Etiket arşivi: Zeki Sarıhan

DİREN SAĞDUYU; BU KÂBUS GEÇECEKTİR

DİREN SAĞDUYU;
BU KÂBUS GEÇECEKTİR

portresi

 

Zeki Sarıhan

 

 

Türkiye’nin düzenini şirazesinden çıkardılar. Her şey “Seni başkan yaptırmayacağız” kararından sonra azdı. İktidar kavgası, Parlamentodan sarp dağ geçitlerine, kasaba ve kentlerin mahallelerine taşındı. Türkiye’yi derin bir kaosun içine yuvarladılar. Böyle zamanlarda bomba, silah, tank, top, demir çubuk ve taş kimlerin elindeyse söz hakkı onundur. Türkiye tarihi böyle durumları daha önce de yaşadı. Kuyucu Murat’ın katliamı, Hamidiye Alayları,
Teşkilatı Mahsusaların toplu cinayetleri, Tan matbaasının tahribi, 6-7 Eylül olayları,
1980 darbesinde yaşananlar, Maraş, Çorum, Madımak katliamları…
Güneydoğu’da faili meçhuller…

Toplumlar, yaşadıkları acı deneyimlerle olgunlaşırlar. Deniz kıyılarında birer sanat eseri gibi yuvarlak, düzgün taş parçalarına rastlarsınız. Onlar, kim bilir hangi dağın tepelerinden sellerle buralara taşınmışlardır. Geçtikleri yerlerde başka taşlara çarpa çapa düzgün bir şekil almışlardır. Geçmişte yaşanan acı olaylar, iktidar çevrelerini de halkı da olgunlaştırması, demokrasi ve
insan hakları yönünde eğitmesi beklenirdi. Hoşgörü kültürü egemen olmalıydı?
Son yaşadığımız olaylar bu konuda bizi daha uzun ve zahmetli bir yolculuğun beklediğini gösteriyor.

Gene de bugünkü toplumumuzun 15-20 yıl önceki toplum düzeyinden yüksekte olduğu açıktır. Düne göre bugün geçmişimize ilişkin daha çok şey biliyoruz. Tarihi yorumlamakta daha sağlıklıyız. Yapmaktan, katılmaktan pişman olduğumuz şeyler var. İnsanların görüşlerinin
farklı olacağını, bunların birbirine saygılı olması, seçimlerin dürüst yapılması, basının özgür olması gerektiğini düşünenlerin sayısı düne göre daha çok.  Kürt, Kızılbaş, komünist tabuları birçoklarımızın zihninde yıkıldı. Eşit haklara sahip özgür yurttaşlar olmamız gerektiğine inananlar düne göre daha çok.

DAHA UZUN BİR YOLUMUZ VAR

Bununla birlikte, gerek siyasal iktidarı ele geçirmiş kadronun tutumu, gerek onların sokağa saldığı zorbaların hareketi demokrasi, barış ve eşitlik için yürüyeceğimiz daha uzun bir yol olduğunu, anlatılıyor. Siyasal iktidar, aldığı oy hangi oranda olursa olsun iktidarı başkalarıyla paylaşmak bile istemiyor. Devlet hazinesini yandaşlarına istediği gibi paylaştıracağına inanıyor ve kimsenin denetimini kabul etmiyor. Başkanlık sistemi yoluyla bu iktidarı pekiştirmek için seçim sonuçlarını hiçe sayıyor. İktidar için ülkeyi ateşin içine atmaktan çekinmiyor. Ülkenin selameti için değil, salt bir kesimden birkaç puan oy devşirmek için uzlaşma masaları devriliyor. Şiddete davetiye çıkarılıyor. Asker ve polis cenazelerinin kendilerine oy getireceği umuluyor.

Bugün yaşadığımız kâbus, Aydınlanmadan geçmemiş, burnunun ucundan ötesini göremeyen, hak hukuk bilmeyen, yalnız zorbalığa tapan bir kesimin eseridir. Bugünkü toplumumuz
ikiye ayrılmıştır: Bir yanda bunca deneyimden dersler çıkararak barış içinde yaşamak isteyen, birbirlerinin hakkına saygı duyanlar, öbür yanda bu kavramlardan habersiz, kör bir fanatizme saplanmış olanlar, cehaleti besleyenler.

Otuz yıl sonra bunlardan birincilerin çok daha artmış, ikincilerin ise oldukça azalmış olduğu görülecek. Bugünkü tarihi yazanlar, gerek iktidarın tutumunu, gerekse onun dayandığı cehalete batmış kitleye acıyacaklar. Fakat o zamana dek daha kaç asker, polis, genç yaşamını yitirecek?
Yıkılan, yakılan yerler onarılır fakat ölenler bir daha dirilmeyecekler!

Çilekeş halkım!
Çare yok: Uygarlık yolundaki engelleri tek tek ayıklayacağız.
Taş üstüne taş koyarak ilerleyeceğiz. Umutsuzluğa kapılmayacağız.

Diren sağduyu!
Bu kâbus senin sayende sona erecek… (10 Eylül 2015)

Saldırılar Bütün Gece Sürdü

 

 

 

 

============================

Teşekürler değerli dostumuz Sayın Zeki Sarıhan’a…

Sevgi ve saygı ile.
10.09.2015, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

SURUÇ’TA BOMBAYI ABD Mİ PATLATTI?

suruç 22

 

 

 

 

 

 

 

 

SURUÇ’TA BOMBAYI
ABD Mİ PATLATTI?

portresi

 

 

 

 

Zeki  Sarıhan
(Fatsa, 25 Temmuz 2015)

20 Temmuz’da Urfa’nın Suruç ilçesinde Kobani’nin yeniden imarı için bir araya gelen
sosyalist gençlerin toplantısında bombayı kim patlattı?

Canlı bombanın yalnız kimliği değil, IŞİD adına hareket ettiği kısa sürede anlaşıldı.
Çünkü PYD, Kobani’yi IŞİD’den kurtarmıştı ve bu iki örgütün savaşı hızla devam ediyordu. Olay hiçbir komplo teorisi kaldıramayacak kadar açıkken, Aydınlık gazetesi
21 Temmuz günü, bütün gazetelerden farklı olarak şu manşetle çıktı:

“Terör dalgası Türkiye’de- ABD’den BOMBALI MESAJ, 30 ÖLÜ

Gazete “Güvenlik bürokrasisi”ne atfen (AS: yollama ile) şu iddiada bulundu:

PKK koridorunu önleme amacıyla güvenli bölge planları yapan Türkiye’ye
ABD bombayla yanıt vermişti.

Güvenlik bürokrasisinin Vatan Partisi Genel Başkan Yardımcısı ve eski Genel Kurmay İstihbarat Başkanı Emekli Korgeneral İsmail Hakkı Pekin olduğu, O’nun 1. sayfadan başlayan yazısından anlaşılıyordu:

“Saldırı CIA, MI6, Mossad’ın bilgisi dâhilinde olabilir.
Bir taşla birkaç kuş vurulmak istenmiş gibi.”
diyordu Pekin.

Aydınlık’ı bu komplo teorisine sarılmaya iten duygu, onun uzun süredir izlediği bir politikayla ilgili. Adını Vatan Partisi olarak değiştiren İşçi Partisi’nin en büyük hedefi
Kürt siyasi hareketidir. Türkiye’deki Kürtlerin ABD tarafından Türkiye’yi bölmeleri için kışkırtıldığını ileri süren parti, ABD’nin şimdi neden Esad rejimini bırakıp IŞİD kuvvetlerini bombaladığını da anlayamıyor.

IŞİD, en yakın örneği Naziler olan, insanlığın birkaç yüzyıllık tarihinde pek az görülen
bir vahşet örgütü olarak, Orta Doğu’daki halklar kadar bütün milletlerin, dinlerin, mezheplerin, uygarlıkların, en azılı düşmanı. Dolayısıyla yalnız Esad hükümetinin değil ABD’nin de onu hedef almasının anlaşılabilir nedenleri var.

İkinci Dünya Savaşı’nda emperyalist İngiltere ve ABD ile Sovyetler Birliği’nin Alman faşizmine karşı birlikte savaşmasının nedeni de herkes için tehlikeli olan bir düşmanı
alt etme ihtiyacı idi. IŞİD’e karşı bir ortak cephe en yakın tehlikenin bertaraf edilmesi zorunluğundan kaynaklanıyor.

Bir süre önce bu partinin Kürt siyasi hareketine karşı “Örtülü olarak” IŞİD’i desteklediğini yazdığım için bu partinin etkisindeki kimi arkadaşlar Vatan Partisi’ne iftira ettiğimi
ileri sürdüler. Partilerinin IŞİD gibi çağ dışı bir vahşet örgütünü örtülü olarak da olsa destekleyemeyeceğini düşünmüş olmalılar. Bu durum, yalnızca onların iyi niyetli olduğunu gösterir; Partinin PYD’ye karşı IŞİD’den medet ummadığını değil.

Vatan Partisi liderlerinin bu tutumları yeni de değildir. Başka birçok örneği yanında, Kobani savunması sırasında Tayyip Erdoğan gibi İP Genel Başkanı da “Kobani düştü düşecek” demişti. O, Kürtlerin düzde savaşamayacaklarını, sonlarının geldiğini ileri sürüyordu. O tarihte Kürtleri yurtsuz bırakmak isteyenler de IŞİD’ciler idi.
Günümüzde de Vatan Partisi sözcüleri Kürtlerin yaşadığı Suriye’deki bölgenin
Türk ordusu tarafından işgal edilerek burada bir “Güvenlikli Bölge” oluşturulmasını istiyor. Hükümetin de böyle bir plan üzerinde çalıştığını biliyoruz.

“Sosyalist Olmanın Verdiği Mutluluk” başlıklı yazıma verilen yanıtlardan bazılarına bakılırsa, Suruç’ta Kobani’ye yardım için toplanan ve büyük bir IŞİD suikastına uğrayan gençler sosyalist olamaz! Çünkü onlar Kobani’ye yardıma gidiyorlardı…

Kendisinden başkasının sosyalist olduğunu kabul etmeyen, kendisi de
Sosyalizme hiç yakışmayan görüşler savunanlara bilmem ne demeli?
Her halde onlar için Milliyetçi Sosyalist (Nasyonal Sosyalist) dense hata edilmiş mi olur?
Bütün enerjisini Kürt, Ermeni, Rum düşmanlığına harcayan bir hareket için
başka ne söylenebilir?

============================

Dostlar,

Sayın Zeki Sarıhan, kıdemli bir Sosyalist dostumuzdur.
Doğrultu tutarlığını koruduğu için ayrıca saygıya değer bir kişiliktir.
Bu sitede kendisinin pek çok yazısına yer verilmiştir..
Bu yazısı da üzerinde düşünülmeye değer bir içeriktedir.
Katılıp katılmamak ayrı bir olgudur ama sorunlara farklı yaklaşımları irdelemek
bilimsel aydın sorumluluğudur.

Sevgi ve saygı ile.
26 Temmuz 2015, Mudanya

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

EN YÜKSEK OTORİTE…


EN YÜKSEK OTORİTE

portresi

 

 

Zeki Sarıhan

 

Bütün ömrünü ezilenlerin davasına adamış Avukat Emcet Olcaytu, geçtiğimiz ay beklenmedik bir biçimde aramızdan ayrıldı. Henüz 67 yaşındaydı ve yaşasaydı
bundan sonra hiç kuşku yok ki bağımsızlığı, demokrasiyi ve sosyalizmli savunmaya devam edecekti.

28 Haziran 2015 günü O’nu sevenleriyle birlikte Levent Camisinden ebedi dinlenme yerine uğurlamaya gitmemin nedeni, ne yalan söyleyeyim, kendimle O’nun arasında
büyük bir benzerlik görmemdendir.

Bu benzerlik, mezarı başında arkadaşı Özcan Buze’nin de O’nun için söylediği gibi, insanın “kendi vicdanından daha yüksek bir otorite, daha yüksek bir merci tanımaması”dır. Bunu son yıllarda herkese açık sanal ortamlarda paylaştığı eleştirilerinde görüyorduk. Üyesi olduğu ve yıllarca emek verdiği partisinin görüşlerinde gördüğü yanlışlıkları tartışıyor, bu konudaki tabuların üstüne gidiyor, partilileri düşünmeye
sevk ediyordu. O’nun bu tutumu, parti disiplinine aykırı mıydı, görüşlerini yalnız
ilgili organlarda mı dile getirmeliydi? Bir bölüm partili bunu savundular. Emcet ise eleştirdiği görüşlerin özel bilgi olmadığını, gazete ve televizyonda yer almış yazı ve demeçler olduğunu, herkese açık bu görüşlerin herkes tarafından eleştirilebileceğini yazıyordu.

Emcet Olcaytu’yu neden disiplin kuruluna verip partiden ihraç etmediler,
merak konusudur. Böyle bir işlem ile karşılaşırsa parti hukukunu çok iyi bilen birisi olarak kendisini yetkinlikle savunacağını tahmin ederim. Davasını ispat eder, karşı tarafı
açığa düşürebilirdi. Ben o dairenin dışına çıkalı çok olduğu için, O’nun açtığı tartışmalara katılmadım.

BİAT KÜLTÜRÜNE İTİRAZ

Biat kültürü, aydınlanmadan yeterince nasibini almamış bizim gibi bir toplumda
çok yaygındır. Artık orada ideoloji, politika, program, tüzük değil, lider önemlidir.
O’na hoş görünmek, O’nun bir dediğini iki ettirmemek gerekir. Bu gözü kapalı itaat,
İttihat Terakki döneminden başlayarak siyasal tarihimizde millete çok şey kaybettirmiştir. Bizde genellikle ortak aklın yerine bir üst akıl geçerlidir.
Hatta kimi kez akıl bütünüyle ortadan kalkar…

İktidar partisinde nasıl bir biat kültürü olduğunu, yıllardır görüyoruz.
Lider gibi düşünmeyenler olursa, onların susmaktan başka bir seçenekleri yoktur.
17-25 Aralık 2013 yolsuzluk olaylarını AKP’lilerin de görmediğini kim söyleyebilir?
Bir insanın bunu görmemesi için idrakten tümüyle yoksun olması gerekir. Fakat partinin koskoca Meclis grubu, yolsuzluğa karışmış Bakanların Yüce Divan’a sevk edilmelerini
bu biat kültürü nedeniyle önledi. Ağızlarının çalımından bu yolsuzluk olayından hoşlanmadıklarını anladığımız kimi mebuslar, “lider öyle istiyor” diye sonunda
yolsuzluk yapanları aklama işine katıldılar.

Türkiye’nin Suriye siyasetini aklı başında hangi insan tasvip edebilir?
Ama biat kültürü nedeniyle ülkemiz bu beladan hâlâ kurtulabilmiş değil.

DEMOKRASİ DEDİĞİN ORTAK AKILDIR

Demokrasi dediğimiz şey, danışma ve tartışmadan, ortak kararlara varmadan başka
nedir ki? Mao’nun kitaplarından birinde bilgi kuramıyla ilgili şöyle bir anlatıma rastlamıştım:

Bir bilgi halka sunulur, halktan gelecek önerilerle yeniden biçimlendirilir, yeniden halka sunulur ve gelen eleştirilerle yeniden oluşturulur. Bu böyle sonsuza dek sürer.
İşte bu yöntemdir ki, toprak ağalarının ayakları altında yüzyıllardır ezilmiş, üstelik önce Japonların, istilasına, daha sonra Amerikan destekli bir savaş ağasına karşı koskoca bir toplumu ayağa kaldırmıştır.

Sosyalist Emcet Olcaytu, danışma mekanizmalarının işlemediği bir yapının içinde
biat etmeyerek kendi onurunu da yüceltmiş bir aydındı. Evet, örgüt vardır, lider vardır, önemlidirler ama,

Devrimci bir Aydın için kendi vicdanından daha yüksek bir otorite yoktur.

Doğruları her yerde ve her zaman, herkesin yüzüne karşı savunmak esastır.
Örgütün çıkarlarından önce halkın çıkarı gelir.
Halkın çıkarını gözetmeyen ve gerçeklere dayanmayan bir politika zaten erinde geçinde yok olmaya mahkûmdur. Bir yanlışı isteyerek paylaşmak gerçek aydının vicdanını kanatır. Bunun hesabını kendisine bile veremez. (12 Temmuz 2014)

==================================

Dostlar,

Sayın Zeki Sarıhan dostumuzdan – öğretmenimizden yine klas bir yazı paylaşıyoruz.

Rahmetli Devrimci Av. Emcet Olcaytu için yaptığı değerlendirmelere katılıyoruz.
Emcet beyin kızkardeşi merhum hanımefendiyi Silivri yollarındaki “yoldaşlıklarımızdan” ve daha pek çok ortak eylemden tanıyoruz. Hastalığını biliyorduk ve kardeşi Silivri zindanlarında kahreden bir kahpelikle tutsak iken duyduğu derin acının tanığı ve
bir parça da ortağıyız.. Kardeşini yitirmek O’na kaldırılamayacak bir darbe oldu ve
birlikte sonsuzluğa göç ettiler al kanatlı doru tayların sırtında..

Bunca örselenme (travma) yaşatılmasa idi kendilerine, olağan koşullarda yaşamları sürer ve topluma daha çok katkıları olurdu.. Yitik ve fatura ağırdır, giderimi olanaksızdır ve kökü dışarıda bu kumpas davaların sorumlularından yasal hesabı mutlaka sorulmalıdır..

Önceki gün, Sayın Zeki Sarıhan’ın çiçeği burnunda CHP Ankara Milletvekili Sn. Av. Şenal SARIHAN‘ı TBMM’de basın açıklamasında gözyaşlarına boğulmuş olarak acıyla izledik. Yine kökü dışarıda 12 Eylül askeri darbesinin 5 generalinden sonuncusu
Tahsin Şahinkaya da ölmüş ve dava dosyası kapatılmıştı.. Şenal hanım isyanını susturamıyor ve incinen adalet duygusunu dışavuruyordu pek çoğumuzun yerine de..
Dava kapatılmamalı, sanıkların yokluklarında da yargılama sürdürülerek en azından işlenen insanlık suçu yargı kararına kavuşturulmalıydı cezalandırılacak sanık kalmasa bile.. Yaşayan ve yitirilen mağdurların saygınlıkları geri verilmeliydi.. Şenal hanım,
2 küçük çocuğundan koparılarak o dönemde hapse atılmıştı, kendi ağzıyla kameralar önünde söylediğine göre İŞKENCE GÖRMÜŞTÜ!

Eşi Zeki Sarıhan 1402’lik edilerek öğretmenlikten atılmıştı..
Yüzbinlerce doğrudan, milyonlarca dolaylı mağdurun yaşadıklarına tipik bir örnekti.
Biz de o dönemde babamızı görev şehidi olarak vermiş ve başkaca giderimi olanaksız acılar yaşamıştık ailece..

Anadolu toprakları ve halkı (Türk Ulusu), artık 1. sınıf bir demokrasiyi hak ediyor..
Bu topraklarda çok can verildi, çoook kan döküldü insanca bir yaşam ve düzen için..

Hiç kuşku yok, halklar, haklarını er ya da geç alırlar..
Bu şaşmaz tarihsel süreçte akıllıca ve insana yaraşır olan, olağan akışa karşı koymak değil ona katkı vermektir. Büyük ATATÜRK‘ün de buyurduğu üzere;

– Emperyalizm ve sömürgecilik yeryüzünden yok olacak,
yerini tüm insanların kardeşçe yaşayacağı bir düzen alacaktır…

Uğruna bin can feda olsun..

Olcaytu kardeşlere, kendisini haklı olarak bu kardeşlerin kavgalarına benzer katkıları topluma sunduğunu ve bedeller ödediğini tevazu ile düşünen Zeki – Şenal Sarıhan çiftine ve benzer emek – eylem sahibi herkese selam olsun!

Sevgi ve saygı ile.
12 Temmuz 2015, Tokat

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

 

YENİ TÜRKİYE’NİN VALİSİ


YENİ TÜRKİYE’NİN VALİSİ

portresi

 

Zeki Sarıhan
5 Nisan 2015

 

1977 yılının Ocak ayı idi. İnebolu Ortaokulu Türkçe öğretmeni olarak
İmam Hatip Lisesinde de ücretli olarak Türkçe dersine giriyordum.

Ders kitabında bulunan Türk gazeteciliğinin 100. yılı nedeniyle yazılan bir metni işliyordum. Yazıda Abdülhamit döneminde basına uygulanan sansür konusu da geçiyordu. Bunu anlattıktan sonra basın üzerindeki sansürün yalnız yasaklarla değil,
ekonomik ambargolarla, siyasal baskılarla günümüzde de sürdüğünü anlatıyordum…

Ki, sınıfın kapısı açıldı. İçeri 4–5 kişi girdi. Okul müdürü bana bunlardan birinin Kastamonu Valisi, birinin Millî Eğitim Müdürü olduğunu söyledi. Öbürleri de
valiye eşlik edenler olmalıydı. Vali “okulu ziyarete gelmişken” herhangi bir sınıfta
ders dinlemek istemiş. Rastlantı bu ya!

Vali, öğretmen kürsüsüne oturdu, ötekiler sınıfın birer köşesinde mevzi tuttular.
Bana hangi konuyu işlediğimi sordular ve benden derse devam etmemi istediler.
Konuyu söyledim ve derse devam ettim. Tabii, basın üzerindeki sermaye baskısı konusunda anlattıklarıma devam etmedim. Ne olur ne olmazdı? Ders kitabının
dışına çıkıyor, siyaset yapıyor sayılabilirdim! Kitapta anlatılanlara döndüm.

Ders bitti. Vali ve yanındakiler hiçbir şey söylemeden ayrıldılar…

Meğer Vali İnebolu’ya kapsamlı bir operasyon için gelmiş. O, ilçeden ayrılır ayrılmaz TÖB-DER arandı ve kapısına kilit vuruldu. Beş köy öğretmeni arkadaşımızın evlerinde arama yapıldı. Eşimle ben de valilik emrine alındık. (Valiliğin açığa alma hakkı üç aydır. Bu süre içinde Bakanlık müfettişleri hakkımızda soruşturma yürüttüler.
Suçlanmamızı kanıtlayacak bir suç bulamadılar. Valilik bizi göreve iade etmek
zorunda kaldı ama bu kez de Bakanlık görevine alındık. Neyse, uzun öykü.)

Kastamonu Valisi, bizi cezalandırmıştı ama hiç değilse sınıfta, öğrencilerin önünde
bana hakaret etmemiş, hatta bir eleştiri bile yöneltmemişti. Öğretmenlik mesleğinin öğrenci üzerindeki otoritesini biliyor olmalıydı. Olasılıkla Osmanlılardan beri gelen
bir menkıbeyi de duymuş olmalıydı.

PADİŞAH: HOCA BENİ BİLE DÖVER!

Sonradan İstanbul’u alarak “Fatih” unvanını kazanacak olan İkinci Mehmet,
altı yaşındayken Molla Gürani kendisine öğretmen olarak atanır. Şehzade O’nu saymaz
ve şımarık davranışlarda bulunur. Gürani, o zamanın terbiye usulleri gereği O’na iki tokat atar. Şehzade koşa koşa babası İkinci Murat’a gelerek hocasından yakınır ve Padişah babasının hocaya haddini bildirmesini ister. Padişah, oğlunun elinden tutarak
Molla Gürani’ye gider ve

“Sen benim şehzademi nasıl döversin!” diye çıkışır.
Molla Gürani “Sen benim işime nasıl karışırsın?” diye Padişah’ı şehzadenin yanında odasından kovar. Molla Gürani’nin Padişah’ı odasından kovması, öğretmenin otoritesini anlatmak için ikisi arasında kurgulanmış olmalıdır. Fatih, daha sonra “Hocamın atının ayağından sıçrayan çamur, benim üstümde süstür..” diyecektir. Meslekteki otoritemizin büyüklüğünü anlatmak için öğretmenlerimiz bize dersimize cumhurbaşkanının bile
izinsiz giremeyeceğini anlatırlardı.

Türkçe okuma kitaplarında yar alıyordu. Doğu’da bir eşkıyayı bir türlü ele geçiremezler. Adam, üzerine gönderilen jandarmaları perişan eder. Çaresiz kalırlar. Bir gün O’na öğretmenini göndermek akıllarına gelir. Tek başına dağa çıkan öğretmen, şakiyi elinden tuttuğu gibi getirip hükümete teslim eder. Bu şakiye hapishanede sorarlar :

“Üzerine gönderilen bunca kuvvete direndin de bir öğretmen seni nasıl alıp getirdi?”

Şöyle yanıt verir:

Valiye karşı geldik, kaymakama karşı geldik, bir de hocaya mı karşı gelseydik yani!

BİR ÖĞRETMEN İÇİN ÖLÜMDEN BETER!

Yalova Valisi, bu kıssaları bilmiyor olmalıdır. Dersine girdiği Matematik öğretmenini sınıfta öğrencilerin önünde kılığından ötürü aşağılaması, O’nu dilenciye benzetmesi,
hızını alamayıp bu yoldaki sözlerine öğretmenler odasında da devam etmesi karşısında insanın aklına,

“Acaba bugünkü kimi yöneticiler pek mi bilgisiz ve saygısız??” sorusunu getiriyor.

Hükümetin O’nun gibi düşünmeyen ve davranmayan bütün valileri bundan
tenzih etme görevi vardır fakat Yalova valisini görevden almak koşuluyla.

Bir öğretmen için, hangi nedenle olursa olsun, öğrencilerinin karşısında azar işitmek, aşağılanmak ölümden beterdir. Matematik öğretmeninin, meslektaşları bu olayı
kınamak için yaptığı bir yürüyüş sırasında kalbine yenilmesi de bunu doğruluyor.

Yalova’daki olayı düşündükçe, beni 38 yıl önce görevden alan valiyi şükranla anasım geliyor! Eski Türkiye’nin ne de olsa öğretmeni sınıfta azarlamayan valisi idi.
Yeni Türkiye’nin adabına da bir hal olmuş… (5 Nisan 2015)

Halil Serkan Öz

Öğretmen
Halil Serkan Öz

 

96 Yıl Önceki İlk Tıp Bayramı


96 Yıl Önceki İlk Tıp Bayramı : 

TEK YOL BİLİM VE FEN!

portresi

Zeki Sarıhan

 

 

 

Sağlık çalışanlarının 14 Mart Tıp Bayramını kutlarım. Ağrımızı, sızımızı dindirmek için uğraşmaları nedeniyle onlara şükranlarımı sunarım. Bu vesileyle bütün sağlık hizmetlerinin tamamen parasız ve herkes için kolayca ulaşılabilir olması ortak dileğimizdir.

Tıp mesleğinin mensupları, Türkiye’nin demokratikleşme ve çağdaşlaşma tarihinde oynadıkları büyük rol nedeniyle de saygıyı hak etmişlerdir. Mektebi Tıbbiye,
Tanzimat’tan da önce, İkinci Mahmut tarafından 1827’de, ordunun ihtiyaçları için kurulan Tophanei Amire ve Cerrahhanei Amire adlı iki kurumun geçirdiği evreler sonucu ortaya çıktı. Bu okuldan çıkanlar ve buralarda okuyanlar, aldıkları çağdaş eğitimin gereği olarak Türkiye’de ilk ilerici siyasal örgütleri kurdular. Hükümetler bunlarla baş edemez hale geldi. Tıbbiye, Türk devrim tarihinde onurlu yerini bu şanlı geçmişine borçludur.

Türkiye’de 14 Mart Tıp Bayramı, ilk kez 1919’da, Tıbbiyenin açılışının 92. yılında kutladı. Niçin daha önce değil de 1919’da? Bunun en akla yakın yanıtı, Tıbbiyelilerin Türkiye’yi bekleyen parçalanma ve milletin tutsak olma projelerine karşı adeta genlerine işlemiş olan başkaldırma geleneğidir. 5 ay sonra toplanacak Sivas Kongresi’ne bir Tıbbiye temsilcisinin katılmasının nedeni de budur.

İSTANBUL BİZİMDİR

30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Ateşkes Anlaşması ile Türkiye’yi bekleyen felaketler kapıya dayanmıştır. İtilaf devletleri orduyu terhis ettirmekte, silahlarını toplamakta, yurdu yer yer askeri denetim altına almaktadır. Paris’te toplanacak barış konferansıyla Türkiye’nin kaderi çizilecektir. İstanbul’un Türklerden alınacağı gibi söylentiler ortalıkta dolaşmaktadır.

İşte bu koşullarda Tıp Fakültesi Talebe Cemiyeti, hocalarıyla işbirliği yaparak
İstanbul Üniversitesinin konferans salonunda büyük bir kutlama töreni düzenlemiştir.
15 Mart 1919 tarihli İstanbul gazetelerinin yazdığına göre, Tıp Fakültesi öğrenci ve öğretmenlerinden başka, eski mezunlar, öbür fakültelerin mensupları, Kız Üniversitesi ve Kız Öğretmen Okulu öğrencileri de salonu hınca hınç dolduranlar arasındadır.
Gazetelerin haberlerinden anlaşıldığına göre kutlamanın ana teması, 92 yıllık Tıbbiye örneği üzerinden Türkiye’nin medeniyet dünyasına katılmada boş bir ülke olmadığı,
kendi kendini yönetebileceğini anlatmaktır. Nitekim Yenigün gazetesi, haberin başlığını “İstanbul Bizimdir” diye koymuştur. Toplantıya İtilaf devletleri ve Amerika temsilcilerinin, özellikle onların İstanbul’da bulunan sağlık elemanlarının davet edilmesi de bu ülkeler üzerinde Türkiye hakkında olumlu bir izlenim bırakmaktır.

KADIN HAKLARININ SAVUNUCUSU BİR TIBBİYE

Bu toplantıda Kız Öğretmen Okulu mezunlarından öğretmen Meliha Hanım, arkadaşları adına kürsüye çıkarak Tıbbiye’nin kadın hakları konusundaki tutumundan ötürü bir tebrik ve teşekkür konuşması yapmış ve kürsüden bir alkış tufanı içinde inmiştir. Onun bu sözleri üzerine kürsüye çıkan Profesör Besim Ömer Paşa, bakın neler söylüyor:

“Bir toplumsal devrim yapabilmek için kadın ve erkeğin el ele çalışması gerekir.
Biri bu tarafta, diğeri öbür tarafta oturursa memleket yaşayamaz.”

O’nun bu sözleri salonu hınca hınç dolduran davetliler, özellikle kadınlar tarafından şiddetle alkışlanmıştır. Besim Ömer Paşa, salonda kadınların ve erkeklerin ayrı ayrı gruplar halinde oturmasına karşı çıkmaktadır. İzmir’in işgali üzerine gene bu salonda yapılacak büyük toplantıda üniversiteli kadın ve erkeklerin karışık oturmasına daha iki aydan fazla, üniversitede karma eğitime geçilmesine ise iki yıl vardır.

TEK YOL BİLİM

Tıp Fakültesi Dekanı Doktor Âkil Muhtar Bey, “fevkalade samimi duyguları davet eden” konuşmasında bakınız ne diyor:

“Tıp Fakültesi, memleketimizde yaygın olan bedeni ve psikolojik hastalıklara karşı koyacak doktor ve irfan erbabı yetiştirdiğinden dolayı kutlamayı hak etmiştir. Bizi en çok tahrip eden malarya (sıtma), verem ve frengi gibi hastalıklardır. Manevi hastalıklarımız da zihniyet bozukluğundan ileri geliyor. Bunların zihniyetleri yapılan fen öğrenimi ve
ciddi bir surette fenle meşgul olarak gelişecektir. Bunun için talebenin laboratuvarlarında, dershanelerinde, kütüphanelerinde yorulmaz bir şevk ve gayretle daima çalışmaları gerekir. Bu biricik yoldan başka hiçbir surette mükemmel bir zihniyete sahip olmak ihtimali yoktur.”

Yenigün gazetesi, Türkiye’nin büyük bir ilim adamı tarafından yapılan bu konuşmanın, hazır bulunan erkek ve kadın İtilaf tabipleri üzerinde iyi bir etki yaptığını ve müsamerenin ardından bunlarla Türk âlimleri arasında uzun müddet samimi sohbetlere konu olduğunu yazmıştır. Gazete “memleketteki “hareketi milliye”nin, hak uğrundaki uğraşların belirgin bir örneği olan bu gibi tezahüratın tekrarı ne kadar ümit vericidir!” diye yazmaktadır.

14 Mart 1919’da ilk kez kutlanan Tıp Bayramı, 96 yıl önce başta doktorlarımız olmak üzere aydınlarınızın bağımsızlık reflekslerini ortaya koyduğu gibi, kadın-erkek eşitliği ve kadın hakları açısından da bugünün muhafazakârlığına çok şey söylüyor…
(13 Mart 2015)

—————————————
Kaynaklar: Yenigün, Hadisat, Tasviriefkâr, Vakit, Memleket gazetelerinin 15 Mart 1919 tarihli sayılarından derlenmiştir.

İlk resim Besim Ömer Paşa, ikincisi Âkil Muhtar Bey’dir,

Besim Ömer Paşa.jpg

AkilMuhtarOzden.JPG
==================================

Çooook teşekkürler değerli dostumuz Sayın Zeki Sarıhan…

Gecikme için bağış dileyerek…

Sevgi ve saygıyla.
20.3.2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Kadınlara Seçme ve Seçilme Hakkının 84. yıldönümü


Kadınlara Seçme ve Seçilme Hakkının 84. Yıldönümü
“PEK ÇOK ANAM VAR!”
(Prof. Dr. Leziz Onaran’ın anısına)

Zeki_Sarihan_portresi

Zeki Sarıhan

 

 

Türkiye’nin çağdaşlaşma sürecinde kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanındığı
5 Aralık 1930’a dek bu konuda zorlu bir savaşım verilmiştir. Batılılaşmanın etkisiyle Tanzimat’la (AS: 1839) başlayan kadın eğitimi ve kadın hakları düşüncesi 2. Meşrutiyet’le (AS: 1908) büyük bir sıçrama yapmış, kadınlar, toplumsal yaşamın
hemen her alanında erkeklerle birlikte görev almaya başlamıştır. Bu dönemde kadınlar, dergi ve gazeteler bile çıkarmaya başlamış, dernekler kurarak oldukça etkin bir mücadele yürütmüşlerdir. Prof. Tarık Zafer Tunaya’ya göre 1918’e gelindiğinde
kadın sorunu esas olarak çözümlenmiş bulunuyordu. [1]

1919 sonbaharında Son Osmanlı Mebuslar Meclisi için seçim hazırlıkları yapılırken
kimi gazeteler kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınmasını gündeme getirmişlerdir. Vakit gazetesi, ABD’de bu konunun ele alınmış olmasını vesile sayarak Türk kadınlarına da seçme ve seçilme hakkının verilmesi konusunda bir sormaca yapmış, Halide Edip, Nakiye Hanım, Kız Öğretmen Okulu müdürü gibi bazı tanınmış kadınların görüşlerini sormuş, gazete Kız Öğretmen Okulu’nun son sınıf öğrencileri arasında anket bile yapmıştır.[2] Siyasal haklarını ilke olarak savunmakla birlikte kadınların da bu konuda henüz açık bir programa sahip olmadıkları anlaşılmaktadır. Buna karşılık mebus seçimlerinde bazı yerlerde Halide Edip Hanım’a oy verildiği görülmektedir.[3]

Bu tarihlerde Batılı kadınlar, seçme ve seçilme hakkı konusunda dünya kongreleri düzenlemektedirler. 1913’te Budapeşte’de toplanan Kadınlara Seçme Hakkı Verilmesi Milletlerarası Cemiyetler Birliği’nin toplanmasından sonra 16 ülke kadınlara siyasal haklar tanımıştır. Bunlar Danimarka, İrlanda, Hollanda, Almanya, Avusturya, Bohemya, Macaristan, Lehistan, İsveç, İngiltere, Rusya, Kuzey Amerika’dan dokuz eyalet, Kanada, Rodezya, Afrika’nın doğusundaki İngiltere sömürgeleri ve Jamaika’dır.

Bundan sonraki kongre Haziran 1920’de Cenevre’de toplanmış, bu toplantıya Küba, İspanya gibi ülkelerin kadın örgütleri de katılmıştır. Kongre’de Türk kadınlarını Kıbrıslı Mustafa Paşa’nın kızı ve İspanya Elçiliği Müsteşarı Ferruh Niyazi Bey’in eşi Azize Hanım temsil etmiştir. Ahmet Cevdet’in İsviçre’den gönderdiği yazıya göre kongrede konuşmacı Azize Hanım pek çok alkışlanmıştır.[4] Ancak o daha çok Türk kadınlığının çektikleri ve ülkenin bağımsızlığını anlatmıştır.

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kadınlara seçme hakkı ilk kez 15 Kasım 1921’de Köy ve Bucak Yönetimi Kanun Tasarısı görüşülürken ele alınmıştır. Tartışma bucak (nahiye) yönetimi için yapılacak seçimlerde kadınların da hesaba katılıp katılmayacağı konusundadır. Daha çok muhafazakâr tutumlarıyla tanınan ama bazı demokratik istemleri ileri sürmekten de geri kalmayan İkinci Grubu mensup Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey, 20 evli bir köyde üç erkek bulunabileceğini, kalanının kadın olduğunu, bunların genel yaşama katılıp vergi verdiklerini, ancak bu zavallıların birtakım adamların elinde tutsak olduğunu söyleyerek “Şûraya kadınlar da girmelidir.” demiştir (AS: Şura, Nahiye-Köy Yönetim Kurulu). O’nu, radikal mebuslardan Tunalı Hilmi Bey, oturduğu yerden “Yaşa, yaşa!” sesleriyle desteklemiştir. Sözlerini sürdüren Hüseyin Avni Bey, mebuslardan duygusallığa kapılmamalarını, mademki kadınlardan “aşar” (AS: 1/10, ondalık tarım ürünü vergisi, öşür) alınıyor; onların haklarını da vermek gerektiğini, yüzlerce kadının mütegallibe erkeklerin (AS: Haksız ve yolsuz güçle hükmetmeye çalışanlar, zorbalar, derebeyleri, mütegallibeden bir adam..) tutsağı olduğunu,
oysa üç-dört haneye bakan, aile reisi olan kadınlar bulunduğunu anlatarak
“Büyük Millet Meclisi, aile reisi olan kadının seçim hakkını teslim etsin.” demiştir.

Kırşehir Mebusu Müfit Efendi, O’na oturduğu yerden bir sataşmada bulunur:

–  Kaç karın var?

Hüseyin Avni Bey, bu soruya şu anlamlı yanıtı verir:

–  Pek çok anam var!

Balıkesir Mebusu Hasan Basri Çantay O’nunla dalga geçer:

– Hüseyin Avni Bey’in feministliğini tebrik ederim.

Hüseyin Avni Bey’in buna yanıtı ise şöyledir:

– İnsanlığımı tebrik ediniz.

Sıra, Tunalı Hilmi Bey’dedir:

– Şu dakikada Meclis kürsüsünden Türklük ve Müslümanlık âlemine doğru bir ses aksetmiş bulunuyor ki, bu sesi ilk çıkaran Hüseyin Avni Bey’dir. Kendisini tebrik ederim. Bir söz söyledi, bence en ruhlusu o sözdür. Hissiyata kapılmayalım.

Bir mebus “Ne hissiyatı Allah aşkına!” diye seslenince Tunalı Hilmi, Azerbaycan’ın kadınları seçime katmasının Türkiye’ye büyük bir ders olması gerektiğini söyler.
Konya Mebusu Hilmi Bey, Azerbaycan’ın Bolşevik olmasını kast ederek:

– Bizim memleketimize Bolşeviklik girdi mi Hilmi Bey?” diye sataşır. Tunalı Hilmi Bey, bunun Bolşeviklik olmadığını söyler. İslamiyet’in kadına verdiği değerle ilgili olarak
bir ayet okumak isterse de sesi patırtılar ve gürültüler içinde duyulmaz olur.
“Sözlerimi dinleyin” ricası“Neyi dinleyeceğiz” diyerek kesilir. O gene de konuşmakta diretir. Ülkenin Batısında muhtar olan kadınlar bulunduğunu, hadi seçilme hakkının verilmeyişini anladığını ama seçme hakkının neden esirgendiğini sorar.
“Bu teklif zaten kabul edilmeyecektir. Fakat Hüseyin Avni Bey’i tebrik etmek istedim.”  der.

Tartışma gene de son bulmaz. Konya Mebusu Musa Kâzım Efendi, İslam kadınlarının tutsak olmadığını, İslamiyet’in kadınlara Avrupa kadınlarına göre daha büyük tasarruf hakkı verdiğini ileri sürer. Erkekle kadının savaş gibi kimi zorunlu durumlar dışında bir arada bulunmasının caiz olmadığını anlatır. Oturum başkanı konuyu kapatmak istese de Tunalı Hilmi “Reis Bey, İslam kadınları kadı olabilirler. Camilerde vaaz verebilirler”
diye seslenir. Hükümet tasarısında bu konuda bir işaret olmadığı belirtilerek tartışmanın gereksizliği nedeniyle tartışma yeterli görülüp geçilir.[5]

Böylece kadınlara seçme ve seçilme hakkı konusu, gündemden kalkar.
Gerek gezilerindeki konuşmalarda gerekse yabancı gazetecilere verdiği demeçlerde Türk kadınının toplumsal yaşamda  hak ettiği yeri alması gerektiğini savunmuş olan Mustafa Kemal Paşa, bu tartışmalarda taraf olmaz ve seçme ve seçilme hakkı konusunda tutum almaz.

1923’te seçimlerin yenilenmesi kararının alınması üzerine Vakit gazetesinde kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesi konusunda kadınlar arasında bir anket düzenlenir. Bu arada 13 kadın bir girişim kurulu oluşturarak konu üzerinde kamuoyu yapmaya başlar. Bunlar Türk Kadınlar Şûrası‘nı toplamış, ardından Türk Kadınlar Fırkası’nı kurmuşlardır. Ancak hükümet kadınların seçme ve seçilme hakkı olmadığı gerekçesiyle partiyi yasaklayınca Türk Kadın Birliği kurulur. Kadınlar, on yıl boyunca seçme ve seçilme hakkı peşinde koşmuşlardır. Ancak bu birlik de hükümet tarafından kapatılmıştır. [6] Dönemin hükümet etme anlayışı Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın dediği gibi “Memlekete komünizmi getirmek bile icap etse bunu ancak hükümet yapacak”tır. Bütünüyle erkeklerden oluşan Türkiye Büyük Millet Meclisi,
hükümetin isteğiyle kadınlara seçme ve seçilme hakkını ancak 1930’da tanıyacaktır.
O tarihte bu hakkın tanındığı ülke sayısı 25’tir. (12.05.2013)

[1] Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasi Partiler, C. 1, II, Hürriyet Vakfı Yayınları
[2] Vakit, 25, 31 Teşrinievvel, 24 Kânunuevvel 1919,
[3] Yenigün, 2 Kânunuevvel 1919 “Kadın Mebuslar”
[4] İkdam, 15, 16 Haziran 1920
[5] TBMM Zabit Ceridesi, C. 12, 15 Kasım 1921, s. 222-225
[6] Yaprak Zihnioğlu, Kadınsız İnkılâp, 2003, Metis Yayınları

BATI ASYA BİRLİĞİ : 5 Deniz – 5 Ülke…


ULUSAL EĞİTİM DERNEĞİ CUMARTESİ KONFERANSI

BATI ASYA BİRLİĞİ : 5 Deniz – 5 Ülke…

Dostlar,

Öğretmen Dünyası ve Ulusal Eğitim Derneği (biz de üyesiyiz),
geleneksel Cumartesi konferanslarını sürdürüyor.

Belirtmek isteriz ki son derece iyi seçilmiş konuşmacılar ve birikimli izleyici kitlesiyle
çok düzeyli geçiyor bu konferanslar..

Sıcak ve içten bir ortamda..

Çay ikramı bile oluyor!
Konuşmacıya çam sakızı, değerli yayınlarından kitap armağan ediyorlar.
İzleyiciler klasik bir dairenin ortalama büyüklükte salonuna sığdırılacak
sandalye sayısınca. 40-50 dolayında.. Arada ayakta kalan da oluyor.

Bilgisayardan veriyansı (barkovizyon, datashow) ile perdeye
görseller de yansıtılabiliyor. (Önceki Genel Başkan dostumuz Sn. Zeki Sarıhan,
bizim bir görsel konferansımız nedeniyle ricamızı kırmamış, bu donanımı sağlamıştı..)

14:00 – 15:00 arası konuşmacıya süre veriliyor. İzleyen 1 saat ise katkı ve sorular için..

Ardından da Derneğin öbür bölümünde “meraklılar” küçük küme tartışmasını sürdürebiliyorlar.

Öğretmen Dünyası ve Ulusal Eğitim Derneğinin çok sayıda yayınına
bu sevimli mekanda uygun bedellerle erişmek olanaklı.

Bir kocaman (!) eksik var.. Konferansları kamera kaydına alarak sanal ortamda
örn. DVD’ler ile arşivlemek.. Hatta bu DVD’ler satıla da bilir daha sonra..

Yarın, 15.11.14 günü sevgili dostumuz, Tunceli’li hemşehrimiz Mehmet Bedri Gültekin çok önemli, stratejik bir konuyu işleyecek… Duyuru posteri aşağıda..

BATI ASYA BİRLİĞİ : 5 Deniz – 5 Ülke…

İzlenmesini öneririz..

Emek verenlere teşekkürlerimizle.

ULUSAL EĞİTİM DERNEĞİ

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sevgi ve saygıyla.
14.11.2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

Büyük Facia 100. Yılında : HEPİMİZ DAVACI OLMALIYIZ!


Dostlar
,

Birikimli tarih araştırmacısı ve yazarı dostumuz Sn. Zeki Sarıhan, gündem karmaşası içinde gözden kaçan 1. Dünya Paylaşım Savaşını 100. yılında irdeledi. Önemli bilgiler ve önermeler içeriyor.. Bu ağır faturadan emperyalizm sorumlu. Ve biz insanlar birbirimizle uğraşacak yerde asıl hedef olarak insanlık düşmanı emperyalizm ile boğuşmalı ve ondan davacı olmalıyız.

Sevgi ve saygı ile.
6.11.2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=====================================

Büyük Facia 100. Yılında : HEPİMİZ DAVACI OLMALIYIZ!

portresi

 


Zeki Sarıhan

 

 

Türkiye yakın tarihinin en karanlık dört yılı olan 1. Dünya Savaşı’na girişimizin
100. yılını arkamızda bıraktık. Bu savaşın 100. Yıldönümünü ile ilgili birkaç bilimsel toplantı, birkaç kitap ve makale yayımı yapıldı. Belki önümüzdeki iki ay içinde
birkaçı daha yapılacak ama olayı gerektiği kadar önemle ele aldığımız söylenemez.

İlginç bir tarihsel rastlantıdır: Cumhuriyet’in ilan edildiği 29 Ekim 1923’ten 9 yıl önce yani 29 Ekim 1914 günü, “Devlet benim” diye düşünen ve kendini çok kudretli gören bir adam, Enver Paşa, bir emrivaki ile Osmanlı İmparatorluğunu savaşa soktu. O, iradesini Almanlara teslim etmişti. Yanına üç arkadaşını daha alarak Almanlarla gizli bir anlaşma yapmıştı. Ama gerek İttihat Terakki’nin Merkezi Umumisi içinde, gerek yöneticileri arasında böyle bir savaşın devleti felaketin içine atmak olduğunu düşünenler vardı.

1914’te Türkiye yarı sömürge bir ülke, borçlarını ödeyemez durumdaydı.
İmparatorluk, büyük devletlerin çıkar çatışmaları nedeniyle varlığını sürdürebiliyordu.
İki büyük emperyalist grubun dünyayı yeniden paylaşmak için tutuştukları bu savaşta Türkiye’nin izlemesi gereken biricik yol, tarafsız kalarak, ikisinin de düşmanlığını
üzerine çekmemek, onların çekişmelerinden yararlanarak durumunu güçlendirmekti.

29 Ekim’de Cumhuriyetin ilanını, resmi ve özel törenlerle kutladığımız halde, aynı gün 100. yılına geldiğimiz büyük felaketi neredeyse unutmamızın nedeni, tarihten gerekli dersi çıkarmamış olmamızdır. 1. Dünya Savaşı örneğinde savaş siyasetinin millete nelere mal olduğunu öğrenecek bir millet, bir daha böyle serüvenlere kalkışacak olanlara fırsat vermez. Fakat hâlâ hayret edilecek bir tutumla bu savaşa girmemizin zorunlu olduğunu savunanlar vardır! Bu gibiler, ya dışarıya bağlılığın kendileri için getireceği bir yükümlülüğü hesap ederek kendilerini mazur göstermeye çalışacak olanlar, ya da serüven peşinde koşmaya hevesli kişilerdir. Oysa 1939’da patlayan 2. Dünya Savaşı’nda iki blokun da Türkiye’yi kendi yanlarında savaşa sürükleme çabalarına karşılık devlet, Enver Paşa politikalarından çıkardığı dersle bu isteklere
karşı koymasını bilmiş ve Türkiye’yi 2. Büyük Savaş felaketinden korumuşlardır.

MİLLET SAVAŞA NASIL SOKULDU?

İngiliz ve Almanlar dünyanın yeniden paylaşılmasına hazırlanırken Türkiye’ye bu savaşta kendi tarafında yer almasını istediler. Enver Paşa kararını çoktan vermişti. İngilizlerin “Tarafsız kalın toprak bütünlüğünüzü garanti edelim.” önerisini kabul etmedi. İngiliz donanmasının sıkıştırdığı iki Alman savaş gemisinin Çanakkale Boğazından geçip İstanbul’a gelmesinden sonra bile devletin bu savaşa katılıp katılmaması tartışılmaktaydı. Enver Paşa ise çoktan kararını vermişti. Amiral Suşon’a şu emri verdi:

“Bütün filo Karadeniz’de manevra yapmalıdır. Müsait bulunduğunuz anda Rus filosuna hücum ediniz. Muhasemata başlamazdan evvel, bu sabah size verdiğim gizli emri açınız.” Gizli emirde ise şöyle yazmaktadır:

“Rus filosunu arayınız ve nerede bulursanız harp ilan etmeksizin hücum ediniz.”

Filoya bu emri neden Almanlar değil de Enver Paşa vermiştir? Nedeni, Enver Paşa’nın ölmesi veya yenilmesi halinde iş başındakilerin “Biz savaşa girmeyi kendiliğimizden istemedik. Haberimiz yok iken Almanlar bizi sürüklediler ve bir şey yapamadık.” demelerinin önünü kesmektir. Bu emir gereğince 27 Ekim’de Karadeniz’e açılan filo,
29 Ekim günü Sivastopol’ü topa tutar. Bu baskının amacı, “Ruslar Karadeniz’de gemilerimize saldırdı.” biçiminde açıklanacak ve böylece savaşa girmek istemeyen bakanları da bir emrivaki karşısında bırakmaktır. Bunun üzerine Ruslar Doğu Anadolu’dan Osmanlı topraklarına girerler. [1]

Mustafa Kemal Paşa, 1 Aralık 1921’de Meclis’te yaptığı konuşmada,

Milleti bugün idam sehpasında bulunduran fiillerin ve hareketlerin kaynağı hayaldir, hissiyattır.” diyerek 1. Dünya Savaşı’na girişin bu hissiyatın ta kendisi olduğunu söylemiştir. Kendi siyasetlerini bununla karşılaştırarak şunları söylemiştik:

“Büyük hayaller peşinden koşan, yapamayacağımız şeyleri yapar gibi görünen sahtekâr insanlardan değiliz.” 

Mustafa Kemal Paşa’ya göre, büyük ve hayali şeyleri yapmadan yapmış gibi görünmenin bütün dünyanın düşmanlığı, kini ve garazı bu memleket ve
bu millet üzerine çekilmiştir. [2]

SAVAŞIN MALİYETİ KORKUNÇ

Savaş, bütün taraflar için büyük felaketlere neden oldu. Bu savaşta Rusya 4.700.000, Almanya-Avusturya-Macaristan bloğu 2.700.000, Fransa 1. 840.000,
Sırbistan 1.330.000, İngiltere 1.000.000, Romanya 360.000, İtalya 880.000,
Belçika 100.000 insan yitirmiştir. Bunların toplamı 15.130.000 kişi tutuyor.[3]

Yenigün gazetesinin verdiği rakamlara göre Harbiumumi’deki kayıplar “Müthiş bir yekûn” tutmaktadır. Bu savaşta 10 milyon kişi ölmüş, 14 milyon kişi yaralanmış,
6 milyon kişi ağır hasta olmuş, 6 milyon kişi kaybolmuştur. Bunların toplamı
36 milyon kişidir. Maddi kayıpların toplamı ise 2 milyar 700 milyon altındır. [4]

Türkiye’nin bu savaştaki yitiklerine ilişkin rakamlar da Millî Mücadele yıllarında verilmekteydi. Dersaadet gazetesi savaştan önceki 34 milyon nüfusun 13 milyona indiğini, savaş giderlerinin ise 146.284.227 lirayı bulduğunu yazmıştır.[5]

İkdam, “Harbiumumi’ye dair siyah liste” başlığı ile verdiği haberde 2.850.000’e ulaşan Osmanlı ordusundan bir milyonunun mahvolduğunu yazmıştır. [6]

17 Şubat 1922 tarihli Osmanlı ordusunun sıhhiye tebliği yayımlanmıştır.
Buna göre 501.000 Osmanlı askeri ölmüştür. [7]

Osmanlı ordusunun savaşta askeri durumuyla ilgili istatistik çalışmaları
Büyük Taarruz’dan 14 gün önce sonuçlanabilmiştir. Buna göre seferberlik başlangıcında ordu mevcudu 150.000 kişidir. Seferberlik ilan edildikten sonra 1.920.000 kişi toplanmıştır. Savaş sırasında en yüksek mevcut 2.850.000’e çıkmıştır.

Asker ve subay olarak adları belli şehitlerin sayısı 50.000’dir. 35 bin kişi de savaşta aldığı yaralar sonucunda ölmüştür. Hastalıktan yaşamını yitirenlerin sayısı 240.000’dir. Adları belirlenememiş şehitlerin sayısı ise 325.000’dir. Savaşta 400.000 kişi yaralanmıştır. Yitik, tutsak, hasta ve kaça (firar) toplamı 1.065.000 kişidir. Ateşkes başlangıcında bu ordudan devletin elinde yalnız 560.000 kişi kalmış bulunuyordu.

1922 Ağustosunda işgal altında bulunan Trakya ve İzmir dışında, 1. Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin yitirdiği toprakların yüzölçümü 1.600.000 km2’dir.[8]

Türkiye’nin 1. Dünya Savaşı’ndaki yitikleri ise Tevhidiefkâr gazetesi tarafından
“dehşet” olarak nitelenmektedir. Gazetenin verdiği rakamlar şöyledir:

Yaralananları ve hastalananların toplamı 3.059.200, bunlardan tedavi edilenlerin toplamı 2.107.841, şehitlerin ve hastanede ölenlerin toplamı 501.091.
Engelli kalanların sayısı 891.364. [9]

HEPİMİZ DAVACIYIZ

1. Dünya Savaşı, büyük bir yenilginin acısından ve Türk nüfusun mahvından başka, ülkede yaşayan azınlıkların da büyük acılar yaşamasına neden olmuştur. Şimdi Türkiye 1915 Ermeni Tehcirinin 100 yılına hazırlanmaktadır. Türklerin Ermenileri, Ermenilerin de Türkleri suçlaması sürecektir.

  • Oysa hepimizin dünyaya egemen olmak için milliyetleri birbirine düşüren emperyalizmin yakasına yapışmamız ve ondan davacı olmamız gerekiyor.

Birkaç yıl önce yayımlanan bir araştırma, Ermeni tehcirinin Almanların bir projesi olduğunu kuşkuya yer bırakmayacak kesinlikle anlatıyor.[10] Musul ve Konya Valilikleri sırasında Ermenileri göç ettirmediği için görevden alınan Mehmet Celal Bey
daha 1918’de şöyle yazıyordu:

“Hepimizin mağduru felaketi bir. Binaenaleyh Türkler de, Araplar da, Ermeniler gibi davacıyız. Biz de adalet istiyoruz. Birbirimizde kusur bulmaktan ise el ele verip medeniyet dünyasında adalete el uzatmak ve yüzyıllardan beri kardeşçe yaşamış olan Arapları, Türkleri ve Ermenileri bu duruma getirenlerin cezasını istemek ve henüz vakit geçmemiş ise bundan böyle yine kardeşçe yaşamaya çalışmak pek uygun olur.”[11] (3 Kasım 2014)

[1] Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, C. III, 1914–1918 Genel Savaş, Kısım 1, Türk Tarih Kurumu, 1991, s. 229 ve devamı.
[2] Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt 12, İstanbul, 2003, Kaynak Yayınları, s. 123, 124.
[3] Hâkimiyeti Milliye, 20 Mart 1921.
[4] Yenigün, 29 Aralık 1921; Açıksöz 3 Ocak 1922.
[5] Dersaadet, 29 Temmuz 1920.
[6] İkdam, 15 Şubat 1922.
[7] İkdam, 17 Şubat 1922; Açıksöz, 22 Şubat 1922.
[8] Akşam, 12 Ağustos 1922.
[9] Tevhidiefkâr, 15 Aralık 1921.
[10] Hüseyin Hasançebi, Osmanlı Ermeni Olayı,Sahne-i Facia, İstanbul, 2010,
Pencere Yayınları,
[11] Vakit, 13 Aralık 1918, Radikal 26-7.4.2014

CUMHURBAŞKANI DEDİĞİN BÖYLE OLMALI


Dostlar
,

Değerli arkadaşımız Sn. Zeki Sarıhan, yakın tarihimize ışık tutan değerli yazılar yazmakta.

Yukarıdaki de bunlardan biri..

Ancak Sn. Sezer’in 10. CB olarak görevini tamamladıktan sonra 7 yıldır neden
hiç ağzını açmadığını anlamış değiliz.. Türkiye bunca badire içinde iken,
bir eski CB’nın bu katı ve sürgit suskunluğu hangi gerekçenin arkasında
savunulabilir ki??

Yine de kendisine yaptıkları için çok teşekkür borçluyuz.
Özellikle, AKP iktidarını ve RTE’yi 5 yıl dolayında önemli ölçüde frenlediği için..

Sevgi ve saygıyla.
11.8.2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net 

=============================================

CUMHURBAŞKANI DEDİĞİN BÖYLE OLMALI

portresi

 

 

Zeki Sarıhan

 

Öğretmen Dünyası Dergisi öncülüğünde millî ve halkçı eğitim isteklerimizi geniş kitlelere mal etmek ve en geniş kesimle ortak hareket etmek için 1996’da Eğitim Hakkını Savunma Komitesi kuruldu. Önce eğitim örgütleriyle sınırlı olan komite zamanla genişledi ve halk örgütlerinin desteğiyle yabancı dille eğitim ve paralı eğitim
başta olmak üzere çeşi
tli kampanyalar yürüttü.

73 kuruluş adına Komitenin yürütme kurulu ve destekçilerinden kimi aydınlarla 3 Ekim 2000’de Çankaya Köşkü‘ne gittik. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, bizi her zamanki inceliğiyle karşıladı. İsteklerimizi
dört madde olarak kaleme de almıştık. Bunları tek tek anlattık ve desteğini istedik.

Sayın Cumhurbaşkanı, hiçbir tereddüde yer bırakmayacak biçimde ve açıkça bu isteklerimizi desteklediğini söyledi.

Dedi ki:

 

  • “Eğitim yabancı dille yapılamaz. Eğitim parasız olmalıdır.
    Bazı bankalarda yapılan yolsuzluklar eğitime ve tarıma aktarılsaydı bugün daha iyi bir durumda olacaktık.
    Özel vakıf üniversitelerine karşıyım. 1980 öncesinde
    bunlar Anayasaya aykırı bulunarak kapatıldı.
    Millî eğitimde laiklik ilkesine titizlikle uyulmalıdır.”


Böyle bir demeci, başka hangi cumhurbaşkanından alabilirdik?
Hepimiz çok memnunduk. İşte milletin cumhurbaşkanı böyle olmalıydı.
Bu görüşmeyi yayımlama izni istedik. Kabul etti.
Mücadelemizde devletin en yüksek makamından destek almıştık. 

Ayılmadan önce, kendisine 80 kuruluşun imzası bulunan “Yabancı Dille Öğretime Hayır” bildirisini, yüzlerce kitle örgütünün ve aydınının imzasını taşıyan “Paralı Eğitime Hayır” kitapçığını, Prof. Dr. Aydın Köksal’ın “Türkiye’nin Büyük Yanılgısı Yabancı Dille Öğretim” kitabını,
Öğretmen Dünyası ve Abece dergisinin yayınlarını, öğretmen olan eşine vermesi için Sıdıka Avar’ın Dağ Çiçeklerim kitabını sunduk.

Görüşmenin özetini Öğretmen Dünyası’nın Kasım 2000 sayısında da yayımladık.

Aylar sonra, bu görüşmeyi haber alan büyük bir gazetenin eğitim muhabiri, Cumhurbaşkanının yabancı dille öğretim konusunda yanıldığını (danışmanlarının kendisini yanılttığını!) yazdı. Bu ünlü muhabir, özel okulculuğun hararetli bir savunucusu idi! Çok geçmeden MİT’in talimatıyla Ankara emniyetindeki bir grup harekete geçti. Eğitim Hakkını Savunma Komitesi’nin yasa dışı bir örgütlenme olduğunu ileri sürerek Komiteyi destekleyen hemen bütün sendika ve dernekler hakkında soruşturma başlattı. Yöneticilerinin ifadelerini aldı ve bir bölümüne para cezası verdi.

Oysa sendikalar arasında bunun gibi platformlar vardı ve bu nedenle suçlanmıyorlardı. İçişleri Bakanı Sadettin Tantan böyle bir soruşturmadan haberi olmadığını söyledi. Fakat bunu önleyemedi! Polisin “Siz Zeki Sarıhan’ın kim olduğunu biliyor musunuz?” gibi korkutmaları sonucunda kimi kitle örgütlerinin yöneticileri Komiteyi desteklemekten vazgeçtiklerini bildirdiler. Bu operasyon aynı zamanda ve herhalde, esas olarak Sezer’e karşı yapılmıştır.

Komite yürütme kurulu, 2003’te kendisini feshederek bunun yerine çeşitli kitle örgütlerinden katılan 43 eğitimciyle Ulusal Eğitim Derneği kuruldu.

Çankaya Köşkü’nde yapılan görüşmenin bende bıraktığı izlenim şudur:

“Bir cumhurbaşkanı işte böyle olmalıdır.”

CUMHURBAŞKANI DEDİĞİN BÖYLE OLMALI</p>
<p>Zeki Sarıhan</p>
<p>Öğretmen Dünyası Dergisi öncülüğünde millî ve halkçı eğitim isteklerimizi geniş kitlelere mal etmek ve en geniş kesimle ortak hareket etmek için 1996’da Eğitim Hakkını Savunma Komitesi kuruldu. Önce eğitim örgütleriyle sınırlı olan komite zamanla genişledi ve halk örgütlerinin desteğiyle yabancı dille eğitim ve paralı eğitim başta olmak üzere  çeşitli kampanyalar yürüttü.</p>
<p>73 kuruluş adına Komitenin yürütme kurulu ve destekçilerinden bazı aydınlarla 3 Ekim 2000 tarihinde Çankaya köşküne gittik. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, bizi her zamanki inceliğiyle karşıladı. İsteklerimizi  dört madde halinde kaleme de almıştık. Bunları tek tek anlattık  ve desteğini istedik.</p>
<p>Sayın Cumhurbaşkanı, hiçbir tereddüde yer bırakmayacak biçimde ve açıkça bu isteklerimizi desteklediğini söyledi.</p>
<p>Dedi ki:</p>
<p>“Eğitim yabancı dille yapılamaz. Eğitim parasız olmalıdır. Bazı bankalarda yapılan yolsuzluklar eğitime ve tarıma aktarılsaydı bugün daha iyi bir durumda olacaktık. Özel vakıf üniversitelerine karşıyım. 1980 öncesinde bunlar anayasaya aykırı bulunarak kapatıldı. Millî eğitimde laiklik ilkesine titizlikle uyulmalıdır.”</p>
<p>Böyle bir demeci, başka hangi cumhurbaşkanından alabilirdik? Hepimiz çok memnunduk. İşte milletin cumhurbaşkanı böyle olmalıydı. Bu görüşmeyi yayımlama izni istedik. Kabul etti. Mücadelemizde devletin en yüksek makamından destek almıştık. </p>
<p>Ayılmadan önce, kendisine 80 kuruluşun imzası bulunan “Yabancı Dille Öğretime Hayır” bildirisini, yüzlerce kitle örgütünün ve aydınının imzasını taşıyan “Paralı Eğitime Hayır” kitapçığını, Prof. Dr. Aydın Köksal’ın “Türkiye’nin Büyük Yanılgısı Yabancı Dille Öğretim” kitabını, Öğretmen Dünyası ve Abece dergisinin yayınlarını,  öğretmen olan eşine vermesi için Sıdıka Avar’ın Dağ Çiçeklerim kitabını sunduk.</p>
<p>Görüşmenin özetini Öğretmen Dünyası’nın Kasım 2000 tarihli sayısında da yayımladık.</p>
<p>Aylar sonra, bu görüşmeyi haber alan büyük bir gazetenin  eğitim muhabiri, Cumhurbaşkanının yabancı dille öğretim konusunda yanıldığını (danışmanlarının kendisini yanılttığını!) yazdı. Bu ünlü muhabir, özel okulculuğun hararetli bir savunucusu idi! Çok geçmeden MİT'in talimatıyla Ankara emniyetindeki bir grup harekete geçti. Eğitim Hakkını Savunma Komitesi’nin yasa dışı bir örgütlenme olduğunu ileri sürerek komiteyi destekleyen hemen bütün sendika ve dernekler hakkında soruşturma başlattı. Yöneticilerinin ifadelerini aldı ve bir kısmına para cezası verdi. Oysa sendikalar arasında bunun gibi platformlar vardı ve bu nedenle suçlanmıyorlardı. İçişleri Bakanı Sadettin Tantan böyle bir soruşturmadan haberi olmadığını söyledi. Fakat  bunu önleyemedi! Polisin "Siz Zeki Sarıhan'ın kim olduğunu biliyor musunuz?" gibi korkutmaları sonucunda bazı kitle örgütlerinin yöneticileri komiteyi desteklemekten vazgeçtiklerini bildirdiler.</p>
<p>Komite yürütme kurulu, 2003’te kendisini feshederek bunun yerine çeşitli kitle örgütlerinden katılan 43 eğitimciyle  Ulusal Eğitim Derneği’ kuruldu.</p>
<p>Çankaya Köşkü’nde yapılan görüşmenin bende bıraktığı izlenim şudur: Bir cumhurbaşkanı işte böyle olmalıdır.</p>
<p>Cumhurbaşkanlığı Basın Merkezi’nin daha sonra gönderdiği fotoğrafındakiler soldan sağa:<br />
Ülker Özer (Eğit-Der), Talip Apaydın, Yusuf İpekli (Aydos Vakfı), Şahver Karasüleymanoğlu (Ankara Halkla İlişkiler Derneği), Zeki Sarıhan (Komite başkanı, Öğretmen Dünyası), Prof. Dr. Sina Akşin, Cumhurbaşkanı A. Necdet Sezer, Göksel Olcaytu (Cumhuriyet Kadınları Derneği), Feyziye Yalçın (Bilim ve Ütopya), Prof. Dr. Cahit Kavcar, Bahtiyar Aksu (Kız Teknik Öğretmenler Derneği), Prof. Dr. İ. Ethem Başaran, Ali Dündar (Dil Derneği)</p>
<p>(Bu yazı, 10 Ağustos 2014 Pazar günü cumhurbaşkanlığı seçim sonuçlarını beklerken yazılmıştır!)

Cumhurbaşkanlığı Basın Merkezi’nin daha sonra gönderdiği fotoğraftakiler soldan sağa:
Ülker Özer (Eğit-Der), Talip Apaydın, Yusuf İpekli (Aydos Vakfı),
Şahver Karasüleymanoğlu (Ankara Halkla İlişkiler Derneği), Zeki Sarıhan (Komite başkanı, Öğretmen Dünyası), Prof. Dr. Sina Akşin, Cumhurbaşkanı A. Necdet Sezer, Göksel Olcaytu (Cumhuriyet Kadınları Derneği), Feyziye Yalçın (Bilim ve Ütopya), Prof. Dr. Cahit Kavcar, Bahtiyar Aksu (Kız Teknik Öğretmenler Derneği), Prof. Dr. İ. Ethem Başaran, Ali Dündar (Dil Derneği)

(Bu yazı, 10 Ağustos 2014 Pazar günü cumhurbaşkanı seçim sonuçlarını beklerken yazılmıştır!)

‘Türkiye halkını bekleyen büyük tehlike’


Dostlar,

Yurt Gazetesi yazarlarından Sayın Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, bu gün,
10 Ağustos 2014 günlü yazısında

‘Türkiye halkını bekleyen büyük tehlike’

başlığını kullandı.

Değerli dostumuz, bu sitede pek çok yazısını paylaştığımız Sayın Zeki SARIHAN‘ın makalesine ayırmış tüm köşesini..

12. Cumhurbaşkanı / Yarı Başkanı seçimini R.T. Erdoğan kazanmış görünüyor.
Oldukça düşük bir katılım ile (3/4 dolayında) 19+ milyon kadar oyla, yani toplam seçmen sayısının 1/3’ü ile… Seçime katılmayan 1/4’ün sayısından birkaç milyon fazlasıyla ve % 51+ gibi kritik bir oyla..

Böylelikle, Sayın Zeki Sarıhan’ın makalesinde yaptığı kritik saptamaya göre;

  • “…Fakat bugün koskoca bir millet, geliyorum diyen yeni diktatörlüğü önlemekte âdeta aciz durumdadır.”

öngörüsü gerçekleşmiştir..

“Birleşe birleşe kazanma” olanağı kullanıl(a)mamıştır.

  • Her 4 seçmenden 1’i sandığa gitmemiştir!

Oysa bu seçmenler RTE’ye oy vermeyi düşünmeyen yurttaşlardır.
Önlerine getirilen “çatı adayı”na protestodur davranışları.

Bu yurttaşlarımız, seçimi boykot ederek RTE’nin “tek adam diktatörlüğünün
yolunu açmışlardır bir anlamda..

Bu aşamada ülkemize “hayırlı olsun” demekten başka ne söylenebilir ki??

Lütfen siz de okur musunuz aşağıdaki önemli makaleyi ??

Ve üzerinde derin derin düşünür müsünüz, bundan sonrasını;
“halkı nasıl kazanacağımızı”??

Sevgi ve saygıyla.
10.8.2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net 

===================================================

‘Türkiye halkını bekleyen büyük tehlike’

'Türkiye halkını bekleyen büyük tehlike'

Yaşar Nuri Öztürk

info@yasarnuri.com 
10 Ağustos 2014, 10:29
YURT Gazetesi

Yakın tarih araştırmalarıyla tanıdığımız Zeki Sarıhan, dikkatle okunması gereken bir yazı yazmış ve bize de göndermiş. Bu çok önemli yazıyı kısmen özetleyerek aktarıyorum:

10 Ağustos 2014 cumhurbaşkanlığı seçimleriyle Türkiye, büyük bir tehlikenin ağzındadır. Ya çoğunluğun sağduyusuyla bu tehlikeyi atlatacak, ya da gene çoğunluğun oyları ile bir diktatörlüğün pençesine düşecektir.”

“Diktatörlük sözcüğü kötü bir durumu çağrıştırsa da onun herkes için ifade ettiği şey farklıdır. Örneğin halk kitleleri uyansalar, örgütlenseler, mücadele etseler ve iktidarı
ele geçirseler, sonra da bin yıllardır kendilerini aşağılayan, sömüren, zulüm yapan sınıflara karşı diktatörlük yapsalar insanlık için ne kadar mutlu bir sonuç doğardı!
Onlara karşı böyle bir diktatörlük, halk için en geniş demokrasiden başka bir şey değildir.

“İster laik, dinci veya faşist olsun, Doğu veya Batı kültürünü benimsemiş olsun, hâkim sınıfların diktatörlüğü kendileri için bir cennet, halk için ise bir cehennemdir. Böyle bir rejimde iktidar sahipleri yiyecekler, içecekler, çalacaklar, çırpacaklar, her şeyin sahibi ve hâkimi olacaklar fakat kimse kendilerinden hesap soramayacaktır. Kanun devletinin yerini muktedirin iradesi almıştır. O ne derse odur! Ayakta kalmak için kendi çevresini beslemeyi, onlara makam ve mevki vermeyi de ihmal etmeyecektir.”

“Türkiye şimdi böyle bir tehlikeye doğru adım adım yaklaşıyor!”

“Türkiye halkının 150 yıldır örgütlenerek, zaman zaman gösteriler yaparak, hatta ayaklanarak geliştirdiği bir demokrasi kültürü de var. Fakat bugün koskoca bir millet, geliyorum diyen yeni diktatörlüğü önlemekte âdeta aciz durumdadır.”

“Eskiden diktatörlükler, askerî darbe ile gelirdi.  Asker ve polis gücüyle ayakta dururdu. Sonra milletin sesli veya sessiz muhalefetine dayanamaz, zulüm makinelerini yavaşlatır, anayasal düzene dönerdi. Diktatörlüğü önleyecek olanın serbest seçimler olduğuna inanılırdı. Şimdi ise bu şablon işlemez haldedir. Diktatörlük sandıkla kurulmaktadır!”

“Şimdi, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde diktatör olma hevesini açıkça ortaya koymuş bulunan bir adaya oy vermeye hazırlanan bir kitle, kendi lehine gördüğü istikrarın devamı için onun yolsuzluklarını göz ardı etmekte ve tek adam olma isteklerine de tahammül göstermektedir.”

“Türkiye’yi bekleyen tehlike, ekonomik refahın halk kitlelerine doğru yaygınlaşmasına dayanarak, bu kitlelerin oyunun bir gerici mezhep diktatörlüğüne çevrilmesidir. Başbakan, bunu milleti yoklaya yoklaya, adım adım ve her türlü imkânı kullanarak gerçekleştirmeye çalışıyor. Zira yolsuzlukların hesabını vermekten kurtulması için bundan başka bir yolu da yoktur. Söylemine bakılırsa o, gemileri yakmıştır. İktidarını korumak için yapamayacağı bir şeyin olmadığı da anlaşılıyor. Buna bir iç savaş ve daha önce niyetlendiği gibi komşularla savaşa tutuşmak da dahildir.”

Tayyip Erdoğan’ın dinci faşist diktatörlük heveslerine son verecek olan politika, bütün iktidarın ve bütün servetlerin halka ait olduğunu ilan etmekten başka bir şey değildir. Ayrıntılarla oyalanmaya yer yoktur. O’nun kendi davası için gösterdiği cüreti, inadı, aldatmaları, halk kitleleri için cesarete, kararlılığa ve taktiklere dökmekten, kısacası halkı kazanmaktan başka çare yoktur.”