyi giderdi…

ÇİFTÇİ
10 yıl önce 1 kg buğdayla 2-2.5 litre mazot alabilen çiftçi,
şimdi 7-8 kg buğdayla 1 litre mazot alabiliyor.
İstikrar sürüyor, AKP bölücülüğe yürüyor,
“Benim çiftçim!” de sürüm sürüm sürünüyor…

GEMİCİK
Baba İsrail’e “van münit” çekerken, oğul Burak gemiciği ile ticaretine devam etmiş.
Ne demişler;
Nerde Burak, orda bırak,
Görüntüye bakma, küpünü doldurmaya bak…

Naci BEŞTEPE

Av. Şahin MENGÜ : Damat Ferit’in Heyet-i Nasihası


Av. Şahin MENGÜ

sahin mengu


Damat Ferit’in Heyet-i Nasihası

AKP iktidarı, gerek iç ve gerekse dış politika da öngörü sahibi olmamasına rağmen,
ele geçirdiği basın sayesinde muhteşem bir algılatma gücüyle

  • olayları topluma istediği şekilde benimsetmeye çalışmaktadır.

Nitekim, PKK sorununu çözmek için akil adamlardan yardım isteneceği / başvurulacağı söylenmeye başlandığı zaman, herkeste, toplumun her kesiminin saygı duyduğu, olayları objektif olarak değerlendirebilecek ve bundan sonra siyasal iktidara, nelerin yapılması gerektiği konusunda görüş sunacak bir grup insan olacağı düşüncesi yaygınlaşmıştı.

Ben, topluma karşı hiçbir sorumluluğu olmayan  kişi veya  kişilere böyle özel bir güç atfedilip, özel görev verilmesine hep karşı olmuşumdur.

AKP hükümetinin son açıklamalarına bakılınca bu “akil adam” diye nitelenen kişiler
“Kürt açılımı veya PKK sorunu” diye nitelenen bölünme projesi hakkında çalışmalar yapıp, nasıl olması, ne yapılması gerektiği konusunda görüş oluşturmayacakmış.

Peki ne yapacaklarmış?Hükümet yetkililerinin yaptıkları açıklamalara göre, 7 gruba ayrılmış bu kişiler,
7 ayrı bölgede “AKP hükümetinin sürdürdüğü açılım politikalarını”
halka anlatacaklarmış. Bu neyi göstermektedir biliyor musunuz?Yönlendirilmiş basına rağmen büyük halk kitlelerinin AKP’nin açılım politikasına destek vermediğini açıkça ortaya çıkmasından dolayı, AKP’li milletvekillerinin ve parti yöneticilerinin alanlara çıkıp, ülkeyi bölünmeye götüren bu oluşumu halka anlatacak yüzleri kalmadığından,
AKP İktidarı şimdi de “PROPAGANDİST” kullanma yoluna gitmiştir.

“Akil Adamlar” diye topluma takdim edilenler,

  • Kurtuluş Savaşı öncesinde Damat Ferid Paşa’nın oluşturduğu
    “Heyet-i Nasiha” lara tıpa tıp benzemektedirler.
Anadolu’nun paylaşılmasına, işgaline karşı Anadolu’daki direnişten halkı vazgeçirmek için heyetler gönderilmiş ama başarılı olunamamıştır.
İşgalcilere yaranmak için oluşturulan bu heyetler umduğunu bulamadığı gibi,
İzmir’in Yunanlar tarafından işgaline de engel olamamışlardır. Bugün kurulan ve
halka AKP iktidarının yanlış ve ülkeyi bölünmeye götürecek  politikalarını anlatıp
iknaya çalışacak heyetler de, aynen damat Ferit’in “Heyet-i Nasiha”ları gibi başarısız olacaktır.Birkaç kişi dışında körü körüne AKP ve bölücü PKK yandaşlarından oluşan bu heyetler, bölünme anayasası ve açılım politikasını halka anlatamazlar ve
halkın desteğini alamazlar.AKP bu yöntemlerle ABD ve AB’yi kızdırmadan,
bunların istediği Büyük Kürdistan’ı kurdurmayı, halk desteğini alarak sağlamak çabasındadır.
Damat Ferit de Mondros Mütarekesi‘nden sonra işgal kuvvetlerini kızdırmadan
bir anlaşma yapmaya çalışıyordu. Ama bu Heyet-i Nasihalar fazla etkin olamadı,
Sivas ve Erzurum Kongrelerinden bir müddet sonra da yok olup gittiler.
Akil Adamlar komisyonları da aynı sona uğrayacaklardır.
  • “Akil Adamlar” listesine baktığınız zaman büyük çoğunluğunun
    bölücü Kürtler ve yandaşları olduğunu görmekteyiz.

Damat Ferid de aynı yanlışı yapmıştı. O da heyete azınlıkları almıştı; ama bunlar azınlıkların, Osmanlı egemenliğinden ayrılma arzularına engel olamadılar.

Bölücü Kürtlerin ve bölünmeden yana olan liboş entellerin varlığı
bu ülkenin bölünmesine engel olmayacağı gibi tam aksine bölünmeyi hızlandıracaktır.

Geçmişi taklit ederek bir yere varılamaz, geçmişten sadece ders alınır.

Eğer geçmişteki bu Heyet-i Nasihalar başarılı olmuş olsaydı,
Osmanlı İmparatorluğu dağılmazdı.

Bu akil adamların yapacağı, AKP ve bölünme süreci propagandası bu ülkede tarafları daha da keskinleştirir.

Bu keskinleşme, PKK yandaşları tarafından arzu ediyor olabilir;
zira AKP’nin yanlış uygulamaları, bebek katili ve onun terör örgütü
fiilen uluslararası hukukun bir süjesi haline getirdiğinden, en ufak bir çatışmada Birleşmiş Milletlerin veya bir başka uluslararası kuruluşun müdahalesini isteyebilirler.

Bu Akil Adamlar Komisyonu’nda görev almış birkaç iyi niyetli, dürüst insana da
yol yakınken bu komisyondan çekilmelerini salık veririm.

Av. Şahin Mengü
http://sahinmengu.blogspot.com/2013/04/damat-feritin-heyet-i-nasihasi.html, 4.4.13

Sevr’in Anayasası


Dr. A. Nejat ÖLÇEN

Portresi_Ali_Nejat_Olcen.jpg

Sevr’in Anayasası

1. Büyük Ortadoğu Projesi BOP’un koşul gördüğü Yeni Anayasa Ha­zırlığı
Adaletsiz ve Kalkınmasız Parti AKP’nin hazırlamaya giriştiği Anayasa, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yok ederek onu İslam “Cemahiriyesi’ne dö­nüştürmeyi amaçlamış olduğu içindir ki; Büyük Ortadoğu Projesi’nin eşbaşkanlığını üstlenmiştir R.T. Erdoğan.

Her halde Başbakan olmaktan daha önemlidir O’nun için BOP eşbaşkanı olmak.
Hazırlanmasına girişilen Anayasa’da BOP’un öngördüğü Türk, Türklük kavramlarının
yer almaması için çaba harcamakta, Ab­dullah Öcalan de­nilen ikiyüzlü zavallı cani ile Sevr’i diriltecek Pazarlıklara girişilmektedir.

Avrupa Birliği’nin 2004 yılında hazırladığı raporda, Fırat ve Dicle nehirleri havzasının uluslararası bir kurul tarafından yönetilmesi ve İsrail’in sınır komşumuz olması nasıl sağlanacaktır? ABD’de kurulan Atlantic Conucil’in hazırlayarak Başkan Obama’ya 2009 yılında sunduğu raporda şu sorulara yer veriliyor :

– Ankara’nın Kürt kimliğini tanımak için ek adımlar atması nasıl sağ­lanacak, vatandaşlığın temeli olan Türklük tanımının ortadan kaldı­rılması ve nihai çözümün
PKK lideri ve kadrosu için af düzenlen­mesi nasıl gerçekleşecek?

Başkanlığını David L.Ph illips’in üstlendiği Atlantik Council’in Başkan Obama’ya sunduğu rapordaki bu öngörüleri ülkemizde kim gerçekleştirebilirdi BOP eşbaşkanı olmasaydı? Misak-ı Milli sınırlarımız içindeki coğrafyamız, o coğrafyanın sahibi
Türk Ulusu ve o Ulusumuzun Mustafa Kemal Atatürk’ün öncülüğünde kurulan Cumhuriyetimizin temeli olan ulus-devlet bütünlüğünün yok edilmesi olgusunu yaşamaktayız. Bu amaç için, önce hu­kuksuzlu­ğun hukuku yaratılmalıydı:

2. Sevr’i Güncelleştirecek Anayasa için Hukuksuzluğun Hukuku oluşmalıydı.
Türk Ceza Yasasındaki 135’inci maddede değiştirilerek “zabıta amir ve memurlarına iddianame hazırla­ması yetkisi” verildi. Kimlerin suçlanacağna Cumhuriyet Savcıları değil, iktidarın buyruğunda güvenlik güçleri karar verme yetkisiyle donatılmış oldu.
Gizli tanık ifadeleri, imzasız mektuplar suç kanıtı olabilmeli ki; subay ve generaller ordusuz ve ordumuz da zabi­tansız kalmalı; direnmesi olası generaller düzmece suçlarla zindana tı­kılmalı, yurtsever aydınlar, bilim adamı, parti genel başkanı olsa da,
mil­letvekili de se­çilseler Silivri tecrit Kampında müebbet hapse mahkum edilmeliydiler.

Hukuksuzluğun hukuku sayesinde bunlar gerçekleştirildi.

Misak-ı Milli sınırlarımız içindeki coğrafyamızın bölünerek ulus-devlet bü­tünlüğün
yok edilişi nasıl sağlanabilirdi, toplumsal korku yaratılamaz, di­renecek güçler zindanlara atılmasaydı?

3. Hazırlanan Anayasa, 137 yıl önceki 1876 Kanunu Esasi’sinin de gerisinde
Adaletsiz ve Kalkınmasız Parti AKP’nin oluşturduğu hukuk (daha doğrusu  hukuksuzluğun hukuku) Mecelle’nin de gerisinde iken  hazırlanmakta olan yeni Anayasa da 137 yıl önceki Kanun Esasi’nin de gerisine düşmüştür.

BOP’un eşbaşkanı Türkiye Cumhuriyeti devletini ordusuz, ordusunu ko­mutansız bırakarak Misak-Milli sınırlarımızı savunmaktan Devletimizi yoksunlaştırmıştır.

Ülkemizin eyaletlere bölünmesi planlanırken; “Ulus-Devlet-Yurt” bütünlüğünü 
yok edecek kararlar alırken, 137 yıl önceki Ka­nun Esasi’nin 1’nci maddesi,
Memaliki Osmaniye’nin bölünmez “yek vücut” ol­duğunu karara bağlamıştı:

“Devleti Osmani memalik ve kıtaatı haziriye vilayeti mümtaziyeyi muhtevi yek vücut olmakla hiçbir zamanda hiçbir sebeple tefrik ka­bul etmez.”

  • Türkiye Cumhuriyeti‘nin Anayasası,
    BOP’un eşbaşkanı eliyle Kanunu Esasi’nin de gerisine düşürülmektedir.

Kanun Esasi’nin 8’nci maddesi :

“Devleti Osmanlı tebaasında bulunan efradın herhangi din ve mezhepten olursa olsun bila istisna Osmanlı tabir olunur.” diyor. O bunu söylerken, 137 yıl sonra AKP iktidarı Türkiye Cumhuriyeti Dev­letinde başbakan olan  R. T. Erdoğan, Anayasa’dan Türk’ü silmeye yelte­niyor. Oysa bilmiyor ki: Misak-Milli sınırları içinde ve dışındaki toprak­larda yaşayan Türk’leri uygarlık tarihinden değil, Anayasa denilen ka­ğıttan bile silmeye gücünün yetmeyeceğini ve kendisinin silinip gidece­ğini bilmelidir BOP’un eşbaşkanı.Kanun Esasi’nin 9’ncu maddesi de, “Osmanlıların kaffesi’nin hürriyeti şahiyelerine malik” olduğunu hükme bağlarken 10. maddesi ”Hürriyeti şahsiyenin her türlü tecavüzden ma­sun olduğunu” koşul görüyor ve de:“Hiç kimse kanunun tayin ettiği sebep ve suretten maada bir bahane ile mücazat olunamaz.” (cezalandırılamaz) koşulunu hükme bağlıyordu.4. Hazırlanan Anayasa, 334 yıl önceki (1679) Habeas Corpus Act’ın da gerisinde!137 yıl önce Osmanlı çökerken bile AKP iktidarından daha çok yurt bütün­lüğüne ve insan haklarına özen göstermeye başlamıştır. Aslında o Kanunu Esasi, 334 yıl önceki (1679) İngiliz Parlamentosu’nun yayımladığı “Habeas Corpus Act”ın bir  benzeridir.

Habeas Corpus Act, yasal ge­reklilik olmadıkça hiç kimsenin tutuklanmamasını, tutuklandığında 24 saat içinde yargı önüne çıkarılmasını, işkence ve zulüm görmemesini öngörü­yordu. Aslında Habeas Corpus hukuku, İngiltere’de iktidara karşı temel hak ve özgürlük­leri koruyan Magna Charta’nın (1215) tamamlayıcısıdır.

Bu iki temel hukuk metni, Av­rupa İnsan Hakları Sözleşmesi‘nin 6. maddesiyle demokrasinin (Adil yargılanma hakkı!) evrensel ilkelerinin kurumlaşmasında
etkili olmuştur.

Magna Carta te­mel hak ve özgürlükleri korumayı Kral’a karşı temel alırken,
12 Eylül 1980 müdahelesi, 1961 Anayasası’nın 11. maddesindeki “temel hak ve hürriyetlerin özüne dokunulamayacağı” hükmünü iptal etmişti!

  • Adaletsiz ve Kalkınmasız  Parti AKP,
    İngiltere’nin 334 yıl önceki hukukunun da gerilerine düşmüştür.

5. Emperyalizmin ülkelerinde millet tanımı dokunulmazdır.

Federal Almanya Cumhuriyeti’nin Anayasasında 1’nci maddenin ikinci bendi;
“das Deutsche Volk bekennt sich zu unverletzlichen und unver-ausserlichen Menschenrechten.. inder Welt. (Türkçesi: Alman halkı dokunulamaz devredilemez insan haklarına yeryüzünde sahip çıkar.) koşuluna yer vermiştir.

O ülkede biri çıkıp da “Alman halkı” deyimi bölücülüktür Ana­yasa’dan çıkmalıdır diyecek kadar alçalabilir mi? Fransa’da Anayasanın 3. maddesindeki “Fransız” deyimine kim karşı çı­kabilir? “Fransız” deyimini Anayasadan çıkarmaya yeltenen bir devlet adamı kendisini nerede bulur, tahmin edebilir misiniz?
6. Türk Ulusu, kendisine zarar veren iktidarları sırtında taşımak zo­runda değildir!Çünkü: Türkiye Cumhuriyeti Devleti, yurtsever aydınlar tarafından yönetilmenin
“ulus-devlet” bütünlüğünü özenle ve azimle korumayı sahiplenen siyasal ikti­darı  yaratacaktır, elbet, yakında ve belki yarından da yakında.
Dr. Ali Nejat Ölçen
4.4.2013
Dipnotlar :
1. “Habeas Corpus” Latince “vücudum benimdir” anlamında bir deyimdir. O de­yimi temel alan yasa, kişiye yargı aşamasındaki işlemlerin yasalara uy­gunluğunu isteme hakkını tanımaktadır. (Kaynak : The Oxford Universal Dictionary, vol.1, p. 849;
ayrıca bkz : Encyclopedia International, vol 8, p. 251: The Writ is a protective device against arbitrary incarceration and, it still serves to protect personal liberty.
(Hüküm-ferman, keyfi tutuklamaya karşı kişi özgürlüğünü savunmaya hizmet edecek önlemleri içermelidir.)2. A. N. Ölçen, Türkiye Sorunları kitap dizisi, sayı 74, Ekim 2010

Prof. Dr. D. Ali Ercan : Akil İnsan


Prof. Dr. D. Ali Ercan

portresi

Akil İnsan

“Akil” insan demek, akıllı insan demektir.
Akıllı insan, zeki, deneyimli, engin bilgili, bilge kişilikli olur.
Oysa Başbakanın atadığı “akil”ler listesinde bu tür akıllı olanlar değil,
Başbakanın Anayasa konusundaki isteklerini halka anlatmakla ve halkı “ikna” etmekle görevli demagog insanlar var.
(Muhtemelen her birine yaptıkları büyük hizmetin karşılığı maddi ödüller de verilecektir).

Daha çok Demokrasi bahanesiyle daha az Cumhuriyet,

Daha çok Halk goygoyculuğu, daha az Milli yapı ve

Birlik ve Bağımsızlık yerine daha çok bağımlılık ve bölünüş getiren
bir “antidemokratik Başkanlık Anayasası”
nın (yönetmeliğinin) dayatılması
söz konusudur.

Gidişat orta çağın gerisine, şeriat devletine doğru bir gidiştir.

Hedef; Sevr öngörüsü Anadolu haritasını gerçekleştirmektir.

Bu Anayasanın muhtemel anahtar sözcükleri:

  • İslam, Kürt, Özerk, Federal, Başkan…

 

“Tam Gün” Yasası İçin Ne Yapılmalı??


Dostlar
,

Meslektaşımız Dr. Aytun Çıray, AKP’nin doktorlara “Tam Gün” dayatması hakkında bir açıklama yaptı.

Bilindiği gibi AKP hükümetinin önceki sağlık bakanı Dr. Recep AKDAĞ, tarihe geçecek bir manevra ile (Hülle desek!?) aşağıdaki mevzuat ile Tam Gün’ü 2011’de dayatmıştı.

  • «Adalet Bakanlığı’nın Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname’nin (KHK) Değiştirilerek Kabulü Hakkında Kanun ile
    Bazı Kanun ve KHK’lerde Değişiklik Yapılması Hakkında KHK»

    (650 sayılı YGK; RG no : 28037, 26 Ağustos 2011)

Bu düzenleme ile aşağıdaki yasada değişiklik yapılmaktaydı.

“5947 sayılı Üniversite ve Sağlık Personelinin Tam Gün Çalışmasına ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” (RG : 30.01.10 , sayı : 27478)

Tam Gün adı ile bilinen ve 21.1.2010’da kabul edilen 5947 sayılı yasa ile 1219 sayılı yasanın 12. maddesinde 650 sayılı YGK ile getirilen sınırlamalar Anayasa Mahkemesi’nce iptal edildi (E. 2010/29, K. 2010/90 sayılı kararı, AYM web sitesi, 18.7.11).

Bütün bu dolanmalar yetmemişti. Adalet Bakanlığı ile ilgili bir yasa gücünde kararname içine gizlenerek 2 madde de “Tam Gün” için konmuştu. 1 yıl önce yine kendilerince çıkarılan 5947 sayılı Tam Gün Yasası ile yetin(e)memişlerdi.

Hukuk sistematiği de ayaklar altındaydı. Bir mevzuat metninin adının, içeriğini yansıtacak netlikte olması gerekir. Bu evrensel bir gerekliliktir. Böylelikle, aranan mevzuat metnine erişim kolaylığı sağlanır. Bu tür bir cinlikle, Adalet Bakanlığı ile ilgili
bir yasa gücünde kararname içine gizlenerek, eminiz pek çok AKP milletvekili de aldatılmıştır. Asıl murat ise, başta hekimler ve yasal örgütü Türk Tabipleri Birliğince, Anamuhaefet CHP tarafından değişikliğin farkedilmemesi ya da geç farkedilmesidir.

Bilindiği gibi Anayasa Mahkemesine iptal başvurusu için, ilgili yasanın ve ….
Resmi Gazete’de yayımlanmasının üzerinden 60 günden çok zaman geçMEmelidir.

(Anayasa md. 151 : Anayasa Mahkemesinde doğrudan doğruya iptal davası açma hakkı, iptali istenen kanun, kanun hükmünde kararname veya içtüzüğün
Resmi Gazetede yayımlanmasından başlayarak altmış gün sonra düşer.)

Böylece, eski sağlık bakanı Recep Akdağ, kendisine böylesine ucuz bir şark kurnazlığını yakıştırmış, partisi AKP’yi ve TBMM’yi de alet emişti. Oyun tutmadı
ve siyasal faturasını ödemek zorunda kaldı, gitti.. Siyasal kariyeri de bitti.

Anayasa Mahkemesi’nin iptal gerekçesi ise, bu düzenlemenin TBMM’ce hükümete verilen yetkinin kapsamı dışında kalması.. Bu da Dr. Akdağ ve AKPye başka bir tokat.

*****

Yapılacakları Türk Tabipleri Birliği (TTB) kezlerce yazdı, duyurdu, yetkililerle görüştü, Milletvekillerine mektuplar yazdı.. Dinleyen yok.. Sonunda geri adım attı Başbakan
R.T. Erdoğan. Ama bu da uygun çözüm değil. Dr. Çıray bu son düzenleme taslağını eleştiriyor basın açıklamasında.

Dr. Aytun Çıray, başarılı bir İç Hastalıkları Uzmanıdır. 13.07.1993 – 18.08.1997 arasında 4 yılı aşan bir süre Sağlık Bakanlığı Müsteşarlığı da yapmış,
sağlık bürokrasisini ve yönetimini bilen deneyimli bir meslektaşımızdır.
Kendisiyle son olarak Ulusal Kanal’da bir canlı yayına katılmış ve bu sorunları konuşmuştuk (DOSYA, Nurzen Amuran).

Hükümet, TTB (Türk Tabipleri Birliği) önerilerini dikkate alan yeni bir yasal düzenleme yapmalıdır. Ülkemiz gerçeklerine en uygun öneriler orada..
(http://www.ttb.org.tr/index.php/Yazismalar/qtam-gya-dair-yasa-tasar-900.html)

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 4.4.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=========================================

Tam Gün’de ‘hoca payı’ soygunu..

CHP İzmir Milletvekili Uz. Dr. Aytun Çıray, Tam Gün Yasası’nda geri adım atan AKP’nin bu kez de hastalardan katılım payının yanı sıra ‘hoca payı’ isteyerek vatandaşı soyacağını söyledi

Dr. Çıray yaptığı basın açıklamasında, AKP’nin açıkladığı yeni Tam Gün Yasası değişikliğini eleştirdi. Yeni “Tam Gün”e göre, üniversite hocalarının, mesai saatleri dışında çalıştıkları hastanelerde özel hasta kabul edebileceklerine, ayrıca kurumlarının izniyle dışarıda da çalışabileceklerine dikkat çeken Çıray;

  • “Ancak, imzalanacak bu sözleşme uyarınca, hocanın dışarıdaki çalışmasından elde edeceği gelirden üniversite hastanesi de pay alacak. Bu durumda hastalar ceplerinden “Hoca farkı” ödeyecekler. Bu doçentler için 100, profesörler için 200 TL olarak düşünülüyor.” değerlendirmesini yaptı.

‘İptal etmişti’

CHP’nin başvurusu ile Anayasa Mahkemesi’nin, hekimlerin muayenehane açmasını yasaklayan 650 sayılı YGK’nin (Yasa Gücünde Kararname), devlet, üniversite hastaneleri, TSK sağlık kurumları (GATA ve öbür birimler) gibi değişik kurumlarda çalışan hekimlere çalışma yasakları getiren 38, 39, 40,41. maddelerini “Yetki Kanunu kapsamına girmediğinden” gerekçesiyle iptal ettiğini anımsatan Dr. Çıray,

“İptal edilen bu maddelere göre öğretim üyelerine yalnızca eğitim yetkisi veriliyor
ancak hasta muayene etme ve ameliyat etmeleri yasaklanıyordu.” dedi.

‘Ahlaka sığmaz’

Dr. Aytun Çıray açıklamasını şöyle sürdürüyor :

  • “Sayın Başbakan Tam Gün Yasası yüzünden istifa eden doktoru getirtip devletin hastanesinde ameliyatını yaptırarak yasayı çiğnemişti. Aynı biçimde eski Sağlık Bakanı DR. Recep Akdağ da Tam Gün Yasası’nı eşinin ameliyatı için çiğnemişti. Vatandaşın hekim seçme hakkını elinden alanların kendilerinin bu hakkı kullanması ne ahlâka ne vicdana sığar. Bunların
    sağlık politikaları mehter marşına döndü. Zorunlu Hizmet yasasında da böyle yapmışlardı. Önce tümden kaldırdılar, sonra davul zurna ile yeniden getirdiler.”

‘Milletimizi soymayın’

 AKP’nin getirdiği yeni sistemle bir süredir vatandaşın cebinden aldıkları katılım paylarına bir yenisini daha eklediğini belirten Dr. Çıray şöyle deavam etti :

  • “Böyle uyduruk çözümler bulup sistemi daha da yozlaştıracaklarına,
    doktorlarımıza mesleklerinin değerine uygun bir maaş versinler,
    onların hastanelerimizde tam zamanlı hizmet vermelerini sağlasınlar.
    Tüm doktorlarımız için emekliliklerinde insanca yaşamayı sürdürebilecekleri bir ücret politikası uygulasınlar. Böylece hastalarımızın insanca sağlık hizmeti almalarını sağlayabilirler.”

Dr. Çıray, açıklamasının sonunda AKP iktidarına “Katılım payı adı altında milletimizi soymaktan vazgeçin. Bu ayıptır! Devlet kendi hastasını soymaz.” çağrısında bulundu.

************

Sonuç olarak             :

  • “TAM GÜN” ilke olarak doğrudur.

Ecevit kabinesinde Sağlık Bakanı Dr. Mete Tan döneminde 1978’de ilk kez yasal olarak uygulanmış, hekimlerden yoğun destek almış ama 12 Eylül yönetimince kaldırılmıştı. (Sağlık Personelinin Tazminat ve Çalışma Esaslarına Dair Yasa, 31.12.1980)

Hekimlere insanca geçinebilecekleri bir ücretin AYLIK MAAŞ olarak sağlanması
ve bu ödemenin emekliliğe de yansıtılması gereklidir.

Hükümetler, hekim emeğini ucuzlatma ve sermayeye peş keş çekerek sömürmekten ve sömürtmekten vazgeçmelidir.

  • Piyasacı bir sağlık sisteminde “tam gün” hekim emeğini köleleştirmekten başka sonuç vermez!

Yanı sıra :

– İş güvencesinin sağlanması,

– Performans sistemi ve sözde yoz rekabetten vazgeçilerek dayanışma ve paylaşımın sağlanması,

– Onurlu-saygın, kendini geliştirme olanakları sağlayan çalışma ortamları,

– Demokratik yönetim ve yönetime katılma..

Veee;

  • SAĞLIK HİZMETİNİ YURTTAŞA HAK (İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi
    md. 25 vd.), KENDİNE GÖREV  OLARAK KABUL EDEN BİR
    KAMUSAL SAĞLIK SİSTEMİ..

– Yurttaşı sağlık hizmetlerinin müşterisi,

– Kendisini tüccar hatta,
sermayenin sopalı tahsildarı konumuna indirgeyen bir hükümetle

bırakalım sağlık hizmetleri gibi özellikle kamusal olan özellikli hizmetleri,
hemen hiçbir sorunu halk yararına (sermaye yararına değil!) çözme olanağı yoktur.

Hiç unutulmasın, sağlık sorunu Türkiye için salt teknik-ekonomik bir sorun değildir; sağlıklı bir toplum Cumhuriyetin güvencesidir aynı zamanda, ulusal davamızdır!

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK der ki :

  • “ Türk vatandaşının sağlığı ve sağlamlığı, her zaman üzerinde durulacak ulusal sorunumuzdur. Çünkü Cumhuriyet; düşünsel, bilimsel ve bedensel bakımdan güçlü ve yüksek düzeyli koruyucular ister.”