Etiket arşivi: İSTİKLAL MARŞI VE MEHMET AKİF HAKKINDA VATAN TÜRKÜSÜ Zeki Sarıhan Türkiye’nin yoğun gündemi nedeniyle İstiklal Marşı’nın kabul edilişinin 93. yılı gölgede kaldı. Bu marş hakkında bazı ana noktaları sı

CUMHURBAŞKANI DEDİĞİN BÖYLE OLMALI


Dostlar
,

Değerli arkadaşımız Sn. Zeki Sarıhan, yakın tarihimize ışık tutan değerli yazılar yazmakta.

Yukarıdaki de bunlardan biri..

Ancak Sn. Sezer’in 10. CB olarak görevini tamamladıktan sonra 7 yıldır neden
hiç ağzını açmadığını anlamış değiliz.. Türkiye bunca badire içinde iken,
bir eski CB’nın bu katı ve sürgit suskunluğu hangi gerekçenin arkasında
savunulabilir ki??

Yine de kendisine yaptıkları için çok teşekkür borçluyuz.
Özellikle, AKP iktidarını ve RTE’yi 5 yıl dolayında önemli ölçüde frenlediği için..

Sevgi ve saygıyla.
11.8.2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net 

=============================================

CUMHURBAŞKANI DEDİĞİN BÖYLE OLMALI

portresi

 

 

Zeki Sarıhan

 

Öğretmen Dünyası Dergisi öncülüğünde millî ve halkçı eğitim isteklerimizi geniş kitlelere mal etmek ve en geniş kesimle ortak hareket etmek için 1996’da Eğitim Hakkını Savunma Komitesi kuruldu. Önce eğitim örgütleriyle sınırlı olan komite zamanla genişledi ve halk örgütlerinin desteğiyle yabancı dille eğitim ve paralı eğitim
başta olmak üzere çeşi
tli kampanyalar yürüttü.

73 kuruluş adına Komitenin yürütme kurulu ve destekçilerinden kimi aydınlarla 3 Ekim 2000’de Çankaya Köşkü‘ne gittik. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, bizi her zamanki inceliğiyle karşıladı. İsteklerimizi
dört madde olarak kaleme de almıştık. Bunları tek tek anlattık ve desteğini istedik.

Sayın Cumhurbaşkanı, hiçbir tereddüde yer bırakmayacak biçimde ve açıkça bu isteklerimizi desteklediğini söyledi.

Dedi ki:

 

  • “Eğitim yabancı dille yapılamaz. Eğitim parasız olmalıdır.
    Bazı bankalarda yapılan yolsuzluklar eğitime ve tarıma aktarılsaydı bugün daha iyi bir durumda olacaktık.
    Özel vakıf üniversitelerine karşıyım. 1980 öncesinde
    bunlar Anayasaya aykırı bulunarak kapatıldı.
    Millî eğitimde laiklik ilkesine titizlikle uyulmalıdır.”


Böyle bir demeci, başka hangi cumhurbaşkanından alabilirdik?
Hepimiz çok memnunduk. İşte milletin cumhurbaşkanı böyle olmalıydı.
Bu görüşmeyi yayımlama izni istedik. Kabul etti.
Mücadelemizde devletin en yüksek makamından destek almıştık. 

Ayılmadan önce, kendisine 80 kuruluşun imzası bulunan “Yabancı Dille Öğretime Hayır” bildirisini, yüzlerce kitle örgütünün ve aydınının imzasını taşıyan “Paralı Eğitime Hayır” kitapçığını, Prof. Dr. Aydın Köksal’ın “Türkiye’nin Büyük Yanılgısı Yabancı Dille Öğretim” kitabını,
Öğretmen Dünyası ve Abece dergisinin yayınlarını, öğretmen olan eşine vermesi için Sıdıka Avar’ın Dağ Çiçeklerim kitabını sunduk.

Görüşmenin özetini Öğretmen Dünyası’nın Kasım 2000 sayısında da yayımladık.

Aylar sonra, bu görüşmeyi haber alan büyük bir gazetenin eğitim muhabiri, Cumhurbaşkanının yabancı dille öğretim konusunda yanıldığını (danışmanlarının kendisini yanılttığını!) yazdı. Bu ünlü muhabir, özel okulculuğun hararetli bir savunucusu idi! Çok geçmeden MİT’in talimatıyla Ankara emniyetindeki bir grup harekete geçti. Eğitim Hakkını Savunma Komitesi’nin yasa dışı bir örgütlenme olduğunu ileri sürerek Komiteyi destekleyen hemen bütün sendika ve dernekler hakkında soruşturma başlattı. Yöneticilerinin ifadelerini aldı ve bir bölümüne para cezası verdi.

Oysa sendikalar arasında bunun gibi platformlar vardı ve bu nedenle suçlanmıyorlardı. İçişleri Bakanı Sadettin Tantan böyle bir soruşturmadan haberi olmadığını söyledi. Fakat bunu önleyemedi! Polisin “Siz Zeki Sarıhan’ın kim olduğunu biliyor musunuz?” gibi korkutmaları sonucunda kimi kitle örgütlerinin yöneticileri Komiteyi desteklemekten vazgeçtiklerini bildirdiler. Bu operasyon aynı zamanda ve herhalde, esas olarak Sezer’e karşı yapılmıştır.

Komite yürütme kurulu, 2003’te kendisini feshederek bunun yerine çeşitli kitle örgütlerinden katılan 43 eğitimciyle Ulusal Eğitim Derneği kuruldu.

Çankaya Köşkü’nde yapılan görüşmenin bende bıraktığı izlenim şudur:

“Bir cumhurbaşkanı işte böyle olmalıdır.”

CUMHURBAŞKANI DEDİĞİN BÖYLE OLMALI</p>
<p>Zeki Sarıhan</p>
<p>Öğretmen Dünyası Dergisi öncülüğünde millî ve halkçı eğitim isteklerimizi geniş kitlelere mal etmek ve en geniş kesimle ortak hareket etmek için 1996’da Eğitim Hakkını Savunma Komitesi kuruldu. Önce eğitim örgütleriyle sınırlı olan komite zamanla genişledi ve halk örgütlerinin desteğiyle yabancı dille eğitim ve paralı eğitim başta olmak üzere  çeşitli kampanyalar yürüttü.</p>
<p>73 kuruluş adına Komitenin yürütme kurulu ve destekçilerinden bazı aydınlarla 3 Ekim 2000 tarihinde Çankaya köşküne gittik. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, bizi her zamanki inceliğiyle karşıladı. İsteklerimizi  dört madde halinde kaleme de almıştık. Bunları tek tek anlattık  ve desteğini istedik.</p>
<p>Sayın Cumhurbaşkanı, hiçbir tereddüde yer bırakmayacak biçimde ve açıkça bu isteklerimizi desteklediğini söyledi.</p>
<p>Dedi ki:</p>
<p>“Eğitim yabancı dille yapılamaz. Eğitim parasız olmalıdır. Bazı bankalarda yapılan yolsuzluklar eğitime ve tarıma aktarılsaydı bugün daha iyi bir durumda olacaktık. Özel vakıf üniversitelerine karşıyım. 1980 öncesinde bunlar anayasaya aykırı bulunarak kapatıldı. Millî eğitimde laiklik ilkesine titizlikle uyulmalıdır.”</p>
<p>Böyle bir demeci, başka hangi cumhurbaşkanından alabilirdik? Hepimiz çok memnunduk. İşte milletin cumhurbaşkanı böyle olmalıydı. Bu görüşmeyi yayımlama izni istedik. Kabul etti. Mücadelemizde devletin en yüksek makamından destek almıştık. </p>
<p>Ayılmadan önce, kendisine 80 kuruluşun imzası bulunan “Yabancı Dille Öğretime Hayır” bildirisini, yüzlerce kitle örgütünün ve aydınının imzasını taşıyan “Paralı Eğitime Hayır” kitapçığını, Prof. Dr. Aydın Köksal’ın “Türkiye’nin Büyük Yanılgısı Yabancı Dille Öğretim” kitabını, Öğretmen Dünyası ve Abece dergisinin yayınlarını,  öğretmen olan eşine vermesi için Sıdıka Avar’ın Dağ Çiçeklerim kitabını sunduk.</p>
<p>Görüşmenin özetini Öğretmen Dünyası’nın Kasım 2000 tarihli sayısında da yayımladık.</p>
<p>Aylar sonra, bu görüşmeyi haber alan büyük bir gazetenin  eğitim muhabiri, Cumhurbaşkanının yabancı dille öğretim konusunda yanıldığını (danışmanlarının kendisini yanılttığını!) yazdı. Bu ünlü muhabir, özel okulculuğun hararetli bir savunucusu idi! Çok geçmeden MİT'in talimatıyla Ankara emniyetindeki bir grup harekete geçti. Eğitim Hakkını Savunma Komitesi’nin yasa dışı bir örgütlenme olduğunu ileri sürerek komiteyi destekleyen hemen bütün sendika ve dernekler hakkında soruşturma başlattı. Yöneticilerinin ifadelerini aldı ve bir kısmına para cezası verdi. Oysa sendikalar arasında bunun gibi platformlar vardı ve bu nedenle suçlanmıyorlardı. İçişleri Bakanı Sadettin Tantan böyle bir soruşturmadan haberi olmadığını söyledi. Fakat  bunu önleyemedi! Polisin "Siz Zeki Sarıhan'ın kim olduğunu biliyor musunuz?" gibi korkutmaları sonucunda bazı kitle örgütlerinin yöneticileri komiteyi desteklemekten vazgeçtiklerini bildirdiler.</p>
<p>Komite yürütme kurulu, 2003’te kendisini feshederek bunun yerine çeşitli kitle örgütlerinden katılan 43 eğitimciyle  Ulusal Eğitim Derneği’ kuruldu.</p>
<p>Çankaya Köşkü’nde yapılan görüşmenin bende bıraktığı izlenim şudur: Bir cumhurbaşkanı işte böyle olmalıdır.</p>
<p>Cumhurbaşkanlığı Basın Merkezi’nin daha sonra gönderdiği fotoğrafındakiler soldan sağa:<br />
Ülker Özer (Eğit-Der), Talip Apaydın, Yusuf İpekli (Aydos Vakfı), Şahver Karasüleymanoğlu (Ankara Halkla İlişkiler Derneği), Zeki Sarıhan (Komite başkanı, Öğretmen Dünyası), Prof. Dr. Sina Akşin, Cumhurbaşkanı A. Necdet Sezer, Göksel Olcaytu (Cumhuriyet Kadınları Derneği), Feyziye Yalçın (Bilim ve Ütopya), Prof. Dr. Cahit Kavcar, Bahtiyar Aksu (Kız Teknik Öğretmenler Derneği), Prof. Dr. İ. Ethem Başaran, Ali Dündar (Dil Derneği)</p>
<p>(Bu yazı, 10 Ağustos 2014 Pazar günü cumhurbaşkanlığı seçim sonuçlarını beklerken yazılmıştır!)

Cumhurbaşkanlığı Basın Merkezi’nin daha sonra gönderdiği fotoğraftakiler soldan sağa:
Ülker Özer (Eğit-Der), Talip Apaydın, Yusuf İpekli (Aydos Vakfı),
Şahver Karasüleymanoğlu (Ankara Halkla İlişkiler Derneği), Zeki Sarıhan (Komite başkanı, Öğretmen Dünyası), Prof. Dr. Sina Akşin, Cumhurbaşkanı A. Necdet Sezer, Göksel Olcaytu (Cumhuriyet Kadınları Derneği), Feyziye Yalçın (Bilim ve Ütopya), Prof. Dr. Cahit Kavcar, Bahtiyar Aksu (Kız Teknik Öğretmenler Derneği), Prof. Dr. İ. Ethem Başaran, Ali Dündar (Dil Derneği)

(Bu yazı, 10 Ağustos 2014 Pazar günü cumhurbaşkanı seçim sonuçlarını beklerken yazılmıştır!)

PARTİYE BAĞLI DERNEK!


PARTİYE BAĞLI DERNEK!

Zeki_Sarihan_portresi

 

 

 

 

 

Zeki SARIHAN

 

Bir dernek veya sendika için en talihsiz durum, bir partiye bağlı olarak çalışmaktır. Aslına bakılırsa aklı başında bir parti, bunu istemez. Onların gençlik, kadın kolları
veya eğitim komisyonu gibi organları vardır. Kitle örgütleri ise, adı üstünde bir kitlenin haklarını, çıkarlarını savunmak için kurulurlar. Bu kitlenin içinde farklı siyasal görüşlerden insanlar bulunur. Kitle örgütleri içinde yönetime aday gruplar oluşabilir. Ne var ki bunlar bir siyasal partiye değil, bir programa bağlı olarak oluşturmalıdırlar.

Kitle örgütleri, kendi kuruluş amaçlarına, tüzüklerine ve programlarına göre çalışırlar.
Bir partinin yan örgütü gibi çalışmak, o partinin çağrılarına uyarak onun düzenlediği mitinglerde boy göstermek, onun sloganlarını haykırmak, örgütü böler ve işlevsiz hale getirir. Örgütçülük tarihimiz bunun örneklerini yaşamıştır. Kimi kitle örgütleri partiyle birlikte var olmuşlar, partiyle birlikte yok olmuşlardır. Toplumda derin izler bırakmış
uzun soluklu kitle örgütleri ise bağımsız kalmasını bilenlerdir.

Bir kitle örgütünün başkanı veya daha ileri gidelim, bütün yönetim kurulu üyeleri bir partinin üyesi olabilirler. Kendi adlarına partinin faaliyetlerine katılabilirler. Ancak bu işe yöneticisi oldukları kitle örgütünü alet etmeye kalkışmamalıdırlar. Derneğin kapısından girdikleri anda örgütsel kimliklerini takınmalıdırlar. Böyle yapmazlarsa mensubu oldukları parti tarafından bile saygı görmezler.

Türkiye İşçi Partisi’nin başkanı Mehmet Ali Aybar, kuşkusuz saygın bir kişiydi. TÖS Genel Başkanı Fakir Baykurt da öyle. Aynı çevrenin insanıydılar.
Fakir Baykurt’un “Bir TÖS Vardı” adlı kitabında anlattığına göre, sendika yöneticileri Aybar’ı ziyarete gitmişler. Aybar, sendika yöneticileriyle elini cebinden çıkarmadan konuşmuş. Gel zaman git zaman Aybar’la başka bir karşılaşmalarında bu kez
Baykurt O’nunla konuşurken elini cebinden çıkarmamış! “Çünkü” diyor Fakir Baykurt, “Ben TÖS’ün başkanıydım. Örgütüme saygı göstermeliydi.”
Bu örnek, siyasal partilerle kitle örgütleri ilişkisinin nasıl olması gerektiğini anlatan olumlu bir örnektir.

“Kitle örgütleri siyasal partilere eşit uzaklıkta olmalı” sözü hiç de yabana atılacak bir söz değildir. Bu uzaklık, kitle örgütünün herhangi bir parti hakkında eleştiride bulunmasını veya partinin herhangi bir kararını desteklemesini engellemez.
Bütün partileri eleştirebilme hakkını elinde tutması koşuluyla. Zaten güçlü kitle örgütlerinin böyle bir kaygıları yoktur. Ancak düşünsel olarak zayıf ve üye kitlesi küçük olanlar bir siyasal partinin sözcüleri gibi davranırlar.
Çünkü güçlerini oradan almaktadırlar.

Kitle örgütlerinin siyaset yapıp yapmamaları gerektiğine gelince:

Onların yapmaları gereken en etkili siyaset, kendi kitlelerinin dayanışmasını sağlamak, hak ve çıkarlarını savunmak, tüzüklerinin gösterdiği yolda çalışmaktır.
Bu konuda TÖB-DER’i örnek vermek olanaklıdır. Bu dernek, 1971’de TÖS’ün yerine kururulduktan dört yıl sonrasına dek olumlu bir örnek oluşturur. 1975’ten sonra
o zamanki sol parti ve bölümlerin (fraksiyonların) Derneği ele geçirmek için
aşırı çabaları ve kullandıkları salt siyasal dil, TÖB-DER’i parçalamış ve
işlevsiz duruma getirmiştir.

Benim içinde bulunduğum çevrenin bu durumdan dersler çıkarması zaman aldı.
1976-77’de bizim ekip Ankara’da “Yurtsever Öğretmen” adında bir dergi çıkarıyordu. Bu derginin yazılarında, öbür öğretmen kümelerindeki gibi aşırı siyasal bir dil kullanılıyordu. Ben o tarihlerde Ankara dışında görev yapıyordum. Dergiye yazdığım
bir mektupta, dildeki siyasal dozun düşürülmesini önerdim. Ertesi sayısında editörlüğün dergide yayımlanan yanıtında “Yurtsever Öğretmen Siyaset Yapacaktır” deniliyordu… Dergi aynı biçemle (üslupla) 1978 başlarında kapanıncaya dek yayınını sürdürdü. Kapanması da siyasal partinin kararıyla oldu!

Bu yayıncılıktan ve örgütçülükten edindiğimiz deneyimi ve dersleri 1979’da hazırlıklarını yaptığımız ve Ocak 1980’de ilk sayısını çıkardığımız Öğretmen Dünyası’nda kullandık. Dergi yalnız eğitimle ve öğretmenlerin sorunları üzerinde duracaktı.
Bir arkadaşın şu itirazını hâlâ anımsarım:

“Yalnız öğretmen sorunları ve eğitimle mi ilgilenecek?”

Bu anlayışa göre eğitim dar bir alandı. Yalnız bununla ilgilenmek yetmezdi.
Öğretmen Dünyası, çıkış hedeflerine bağlı kaldı ve sonuna dek yayın alanını
hemen hemen eğitim ve öğretmenlerle sınırlı tuttu. Öyle olmasaydı, günümüze dek yaşayamazdı. Aslına bakılırsa en etkili “siyaset yapma” biçimi de budur.

Kitle örgütlerinde kullanılacak üslup (AS: biçim) çok önemlidir. Çalışmalarını
kendi alanına hasreden (AS: özgüleyen) bir kitle örgütü yöneticilerinin konuşmalarında ve bildirilerinde kullanacakları özgül bir dil olmalıdır. Bu dil kadın derneğinde kadın dili, öğretmen derneğinde ve sendikasında öğretmen dili, gençlik derneğinde ise gençlik dilidir. Bu dili oluşturmak ayrıca bir zekâ ve hüner gerektirmektedir. Biraz çaba da ister. O alanın içinden yetişmek, o alanın sorunlarını bilmek ve kitlesini o dille ikna edip yetiştirmek zorunludur.

Bir parti tarafından kurgulanmış, yöneticisi parti tarafından belirlenmiş ve talimatlandırılmış, parti tarafından güdülen kitle örgütü olmaz. Bunu kamufle etmeye (AS: örtmeye) çalışmak da sonuçsuz kalmaya mahkûmdur. Bu aynı zamanda hem öyle olup, hem de öyle olmadığını iddia edenler hakkında “ikiyüzlülük” yargısını oluşturur.

Bu yazdıklarım, kuramsal bir çerçeve içindir. Parti ayrımı gözetmiyor. Fakat eğer bir de kitle örgütünü güden parti yanlış bir siyaset güdüyorsa işin fecaati (AS: ürkünçlüğü)
daha da büyür! (23 Mayıs 2014)

30 Mart 2014 Yerel Seçim Değerlendirmesi : NEDEN BÖYLE OLDU?


30 Mart 2014 Yerel Seçim Değerlendirmesi

NEDEN BÖYLE OLDU?Zeki_Sarihan_portresi

 
Zeki Sarıhan
 
30 Mart 2014 yerel seçimleri, neresinden baksanız,
Türkiye’nin siyasal yapılanmasında durumun korunduğunu gösteriyor.
Seçim kampanyaları, bu seçimi yerel yönetimler için olmaktan çıkarıp genel seçim havasına büründürdü. Merakla beklenen, AKP’nin
bu seçimde ne denli oy yitireceği idi. Haziran 2013 Direnişinin milyonlarca insanı günlerce sokağa döktüğünden beri henüz dokuz ay geçti.
Hele 17 Aralık’ta (2013) ortaya çıkan yolsuzluk belgelerinin iktidar için yarattığı sarsıntılar sürerken, AKP birkaç bakanını feda ederek depremi hafif sarsıntılarla atlatmayı başardı. 2011 Genel seçimlerine göre yaklaşık 5 puan oy yitirdi. Bu da olumlu bir gelişmedir.
 
  • Oysa AKP,
    yurttaşlarca iktidardan derhal uzaklaştırılması gereken bir partidir
    .
“Yeni Osmanlıcılık” rüyalarına dayanan dış politikası iflas etmiştir.
İktidarın Fethullahçılık cemaatıyla ve liberallerle arasına kara kediler girmiştir.

  • Ülke, gitgide demokrasiden uzaklaşmakta ve tek bir kişinin diktatörlüğüne doğru gitmektedir.
Eğitim politikası gericidir ve iflas da etmiştir.
Basın baskı altındadır.
Üstüne üstlük iktidarın ABD ve Avrupa dayanakları
hemen hemen çökmüştür.
Buna karşın AKP, iktidardaki yerini korumuştur? Neden?

Şimdi, bu konuda her kafadan bir ses çıkıyor, ipe sapa gelmez
sözüm ona analizler yapılıyor, suçu muhalefete atanlardan geçilmiyor. 
Bu konuda gerçeğe dayalı değerlendirmeler yapılmazsa geleceğe de sağlam adımlarla yürünemez.
 
12 Haziran 2011 seçim sonuçlarını değerlendiren yazımda AKP’nin seçimleri, esas olarak uyguladığı ekonomik politikalar nedeniyle kazandığını belirtmiş, buna örnekler de vermiştim. AKP iktidarı döneminde yaşam standardı oldukça yükselmiş, bundan da en çok toplumun yoksul kesimleri yararlanmışlardı. Bu kesimler, hükümete minnet duyuyor, onu kültürel ve psikolojik nedenlerle de kendilerine daha yakın buluyordu. Tam üç yıldır, çevremde bu gerçeği anlatmaya çalışıyorum fakat bunun için az itiraz ve suçlama ile de karşılaşmadım. Yoksa ben AKP’li mi olmuştum? Liberalizme mi saplanmıştım?
AKP iktidarı döneminde halkın yoksullaştığını, AKP’nin seçmenlerin oylarıyla değil de seçim hileleri ile iktidara geldiğini söyleyen çok insanla karşılaştım. Bazıları da hükümetin yalnız dinci tutumundan ötürü oy topladığını ileri sürdüler. Oysa köylüler ve kent yoksulları neden AKP’ye oy verdiklerini dosdoğru anlatıyorlar. 

Bu kez, komplo iddialarının daha az revaç bulacağını sanırım.
Çünkü gerçekler er geç kendini kabul ettirir.
  
Yolsuzluklarla ilgili bütün gerçeklere karşın AKP mitinglerinin niçin kalabalık olduğunu anlatan “Konuya Bir de Öteki Taraftan Bakmak” başlıklı yazımda, kitlelerin en çok da bu ekonomik istikrar ve refah düzeyinin sürmesi isteğiyle AKP’yi terk etmekte ayak sürüdüğünü belirtmiştim. Muhalefetin “Acilen ve acilen” kitleleri çekecek bir ekonomik program yapmasını önermiştim.
 
Ana muhalefet partisinin bu gerçeğin farkında olduğu görülüyor.
Seçim sloganı olarak belirlediği üç ibareden biri olan “Varlık içinde”yi
en başa yazmasından da bu anlaşılıyor. Ayrıca meydan mitinglerinde Kemal Kılıçdaroğlu sosyal yardımların kesilmeyeceğini, bunları daha da artıracaklarını vaat etti. Buna karşın, CHP oylarındaki artış sınırlı kaldı. Nedeni, halkın, halen yararlanmakta olduğu olanakları bırakarak
vaat edilene güvenmeyişi oldu. Kitlelerin CHP ile arasındaki tarihsel soğukluk da bundan rol oynadı.
Türk milliyetçiliği gibi geleneksel politikasını sürdüren MHP’nin oylarında da bir artış görülmedi.
 
  • İP ile işbirliği yapsaydı, CHP’nin seçimleri kazanacağı yolundaki iddialar da gerçekçi değildi.
İP’in DSP, TKP, EMEP, ÖDP gibi sandıkta herhangi bir oy ağırlığının olmadığı görüldü. Keskin milliyetçi söylemlerle CHP’nin solunda olunacağı da doğru değildir. Bu ideolojinin MHP gibi bir sahibi de vardır. Türkiye’de emekli subaylarla seçim kazanıldığı görülmemiştir.
Kendi politikalarını CHP’ye dayatmak ve asıl hücumlarını iktidar partisinden çok CHP’ye yöneltmekle bu partiyi bölmek de
mümkün olmamıştır.
İP, CHP’ye önerdiği politikasını kendi partisi, televizyonu, gazetesi ve gençlik örgütüyle halka sunmuştur. Bunlar oy getirseydi, İP dişe dokunur bir varlık gösterirdi. Bu politikaları savunacak bir CHP, küçücük bir parti haline gelirdi.
 
Bu son seçim kampanyası boyunca AKP’nin iktidardan düşürülmesi için herkes elinden geleni yapmıştır. Bu konuda bir başarısızlık varsa
herkes önce kendi politikalarını ve hatalarını gözden geçirmelidir. Başarısızlık istifa nedeni olacaksa, bunu öncelikle kendileri için
yürürlüğe koymalıdır. 

1930’lu, 40’lı yıllar çok gerilerde kaldı. Bir ırmakta iki kez yıkanmak olanaklı değildir. Atatürk’ün adını kullanarak, o döneme geri dönüleceğini vaat eden politikaların seçimlerde başarı şansı yoktur. Atatürk’ün de 1938’de ölmeseydi daha sonraki dönemler için verili duruma bakarak yeni politikalar üretmeyeceğini kim söyleyebilir? Her vesile ile günlük politikanın içine sokmak, O’nu milletin ortak değeri olmaktan uzaklaştırıyor. Bu durum ayrıca politika üretmekte acizliğin de
bir anlatımıdır.
 
1960 sonrasında Türkiye aydınları Marksizmi yeni yeni öğrenirken önce Marks’tan bir cümle alırlar, Türkiye’nin koşullarını o cümlenin kalıbına sokmaya çalışırlardı. Daha sonra pratiğin kuramdan önce geldiğini öğrendiler. Türkiye’nin tarihini, halkın psikolojisini, sınıfların durumunu araştırdılar. Bunlara dayanarak politika ürettiler. Oldukça başarılı da oldular. Şimdi ise Türkiye’yi gözü kapalı savunulan birkaç ezberlenmiş sloganla yönetilir sananlar var…
 
Toplum ve siyaset durmadan evriliyor. Askerler, bir kurum olarak
siyaset arenasından çekildiler. Emperyalizm bütün dünyada geriliyor. Milletlerin özgürlük istemi güç kazanıyor. Teknoloji ve politik katılım
bütün dünyada gönenç düzeyini artırıyor. İnsanlar, her zamankinden daha çok bireyselleşiyor. Yeni gereksinimler ve hedefler ortaya çıkıyor. Topluma artık geçmişi vaat etmek doğru değildir. Ne Rusya Lenin’in,
ne Çin Mao’nun, ne de Irak Saddam döneminin uygulamalarına
geri dönebilir. Geçmişin düşünü görmek yerine gelecekle ilgili politikalar üretmek gerekir. 

İktidara gelmeyi, bir ekonomik çöküntünün gelmesine, savaş çıkmasına, içeride yeniden bir Türk-Kürt vuruşmasına bağlamak çaresizliğin dışavurumundan başka bir şey değildir.
 
İktidarı AKP’nin elinden almak, ülkede toplumsal barışı kurmak,
toplumsal gönenci (refahı) artırmak, özgürlüklerin önündeki engelleri temizlemek için sihirli bir formül yoktur. Yapılacak şey, gerçeklere ve halkın isteklerine dayanarak ve olanakları gözden geçirerek
yapılabilecek olanları adım adım yapmaktır. (31.3.2014)