Etiket arşivi: Zeki Sarıhan

OĞLUNU MEDRESEYE VERENİN HALİ


OĞLUNU MEDRESEYE VERENİN HALİ

Zeki_Sarihan_portresi

 

 

Zeki Sarıhan

 

 

Her eğitim insanı doğru düşünceye yöneltmez. Hatta kimi eğitimler vardır ki,
insanı doğal düşünmekten alıkoyar. Onları ezberci, kalıpçı ve dar görüşlü yapar.
Doğal düşünmeyi engeller.

Öğretmen Okulunda Türkçe öğretmenimiz Mustafa Şahin sınıfta anlatmıştı:

Köylünün biri oğlunu medreseye göndermiş. Oğlan bir süre sonra köye gelmiş. Babasıyla birlikte tarlaya çift sürmeye gitmişler.

Babanın çişi gelmiş. Tam işini görmeye hazırlanmış ki molla, babasını uyarmış:

—     Baba, baba! Sen ne yapıyorsun?

—     Ne var oğlum?

—     Baba hiç o tarafa işenir mi? Orası Kıble tarafı değil mi? Büyük günah işliyorsun!

Baba bir “la havle” çekip tam ters tarafa dönmüş. İşini görecek. Oğlan gene bağırmış:

—     Baba! Büyük günaha gireceksin…

—     Neden oğlum?

—     Baba, arkanı Kıbleye döndün. Hiç işerken kıçını Kıbleye dönmenin günahını düşünmüyor musun?

Köylü bu kez yarım dönmüş çişini yapmaya hazırlanıyor. Oğlan gene bağırmış:

—     Baba orası gündoğumu. Güneşin doğduğu tarafa nasıl işersin?

Köylü bu kez de bir “la havle” çekip tam ters tarafa dönmüş. Medreseli oğlan gene itiraz etmiş.

—     Baba orası güneşin battığı taraf. O tarafa işemenin büyük günahı var!

Adam ne yapacağını şaşırmış. Hangi tarafa dönse hata, günah. Sırt üstü yere yatmış. Gökyüzüne doğru çişini koyuvermiş fakat tahmin edilebileceği gibi üstü başı berbat olmuş.

Yattığı yerden doğrulan köylü üstüne başına bakıp demiş ki:

     Oğlunu medreseye verenin hali budur… 

**************

Eğitim yalnız okulda verilmez. İletişim araçları, kulüpler, dernekler, partiler de insanları eğitirler ve bu eğitimin sağlıklı olduğu her zaman söylenemez.
Bu kurumlar, insanı dar kafalı yapabilirler, hatta onları insanlıktan bile çıkarabilirler.
Böyle bir eğitimin altındaki insanın beyni çarpık çurpuk hale gelir.

1990 sonrasında Türkiye’de öğretmen sendikaları kurulmaya başlandıktan bir süre sonra, öğretmenlerin dünya görüşleri hakkında bir anket yapmıştık. Yanıtları dizip ortalamalarını aldıktan sonra bir de bunları sendikalara ve sendikasızlara göre ayırmıştık. İlginç bir sonuçla karşılaştık: Sendikasız öğretmenler, genel olarak sendikalı öğretmenlere göre daha sağlıklı düşüncelere sahiptiler… Araştırmayı yorumlarken bunu da yazdık. Bu durum, sendikalaşmanın yanlış olduğunu değil, sendikaların öğretmenlere doğru bir bilinç vermesi gerektiğini gösteriyordu.

****************

1973’te milletvekili genel seçimleri yapılıyordu. Ülke, 1971 (AS: 12 Mart)
askeri darbesiyle içine tıkıldığı yarı faşist bir rejimden kurtulmaya çalışıyordu.
Halk muhalefetini de CHP ve onun başındaki Bülent Ecevit temsil ediyordu.
Yeni demokratik bir yaşama kavuşmak isteyenler dağlara taşlara Karaoğlan diye yazıyorlardı. Mamak Cezaevinde çeşitli davalardan yargılanan devrimciler vardı.
Bu gruplar seçimlerde nasıl bir tutum almak gerektiğini tartıştılar. Bunlardan biri, sandığa gitmemeyi kararlaştırdı. Gerekçe olarak da Ecevit’in reformcu olduğunu gösterdi. Grubun yandaşları bunu devrimci bir tutum sandı ve cezaevinde kurulan sandığa gitmedi! Başka kesimlerden gidenler de suçlandı.

Ecevit sandıktan 1. parti olarak çıktı. Erbakan’ın partisiyle koalisyon kurdu.
Yeni hükümetin gündeme aldığı ilk konu genel bir aftı ve cezaevleri bu af yasasıyla boşaldı. (AS: 1974 affı ve AYM’nin genişletmesiyle Rahşan Ecevit affı)

1974 Temmuzunda Mamak’tan tahliye olup köyüme vardığımda, annemle bu konuyu konuştuk. Ben içeride ezberlediğimiz şeyleri, biraz da utanarak anlattım ve Ecevit’in devrimci olmadığı için O’na oy kullanmadığımızı söyledim. Rahmetli annem dedi ki:

– Oğlum, yanlış yapmışsınız. Bak Ecevit sizi hapisten çıkardı.
Bari nankörlük yapmayın…

Günümüzde parti olsun, sendika olsun, gazete veya dergi olsun kimi siyasal oluşumlar üyelerine verdikleri siyasal bilinçle Ortaçağ medreselerinden ayrımsız duruma gelmiştir. Sağduyu, akıl ve mantık buralardan kovulmuş görünüyor. Toplumun, yaşamın gerçeklerini çözümleyip yapılabilecekleri belirlemek yerine keskin suçlamalar,
kimseyi beğenmeyişler ilericilik adına savunulabilmektedir.

Oysa gerici olan yanlış tutumdur. (23 Temmuz 2014)

 

PARTİYE BAĞLI DERNEK!


PARTİYE BAĞLI DERNEK!

Zeki_Sarihan_portresi

 

 

 

 

 

Zeki SARIHAN

 

Bir dernek veya sendika için en talihsiz durum, bir partiye bağlı olarak çalışmaktır. Aslına bakılırsa aklı başında bir parti, bunu istemez. Onların gençlik, kadın kolları
veya eğitim komisyonu gibi organları vardır. Kitle örgütleri ise, adı üstünde bir kitlenin haklarını, çıkarlarını savunmak için kurulurlar. Bu kitlenin içinde farklı siyasal görüşlerden insanlar bulunur. Kitle örgütleri içinde yönetime aday gruplar oluşabilir. Ne var ki bunlar bir siyasal partiye değil, bir programa bağlı olarak oluşturmalıdırlar.

Kitle örgütleri, kendi kuruluş amaçlarına, tüzüklerine ve programlarına göre çalışırlar.
Bir partinin yan örgütü gibi çalışmak, o partinin çağrılarına uyarak onun düzenlediği mitinglerde boy göstermek, onun sloganlarını haykırmak, örgütü böler ve işlevsiz hale getirir. Örgütçülük tarihimiz bunun örneklerini yaşamıştır. Kimi kitle örgütleri partiyle birlikte var olmuşlar, partiyle birlikte yok olmuşlardır. Toplumda derin izler bırakmış
uzun soluklu kitle örgütleri ise bağımsız kalmasını bilenlerdir.

Bir kitle örgütünün başkanı veya daha ileri gidelim, bütün yönetim kurulu üyeleri bir partinin üyesi olabilirler. Kendi adlarına partinin faaliyetlerine katılabilirler. Ancak bu işe yöneticisi oldukları kitle örgütünü alet etmeye kalkışmamalıdırlar. Derneğin kapısından girdikleri anda örgütsel kimliklerini takınmalıdırlar. Böyle yapmazlarsa mensubu oldukları parti tarafından bile saygı görmezler.

Türkiye İşçi Partisi’nin başkanı Mehmet Ali Aybar, kuşkusuz saygın bir kişiydi. TÖS Genel Başkanı Fakir Baykurt da öyle. Aynı çevrenin insanıydılar.
Fakir Baykurt’un “Bir TÖS Vardı” adlı kitabında anlattığına göre, sendika yöneticileri Aybar’ı ziyarete gitmişler. Aybar, sendika yöneticileriyle elini cebinden çıkarmadan konuşmuş. Gel zaman git zaman Aybar’la başka bir karşılaşmalarında bu kez
Baykurt O’nunla konuşurken elini cebinden çıkarmamış! “Çünkü” diyor Fakir Baykurt, “Ben TÖS’ün başkanıydım. Örgütüme saygı göstermeliydi.”
Bu örnek, siyasal partilerle kitle örgütleri ilişkisinin nasıl olması gerektiğini anlatan olumlu bir örnektir.

“Kitle örgütleri siyasal partilere eşit uzaklıkta olmalı” sözü hiç de yabana atılacak bir söz değildir. Bu uzaklık, kitle örgütünün herhangi bir parti hakkında eleştiride bulunmasını veya partinin herhangi bir kararını desteklemesini engellemez.
Bütün partileri eleştirebilme hakkını elinde tutması koşuluyla. Zaten güçlü kitle örgütlerinin böyle bir kaygıları yoktur. Ancak düşünsel olarak zayıf ve üye kitlesi küçük olanlar bir siyasal partinin sözcüleri gibi davranırlar.
Çünkü güçlerini oradan almaktadırlar.

Kitle örgütlerinin siyaset yapıp yapmamaları gerektiğine gelince:

Onların yapmaları gereken en etkili siyaset, kendi kitlelerinin dayanışmasını sağlamak, hak ve çıkarlarını savunmak, tüzüklerinin gösterdiği yolda çalışmaktır.
Bu konuda TÖB-DER’i örnek vermek olanaklıdır. Bu dernek, 1971’de TÖS’ün yerine kururulduktan dört yıl sonrasına dek olumlu bir örnek oluşturur. 1975’ten sonra
o zamanki sol parti ve bölümlerin (fraksiyonların) Derneği ele geçirmek için
aşırı çabaları ve kullandıkları salt siyasal dil, TÖB-DER’i parçalamış ve
işlevsiz duruma getirmiştir.

Benim içinde bulunduğum çevrenin bu durumdan dersler çıkarması zaman aldı.
1976-77’de bizim ekip Ankara’da “Yurtsever Öğretmen” adında bir dergi çıkarıyordu. Bu derginin yazılarında, öbür öğretmen kümelerindeki gibi aşırı siyasal bir dil kullanılıyordu. Ben o tarihlerde Ankara dışında görev yapıyordum. Dergiye yazdığım
bir mektupta, dildeki siyasal dozun düşürülmesini önerdim. Ertesi sayısında editörlüğün dergide yayımlanan yanıtında “Yurtsever Öğretmen Siyaset Yapacaktır” deniliyordu… Dergi aynı biçemle (üslupla) 1978 başlarında kapanıncaya dek yayınını sürdürdü. Kapanması da siyasal partinin kararıyla oldu!

Bu yayıncılıktan ve örgütçülükten edindiğimiz deneyimi ve dersleri 1979’da hazırlıklarını yaptığımız ve Ocak 1980’de ilk sayısını çıkardığımız Öğretmen Dünyası’nda kullandık. Dergi yalnız eğitimle ve öğretmenlerin sorunları üzerinde duracaktı.
Bir arkadaşın şu itirazını hâlâ anımsarım:

“Yalnız öğretmen sorunları ve eğitimle mi ilgilenecek?”

Bu anlayışa göre eğitim dar bir alandı. Yalnız bununla ilgilenmek yetmezdi.
Öğretmen Dünyası, çıkış hedeflerine bağlı kaldı ve sonuna dek yayın alanını
hemen hemen eğitim ve öğretmenlerle sınırlı tuttu. Öyle olmasaydı, günümüze dek yaşayamazdı. Aslına bakılırsa en etkili “siyaset yapma” biçimi de budur.

Kitle örgütlerinde kullanılacak üslup (AS: biçim) çok önemlidir. Çalışmalarını
kendi alanına hasreden (AS: özgüleyen) bir kitle örgütü yöneticilerinin konuşmalarında ve bildirilerinde kullanacakları özgül bir dil olmalıdır. Bu dil kadın derneğinde kadın dili, öğretmen derneğinde ve sendikasında öğretmen dili, gençlik derneğinde ise gençlik dilidir. Bu dili oluşturmak ayrıca bir zekâ ve hüner gerektirmektedir. Biraz çaba da ister. O alanın içinden yetişmek, o alanın sorunlarını bilmek ve kitlesini o dille ikna edip yetiştirmek zorunludur.

Bir parti tarafından kurgulanmış, yöneticisi parti tarafından belirlenmiş ve talimatlandırılmış, parti tarafından güdülen kitle örgütü olmaz. Bunu kamufle etmeye (AS: örtmeye) çalışmak da sonuçsuz kalmaya mahkûmdur. Bu aynı zamanda hem öyle olup, hem de öyle olmadığını iddia edenler hakkında “ikiyüzlülük” yargısını oluşturur.

Bu yazdıklarım, kuramsal bir çerçeve içindir. Parti ayrımı gözetmiyor. Fakat eğer bir de kitle örgütünü güden parti yanlış bir siyaset güdüyorsa işin fecaati (AS: ürkünçlüğü)
daha da büyür! (23 Mayıs 2014)

ÜNİVERSİTEDE KARMA EĞİTİME NASIL GEÇİLDİ?


Dostlar,

AKP “sivil darbecilğini” sürdürüyor..

Ülkedeki her-kes ve tüm kurumlar, dışarıdan da işbirlikçi bularak, iktidara geldiği
14 Kasım 2002’den bu yana sürekli olarak hükümetlerine karşı darbe peşindedirler!

Bu siyasal paranoya rolü ile AKP gerçekten “büyük işler” (!) kotardı.
Listelemeye kalksak sayfalar tutar..
Laik rejime vurulan darbeler ve TSK’ya itiraf ettikleri kumpas en başlarda.
Toplumu kutuplaşma derecesinde ayrıştırarak oy tabanını tahkim etmeyi de eklemeliyiz..

Son sinsi adımlardan biri de “kızlara özel meslek lisesi”..
Eğitimin “karma” özelliğini de kaldırmak hevesleri..
Alçak perdeden alınıyor, MEB (Milli Eğitim Bakanlığı Valiliklere yetki veriyor
bir “genelge” ile.. Kamuflajı bile hazır.. Valilikler yerel gereksinimlere göre
adım atacak.. “Halkın istekleri” (!?) karşılanacak.. Acaba hangi bilimsel araştırmada bu yönde istek belirdi halktan, açıklayabilirler mi??
Halkın 1. gündemi bu mu, yoksa İŞSİZLİK mi örneğin??
Okulun tabelasında “kız lisesi” denilmeyecek ve yalnızca “meslek liseleri” için
bu uygulama yapılacak.
MEB ateşi maşa ile tutuyor..
Valiler “yasa dışı emir” ile okka altına, bizden anımsatması..

Gerekçe kız öğrencilerin lisede okullaşma oranını artırmakmış!
Oysa 4+4+4 ucubesi ile onbinlerce “kız çocuğu” okulundan oldu ve
“çocuk gelin” yapılarak törenle ırza geçme ritüelleri yaşandı bu ülkede..

Ne denli içtenliksiz ve zeka fukarası bir taktik..
El alem sersem varsayılıyor..
Kamuoyundan gelecek tepkilere göre de ince ayar yapılacak..
MEB genelgesini (idari işlem) iptal için Danıştay’da dava açılacak..
Ya da Valiliklerin bu yöndeki somut “genel işlemi” ne..
AKP diretir ve yasal düzenleme yapılırsa AYM’ne (Anayasa Mahkemesi) gidilecek..
AYM iptal kararı verse de yapılanlar yanlarına kar kalacak..

Bir yandan ülkenin makro gündemi (örn. Cumhurbaşkanı seçimi) bir yandan ayrıntılar düzeyinde gündem ile halk bunaltırcasına oynanıyor.
Tam bir psikolojik savaş ile ülkenin DNA’sı değiştiriliyor..
Cumhuriyet’in temel değerleri tanınmayacak biçimde yozlaştırılıyor..
Boyunlarında, AYM’nin kadük olan “laikliğe karşı eylemlerin odağı olma” suçlaması asılı iken üstelik.. Pervasız ve gözü kara…
Tarihten hiç ders almaksızın..

Tutsakevlerinde ülkenin kahramanları ölüyor, intihar ediyor..
1 Mayıs gösterilerinde örtük sıkıyönetim ile halka kan kusturuluyor.

Bunlar sivil – yasal – “AKP hukuku” dayanaklı darbe olmuyor da meşru savunma hakkını kullanan halk kesimlerinin Cumhuriyeti savunma direnişleri darbe oluyor.

Bu oyun artık tavsadı.. İçten de, dış dünyadan da kimsecikler “yemiyor”..

AKP büyük bir hızla kendi sonuna koşuyor..
Tipik “political suicide!” (siyasal özekıyım – intihar)
Başkaca “düşman”a gerek yok..
Keşke sağduyu egemen olsa da artık frene bassalar ve ülkenin yakıcı – ağır – bunaltıcı gerçek gündemine eğilseler..
Balyoz vb. uyduruk kumpas davaların  masum kurbanlarını salıverseler..
Ekonomide çalan alarm çanlarını duysalar..
Güneydoğuda çalan bölünme – isyan tam tamlarını – davullarını duysalar..

Uzayan iktidar böylesine mi kör – sağır – dilsiz kılarmış??

*****

Sn. Zeki Sarıhan’ın aşağıda sunduğumuz makalesinden öğrendiğimize göre

  • Osmanlı’da 1921’de kızlı – erkekli karma eğitime geçilmiş… 

93 yıl sonra AKP suları tersine akıtmaya çabalıyor!..

Yazıklar olsun..
Ama nafile bir uğraş..
Biraz da az eğitimli kendi tabanını oyalama..
5. sınıf bir siyaset mühendisliği / satrancı hamlesi..

Sevgi ve saygıyla
5.5.2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

=====================================

ÜNİVERSİTEDE KARMA EĞİTİME NASIL GEÇİLDİ?

Zeki_Sarihan_portresi 

Zeki Sarıhan

 

 

 

Türk kadınlığının sesini ve yüzünü topluma göstermesi vatan savunması içinde gerçekleşti. Balkan ve 1. Dünya Paylaşım Savaşlarında erkekler askere alınınca onlardan boşalan kimi devlet dairelerine ve işyerlerine kadınlar alındı.
Zaten Tanzimat’tan beri (1839) Batı’nın etkisiyle kadınların da toplumsal yaşama katılmaları gibi bir akım güçleniyordu.

İstanbul Üniversitesi birkaç kez açılıp kapandıktan sonra 1900’de yeniden faaliyete geçti. Burada yalnız erkek öğrenciler öğrenim görüyorlardı. Kız öğrenciler için öğretmen okulu gibi eğitim kurumları varsa da, onların üniversiteye girebilmeleri ancak 1914’te kabul gördü. İnas Darülfünunu (Kız Üniversitesi) adıyla bir üniversite açıldı. “Açıldı” dediysek, bu ayrı bir üniversite değildi. Aynı üniversitede kızların okuduğu bölümdü. Darülfünun’da erkekler öğleye kadar, kızlar da
öğleden sonra okuyordu. Yani kızlarla erkekler karşılaşmıyorlar, aynı dersanelerde bulunamıyorlardı.

Şimdi bu görüş bize çok saçma gibi görünebilir ama o zamanın idaresi ve anlayışı henüz kızlarla erkeklerin birlikte okumalarına izin vermiyordu.

Ancak Üniversitenin kız öğrencileri de erkek öğrencileri de karma eğitimden yanaydılar.

 Vatan savunması bir araya getiriyor

Kadınların yüzlerini açıp mitinglerde ilk kez kalabalıklara hitap etmesi gibi,
aynı salonlarda erkeklerle birlikte bulunmalarına da İzmir’in işgali vesile oldu.
Bu olayın birebir tanığı olan bir üniversite öğrencisinin anılarından aktaralım:

18 Mayıs 1919 günü, Üniversitenin erkek öğrencileri derslere girmeyerek
İzmir’in işgalini görüşmek üzere konferans salonunda toplandılar.
Bu işgale karşı neler yapılması gerektiği konusunda hararetli konuşmalar başladı.

Toplantı öğleye dek bitmedi. Öğretmenlerin de bir bölümü içerideki toplantıdaydı. Ders yapmak için okula gelen kız öğrenciler, erkek öğrencilerin içeride toplantıda olduklarını öğrendiler, bir süre onların çıkmasını beklediler, yan odalarda oturdular fakat toplantının içeriğini öğrenince dayanamayıp içeri girdiler,
erkeklerin arasında boş buldukları yerlere oturdular.

Durumu üniversitenin genel müdürü Naim Bey’e haber verdiler.

– Kızlarla erkekler salonda karmakarışık oturuyor, diye anlatırlar.

Naim Bey, aynı zamanda Hukuk Fakültesi’nde öğrenci olan memurlardan
İsmail Hakkı’yı çağırdı. Kızların da konferans salonuna gelip gelmediğini sordu. Kızların çarşaflı olarak toplantıya katıldığı bilgisini aldı.
İkisi arasında şöyle bir konuşma geçti:

Karmakarışık mı oturuyorlar?
Evet efendim!
– Olmaz böyle rezalet! Hemen git söyle. Kızları derhal çıkarsınlar toplantıdan.

Bu emir salona iletildi. İdarecilerin verdiği yanıt şöyleydi:

– Yahu biz memleket derdiyle içimiz yanarak toplanmış bulunuyoruz.
Naim Hoca ne kafada? Bu kadar bayağı bir düşünce olmaz.
Kız talebe çıkmayacak! Genel müdüre böyle söyle…

İsmail Hakkı Sunata, Naim Bey’e giderek aldığı yanıtı aktardı.

Naim Bey:

Çağır bana inzibat memurlarını! diye buyruk verdi.

İsmail Hakkı, 4t fakültenin de inzibat memurlarını çağırdı.
Naim Bey onlara şu buyruğu verdi:

Gidin, kız talebeleri çıkarın konferans salonundan!

Birlikte salona döndüler. Dört inzibat memuru yüzlerce kişiye nasıl söz dinletecekti?

Gençler direndiler.

– Çıkmayacaklar, bu bir eğlence toplantısı değil. Hepimizin içi aynı dertlerle yanarken biz kız talebeleri buradan çıkaramayız. Gidin genel müdüre
böyle söyleyin!
 dediler.

İnzibat memurları güya yarım saat kadar kendilerine göre nasihat verdiler.
İsmail Hakkı, Naim Bey’e gelerek erkek öğrencilerin kızların çıkmasına
izin vermediğini aktardı.

Naim Bey,

Durumu derhal Maarif Nezareti’ne bildir! buyruğunu verdi:

Üniversite Maarif Nezareti’ne bağlıdır. Nezarete (Bakanlığa) yazı gönderilir.

Bu arada Nezaretten gelen bir yazıyla üniversite genel müdürlüğü kaldırılmıştır. Durum O’na telefonla da bildirilmiş olmalı ki Naim Bey, makamından ayrılır, gider…

İsmail Hakkı, konferans salonuna döner. Öğrencilere Naim Bey’in görevden alındığını söyler. Gençler derler ki:

– Biz Maarif Nezareti’ne alelacele bir kurul gönderip Naim Bey’in
bu müdahalesini bildirerek şikâyet ettik. Nazır (Bakan), kurula
“Ben icabına bakarım.”
 demiş.

Böylece İstanbul Üniversitesi’nde kızlarla erkeklerin birlikte okuyabilmesi için
ilk adım atılmış olur. Daha sonra kızlar kendiliklerinden erkeklerle aynı derslere girerek emrivakiler yapacaklardır. İnas Darülfünunu 1921’de kaldırılarak üniversitede karma eğitime resmen geçilecektir.

Kaynak   :

İ. Hakkı Sunata, İstanbul’da İşgal Yılları, 2. baskı, İstanbul, 2006,
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, s. 31-32

BİZİM KÖYDE VESAYET NASIL SONA ERDİ?


BİZİM KÖYDE VESAYET NASIL SONA ERDİ?

Zeki_Sarihan_portresi


Zeki Sarıhan
“Türkiye halkı özgürleşiyor” derken, aklım hep kendi köyümdedir. Bir insanın tek bir hücresi nasıl genetik yapı hakkında bilgi vermeye yeterliyse Türkiye köyü de toplumsal yapımız ve değişimimiz hakkında laboratuvar görevi görür. Kaldı ki Türkiye’deki son 100 yıllık muazzam değişimi başka birçok birimde de keşfedebiliriz.
Büyükşehir yasasıyla şimdi bir mahalle sayılan Beyceli köyü, Ordu ilinin Fatsa ilçesine bağlıdır, deniz kıyısına 30 km kadar içeridedir. Karadeniz bölgesinin diğer köyleri gibi halkı tarımla uğraşır.
Beyceli’de yaklaşık 300 ev vardır. Bu mahallelerde çeşitli yerlerden geldiği anlaşılan
25 sülaleye bağlı insanlar yaşarlar. Bunlardan Sarıkadıoğulları denen sülale,
1934’te Sarıhan soyadını almıştır.
Köy nüfusunun halen 9’da birini oluşturan Sarıhanlar, uzun süre köyün en nüfuzlu sülalesiydi.  Bu nüfuzu ülkenin pek çok yerindeki benzer ailelerde olduğu gibi esas olarak sahip oldukları mülkiyetten alıyorlardı. Onların mülkiyetlerini genişletmeleri, 1750’lere kadar geri gidiyor. Bu gücü bir kadı ailesinden gelmelerinden aldıkları anlaşılıyor. Komşu köy Gökçeli’de Velikadıoğullarının bir evladı, Beyceli’de yerleşmiş, kendisi de Kadı unvanını korumuş ve topraklarını da giderek genişletmiştir. Bu onlara aynı zamanda köyün deyim yerindeyse entelektüel önderliği olanağını da vermiştir. Osmanlı döneminde medreselerde, Cumhuriyet döneminde mekteplerde okumuşlar, müderris, hoca, öğretmen, dava vekili, avukat, orman memuru, tahsildar, tüccar onlardan çıkmıştır. Müderris Hamit Hoca, o zamanki Fatsa eşrafı gibi Kurtuluş Savaşı’nı desteklemiş, bu O’nun Cumhuriyet’ten sonra köylü üzerindeki nüfuzunu artırmıştır.
BÜTÜN MUHTARLAR SARIHANLARDAN
Doğuda ağalığın hüküm sürdüğü bölgelerde ağalar muhtarlık yapmazlar, onların belirlediği bir kişi bu işi ağa adına üstlenirmiş diye söylerler. Fakat Karadeniz köylerinde ağalık kurumu zayıftır. Beyceli’de ağa olmamıştır. Bu köyde;
1) Toprakları kendilerine yetmeyen yoksul köylüler,
2) İşleyebileceği kadar toprak sahibi olan orta köylüler,
3) İşleyebileceğinden çok toprağı olan varsıl köylüler vardır.Sarıhan sülalesi de dallanıp budaklanmış ve onlar arasında da en azından orta köylülerle varsıl köylüler oluşmuştur.
1900’lü yılların başından beri bilinen bütün muhtarlar Sarıhanlardandır.
Köydeki 25 sülaleden biri olan ve nüfusunun ancak onda veya dokuzda birini oluşturan bir sülale nasıl olmuştur da her seçimde muhtarlığı kazanmıştır? Bunun nedenini kestirmek güç değildir: Çünkü muhtarlığı ancak onlar yapabilirlerdi. Karakol komutanını onlar ağırlayabilir, tahsildarı onlar konuk edebilir, köylüden salmayı onlar toplayabilir,
köylüye sözlerini ancak onlar dinletebilirlerdi. Üstelik bu sülalenin hükümet kapısında dayanacakları iki elemanları da vardır: İki dava vekili.
1950’ye dek süren tek partili dönemde, Sarıhanların ileri gelenleri köyde devletin temsilcisi gibidir. Topraklarını genişletmeleri de daha çok bu dönemde olanaklı olabilmiştir. 1950’de iki partili sisteme geçildiğinde köyde CHP vesayeti yıkılmaya
yüz tutmuşsa da ailenin nüfuzu sürmektedir. Muhtar bu kez Demokrat Partilidir ama gene Sarıhan soyadını taşımaktadır. İster Halk Partili olsun, ister Demokrat Partili, muhtarlık ailenin dışına çıkamamıştır. Bu durum 1973’e dek sürmüştür.
İLK KIRILMA; 1973
Sarıhanların vesayetinde İlk kırılma 1973 seçimlerinde olmuş ve muhtar, ilk kez Aşağıköy Mahallesi’nden Sarıhan olmayan ve varsıl da sayılmayan birine geçmiştir. 1973, Halkçı Ecevit’in, seçimlerden 1. parti çıktığı yıldır. Fakat yeni muhtar,
CHP’li değil, Millî Selamet Partilidir. Türkiye’de o tarihe dek gelişen kapitalizm,
1954’te köyde açılan ilkokul, dışarıda çalışanların ve okuyanların artması artık muhtarlık yapabilmek için bir aile nüfuzunu gereksiz kılmış olmalıdır. Ben o tarihte Mamak cezaevinde bulunuyordum. Ne yaptım: Bir Sarıhan olarak bu seçim sonucundan üzülmedim. Aksine memnun oldum ve yeni muhtara bir mektup yazarak Sarıhanların muhtarlık egemenliğini yıktığı için kendisini açıkça kutladım.
Zaten 1960’lı yıllarda Sarıhan soyadını taşıyan gençlerin çoğu, aileleri ister CHP’li,
ister eski Demokrat Partili, şimdi Adalet partili olsun, eski bölünmeyi aşarak, tabii kabile duygularını da üzerlerinden atarak devrimci olmuşlardı. Köylülerin çoğu üzerindeki Sarıhan alerjisinde onların bir kusuru yoktu. Hatta köyün sorunlarına sahip çıkarak ve yoksullardan yana politik bir tutum takınarak en azından genç Sarıhanlara sempati uyandırdıkları bile söylenebilir.
Gerçi o tarihten sonra Sarıhanlardan bir muhtar daha çıktı. Sanırım görevini de hakkıyla yaptı. Fakat ondan sonra aday da olsa bir daha Beyceli’ye soyadı Sarıhan olan bir muhtar seçilemedi. Son yıllarda artık aday da olmuyorlar! Bunun nedeni, Sarıhan soyadını taşıyanların iyi muhtarlık yapamayacakları, öbür ailelere bağlı olanların
iyi muhtarlık yapabilecekleri değil. Nitekim seçilenlerin köyde kalıcı bir iz bıraktıkları da söylenemez.
1983’te 1402 sayılı yasa ile öğretmenlikten temelli çıkarıldığımda
ağabeyim “Köye gel seni muhtar yapalım!” demişti. Ben de ara sıra bir fantezi olarak aklımdan geçiririm: Acaba köye muhtar adayı olsam, beni seçerler mi diye.
Bunun zor olduğunu, sülale vesayetine dayanmadan köyü adil bir biçimde yönetebilecek öğretmenlikten ayrılma Necati Sarıhan’ın aday olduğu halde seçilememesi de gösteriyor.
Bu yazıyı yazmadan önce, Necati’yi arayarak Sarıhanların vesayetenin kırılması konusunda düşündüklerimi anlatıp görüşünü sordum. Şu anlamlı açıklamayı yaptı ve bunu yazmamda bir sakınca olmadığını da bildirdi:
1973’te kırılan vesayet ekonomik değil, siyasal bir vesayettir. O tarihlerde Sarıhanların köyde ekonomik vesayetleri sürüyordu. Köylü gündeliğe gidecek, Sarıhanların tarla
ve bahçelerinde çalışmak zorunda; alışveriş yapacak, Sarıhanların dükkânından.
Odun edecek, orman Sarıhanlara ait… Köylü 1973’te bu vesayeti kıramazdı, fakat bir yerden başlayalım dediler ve siyasal vesayetten başladılar… Necati, bu sülale vesayeti kırılmasının yalnız Beyceli’de değil, hemen bütün köylerde ve Fatsa’da da olduğunu
kimi örnekler sayarak belirtti.
Günümüzde, Beyceli köyünde fındık, gübre, un vb. ticareti yapan iki dükkân var.
İkisi de Sarıhanlardan birer aileye ait. Fakat bu durum eskisi gibi onlara vesayet olanağı vermiyor. Çünkü köylü her gün Fatsa’ya inen ulaşım araçlarıyla ilçeden de alışveriş yapabiliyor. Çalışan nüfusun büyük çoğunluğu zaten İstanbul’da.
Hepsinin eli ekmek tutuyor.
Siyasal vesayetin oluşu, partililerin iyi çalışmayışı değil, tek parti döneminin
kırsalda bıraktığı olumsuz izlerdir. Bu izlenim, halkın politik genlerine işlenmiştir.
Toplumların bellekleri güçlüdür.
Geçmişteki olumsuz birikimleri temizlemek kolay değildir ve zaman alıcıdır.
Toplumun karşısına yepyeni programlarla ve vaatlerle çıksanız da yerleşik yargıları silmeniz kolay gözükmüyor… Gene de halktan umut kesilmez… (9.4.2014)

30 Mart 2014 Yerel Seçim Değerlendirmesi : NEDEN BÖYLE OLDU?


30 Mart 2014 Yerel Seçim Değerlendirmesi

NEDEN BÖYLE OLDU?Zeki_Sarihan_portresi

 
Zeki Sarıhan
 
30 Mart 2014 yerel seçimleri, neresinden baksanız,
Türkiye’nin siyasal yapılanmasında durumun korunduğunu gösteriyor.
Seçim kampanyaları, bu seçimi yerel yönetimler için olmaktan çıkarıp genel seçim havasına büründürdü. Merakla beklenen, AKP’nin
bu seçimde ne denli oy yitireceği idi. Haziran 2013 Direnişinin milyonlarca insanı günlerce sokağa döktüğünden beri henüz dokuz ay geçti.
Hele 17 Aralık’ta (2013) ortaya çıkan yolsuzluk belgelerinin iktidar için yarattığı sarsıntılar sürerken, AKP birkaç bakanını feda ederek depremi hafif sarsıntılarla atlatmayı başardı. 2011 Genel seçimlerine göre yaklaşık 5 puan oy yitirdi. Bu da olumlu bir gelişmedir.
 
  • Oysa AKP,
    yurttaşlarca iktidardan derhal uzaklaştırılması gereken bir partidir
    .
“Yeni Osmanlıcılık” rüyalarına dayanan dış politikası iflas etmiştir.
İktidarın Fethullahçılık cemaatıyla ve liberallerle arasına kara kediler girmiştir.

  • Ülke, gitgide demokrasiden uzaklaşmakta ve tek bir kişinin diktatörlüğüne doğru gitmektedir.
Eğitim politikası gericidir ve iflas da etmiştir.
Basın baskı altındadır.
Üstüne üstlük iktidarın ABD ve Avrupa dayanakları
hemen hemen çökmüştür.
Buna karşın AKP, iktidardaki yerini korumuştur? Neden?

Şimdi, bu konuda her kafadan bir ses çıkıyor, ipe sapa gelmez
sözüm ona analizler yapılıyor, suçu muhalefete atanlardan geçilmiyor. 
Bu konuda gerçeğe dayalı değerlendirmeler yapılmazsa geleceğe de sağlam adımlarla yürünemez.
 
12 Haziran 2011 seçim sonuçlarını değerlendiren yazımda AKP’nin seçimleri, esas olarak uyguladığı ekonomik politikalar nedeniyle kazandığını belirtmiş, buna örnekler de vermiştim. AKP iktidarı döneminde yaşam standardı oldukça yükselmiş, bundan da en çok toplumun yoksul kesimleri yararlanmışlardı. Bu kesimler, hükümete minnet duyuyor, onu kültürel ve psikolojik nedenlerle de kendilerine daha yakın buluyordu. Tam üç yıldır, çevremde bu gerçeği anlatmaya çalışıyorum fakat bunun için az itiraz ve suçlama ile de karşılaşmadım. Yoksa ben AKP’li mi olmuştum? Liberalizme mi saplanmıştım?
AKP iktidarı döneminde halkın yoksullaştığını, AKP’nin seçmenlerin oylarıyla değil de seçim hileleri ile iktidara geldiğini söyleyen çok insanla karşılaştım. Bazıları da hükümetin yalnız dinci tutumundan ötürü oy topladığını ileri sürdüler. Oysa köylüler ve kent yoksulları neden AKP’ye oy verdiklerini dosdoğru anlatıyorlar. 

Bu kez, komplo iddialarının daha az revaç bulacağını sanırım.
Çünkü gerçekler er geç kendini kabul ettirir.
  
Yolsuzluklarla ilgili bütün gerçeklere karşın AKP mitinglerinin niçin kalabalık olduğunu anlatan “Konuya Bir de Öteki Taraftan Bakmak” başlıklı yazımda, kitlelerin en çok da bu ekonomik istikrar ve refah düzeyinin sürmesi isteğiyle AKP’yi terk etmekte ayak sürüdüğünü belirtmiştim. Muhalefetin “Acilen ve acilen” kitleleri çekecek bir ekonomik program yapmasını önermiştim.
 
Ana muhalefet partisinin bu gerçeğin farkında olduğu görülüyor.
Seçim sloganı olarak belirlediği üç ibareden biri olan “Varlık içinde”yi
en başa yazmasından da bu anlaşılıyor. Ayrıca meydan mitinglerinde Kemal Kılıçdaroğlu sosyal yardımların kesilmeyeceğini, bunları daha da artıracaklarını vaat etti. Buna karşın, CHP oylarındaki artış sınırlı kaldı. Nedeni, halkın, halen yararlanmakta olduğu olanakları bırakarak
vaat edilene güvenmeyişi oldu. Kitlelerin CHP ile arasındaki tarihsel soğukluk da bundan rol oynadı.
Türk milliyetçiliği gibi geleneksel politikasını sürdüren MHP’nin oylarında da bir artış görülmedi.
 
  • İP ile işbirliği yapsaydı, CHP’nin seçimleri kazanacağı yolundaki iddialar da gerçekçi değildi.
İP’in DSP, TKP, EMEP, ÖDP gibi sandıkta herhangi bir oy ağırlığının olmadığı görüldü. Keskin milliyetçi söylemlerle CHP’nin solunda olunacağı da doğru değildir. Bu ideolojinin MHP gibi bir sahibi de vardır. Türkiye’de emekli subaylarla seçim kazanıldığı görülmemiştir.
Kendi politikalarını CHP’ye dayatmak ve asıl hücumlarını iktidar partisinden çok CHP’ye yöneltmekle bu partiyi bölmek de
mümkün olmamıştır.
İP, CHP’ye önerdiği politikasını kendi partisi, televizyonu, gazetesi ve gençlik örgütüyle halka sunmuştur. Bunlar oy getirseydi, İP dişe dokunur bir varlık gösterirdi. Bu politikaları savunacak bir CHP, küçücük bir parti haline gelirdi.
 
Bu son seçim kampanyası boyunca AKP’nin iktidardan düşürülmesi için herkes elinden geleni yapmıştır. Bu konuda bir başarısızlık varsa
herkes önce kendi politikalarını ve hatalarını gözden geçirmelidir. Başarısızlık istifa nedeni olacaksa, bunu öncelikle kendileri için
yürürlüğe koymalıdır. 

1930’lu, 40’lı yıllar çok gerilerde kaldı. Bir ırmakta iki kez yıkanmak olanaklı değildir. Atatürk’ün adını kullanarak, o döneme geri dönüleceğini vaat eden politikaların seçimlerde başarı şansı yoktur. Atatürk’ün de 1938’de ölmeseydi daha sonraki dönemler için verili duruma bakarak yeni politikalar üretmeyeceğini kim söyleyebilir? Her vesile ile günlük politikanın içine sokmak, O’nu milletin ortak değeri olmaktan uzaklaştırıyor. Bu durum ayrıca politika üretmekte acizliğin de
bir anlatımıdır.
 
1960 sonrasında Türkiye aydınları Marksizmi yeni yeni öğrenirken önce Marks’tan bir cümle alırlar, Türkiye’nin koşullarını o cümlenin kalıbına sokmaya çalışırlardı. Daha sonra pratiğin kuramdan önce geldiğini öğrendiler. Türkiye’nin tarihini, halkın psikolojisini, sınıfların durumunu araştırdılar. Bunlara dayanarak politika ürettiler. Oldukça başarılı da oldular. Şimdi ise Türkiye’yi gözü kapalı savunulan birkaç ezberlenmiş sloganla yönetilir sananlar var…
 
Toplum ve siyaset durmadan evriliyor. Askerler, bir kurum olarak
siyaset arenasından çekildiler. Emperyalizm bütün dünyada geriliyor. Milletlerin özgürlük istemi güç kazanıyor. Teknoloji ve politik katılım
bütün dünyada gönenç düzeyini artırıyor. İnsanlar, her zamankinden daha çok bireyselleşiyor. Yeni gereksinimler ve hedefler ortaya çıkıyor. Topluma artık geçmişi vaat etmek doğru değildir. Ne Rusya Lenin’in,
ne Çin Mao’nun, ne de Irak Saddam döneminin uygulamalarına
geri dönebilir. Geçmişin düşünü görmek yerine gelecekle ilgili politikalar üretmek gerekir. 

İktidara gelmeyi, bir ekonomik çöküntünün gelmesine, savaş çıkmasına, içeride yeniden bir Türk-Kürt vuruşmasına bağlamak çaresizliğin dışavurumundan başka bir şey değildir.
 
İktidarı AKP’nin elinden almak, ülkede toplumsal barışı kurmak,
toplumsal gönenci (refahı) artırmak, özgürlüklerin önündeki engelleri temizlemek için sihirli bir formül yoktur. Yapılacak şey, gerçeklere ve halkın isteklerine dayanarak ve olanakları gözden geçirerek
yapılabilecek olanları adım adım yapmaktır. (31.3.2014)

İSTİKLAL MARŞI ve MEHMET AKİF HAKKINDA VATAN TÜRKÜSÜ


İSTİKLAL MARŞI ve MEHMET AKİF HAKKINDA
VATAN TÜRKÜSÜ 

Zeki_Sarihan_portresi

Zeki Sarıhan 

Türkiye’nin yoğun gündemi nedeniyle İstiklal Marşı’nın kabul edilişinin 93. yılı gölgede kaldı. Bu marş hakkında bazı ana noktaları sıralayacağım.

1.       “Vatan Türküsü” sözü, millî marş yarışmasını duyuran Hâkimiyeti Milliye gazetesinin 5 Ocak 1921 tarihli haberinde kullandığı çok yerinde bir ifadedir. Gazete bu marşın hece vezniyle yazılmasını ve “okuma yazma bilmeyen köylü kadın ve çocuklara varıncaya kadar bütün milletin dilinde çağrılmasını” önermekteydi. Bu dilek gerçekleşememiştir. Yarışmaya katılan marş sözleri arasında hece vezniyle yazılanlar değil, aruz vezniyle yazılan İstiklal Marşı kabul edilmiş, bestesinden ötürü de herkes tarafından terennüm edilen bir marş olamamıştır. Buna rağmen İstiklal Marşı’nın coşturamadığı Türk yok gibidir.

2.       Her millî marşın bir de özgün adı vardır. Türk millî marşının özgün adı İstiklal Marşı’dır. Marşın TBMM’nde kabul edildiği 1921 yılına kadar Avrupa ve Amerika ülkelerinin, Japonya’nın milli marşları vardı.  İstiklal Marşı, kabul tarihi belli olan 132 marştan ilk 30’a girmektedir ki bu durum Türkiye’nin Asya ve Afrika ülkelerinden daha önce millî devletine kavuşmasıyla ilgilidir.

3.       Millî marşlar, toplumların milletleşme ve bağımsızlışma mücadeleleri sırasında ortaya çıkmıştır. İlk millî marş olan ve “Tanrı Kralı korusun” diye başlayan İngiliz Millî Marşı (1749) İngilizlerin Fransızlarla savaşı nedeniyle İngiliz yurtseverliğinin ürünüdür. Fransızların Millî Marşı olan Marseyyez (1792), Fransa’da savaşın devrimle birleştiği günlerin anısını taşır. Amerikan millî marşı da (1814) Amerikalıların İngilizlere karşı verdiği ikinci bağımsız savaşı sırasında yazılmıştır. Onun özgün adı “Çok Yıldızlı Bayrak”tır. Hemen bütün millî marşlar İstiklal Marşı’nda ifadesini bulan bağımsızlık ve yurtseverlik duygularını taşırlar. Örneğin Mısır Millî Marşı, “Memleketim, memleketim, memleketim. Sevgim ve kalbim senin içindir” diye başlar.

4.       Türklerde daha önce geleneksel olarak söylenen Cezayir Marşı, İkinci Meşrutiyet’ten sonra bestelenen “Neşidei Zafer Marşı” ya da padişah adına bir yabancıya bestelettirilen
“Sultan Mecit Marşı” gibi marşları vardı ancak bunların hiçbiri İstiklal Marşı’nın yarattığı heyecanı yaratamadı ve millete
mal olamadı.

5.       İstiklal Marşı, 1920 yılı yazında düzenli ordunun Yunan saldırısı ve isyancılar karşısında direniş gösterememesi üzerine onu cesaretlendirmek için yazılmıştır. “Kahraman Ordumuza” ithaf edilmesi ve “Korkma!” diye başlaması bu yüzdendir.
Marş için sipariş ve yarışma 12 Mart 1921 tarihli Meclis kararıyla sonuçlanmıştır ki, bu aynı zamanda düzenli ordunun kurulmaya başlandığı Birinci İnönü ve İkinci İnönü savaşları dönemidir.

6.       İstiklal Marşı’nı Fransız İhtilali‘nin etkisinde olan ve
Türk Kurtuluş Savaşı’nı Fransız ihtilaline benzeten subaylar, özellikle Genelkurmay Başkanı (daha sonra Batı Cephesi Komutanı) İsmet Bey tarafından düşünüldüğü ve marş yarışması için Maarif vekâleti’nin görevlendirildiği anlaşılmaktadır.

7.       Marş’ın yarışmaya katılan güftelerin bir yana bırakılarak Mehmet Akif Ersoy’a Hamdullah Suphi tarafından bir mektupla sipariş edilmesi, savaş sırasında Ankara’da oluşan millî birlik ruhunun bir eseridir. İslamcı Mehmet Akif’i ve onun çıkardığı Sebilürreşat dergisini halkı millî direnişe ikna etmek, böylece Halife-Padişahın Kuvayı Milliye’ye karşı kullanmaya kalkıştığı İslamiyet’i onun elinden almak için Ankara’ya Mustafa Kemal Paşa çağırmıştır. Marş yazımıyla ilgilenen İlk Maraif Vekili
Dr. Rıza Nur ve yerine gelen Hamdullah Suphi ise Türkçüdür. Fakat o dönemde bütün yurtseverler birbirlerine muhtaçtır. İşgacilerle onların işbirlikçileri bir tarafta; İslamcısı, Türkçüsü, İttihatçısı, Komünisti bütün yurtseverler öte taraftadır.  Türkiye Kurtuluş Savaşı’ndan sonra yabancı işgali görmediği için bu millî birlik ruhu bir daha oluşamamıştır.
Fakat İstiklal Marşı, herkesin marşı olarak kalabilmiştir.

8.       İstiklal Marşı, bunun seçimi için oluşturulmuş bir kurul varken, Bakan ve etkileyici bir hatip olan Hamdullah Suphi’nin tercihi ve çabasıyla Meclis’te kabul edilmiş, o sırada bu seçim usulü ve marşın sözleri bazı itirazlara neden olmuşsa da daha sonra bunun üzerinde durulmamıştır.  

9.       İstiklal Marşı, coşkun bir istiklal aşkını, vatan sevgisini, emperyalisit karşıtlığını ifade etmektedir. Mehmet Akif,
Balkan Savaşı’ndan beri yazdığı manzumelerde ve camilerde verdiği vaazlarda bu duygularını dile getirmiş bulunuyordu. İstiklal Marşı onun duygularının toplamı ve doruğudur.

10.   İstiklal Marşı’nda geçen “ırk” sözcüğü, bugünkü anlamda bir ırk değildir. Akif de zaten ırkçılığa, hatta milliyetçiliğe karşı olan bir yurtseverdir. Buradaki ırk sözcüğü “Müslüman millet”  karşılığı olarak kullanılmıştır. Öyle olmasaydı bile, böyle tarihi metinlerdeki bazı sözleri yadırgamak doğru olmazdı.

11.   Marş için yapılan beste yarışması sonuçlanamamış, 1930’a kadar birkaç beste çalınmış fakat Zeki Öngör’ün Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın şefi olması nedeniyle bir genelge ile tek beste olarak kabul edilmiştir.

istiklal_marsi

12.   1923’ten sonra kurulan yeni rejimin İslamcılığından ötürü Mehmet’le uzlaşması mümkün değildi. 1925’te Takriri Sükûn Kanunu’nun çıkmasından sonra yakın arkadaşı ve Sebilürreşat’ın mesul müdürü Eşref Edip, öbür gazetecilerle birlikte tutuklanmıştı.
O da tutuklanmaktan çekinerek Mısır’a gitmiş ve 1936’ya dek orada gönüllü bir sürgün yaşamı yaşamıştır. Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından kendisinden istenen Kur’an çevirisini de tamamlamamıştır. Devlet cenazesine sahip çıkmamıştır!

13.   1924’ten sonra marşın Avrupa’yı kötülediği ve İçinde dini ögeler bulunduğu gerekçesiyle zaman zaman yeni bir marş yazılması yolunda girişimlerde bulunulmuş, marş hakkında tartışmalar yapılmıştır.  Böyle yeni bir Marş, İstiklal Marşı’nın taşıdığı doğallığı ve coşkuyu yaratamazdı. Bu nedenle girişimler sonuçsuz kalmıştır. 

14.   Kabul edildiğinden beri geçen 93 yıl içinde marş için en yaygın tartışma, 1979’da ODTÜ’de bir grup öğrencinin marş söylenirken ayağa kalkmaması ve Enternasyonal’i söylemesi nedeniyle yaşanmıştır. Aynı günlerde Milli Selamet Partisinin Konya mitinginde mitingciler, Marş söylenirken oturarak protestoda bulunmuşlardır. Yukarıda kapağını gördüğünüz kitap, bu gelişmeler üzerine yazılan “Mehmet Akif ve İstiklal Marşı” adlı bir makaleyi (Türkiye Gerçeği, Ekim 1979) yeni araştırmalarla zenginleştirilerek 1984’te Öğretmen Dünyası tarafından olarak yayımlanmıştı. Kültür Bakanlığı tarafından iki kez basıldı. Son baskısı geçen yıl Etimesgut Belediyesi tarafından yapılarak Öğretmenler Günü’nde öğretmenlere armağan edildi.

15.   İstiklal Marşı’na yapılan en büyük kötülük, 1980 Askeri rejiminin
onu cezaevlerinde tutuklulara zorla ezberletmesi ve ezberleyemeyenlere işkence yapmasıdır. Zaman zaman bir zorbalık ve istismar aracı olarak kullanılan Bayrak, Atatürk gibi kavramların başına gelen İstiklal Marşı’nın da başına gelmektedir. İstiklal Marşı, dışarıya bağımlılığın, sömürü,  soygun zulüm rejiminin değil, ulusal bağımsızlığın yurt sevgisinin ve
ulusal birliğin simgesi olabilir. Okuyanlarda ve dinleyenlerde bu duyguları yaratıyorsa yazılışındaki amacına uygunbir görev üstlenmiş olur.
(13 Mart 2014)

KADINLARIMIZIN ONURLU MÜCADELE GEÇMİŞİ


KADINLARIMIZIN ONURLU MÜCADELE GEÇMİŞİ

Zeki_Sarihan_portresi

Zeki Sarıhan

Bazılarının zannettiği gibi kadınlarımız siyaset sahnesine 1923’te veya onlara seçme
ve seçilme hakkının verildiği 1934’te çıkmadı. Onlar, uzun yıllardan beri devlet dairelerinde, üniversite sıralarında, hastanelerde, hatta miting kürsülerinde de vardılar. Haklarını dişleriyle, tırmaklarıyla kazandılar.

Türkiye’de kadın devrimi, Tanzimat’ın yarattığı birikimden yararlanılarak ve esas olarak 1908 İkinci Meşrutiyet devrimiyle yapılmıştır. Kadının eğitim hakkından yararlanması için 1869 Maarifi Umumiye Nizamnamesi 6-11 yaşları arasındaki bütün erkek ve 6-10 yaşları arasındaki tüm kızlar için ilköğretimi zorunlu kılmıştır. 1876 tarihli Kanun-u Esasi de imparatorluktaki bütün erkek ve kız çocukların ilköğrenim görmelerini zorunlu kılmıştır. Ebe okulu 1845, kızların devam ettiği ortaokul 1859,
Kız Öğretmen Okulu 1879’da açılmıştı. Kız liseleri ise İstanbul’da 1913-14’te açılabilmiştir. Kız Sanayi Okullarının açılması ise daha eskidir. Kızlar için yapılan
önemli bir atılım da 1914’te Kız Sanayi Okulu’nun açılması ve kızların üniversiteye devam haklarının tanınmasıdır. Kızlar için açılan ilk fakülteler Fen ve Edebiyat Fakülteleridir. Bu fakülteler ilk mezunlarını 1917’de vermiştir.

Türklerin yüksek tabakalarına mensup kadınlar, daha 1860’lı yallarda gazete ve dergilere yazılar yazarak kadın haklarını savunmaya başlamışlardı. Bu yayınlarda kadınlara öğrenim hakkı, çok eşliliğe son verilmesi, kadınlara çalışma olanaklarının tanınması, kadın-erkek eşitliği ele alınmıştır. İlk kadın dergisi de 1883-84 yılında Arife Hanım tarafından çıkarılmıştır. 1880’den sonra bir kadın yazarlar kümesi de
ortaya çıkmıştır. 1895’te Hanımlara Mahsus Gazete yayımlanmıştır.
Bu örnekler, kadınlara kimi hakların kendi istekleri olmaksızın
yukarıdan verildiğini yalanlamaya yeter.

20. Yüzyıl, kadınlar çağıdır

20. Yüzyıl, kapitalist ülkelerde bir kadınlar çağının başlamasını da birlikte getirmiştir. Her bakımdan Batı’dan geri kalındığını ve böyle giderse devletin çözüleceğini, toplumun yerinde sayacağını fark eden aydın Türkler, 1908’de ortaya çıkan coşkun Hürriyet ikliminden yararlanarak kadınların toplumsal yaşama katılması, çeşitli işlere girerek yaşamlarını bağımsızca kazanabilmeleri, eğitim olanaklarından eşitçe yararlanması için kolları sıvadılar. 19. Yüzyılın ortalarında açılan kız okulları
epey mezun vermiş, okunan ve okuyan kadın sayısı oldukça artmıştır.
Kadınlar, yeni Hürriyet döneminde yeni haklar kazanmak,  kazanılmış haklarını genişletmek ve bunları toplumun her kesimine yaymak için dermekler kurdular, gazeteler çıkardılar; gazetelerde kadınlarla ilgili sayfalar yer almaya başladı.
Bu dönemin önde gelen kadın hakları savunucuları Halide Edip, Öğretmen Nakiye Hanım ve Nezihe Muhittin’dir. Kadınların kurduğu ilk cemiyet 1908 tarihli
Cemiyeti İmdadiye’dir. Bu cemiyetin amacı, Rumeli sınırında çarpışan askerlere
kışlık çamaşır ve benzerlerini sağlamaktır.

4 Nisan 1913’te ilk sayısı çıkan günlük Kadınlar Dünyası, İkinci Meşrutiyet’te özgürlük patlamasını şöyle anlatıyor:
“Üç dört senelik meşrutiyet hayatımız, memleketimizde birçok ihtiyacın
mevcut olduğunu gösterdi. Senelerce olgunlaşmaya, gelişmeye ilgisiz kalan Osmanlı, hayatımızın her aşamasında bir yeniliğin, hakiki bir inkılâbın
gerekli olduğunu bize anlattı.”

Kadını özgürleştiren vatan savunması

Türk kadın hareketi başından beri yurtseverdir. Aydın Türk kadınları, erkekler gibi Namık Kemal’in “Vatan Mersiyesi” benzeri şiirleriyle büyümüştür.
Halide Edip, Meşrutiyet dönemi kadın hareketini anlatırken şöyle yazıyor:

“Bir kadın evvela Osmanlı, bir vatanperverdir. Vatanın hukuku,
kadınlık hukukundan bin kat mühim ve muhteremdir.”

Bu sözler, Türkiye’de kadın hareketinin Batı’dakinin tersine feminist olmadığını, toplumsal devrimin ve vatan savunmasının kadınları da içine almasından doğduğunu göstermektedir. Türk kadınlarının esin kaynağı Fransız Devrimi olduğu ölçüde, Rusya’daki Kuzey Türklerinin toplumsal ilerleme programıdır. Daha 1913’te,
Kadınlar Dünyası’nda Fransız Devriminde kadınlığın rolü şöyle anlatılmıştır:

“Fransız Devrimini izleyen erkeklerimiz pekiyi bilirler ki, en önemli rolleri kadınlar oynamıştır. Komünlere yandaş olan kadınların gördükleri işleri, gösterdikleri cesareti erkekler gösterememiştir. Versail askerlerine karşı boğaz boğaza savaşan
kadınlar idi. Akıllara durgunluk verecek derecede olan cesaretleri yadsınamaz.”

Gazete, kadınların özgürleşmesinin iş yaşamına atılmasıyla olanaklı olacağının bilincindedir. Aynı zamanda yerli sanayinin kurulmasını, yabancı mallara
boykot uygulanmasını savunmuştur. Başka milletlere ezilmemek için en büyük gücü ekonomi, sanat ve işçilik olduğunu anlatmıştır.

2. Meşrutiyet döneminde insanın özgürlüğünden ne anlaşılması gerektiğini
Kadınlar Dünyası şöyle anlatıyor:

”Kendine sahip olan insanın her şey için istediği gibi düşünmesi, istediği gibi
karar vermesi, istediği gibi yerine getirebilmesi, o işin güzellik ve çirkinliğini de istediği gibi yargılayabilmesidir.”

Meşrutiyet Kadınlığı, kadın özgürlüğü karşısına İslam dinini çıkaranlara, o dönemde verilebilecek en uygun yanıtı vermiş ve “kadına haklarını dinimiz ve insanlığımız vermektedir” diye yazmıştır. Yazıya göre Türk kadınlarına üniversitelerde okuma hakkı vermek istemeyenler, Tanrı’ya, insanlığa karşı gelmiş olacaklardır. “Cahil, korkak, cılız, ahlaksız analardan doğacak millet, nasıl olur da yaşar ve
düşmanlardan öcünü alır?”
denilmiştir.

1. Dünya Paylaşım Savaşı koşullarının yarattığı kadın tipini,
6 Nisan 1920 tarihli İkdam’ın bir yazısından öğreniyoruz:

“Harbin yarattığı zaruret ve ihtiyaç nedeniyle kadınlarımız da diğer Batı kadınları gibi çalışma hayatına atılmaya mecbur olmuşlar ve bu alanda son derece teşekküre değer kabiliyetler ve liyakatler göstermişlerdi. O zamanlarda hemen her sınıf vazifede kadınlarımızı görmek mümkündü. Postanede, maliyede, belediyede vb. Diğer taraftan da Hilal-i Ahmer, Esirgeme Derneği, Kadınları Çalıştırma Cemiyeti ve müesseselerinin himayesi, çok desteğe muhtaç annelerimizin, hemşirelerimizin tek teselli ve geçim kaynağını teşkil ediyordu. Birçok senedir, idaremizin
her şubesinde ortaya çıkan buhran ve karışıklıktan önce kadınlarımız
etkilenmeye başladı.”

Nezihe Muhittin şöyle yazmaktadır:

Evvelce yalnız kına gecelerinde, düğünlerde, tandır sofralarında ve özel toplantılarda birleşen Türk hanımları, artık genel çıkarlara yarayan derneklerin çatısı altında toplanabiliyorlar ve isimleri başlı başına anlam ve kişilik ifade edebiliyordu.”

Tarık Zafer Tunaya’ya göre Mütareke dönemine gelindiğinde Türkiye’de kadın sorunu esas olarak çözümlenmiş bulunuyordu.

1919 ilkbaharında İstanbul’da kadınlar hakkında gözlemlerde bulunan
bir Fransız kadının Fransa’daki bir gazetede yayımlanan ve Türk basını tarafından alıny-tılanan bir yazısında “Artık bin bir gece memleketinden uzak bulunuyoruz” denilerek onun İstanbul Kız Öğretmen Okulu’nda gördükleri aktarılmaktadır.
Bu okulda Avrupa’daki gibi bir eğitim uygulanmaktadır. Türk kızları çok yeteneklidir. Çarşaflarının altına giydikleriyle modayı da izlemektedirler. Çok iyi el işlere yapmakta, keman çalmaktadırlar. Çok evlilik de hemen hemen kalkmıştır. “Türk kadınları,
yüksek fikri seviyeleriyle kadınlar arasında gerçek bir devrim yapmıştır.
Türk kadınları artık asırlarca yaşadıkları hayattan çıkmışlardır.”
Yazara göre Hasta Adam’ın doğrulması muhtemeldir.
Bu konuda kadınlar arasındaki inkılâp ve tekâmül büyük bir etki yapacaktır.

30 Ekim 1918’de başlayan Mütareke döneminde İstanbul basınında kadınlar için sayfalar açılmış, İkinci Meşrutiyet döneminde patlayan kadın özgürlüğünün sürmesi ve gelişmesi için yayınlar yapılmıştır. Yakup Kadri 1921 tarihli bir yazısında,
kadınların on yıl öncesine göre şu işleri yaptığını anlatmaktadır:

“Yüzlerini açmak, sokağa manto ile çıkmak, yalnız başlarına istedikleri yere gitmek, erkeklerle birlikte tiyatrolara gidebilmek, memleket işlerine karışmak, hayır derneklerinde çalışmak, dairelerde memurluk, ticarethanelerde kâtiplik, satıcılık yapabilmek, yüz bin kişilik siyasi mitinglerde konuşabilmek.”

Fransız L’Humanite yazarlarından Magdelena Mark da Türkiye’den gönderdiği mektuplarından birinde “Türk kadınlığının hürriyeti, savaşın başladığı tarihten başlamıştır. Çok evlilik, harem artık yok. İktisat, geleneği alt üst etti. Kızlar artık üniversiteye, devlet memurluğuna girebiliyor” diye yazmıştır.

Mütareke döneminde Türk gazeteleri dünya kadın hareketi hakkında haberler vermekte, Türk kadınlığının özgürlüğü için bu yayınlardan dersler çıkarılmaktadır.

Kurtuluş Savaşı kadınların eseridir

Kurtuluş Savaşı, Türk kadınlığı için o zamana dek görülmedik bir özveri, örgütlenme, hizmet dönemi olmuştur. Çünkü artık düşman, anayurdun ta içlerine girmiş bulunuyordu. Bu durum, eşkıyanın talan için bir evin içine girmesinden farksızdır ve kadının yalnız
evi, yuvası, eşi, oğlu, kızının yaşamı değil, kendi ırzı da saldırı altındaydı.

Tehlikenin gelişini öncelikle İstanbul’un aydın kadınları fark ettiler. Kadınlar içinde tepkilerini ortaya koyma olanağına onlar sahiptiler. “Kadıköylü Kadınlar” imzasıyla gazetelere gönderilen ve 18 Kasım 1918’de Akşam gazetesinde yayımlanan bir yazıda, “Millî haklarımızı muhafaza edecek hükümet ve erkek yoksa, biz varız” denilmiştir. Osmanlı Hanımlar Derneği, 24 Mart 1919’da Batı başkentlerindeki kadın derneklerine bir muhtıra göndererek onların analık duygularına hitap etmiş,
Türkiye temsilcilerinin de Paris Barış Konferansı’nda dinlenilmesini istemiştir.
Daha İzmir’in işgalinden 38 gün önce 7 Nisan 1919 tarihli Memleket gazetesinde
“Türk kızı da millî mücadeleye atılmalıdır” başlıklı bir yazının yayımlanması, erkeklerin de kadınlardan beklentilerini ve onlarla omuz omuza mücadele etmeye
niyetli olduklarını göstermektedir.

“Türk kızı, Türk genci, haydi vazife başına! Vazife başı, vatan sinesi,
halkın sahasıdır. Türklerin kız ve erkek çocukları el ele, kalp kalbe vereceklerdir.
Halka koşmazsak, temelimiz yıkılmış, işimiz bitmiş demektir.”

Düşmanın Bursa’ya dek gelmesi üzerine Bolu kadınları, Büyük Millet Meclisi’ne
bir dilekçe yazarak ırz ve namuslarını kendilerinin koruyabilmesi için silah verilmesini istemişlerdir. İzmir’in işgali üzerine, İstanbul’a çekilen protesto telgrafları içinde
Ayşe, Fatma imzalı olanlar da vardır. Üsküdar kadınları, Doğancılar’da toplanarak İngiltere ve Fransa temsilcilerine çektikleri telgrafta, işgale razı olmayacaklarını belirtmişlerdir. Bursa kadınları da Ankara Müdafaai Hukuk Cemiyetine çektikleri telgrafta ölmeye hazır olduklarını anlatmışlardır. Erzurum Kadınları da Murat Paşa Camisi’nde toplanarak İzmir, Antalya, Maraş gibi yerlerin işgal edilmesi ve buralarda yapılan vahşete göz yumulmasının önüne geçilmezse hakkın savunulması için başka araçlara başvuracaklarını anlatmışlardır. Edirne’de binlerce kadın Sultan Selim Camii’nde toplanarak İtilaf Devletlerinden İzmir için adalet istemiştir. İzmir’in işgali üzerine İstanbul üniversitesinde yapılan toplantıda, Kız Üniversitesi’nin temsilcisi, direnişte erkeklerle birlikte olacaklarını ilan etmiştir.

Yüzlerini açıp miting kürsülerine çıktılar

Şimdi sıra kadınların miting kürsülerine çıkmasına gelmiştir. Bu Türkiye tarihinde ilk kez olmaktadır. Fatih, Üsküdar, Kadıköy, Sultanahmet mitinglerinde Halide Edip, Meliha Hanım, Sabahat Hanım, Naciye Hanım, Zeliha Hanım, Münevver Saime, Şükûfe Nihal coşkun konuşmalar yapmışlar, vatanın bağımsızlığının ve birliğinin yok edilemeyeceğini haykırmışlardır. Kastamonu kadınları da Kız Öğretmen Okulu’nun bahçesinde toplanmışlar, Zekiye Hanım kadınlara “Gerekirse öleceğiz!” diye seslenmiştir.

Kurtuluş Savaşı yıllarında İstanbul’da daha önce kurulmuş kadın derneklerine yenileri katılmış, Anadolu’da da kadın dernekleri kurulmuştur. Vatan savunması, örgütlenme bilincini de geliştirmiştir. Asri Kadınlar Cemiyeti, Kadınları Çalıştırma Cemiyeti, Biçki ve Dikiş Yurdu Hanımları Cemiyeti, Türk Çalıştırma Cemiyeti, Türk Kadınlar Cemiyeti, Şehit Ailelerine Yardım Birliği, İstihlakı Millî Kadınlar Cemiyeti İstanbul’da çalışan kadın örgütleridir. Anadolu’da Alaşehir Türk Kadınlar Cemiyeti, Kasaba İslam Kadınları Cemiyeti’nin adı geçmekteyse de en güçlü ve yaygın kadın örgütü Sivas Anadolu Kadınları Müdafaai Vatan Cemiyeti’dir. 26 Kasım 1919 günü kurulan bu dernek; Amasya, Konya, Kayseri, Viranşehir, Erzincan, Yozgat, Niğde, Pınarhisar, Burdur, Kangal, Aydın, Balıkesir’de şubeler açmıştır. Anadolu’da çalışan diğer kadın örgütleri Kastamonu Hanımları Çalıştırma Cemiyeti, Asker Kardeşlerimize Muavenet Cemiyeti, Antalya Muaveneti İçtimaiye Cemiyeti Hayriyesi’dir. Ülkenin yarısının diğeri üzerine göçmen olduğu bir dönemde Hilali Ahmer kadınlarının gerek İstanbul’da gerek Anadolu’da yaptığı hizmetler ise unutulamaz.  Yardım toplamada ve yardım yapmada Anadolu kadınları birbirleriyle yarışmışlar,  hastaların yaralarını sarmışlar, hatta onların topladıkları malzemeyle Kastamonu’da bir hastane açılmıştır.

Kurtuluş Savaşı kadınlarının gördükleri en meşakkatli iş, kötü hava koşullarına rağmen Samsun, İnebolu gibi limanlara yığılan savaş malzemesini kağnılarla cepheye taşımalarıdır. Sayıları 20 bin olduğu belirtilen kadınların o günlerde ve daha sonra yazılan birçok yazıda, bu konudaki kahramanlıklarının sayısız örneği verilmiştir. Ali Fuat Cebesoy, kadınların bu işi yapmalarını “Soylu ve yüce bir manzara” diye tanımlamaktadır. Mustafa Necati, bu kadınları tarihteki ünlü Kartacalı Kadınlara benzetmektedir. Kastamonu’nun Seydiler Köyünden Şerife Bacı’nın şiddetli bir soğukta Kastamonu yakınlarında kağnıdaki çocuğunun üzerine kapanıp donmuş olarak bulunması,  kağnı kollarında yaşananların bir örneğidir. Fransız muhabir Schliklen, bu kadınlar için “Vatana adanmış vücutlar” diye yazmıştır.

Türkiye kadınları silah kuşanarak cephede görev almıştır. Aydın yöresinde, Çukurova’da ve Güneydoğu’da çete savaşlarından başlayarak siperlerde çarpışan, orduya asker toplayan, üsteğmen rütbesine kadar yükselen kadınlar. Vardır. Halide Onbaşı, Erzurumlu Kara Fatma, Binbaşı Emire Ayşe, Ayşe Çavuş, Çete Ayşe,  Tayyar Rahmiye, Kılavuz Hatice, Gül Hanım, Gördesli Makbule, Ayşe Kadın, Adile Hanım, Asker Saime, Türk Jandark’ı Küçük Nezahat…

Türk devrimi, daha savaş sırasında kadınların yurt savunmasındaki bu hizmetlerini takdir etmiş, kadınlara şükranlarını sunmuştur. Birçok kadına İstiklal Madalyası verilmiştir. Millî Müdafaa Vekili Refet Paşa, Sakarya zaferini kadınların, esas olarak da köylü kadınlarının eseri olduğunu söylemiş, Mustafa Kemal Paşa bu savaşta en çok takdir edilmesi gerekenlerin Anadolu kadınları olduğunu belirtmiştir. Kurtuluş Savaşı’nı temsil eden anıtlarda görülen kadın figürleri, kadirbilirliğin eseridir.

Kaynak:

Bu metinde verilen bilgiler pek çok kaynağın taranmasıyla elde edilmiştir. Bunları tek tek göstermek burada uzunca bir liste yapmayı gerektiriyor. Onun yerine, bu kaynakların tamamının bulunduğu toplu kaynağı vermekle yetinmek zorundayım:

Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Kadınları, (Yunus Nadi 2006 Sosyal Bilimler Ödülü), Çankaya Belediyesi, Ulusal Eğitim Derneği, Cumhuriyet Kadınları Derneği,
Remzi Kitabevi, Nilüfer Belediyesi yayınları. (5.3.214)

BİR YAYIN KENDİNİ NEDEN OKUTUR?


BİR YAYIN KENDİNİ NEDEN OKUTUR?

Zeki_Sarihan_portresiZeki Sarıhan

1975 yılı yazında Cumhuriyet gazetesinde köşe yazarı Oktay Akbal yazılarından birini TÖB-DER Fatsa Şubesi Haftalık Haber Bülteni’ne ayırmıştı. Bu yazıya şimdi ulaşamıyorum ama metin aşağı yukarı aklımda.
Şöyle diyordu Oktay Akbal:

 

Biz gazete köşe yazarlarına postadan her gün birçok yayın gelir. Bunların bir kısmını hiç açmadan atarız. Bir kısmını şöyle bir karıştırıp bırakırız. Fakat bunların içinden biri var ki her satırını okumadan bırakamıyorum. TÖB-DER Fatsa Şubesi
Haftalık Haber Bülteni. Teksir makinesiyle çoğaltılmış, bazı yerleri zor okunan
bu dört sayfalık bültende…

Akbal, bültenin ele aldığı konuları ve bunların sunuluşunu anlattıktan sonra TÖB-DER’li öğretmenlerin Fatsa’da devrimci bir kale kurduklarını belirterek okuyucularından
bu kaleye dikkat etmelerini ve destek vermelerini istiyordu. Elde bir koleksiyonu olsaydı, 1977’de Fikri Sönmez’in Belediye Başkanlığı ile sonuçlanan Fatsa’daki sosyal uyanışın 1974-1976 dönemini bu bültende görmek olanaklı olabilir.

Bültenin yazıları yazı makinesinde önce mumlu kâğıda yazılıyor, sonra bunlar teksir makinesinde belleğimde kaldığına göre 700 dolayında basılıyor, Fatsa’da görev yapan öğretmenlere, TÖB-DER’in birçok şubesine ve bu arada kimi köşe yazarlarına gönderiliyordu.

Bekir Yerli’nin Şube başkanı olduğu dönemde 3 Kasım 1974’te yayımına başlayan
bu bülten, 1 veya 7 Haziran 1975’te yapılan şube kongresine dek düzenli olarak 30 veya 31 sayı yayımlandı. Sonra Gülsüm Özakın’ın başkanlığı döneminde Ahmet Özdemir’in sorumluluğunda da bir süre daha yayımını sürdürdü.

Oktay Akbal, bu bülteni niçin son dizesine dek okumaktan kendini alamıyordu? Nedenleri benim de yayımcılık yaşamımda baştan beri gözettiğim ilkeler olmuştur: Olayları yerel düzeyde veya meslek düzeyinde ele alıp bundan genel düşünceler çıkarmak, sözü dolandırmadan, herkesin anlayacağı biçimde anlatmak, ezilenlerden, emekçilerden yana olmak… Öyle bir yazı yazınız ki, sizden başka hiç kimse bu yazıyı yazmamış veya yazamayacak olsun! Herkesin bildiğini ve yazdığını yinelemenin
ne anlamı var?

Bir yayını okutan, renkli kapağı, basıldığı kâğıdın kalitesi değil, içinde özgün yazıların bulunmasıdır.

(Bu bültenin hiçbir sayısı bende yoktu! Bir konferans için 2002’de Edirne’ye gittiğimde, eskiden Fatsa’da öğretmenlik yapmış olan Öğretmen Ali İhsan Gider’e rastladım. Bültenin bütün sayılarının kendisinde olduğunu söyledi. Rica ettim bana gönderdi.
Bir hazine gibi sakladığım bülten koleksiyonu, bir taşınmadan sonra yer yarılıp içine girdi ve yana yakıla aradıysam da bulamadım! Öğretmen Dünyası Yazı Kurulu’nda çalıştığımız sırada Şahver Karasüleymanoğlu, evlerindeki kitap kolilerini karıştırırken
bu bültenden birkaç örnek bulduğunu belirterek bana getirdi. Bültenler, düzenli olarak o tarihlerde eşi Aydın Karasüleymanoğlu’nun yönetimindeki Evrim dergisine gönderilmiş)

—————————————————————————
TÖB-DER FATSA ŞUBESİ HAFTALIK HABER BÜLTENİ Sayı 26, 28 Nisan 1975. Sahibi Bekir Yerli, sorumlusu Zeki Sarıhan, TÖB-DER-Fatsa, Yıllığı 25, altı aylığı 12.5 lira, sayısı 50 Kuruş.
————————————————————
Birinci sayfasını gördüğünüz bu sayıdaki yazıların başlıkları şöyle:

Birinci sayfa

Öğretmenler diyor ki: “YETİŞTİRDİĞİMİZ NESİLLER EZİLENLERDEN YANA OLACAK”

23 Nisan Böyle mi Kutlanmalı?: EMPERYALİST HÂKİMİYETE HAYIR!
HALKIN EGEMENLİĞİNİ İSTİYORUZ

Tayfun İçli (Kumru’da öğretmen) UYANIŞ (Şiir)

İkinci sayfa

Köy Çocukları Anlatıyor:

Hisarbey Köyünden 5. Sınıf öğrencisi Recep Öztürk: NEDEN BENİM AYAĞIMDA KARA LASTİK, ŞEHİR ÇOCUKLARINDA İSKARPİN VAR ANLAYAMADIM GİTTİ!

Hisarbey İlkokulu 5. Sınıf öğrencisi İbrahim Öztürk: RİCA EDERİM, OKULUMUZUN BÜYÜK İŞLERİNE SİZ BAKIN

Çömlekli İlkokulu öğrencisi Rekabi Yaz: ZENGİNLER ETİ KÖPEKLERİNE YEDİRİYORLAR, BİZ ETİ KENDİMİZE BULAMIYORUZ

Çömlekli Köyünden 5. Sınıf öğrencisi Ahmet Top: ZENGİNLER FAKİRLERİN PANCAR ÇORBASINA AĞZINI SÜRMEZ

Üçüncü sayfa

Hurşit ve Huriye Külekçi (Örencik I. İlkokulu Öğretmenleri: KÖY ÖĞRETMENLERİNİN DE KÖYLÜ ÖĞRENCİLERİN DE DURUMLARI ÇOK KÖTÜ

Dördüncü sayfa

Bahtiyarlar Köyünden Demirciler Hüsnü Dal, Mustafa Dal: İŞTE BİZİM HAYATIMIZ

Öğretmenler Fatsa’yı devrimci bir kale yaparlar da Amerikancı hükümetler hiç buna seyirci kalır mı?

Bültenin sorumlusu olan Zeki Sarıhan, 1975 yılı sonbaharında Boğzlayan’a sürüldü. 1976’da TÖB-DER arandı ve teksir makinasına el konuldu. 12 Eylül yönetimi, 1980’de Fatsa’yı darmadağın (tarumar) etmiş olmasına karşın 1986’da bile hâlâ hıncını alma peşindeydi. Dil yarası gibi sınıfsal acı kolay kapanmaz! Zeki ve Şenal Sarıhanlar Ankara’dan, Gülsüm ve Selahattin Özakınlar İstanbul’dan, Bekir Yerli, sürgüne gönderildiği Gaziantep’ten “mevcutlu olarak” getirtilerek Fatsa’da devrimci öğrenciler yetiştirdikleri gerekçesiyle yargılandılar ve Ünye Ağır Ceza Mahkemesi, enine boyuna konuyu düşünerek “Zaman aşımı” gerekçesiyle takipsizlik kararı vermeyi tercih etti. Ahmet Özdemir zaten Fatsa Dev-Yol davasından hükümlüydü.

(24.2.2014)Formun Üstü

Formun Altı

Displaying TÖB-DER FATSA ŞUBESİ.jpg

 

TÖB-DER FATSA ŞUBESİ.jpg

Öğretmen Dünyası Dergisi 35. Yılını Kutluyor

 

öğretmen

           dünyası

Necatibey Cad. No: 13/13 Sıhhiye/Ankara
Tel: (0312) 229 43 25 Belgeç: (0312) 229 45 26
Eposta: ogdunyasi@gmail.com
Web: ogretmendunyasi.org

                                                                                                          Ankara, 20.01.2014

Öğretmen Dünyası Dergisi 35. Yılını Kutluyor 

    Ocak 1980’de Ankara’da, aralarında Zeki Sarıhan, İnci Aral, Ali Gür, Yusuf Baş, Meral Turan ve Davut Sarı’nın da bulunduğu bir grup öğretmen tarafından kurulan aylık meslek dergisi Öğretmen Dünyası, 35. yılını,
Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı (UMAG) tarafından 24-31 Ocak 2014 günleri arasında bu yıl 21.si düzenlenen Adalet ve Demokrasi Haftası kapsamında bir etkinlikle kutlayacak.

Başlangıç yıllarında M. Rauf İnan, Türkkaya Ataöv, Cahit Külebi, Emin Özdemir, Atalay Yörükoğlu gibi eğitimci, yazar ve aydınların Danışma Kurulunda bulunduğu Öğretmen Dünyası dergisi, eğitimci H. Hüsnü Tekışık’ın öncülüğünde kurulan Çağdaş Eğitim dergisiyle birlikte en uzun süre yayımlanan eğitim dergisi oldu. Halen genel yayın yönetmenliğini Nazım Mutlu’nun, yazı işleri müdürlüğünü Mustafa Pala’nın yürüttüğü, altı kişiden oluşan yayın kurulunca hazırlanan ve “Bağımsızlıkçı, Aydınlanmacı, Halkçı Eğitim” ilkesini savunan dergi, geride kalan 34 yıllık yayın yaşamı boyunca eğitimin güncel sorunlarına, eğitim-öğretim yöntemlerine ilişkin birçok konuyu ele alarak hem öğretmenlere yardımcı oldu hem de eğitim tarihi için önemli bir arşiv oluşturdu.

12 Eylül darbe döneminin sürdüğü yıllarda bir dönem okullara sokulması yasaklanan ve zaman zaman yaşanan ekonomik güçlükleri okur ve yazarlarının imecesiyle aşan Öğretmen Dünyası dergisi, mevcut iktidarın özellikle eğitim alanında son yıllarda artırdığı gerici, bilim dışı eğitim yapılanmasına karşı yayınlar yapıyor.

  • 25 Ocak Cumartesi günü saat 14.00’te, kendi adresinde
    (Necatibey Cad. No: 13/13 Sıhhiye/Ankara) okur, yazar ve dostlarıyla

“Öğretmen Dünyası Eğilmeden Bükülmeden 35. Yılında”

başlığıyla düzenlenecek etkinlikte, önceki ve bugünkü dergi emektarlarından
Zeki ve Ayhan Sarıhan, Refik Saydam, Özden Yılmaz Bilgin, Nazım Mutlu ve Aydın Karataş, derginin dünü ve bugününü anlatacaklar.

Banu Günüç’ün sunacağı etkinliği Bora ve Abbas Turan türkülerle,
Dara Bilgin de şiirlerle renklendirecek.
Etkinlik, ağırlama ile son bulacak.

Yayın Kurulu adına
Nazım Mutlu
Genel Yayın Yönetmeni

YOKSA BEN BİR KOMÜNİST MİYİM?


YOKSA BEN BİR KOMÜNİST MİYİM? 

Zeki Sarıhan

Zeki_Sarihan_portresi

Bu yaşıma geldim, şimdiye kadar hiçbir yerde, hiç kimseye
komünist olduğumu söylemedim. Çünkü bundan ben de emin değilim!
1960’lı yıllarda Çetin Altan, komünist olduğu suçlamasını savuşturmak için “Komünist demek, komünist partisine üye olmak demektir.” diyordu.
Benim durumumun da O’ndan farkı yoktu.

Komünist olduğumu nasıl söyleyebilirdim ki, devletimiz

 

  • Türk âleminin en büyük düşmanı komünistliktir, her göründüğü yerde ezilmeli” 

ilkesine göre hareket ediyordu. Bu ezilme işine daha 1920 yılı sonlarında başlamışlar, bu cümleden olmak üzere 28/29 Ocak 1921’de
Mustafa Suphi ve 14 yoldaşını Sürmene açıklarında öldürerek denize atmışlardı! Ne tek parti döneminde ne de Demokrat Parti döneminde komünistlere göz açtırmışlardı. Nazım Hikmet’e 1938’de verilen 28 yıllık
hapis cezası 
bu ezmelerin en ünlüsüdür. Komünistler, daha sonraki yıllarda rahat çalışabildiler, düşüncelerini ifade edebildiler mi ki? Cumhuriyet’in ilik yıllarında komünistlikten tutuklanan ve hüküm giyen Şevket Süreyya gibi kimileri, yaşamlarını böyle eziyet içinde geçirmemek için arabanın yüksek yanı olan Devlet tarafına geçmişler ve
çeşitli yerlerde “saygın” görevler almışlardır.
 

Annem bana ne derdi? 

Komünist olmanın yarattığı bu tehlikenin yanında benim komünist olduğumu hiçbir yerde söylemeyişimin başka bir nedeni var:
Annem buna ne derdi? Nedense ben kendime yaptığım her şeyin, taşıdığım düşüncelerin hesabını anneme vermek zorunda hissetmişimdir. Anneciğim bir emekçi kadındı. İnsanların eşit olması gibi düşüncelere karşı olamazdı. Halk için mücadelemizi gördükçe ve düşüncelerimizi öğrendikçe “Oğlum, derdi, bir de namaz kılsanız peygamber gibi adamsınız!”
Bir ara bizimle birlikte Türkiye İşçi Partisi’ne bile oy verdi ama komünistliğin iyi bir şey olduğunu ona anlatmam çok zor olur ve
çok zaman alırdı. En iyisi ben sosyalistlikle idare etmeliydim

Sosyalizm, üretim araçlarının mülkiyetinin toplulaştırılması, komünizm ise herkesten yeteneği kadar alıp herkese ihtiyacı kadar verilmesi ilkesini anlatan sınıfsız bir toplumu tanımlar. Özel mülkiyeti reddeder.
Doğrusu topluma yeteneğim kadar vermeye ve toplumdan da
ihtiyacım kadar almaya her zaman ağzımın suyu akmıştır.

Komünist olduğumu söylemeyişimin bir nedeni daha var.
Ben fena halde ulusalcıyım. Komünistlik, hatta onun ön aşaması olan sosyalistlik kavramları, Türk diline dışarıdan gelmeydi. Bunların Türkçesini bulsak ve kullansak daha iyi olmaz mıydı? Daha 1908’den sonra Türkler öz Türkçe değilse de bize daha yakın olan 
“İştirakçilik” kavramını bulup kullandılar. 1920’de Ankara’da
Halk İştirakiyun Fırkası’nı bile kurdular. Ama birçok ülkede kullanılan, Üçüncü Enternasyonal’in de kullandığı komünistlikte ısrar ettiler, partilerini bu adla uzun süre gizli olarak yaşatmaya çalışmışlardı. Gerçekte sosyalistliğin de, komünistliğin de “Toplumculuk, Halkçılık” gibi karşılıkları vardır. Gerçi esas olan sözcükler değil, programdır.
Adı Türkçe diye Türkiye egemen sınıflarının bu akım mensuplarına
iyi davranacağını beklemek de hayaldir. Her halde o zaman da
Türk âleminin en büyük düşmanı toplumculuktur.”  fetvaları verilecekti.

1960’lı yılların sonlarında bile durum değişmiş değildi. Prof. Turhan Feyzioğlu ile TİP Genel Başkanı Behice Boran’ı bir gün televizyona çıkardılar. Feyzioğlu daha başlangıçta Boran’a sordu:

– Sen önce komünist misin, değil misin söyle bakalım! dedi.
Böylece hem on yıllardır komünizme karşı koşullandırdıkları halkın tepkisini Boran üzerine yöneltecek hem de onu Türk Ceza Kanunu’nun 141 ve 142. maddeleri ile karşı karşıya getirecekti. Böylece sözde tartışmadan yengin çıkacaktı. Behice Hanım buna zeki bir yanıt verdi:

Siz önce komünizmi suç olmaktan çıkarın öyle cevap vereyim…

Neyse… Ben hiçbir yerde komünist olduğumu söylemedim ama zaman zaman komünistlikle suçlandım. Şimdi bunun birkaç örneğini vereceğim. 

Doğanın cömert sofrası 

Daha öğretmenliğimin 2. yılında, Fatsa’nın bir köyünde cevval bir öğretmenim. İlçe Milli Eğitim Müdürü İsmail Delice, 23 Nisan Bayramı’nda ilçenin hükümet konağı önünde yapılacak törende
benim konuşmamı istiyor. Kürsüye çıkıp Türkiye’nin kalkınması,
halkının aydınlanması konusunda romantik bir konuşma yapıyorum.
Her bayram töreninde olduğu gibi çocuklar ve büyükler kendi aralarında konuşuyorlar. Benim konuşmamı dinleyen belki de pek az insan var.

Ertesi gün bir müfettiş, çalıştığım köye damlamaz mı? Dinleyicilerden
bir dava vekili hemen ihbarda bulunarak konuşmamda suç olduğunu
ileri sürmüş. Allahtan, konuşma metni elimdeydi. Müfettişe verdim. İnceledi. “Bunun neresinde suç bulmuşlar ki?” dedi. İfademi alarak gitti.
Bu konuşmada suç olacak hangi ibare olabilirdi?

Sanırım

“Doğanın cömert sofrasına oturuncaya dek” tümcesi.

Ben bu cömert sofraya birlikte oturmamızın her zaman özlemini çekmişimdir. Doğa bize birçok nimetler veriyor, biz ise bundan eşit yararlanmıyorduk. Bir bölümü açlık çekerken, kimileri döke saça yiyordu. Hemen hiçbir saf dinleyici bundan komünist olduğumu çıkaramazdı ama sınıf güdüleri güçlü bir dava vekili, komünist olduğumu şıp diye anlamıştı… 

Geçen yüzyılın Amerikalılarını daha çok sevmek… 

1997’de Robert Kennedy İnsan Hakları Vakfı tarafından verilecek
İnsan Hakları Ödülü’nü almak için Washington’a giden eşimin peşine takıldım. Kennedy’lerin bir koruluk içinde 150 yıllık köşkünde öğle yemeği yiyoruz. Protokol konuşmaları yapıyoruz. Sıra bana gelince dedim ki:

– Biz Türkler Amerikalıları severiz. Özellikle geçen yüzyılda yaşamış Amerikalıları daha çok severiz. G. Washington’u, T. Jefferson’u, John Steinbeck’i, Mark Twain’i,
Martin Luther King’i (1929-68)…

Daha sözüm bitmeden müteveffa Robert Kennedy’nin eşi Eli Hanım, biraz da heyecanlı bir sesle:

– Sen bir komünistsin! dedi.
– Nerden anladınız, ben öyle bir şey söyledim mi? dedim.
– Ben anlarım, sen dersini iyi almışsın! diye yanıt verdi.

Kongre binasında ertesi gün ödül töreni için bir odada beklerken
gene yanıma geldi, elimi tuttu. Odadaki kerli ferli Amerikalılara beni göstererek:

– Bu bir komünist! diye tanıttı.

Eli Hanım, gerek evde, gerek buradaki konuşmasında bu tümceleri öyle bir ses tonuyla ve yüz hareketiyle söylüyordu ki, bunda ben içten içe bir sempati sezdim. İşte uzak diyarlardan gelen bir komünistle karşılaşmıştı ve bundan son derece hoşnuttu. O sıralarda öğrendik kii meğer kızları da sosyalistmiş.

Kenedy ailesi, Amerika’nın İnönüleri olarak biliniyordu. Bunu bana eşime verilen bu ödülü almamızın doğru olup olmadığını danıştığım
Prof. Alpaslan Işıklı söylemiş, ödülün alınmasında bir sakınca olmadığını da anlatmıştı.
 

“Ben bir Marksist-Leninist’im…” 

Yazıyı kısa tutmak için, birçok benzerleri arasında bir olay daha yazarak bitireyim:

1971 sonbaharında İzmir’den Ankara’ya tutuklu olarak getiriliyorum: Mamak’ta Dev-Genç davasının savcısı Ali Hüner beni sorguya çekiyor. (Bereket işkenceye göndermedi, o denli gaddar değildi). Epey soru sordu, yanıtlarını verdim. İfade tutanağının sonuna şu cümleyi yazdırdı:

“Ben Marksist Leninist’im!”

Savcı bu sonuca benim bir yıl önce yazdığım bir mektupta bu kavramın geçmesi nedeniyle varmıştı. Bu kavramın o zamanlar insanın başına
ne işler aşacağını düşünün lütfen. Hemen itiraz ettim:

 Ben böyle bir şey söylemedim ki, dedim.

Cümleyi şöyle düzelttirdi:

“Yanlış oldu. Ben Marksist-Leninist değilim.”

Hayda… Bu da iyi bir cümle değildi. Sanki ben ceza almamak için böyle ifadede bulunmuş gibi oluyordum. Fakat savcı ya Marksist Leninist olduğumdan ya da olmadığımdan başka bir ifadeye razı değildi.
İfade öylece kaldı. Fakat bu durum çok canımı sıktı. Cezaevine gönderildiğimde oradaki tutuklu arkadaşlara bu sıkıntımı anlattım.

– Adam sen de.. Üzerinde durma! dediler de beni rahatlattılar.

O zaman da şimdi de

  • Doğanın cömert sofrasına birlikte oturulmasından,
    sınıfsız bir toplumdan yanayım.

Marks’ı, Lenini’i, emekçileri savunan öbür büyük insanları olduğu gibi çok seviyorum. Ama komünist olup olmadığımdan yukarıda belirttiğim gerekçelerle emin değilim… 

Benim gibi çok aydın olduğunu biliyorum. Ölmesinden bir süre önce
Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı Kadıköy’deki evinde bir küme arkadaş ziyaret ettik. Bendeki meraka bakın, O’na sorduğum sorulardan biri şuydu:

—     Sosyalizmle aranız nasıl?

Bana ne dedi biliyor musunuz?

—     Ben daha ilerisindeyim…

Komünist demek, iyi insan demek mi? 

Kuzey Kore’ye üç kez gittim. Bu ülkede kıtlık ve açlık kol geziyordu.
Halkın üç öğün yemeği iki öğüne indirdiği bile yaygın bir görüştü.
Gerçi Kuzey Koreliler bu konudaki sorumuzu yanıtsız bırakıyorlardı, sanki kan kusuyorlar da “Kızılcık Şerbeti içtim” diyorlardı. Ne var ki konuklarının önüne koydukları sofralarda neredeyse kuş sütü eksikti.
Bir kezinde:

– Sizin halkınız aç iken ben bu yemekleri yemek istemiyorum,
boğazımdan geçmiyor!
 deyince, Koreli rehberimiz yüzüme bakıp:

– Sen gerçek bir komünistsin! dedi. Yani “İyi insansın” demek istiyordu. Yoksa “Komünist” demek, “iyi insan” demekti de Türkiye’de şiddetli yasaklar bunun için miydi? 

Benim ne olduğumu varın siz tayin edin artık…
Doğrusu ben de zaman zaman kendimden kuşku duymuyor değilim… (21.1.2014)